TUR DAĞI PARAMPARÇA
VOLKAN AY
kitabı satın almak için tıklayın
Uzak göklerde ve tamamlanmamış yıldız atlaslarında aranılan
Marla'ya...
ve toprak parçalarında nefeslenen başka ruhlar da, onun sessiz
ışıltısını görmek, tek nefeste söylenilen adını seslenmek için asırlarca
dolaşmıştılar uzun bir lanete uğramış ya da herşeyi açığa çıkarıp
berraklaştıran efsunlu bir gök yağmuruna tutulmuş gibi
Birinci Kitap
HERŞEY VAHŞİ
HERŞEY SESSİZ
Bismillahirrahmanirrahim;
Bu defteri Recebülevvel
ayının onyedisi yahut onsekizinde yazmaya başlıyorum. Defter Atlıhisar kasabasının dağ köyünden başlar, yürüyerek
veya at üstünde geçtiğimiz topraklarda,
deve tepelerinde sallanarak aştığımız çöllerde ve yelken açtığımız denizlerde
yaşadıklarımızı anlatır.
Yola çıkışımızdan, güvenli taş duvarlarla
çevrili sıcak yataklarımızın huzurlu sıcaklığına
varıncaya dek her günü, her yolu, geçtiğimiz her çölün her bir kum tanesini hatırlıyorum;
çünkü böyle bir şey yaşadığında - Allah’ın izniyle- bunu unutmazsın.
Yarım kalmış olarak
bulunursa Filibe yolunun üstünde Ramalko tepesine yarım günlük at sürüşü
mesafesindeki Bozatlar hanına Said'e ulaştırılmak üzere bırakılmalıdır. Said
hikayenin kalanını benim yazdıklarıma dilerse eklesin dilerse eklemesin.
Şayet tamamlanmış halde
bulunursa vasiyetim kitap kopyacılarının eline ulaştırılmasıdır. Amacımız
kimseyi tehlikeye atmak olmadığından kimi isimler değiştirilmiş, kimi isimler
değiştirilmemiştir. Bu sebeple, kitap kopyacılarından dileğim, gelenekleri olduğu
üzere
kopya ederken kimi yerlerini çıkartıp, kimi yerlerini yeniden yazarken, beğendikleri
şiirleri isimsiz biçimde ekleyip, beğenmedikleri dizeleri kaldırırken makul
olmaları, ismimin hiçbir yerde geçmemesini bir kusur olarak kabul edip yeni
isimler uydurmamaları, şehirlerin ve burada yazılmış başka insanların
isimlerine dokunmamalarıdır.
Olaki bu isimler zaman
içinde değişirken bir gün gerçeklerine dönüversin.
Gökte ve yerde ne varsa
onundur. Allah, Muhammed'in de, Ali'nin de soylarını daim etsin ve mutlu kılsın.
Aleme ayna tutan kalplerimiz lekelenmesin, doğruluk yolundan şaşmayan erenler
yardımcımız olsun. Allah, topraklarında
gezindiğimiz kutlu ülkenin cihana nam salmış kudretli padişahının saltanatını daim etsin.
Birinci Bölüm
Berbat bir zamandı aslında.
İstediği rütbeye yükselemeyen kaptan'ın, öfkesi burnunda dolaştığı, emirlere
itaatsizliği sonuna kadar götürdüğü zamanlardı. Ona göre gemici ocakları
bozulmuştu ve onca zahmetin hediyesi olan açık deniz ganimetlerini de bundan
böyle paylaşmayacağını uygun olmayan bir dille ulu orta seslendiriyordu. Sakin
günlerde üstünde çıplak ayaklarımızla dolaşırken boyasız tahtalarının gevrek ve
gevşek huzurlu gıcırtılar çıkardığı narin ve ince çektirimizin kıçında
gürültüyle patlayan, yaklaştığımız geniş kalyonun önünden ateşlenmiş isabetli
top atışlarıyla sarsılıp ağır yaralandığımız uğurlu günün akşamında; ufak
yelkenlerle donanmış, sıra sıra uzun küreklilerin çektiği zarif ve hafif yapılı
teknemizi bırakıp, kaçma ümidiyle fora
edilmiş dört köşe dev yelkenleriyle
gökten koparılmış koca bir gri bulutu andıran kalyona geçecektik. Ele geçirmeyi
umduğumuz kalyona doğru yönelmiş alçak çektirinin iştahla yukarı kıvrık önünden
cenk adamları pruva topunu hazırladıklarını bağırdıkları halde; yüksek
güverteleri, sağlam gövdesiyle Kaptan'ı cezbeden kalyonun, yelken ve direk
donanımına zarar verme çekincesiyle, beklenen ateşleme emri gelmemişti. Karşımızdaki
iri kalyonun, bordasındaki toplarını kullanmak üzere bize yan dönmesiyle
birlikte, biz de onun etrafında yarım çember
dönerek manevra hazırlığına giriştik.
Tam karşıdan üstüne doğrudan ilerlenmesi karşısında savunması zayıf, geç
farkedildiğimizden geri dönüş manevrası zordu.
Çektirinin uzun oturaklarına üç sıra dizilmişlerin her nefeste kuvvetli
'Haay-daa' nidalarıyla tek elden çıkmış gibi denize batırıp çıkardıkları
küreklerle, hızla ve alışıldık bir manevra yaparak önden yaklaşmış, geminin toplarını etkisiz kılacak
denli yakına varılınca da, Kaptan iyi ayarladığı bir tondan yukarı doğru seslenip ‘teslim
olunursa köle alınmayacağını’ ilan etmişti. Bizimle birlikte başka bir çektiri
yardımdayken tutulamayacağı açık bu sözler, direnişlerini kırıp, çatışmaya hazırlanmış
tayfa ahalisini beklediği gibi birbirine düşürmeyince, güvertesine tırmanılacak yönden düşmanı
ürkütmek üzere birbiri ardına tüfekler ateşlendi. Geminin lumbar kapaklarından
dışarı biçimsizce tutulup aşağı rasgele saçılan mermilerin yarattığı telaş arasında,
ikinci defa doldurulmaya zamanın kalmadığı tabancaların da ateşlenmeleriyle,
demir kancalar yukarı fırlatılmış, tutundukları küpeştelerden güvertelere tırmanılıp, keskin palaların, geniş gövdeli, kıvrık ve
kolay savrulan kılıçların çekildiği ilk hayhuyun ardından konuşmalar kesilmiş,
yerini kılıçların şakırtısına bırakmıştı. Kuşatılmış düşmana her yönden hücum
edildiği böyle zayıf anda isyana kalkmasınlar diye birkaç denizciyle başlarında
beklediğimiz kuvvetli kürekçi köleler de zaman zaman birbirlerine bakıp ortalığı
tartar, kendi belirledikleri, bize kapalı işaretlerle harekete geçme zamanlarını
kollarlar, onlarca geminin borda savaşına giriştiği büyük çarpışmalarda dahi
zaman zaman en güç anda isyan edip kadırgaları, çektirileri ele geçirip
denizcileri aşağı fırlatan kürekli köleler, güvertelerde çarpışan cenk adamlarının
uğraş verdikleri gemilerin arasından sıyrılıp hızla kürek çekerek açıklara doğru
kaybolurlardı. Kefaretinin ödenebileceğinden umudunu kesmiş genç bir kölenin
zincirlerinin arasında sakladıkları bir kaç boğma telinin yahut küreğe vurulduğu senelerin hesabını şaşırmış
bir forsada taşıttıkları sapsız kör bir bıçağın etrafında kurdukları planları,
günü gelip uygulamaya geçildiğinde onlardan yararlanmaz, mahkum oldukları
küreklere sarılarak kılıçlara ve tabancalara karşı gözlerini karartıp karşı
koyarlardı. Kölelerin isyan planlarını,
çalıştıkları gemilerden yakalayıp Allah'ın takdiriyle yanyana küreğe dizmemiz
gibi normal karşılayan Kaptan onları sıkça aratmaz, gizli işaretleşeni kırbaçlatmaz,
bazen küçük bir çocuğu azarlar gibi,
parmağını gözünü kestirdiği birine doğru sallayarak, onu
Kostantiniyye'ye götürüp yahudi tüccarlara satacağı tehdidinde bulunurdu. Kan
kokusunun yükseldiği gövdeler kalabalığı durulduğunda Kaptan, dövüşmemiş
denizcilere ön güvertenin altındaki ambarların kahve sandıkları ve kumaş toplarından
müteşekkil yükünü geride bırakacağımız çektiriye boşalttırmaya başladı.
Kölelerden birkaçını, güvenilir adamlarını ve
eski denizcilerinden bazısını tutup, yeni gemideki çarpışmadan sağ
kalanlarla birlikte uzaklaşmak üzere işlere dağıldık. Açık denizde ve tehlikeli
ufak limanlarda ortaklıkların çabuk kurulup çabuk bozulmasına alışkın, uzun
tutulan kinin yararsızlığına inanmış, birbirini hiç tanımayan gemicilerin de
paylaştığı, otuzlu yaşlarını aşmanın nadir bir lütuf olduğu ortak görüşü; belki
tamamlanması gerektiğine inandıkları ritüelleri
olmadığından karadaki gibi bir telaş yaratmaz, aksine bütün hafiflik ve oynaklıklarına,
kuvvetli bir omurga desteği veren, denizciler arasında paylaşılan ortak bir
kalender ruh, alışıldık bir tavır kazandırırdı. Yeni duruma kolaylıkla
uyumlanan, geçip yerleştiğimiz geminin eskileri, silahların patlayıp, kılıçların
şakırdadığı kalyonun güvertesinden cesetleri bizimle birlikte aşağı fırlatırken;
akşam boyunca sukunetini korumuş denize baktım. Cenk adamları burada uğraş
verirken köleler kazan kaldırmasınlar diye adetten suya fırlattırdığımız
kürekleri şimdi kararmış sulardan yeniden topluyor, düzeni değişik yelkenlere
beceriksizce hakim olma gayretimiz aşağıdakileri eğlendiriyordu. Yirmi kadar
adamın kanlarıyla yıkanmış güverteler, yukarı çektiğimiz kovalarca suyla boca
edilip fırçalanırken, yazgının bizi taşıdığı bu değişik akşamın çok öncesinden,
daha eski bir zamandan işaret edilmiş olduğunu sezebiliyorduk. Bu, İspanya kıyılarının
tenha limanlarının birinde Akdeniz gemicilerine saygısızca konuşan bir
denizcinin okyanusla ve büyük gemileri
ehlileştirmekle uğraşmış gerçek deniz üstadı olmakla övünen uzun kafalı patlak
gözlü kendini bilmez bir adamın öylesine ettiği laflarının sonunda ortalık
birbirine girmeden hemen önce kılıç kılıca dövüşü göze alamayarak arkadaşlarıyla
birlikte hızlıca karanlıkta topuklamalarının ardından, kader çizgimizde
belirmiş, aydınlanmış, bizi varlığından haberdar etmişti. Rüyasında vatanını
görüp çılgına dönen filler gibi, Hint okyanusunda parçalanan donanma
gemilerinden bu yana gidilmemiş sularla karşılaşma, çarpışma ve yenme arzusuna
kapılmıştı. Rüyasında Hindistanı görünce tepişip türlü çılgınlıkta bulunan fillerin gönderildiği Gücerat ülkesine yardıma
giderken Hind okyanuslarında parçalanan en sağlam kadırgaları anımsayan Kaptan,
değişik bir hal, gördüğünden işaret vermeyen tuhaf bir rüya sakinliği içinde,
köle ticaretine iyice merak salmış, okyanusu geçerek birkaç defa gidip gelmiş
başka gemicilerden öğrendikleriyle aradığı meydan okumanın bu türden bir
yolculuk olduğunu hissettirmişti. Gemiyi yönetirken ona göre denizci
sezgilerinin zayıflığı, yıldızlar konusundaki bilgisizliği, isabetsiz göz kararını ve başka her türden deneyimsizliği hatırlattığı
için aşağılayıcı bulduğu kağıt kalem ile hesap kitap yapma işleriyle kapalı kapısının
ardında uğraş vermekteydi. Denize onlarla çıkmaya ne denli istekli olduysam, o
da birgün Akdeniz'i terk edip okyanusa açılmaya o denli istekli ve kararlıydı.
Onu, istediği köleleri ormandan kıyıya doğru sürdüğümüz kıyılarda kendi
hevesine terk edeceklerin arasında olacağımı ise o sırada bilmiyor, büyük ve
tehlikeli olacağına inandığım yolculuğun hayalini kuruyordum. İnce uzun
küreklilerle ele geçirdiğimiz yelkenli, top bataryaları pek ufak olmakla
beraber iyi bakılmış üç ambarlı bir ticaret gemisiydi. Birkaç hafta sonra güçlü
toplara sahip bir başka ticaret
gemisinin, rüzgarı doğru kullanamadığımızdan düşmanı ümitlendiren uzun bir
kovalamacanın ardından savaşmadan teslim olmasıyla, onun dört büyük topunu da
söküp bu gemiye taşıdık. Denizden sektirerek atış yapan geniş ağızlı,
okkalarca kara barutu silip süpürecek güçteki tunç topları ilk fırsatta
deneme hevesindeydik. Bütün gün süren bu taşıma işi sırasında evvelden kölelik
edenlerden seçilmişlerin ikisi belki memleketlerine dönmek arzularından, belki
forsalarla kürek çektikleri senelerde deniz yaşamı onlara ağır geldiğinden
ortalıktan kaybolup diğer gemiye sıvışmışlardı. Kaptan geminin ambarları boşaltılırken;
yazı hesap işi görecek, harita işlerinden anlayan, acayip yelkenleri tanıyan
biri olursa gemisinde kendisine çok iltifat edileceğini, adamlarının da saygıda
kusur etmeyip, her durumdan onlar kadar istifade edip, ganimetten pay verileceğini
ilan etmesinin ardından bize katılanlardan hesabı, becerisi kuvvetli bir gemi
subayı, yabancısı olduğumuz bu kalyonun donanımlarını, dengesini yelken ve
makaralarını bu geminin eskilerinden daha iyi bildiğini açıkça ortaya koyacaktı. Gemiye gelirken eski kaptanının ateş kusan
sessiz bakışlarının arasında onun kamarasındaki harita ve kitapları boşaltmış,
gazyağı stoklarının yedek yelkenlerin saklandığı bölmeyi açıp dikkatimizi çeken
hayli yeni malzemeyi taşıtmıştı. Ağır gülleleri onun emriyle aşağıya sıralayıp,
kara barut çuvallarını boş fıçılara yerleştirip birbirinden ayırdık. Masa başında
benimle birlikte birkaç kişiye, tam karşıdan gelen rüzgara karşı nasıl karmaşık
manevralarla ilerlenebileceğini anlattığı akşam, Kaptan'ın gözlemci gibi
dinlemesine karşın onun da pekçok şeyi yeni öğreniyor olduğunu, bir kısmını ise
bizim gibi hiç anlamadığını sezmiştim. Genç subay ilkin heyecan içinde
italyanca hızlı biçimde anlatıyor sonra durulmuş halde ispanyolca kelimelerle
açıklamaya çalışıyor, ardından umudunu kaybetmiş halde yanyana garip şekiller
çiziyordu. Gavurların icadı olan kalyonlara, düşman donanmasının parçası, pahalı
ve uydurma bir icat olduğu genel görüşünü paylaşmıyor olsa da Kaptan'ın da bu
konularda pek bilgi sahibi olmadığını da görmenin hayalkırıklığıyla, on üç yaşımda
yanına ilk vardığım sene seferden geri dönüş yolunda, ilerde baştarda
reislerinden aşağı kalmayacağımı söyleyerek beni gururlandırdığı anımsamıştım.
Şimdi de eliyle omzuma anlatılanları destekler biçimde sertçe vurup
"...işte ya, anlıyor musun, yelkeni bağlayıp hemen diğerine.." gibi
yakaladığı kelimeleri vurgulayarak, ilerde korsanlıktan yetişme kıymetli bir
denizci olacağımı, balıkçılığı uygun gördüğü bazı yüksek rütbeli deniz adamlarından
da aşağı kalmayacağımı yinelediğinde gururla kasılıp hareketsiz kalmamak için
yanından hemen kaybolurdum. Çünkü;
Hafif ve ağır teraziye
vurulsa
Hafif üstün çıkıp yukarıda
kalır
İşte kitabımı böyle bilgece sözlerle de süslemeye karar
verdim. Deniz ilmiyle ilgilenenler için
vereceğim kıymetli bilgilerle de okuyanlara yararlı olup, içine güzel
düşünceler ekleyerek çıktığım yolu doğru bulmayan Şeyhin de rızasını kazanmaya
çalışmak gayretiyle yazmaya ne kadar yönelsem de, her daim huzursuz ve sanki sırf
dünyada bulunmaklığının kendisinden bile bir sıkıntı, bir öfke çıkartabilen Kaptan'ın,
istediğini elde edememenin içini kaynattığı hırsının tek bir nefesi dahi bunları
uzağa ötelemeye yetiyor. Kaptan, Afrika'nın güvenli Akdeniz limanlarına gidip
döndüğümüz günlerde, rüzgarsız havalarda yürümüyor diye kalyon inşa etmekten
kaçmanın, aslında gizlice ve korkak bir tavırla, kalyon vergilerine huzursuzluk çıkartıp itiraz eden cahil halkın
arzusuna boyun eğmek olduğunu haykırırdı. Küreklilerle akıntıya, rüzgara aldırmadan
güvenli ilerleyişlerle açığa doğru savrulup, dalgalar belirdiğinde yahut
bulutlar toplandığında çektirilerin dar yelkenlerini açıp kıyıya döndüğümüz
zamanlarda uyumaya hazırlandığımız barakalarda, böyle konu açıldı mı, zaman
zaman gavurları titreten kıymetli padişah yahut güçlü sadrazam kulları hakkında
da sanki o an tam karşılarında duruyormuşçasına -haşa- kadın pençesinde kıvrandığı
yahut gelin gibi nazlı paşaların elinde oynattığı vezirler misali tehlikeli
konuşmalar yapardı. Kaptan'ın kamarasında masaya yayılan yeni haritaları
incelemeye koyulduğumda ise şimdiye kadar öğrendiğime inandığım bütün dünya
sarsıcı bir hızla değişmeye başladı. Akdeniz'in bir avuç su gibi resmedildiği
haritaya hayretle baktım. Afrika çok geniş, Hindistan pek uzak, cihana nam salmış
padişahın gücününse şu halde -haşa-
heryere erişmediğini görmekten ürpererek haritayı hemen kapatıp, bulduğum aralığa
sokuşturup oradan kaçmak istedim, ancak hala incelemeye devam ediyor, anlatılanları
merakla takip ediyordum. Çıkıp geldiğim dağ köyüne bile ilk ne zaman gelindiğini
hatırlayan yoktu aramızda çünkü. Köyün en ihtiyarı uzun siyah saçları beyaz
sakallarına karışmış dede orada doğmuştu; kendi babasının dahi hatırlamak
istemediği bir şeylerden kaçarak tepelere çıkılmış sonra giderek dahada yukarı
tırmanılmıştı. Ondan dinlediğimiz savaş hikayelerinde, çok uzaklarda güçlü
askerleri ve değişik kadınlarıyla birlikte oturan padişahın dünyanın en güzel yarısına sahip olduğunu öğrenmiştik.
Adaletli hükümdar dünyanın geri kalan yarısını da gavurlara pay edip dağıtmıştı. Fakat dünyanın kalan yarısında
gavurlar kendi aralarında kavgaya tutuşmuşlardı. Bu yüzden adaletin kılıcı çok
yakında onların üzerine doğru kalkacaktı. -Çünkü onlar yalnız kudretli padişahın
karşısında kavgayı bırakıp bir araya gelirler-
Bu kılıcı bir süre süvariler ve tüfekliler kalabalığının üzerinde havada
belirerek gitmeleri gereken yönü işaret eder halde hayal etmiştim. Kılıçsa iki
uçlu ve geniş gövdeliydi. Sonraları yanında dededen bahsedilmesini pek hoş karşılamayan
Şeyh'ten, bu kılıcın islamın kılıcı olduğunu
öğrenmemle birlikte, onu ordunun önünde atının sırtında giden padişahın kuşağına
iliştirmeyi daha doğru bulmuştum. Geminin ambarları yağmalanan mallarla
istiflenmiş halde sığ denizin üstüne kurulu çürümüş iskelesiyle eski bir limana yaklaşmıştık, taze su kalmamış,
yiyecek tükenmek üzereydi. Yakına demirleyip yedek çektiğimiz kayıklarla karaya
çıkan tayfalar limana dağılmışlardı. Kaptanın yokluğunda keçilerin dördünü de
güverteye çıkartıp kendimde tavuk kümeslerinin önüne yayılıp liman hareketliliğini
seyretmeye koyuldum. Denize çıkmak için ayak direttiğim günleri hatırlayarak,
güneşin altında -Allah affetsin- içtiğim güzel şarabın da sıcaklığıyla iyice
keyiflenmiştim. Denize çıkmayı dağın başında bir fikir olarak ortaya savurduğumda
hiç bir umudum yoktu oysa. Hergelilikle, oyunbaz bir şeytanın dürtmesine uyup
söylemiş, karşı çıkılınca da ayak diretmiştim, babamın ölümünden sonra aileye
iyice bulaşmış denizin kanını silmeye yemin etmiş amcalarımdan birinin özel
olarak bu iş için çağrılıp beni iyice bir pataklamasının ardından bunun olabilirliği de iyice kafama yatmıştı. Yediğim
dayaktan yüzüm gözüm şişmiş halde uyumaya gayret ederken işin sadece artık ısrara kaldığına olan inancımla avunmuştum. Çünkü ısrar konusunda hayli yıldırıcı olabiliyordum. Cesaret
ya da inattan değildi bu. Kaptanın ruhunu kemiren ateş bana da bulaşmıştı belki ya da başa çıkmakta çok zorlanacağım bir belanın
içine savrulup orada kendimi unutmaya
çalışıyordum. Küçük yaştan beri Allah'ın rızasını kazanmak için Kuran hafızlayıp
arapça öğrenmeye gayret ederek uzaklığına da aldırmadan tekkeyi andıran şeyh'in
evine varıp geldiğim senelerde, sonu
medreselerde tamamlanacak hayırlı bir yola girmiş olduğumu konu komşuya ilan
edenler, şimdi beni bu tür bir ters yola sevk edenin şeytandan başkası olmadığına
inanıyorlardı. Denizde kadırgalarda cenk adamları, denizciler ve her çeşit değişik
milletten kürekçilerle geçirilen ilk zorlu senenin ardından, onlu yaşlarımın
henüz daha ortalarındayken kışlamaya gelmiş Kaptan'ın paçasına tutulup yeniden
denize sürüklendim. Artık kesinlikle karar vermiştim ki kışlamaya dahi geri
dönmeyecek, Cezayir'de başka korsanlarla ya da Fas kıyılarında balıkçılarla
birlikte yaşayacaktım. Ancak kaderimde dönüş yolu yazılıymış. Hemen o
sene. Birkaç hafta sonra evde ve bundan
pek mutlu bir halde olacaktım. Herşeyin bir anda anlaşılamamazlığı, Allah'ın
gölgesinin zaman bakımından üstümüze vurmasındanmış; herşey, sabırla yoğrulan
tek bir hamur parçası gibi yavaş yavaş olup biterken, aynı hayatı sadece
olanları hatırlar gibi, sanki ikinci defa yaşıyor gibi hiç şaşmadan yaşayanların
metanetine birgün ereriz inşallah diye aklımda kalmış ihtiyar bir sesi
gösterişli bir biçimde taklitle kendime seslenirken, bir yandan da bunu hiçte
istemediğimi şaşırarak farkediyordum. Keçileri elimle kümeslere doğru uzaklaştırıp
üst güverteye çıktım. Limanda meyhanenin çıkışındaki topluluğa karşı savrulan
bir ceket ve kılıç gözüme çarpmıştı. Birazdan bunların sahibi ve gavurlar gibi giyinmiş Kaptanın
öfkeli gelişini şaşkınca izlerken güvertedeki birkaç kişiyle onu bağrışarak
takip eden kalabalığı nasıl durdurabileceğimizi düşünüyordum. Çekiç kafa bana
ve ahçıya pistol ve kılıç fırlatırken, kalabalığın öfkeli görünmekten ziyade,
Kaptan'ın bu cesaretinin nedenini anlamak üzere bir çeşit merakla geldikleri
belliydi. Ona ulaşabilecek kadar yakınken dahi birbirlerinden ayrılmayışlarından
seziliyordu bu. Atladığı kayığın küreklerine asılmışken, topların limana
çevrilmesini emretti. Aşağıya doğru
koşturup yeni taşıdığımız ortadaki büyük topun doldurulmasına yardım edip
ikinciyi hazırlamaya koyuldum. Üst güvertede bir yandan yelkenleri açıp bir
yandan da iki kişiyle gemiyi süratle bordasını limana gelecek biçimde çevirmeye
çalışmalarını bekliyorduk. Çekiç kafa büyük topa düşünceli halde bakarak 'onu
boş ateşleriz' dedi. Barut ve açıyı göz
ayarı hesaplamaya çalışırken "İftar topu gibi" diye açıkladı. Ardı arkasına ateşlediğimiz diğer topların
gümbürtüsüyle geminin sarsılması kaptanın
şiddetli ayak sesleriyle yanımıza gelişini bizden gizlemişti. Yeni taşıdığımız
büyük topu kendi eliyle altı okka kadar kara barutu göz kararı doldurup
ateşlerken kendimizi geri atıp kulaklarımızı ellerimizle siper ettik.
Gümbürtüsü ve geri tepmesinin sertliğiyle gemiyi büyük bir güçle sarsmıştı. Yayılan
barut kokusu ve dumanın içinden kıyıda yarattığı etkiyi seyretmek üzere
lomboz kapaklarına yaklaşırken bize de aynını diğer ufak toplara yapmamızın
işaretini verdi. Mermer gülleler
yerleştirip yeniden ateşledik. Lomboz kapaklarının içinden topun hemen
üstündeki boşluktan güllelerin yükselip liman yoluna düşmelerinin yarattığı
hareketli karışıklığı seyrettik. Bu mesafeden etkilerini hayli kaybetseler de
yarattıkları telaşın içinde bağırışan tüccar, denizci ve hamal ahalisi parçalanan ahşap binaların önünde kaçışıyorlardı.
Büyük topun yıktığı şekerleme vitrini, taş binanın kırılan camlarının döküldüğü
sokak, yola saçılan ticarethane mallarına çalınmaması için kimin giyeceği beli olmadan dikilmiş biçimsiz elbiselere, örülmüş kazaklara, sapsız çalı süpürgelerine, peynir tenekelerine, deniz bisküvisi kutularına yapışan, keranenin önünü
terketmeyen esnaftan yaralananlar iç sokaklara doğru çekildiler. Sokak
köpekleri umutsuzca bir havlama tutturmuşlardı. Limanda iskelenin ucuna kadar
gelen ve pezevenklerin adamlarıyla
meraklılardan oluşan kalabalıktakiler de bir an bizimle birlikte aynı
manzarayı seyre dalmakla birlikte çabuk toparlandılar. Yeni tekliflerini
dinlemek üzere kaptan ateşi kesmemizi emretti. Yeni bir ateşleme emri
ihtimaline karşın topları soğutup hazırlamak için su çekmeye başlamıştık. Rıhtıma
dağılmış adamların bir an önce gelmelerini diliyorduk. Anlaşma olmayacaksa
savaş olacaktı. Uğraş zamanı ortada bulunmayan bir korsanınsa değeri yoktu. Sayıca
çok azdık ve rüzgar kuru bir yaprağı dalından ancak koparabilecek kadar zayıf
esiyordu. Kolay soğumayacağını tahmin ettiğimiz büyük topu yerine çekip, bu
yöndeki diğerine gülle almak üzere aşağı inerken Kaptan iskeleye tırmanıp
adamlarla pazarlığa başlamıştı. Zayıf yüzlü, yıpranmış bordo renk bir yelek
giyinmiş zayıfça bir adam, valinin koşarak gelen uzun çoraplı, komik
üniformalı iki tüfekli adamını elinin tersiyle geri yolladı. Haftalarca
dolaşarak ve savaşarak elde ettiğimiz ganimetlerin pek çoğu yok pahasına aşağı
boca edilirken, istenen teçhizat ve erzak tamam edilmeye başlanmıştı. Husumetin
kaynağı olan kerane kadınlarının çalıştığı binalarından misafir alınması
sorununu akşamın serinliğinde yeni uyanan dümenci çözdü. Kendi kalkmadıkça
hiçbir biçimde uyanmadığından nöbet de tutmayan dümenci pazarlığın ardından
şarap fıçılarını güvertede yuvarlayıp, gelen hanımlara el uzatıp yukarı çekmeye
gayret ederken ben de, Çekiç kafa, Ters ve Yamuk’la birlikte yön değiştiren zayıf
rüzgarları yakalayabilmek için direklere tırmanıp değişen durumlara uygun
biçimde düğüm çözüp gevşetiyor sonra en sıkı biçimlerde yeniden bağlıyorduk.
Gece ve sonraki üç gün boyunca çekildiğimiz ıssız koyda denizcilerin kaba ellerinde yoklanan, omuzları,
kolları, gerdanları çıplak bu kadınların, onların kucaklarında dolaşırken fırfırlı,
renkli, parlak, hayli yıpranmış kıyafetlerini de çıkardıklarında bir erkek gibi
kuvvetli kulaçlarla yüzebildiklerine şahit olduk. Bu çeşit kadınları ilk defa
yakından gördüğüm gibi yüksek sesle kahkaha attıklarında patlayan topların tok
sesine aşina kulaklarım tiz haykırışlarından irkiliyordu. Kadınlar, korsan adamların sertliğini
kahkaha ve şarapla yumuşatırken, kıyafetlerinin arasından sıyrılıp parlayan
etlerinin çıplaklığından tekneye değişik bir hava yayılıyordu. Ters Kara'nın
birini tek kolunun altında, diğerini omzunun üstünden sırtına atmış halde
getirdiği kadınları aşağı indirip yanımıza bırakınca, onların da teklif edilen romun sertliğine aldırmadan denizci milleti kadar dayanıklı halde zevkle
iştirak etmelerine şaşırarak tanık oldum. Burada olup biteni fazlaca anlatmak
amacı aştığından susmak daha doğrudur. Bazı geceler ortalarda görülmemem için
atıldığım merdiven altı hamağından daha çok kaptanın yasak ettiğinden beridir
aşağıda gizlice oynanan değişik bir zar oyununa merak salmıştım,
ortaya koyacak henüz birşeyim olmadığından oyuna giremeden seyretsem de, bir anda herşeylerini kaybeden
kumarbaz denizcilerin sükut halindeki handiyse vakur edalarını kıskandırıcı bulurdum. Gerçi gemide
ihtiyaçlar görülüp eldekiler limana dökülünce pek birşey de kalmamıştı. Bunu,
kamarasından çıkan Kaptan'ın, bilinen sözü değiştirerek defalarca 'tekneye
hürmet, nefsine zulmet' diye bağırdıktan sonra yanımdan geçerken bereketli bir
av, iyi bir ticaret gemisi için dua etmemi salık verdiğinde anlamıştım. Onların
arasında olmama rağmen onlardan hala
uzak olan benim dualarımın kabul olacağına inanıyordu. Güverteden suya
atlayıp yeşil suyun serinliğinde gördüğüm bu güzel
kadınların değişik hallerdeki hayalleriyle yüklü gövdemin yangınını
dindirip, dipte gri gölgeler gibi
gözlerimin önünden geçen balık sürüsünün peşinden yüzüp nefes almak için yukarı
çıktım. Güneş gözlerimi acıtırken yeniden durgun suya kendimi bırakıp sahile doğru
yüzmeye koyuldum. Ayaklarım suyun içinde yumuşak kuma dokunduğunda parmak uçlarımda
yürüdüğüm hafifliğin keyfiyle denizin her nefeste yeniden keşfiyle hem hakkım
olanı istemek için kadınların sesinin duyulduğu gemiye doğru, hem de derisi
yüzülen keçinin sopaya geçirildiği ve gece için ateş yakma hazırlığındaki
kumsala gitme arzusundaydım. Sahille tekne arasındaki güvenli sığlıkta yüzerken
neredeyse şeytanın dürtmesiyle kalkıp buraya geldiğime şükredecektim.
Hareketsiz biçimde sırt üstü yatmıştım, ellerim başımın altında zaman zaman
ayaklarımı hafifçe çırparak kimsenin beni çağıramayacağı uzak sığlığa doğru sürükleniyordum. Aklımda,
yollar karlarla kaplandığında Şeyhin evinde kaldığımız haftalar vardı. Benimde
onun misal verdiği zindandaki adam gibi kendi zamanım yavaşlamıştı sanki,
sakince nefes alıp vererek hareketsiz halde denizin beni taşıdığı hafifliğe
kendimi bıraktım.
'Benimle dünyanın arasında
ne alâka var! Benim ve dünyanın misâli, bir yaz gününde seyreden bir atlının
misâli gibidir. O atlıya bir ağaç görünür, o ağacın gölgesinde bir an uyur,
sonra onu terkederek yoluna devam eder'
Buz rengi ışıkların
salona sızdığı güneşli bir kış öğleden sonrasında Şeyh bu meşhur hadisi yorumlarken
'Zamanlar türlü türlüdür.' demişti; 'Herşeyin ayrı ayrı kendi zamanı vardır.
Sürekli hal’den hale geçen kişi zindanda dahi olsa aylar geçmiş gibi gelir,
hayli yol alır; aynı halde durakalan, atının üstünde dört nala koşturuyor
idiyse de, geçtiği yolları bir anda almış gibi olur.' Bunlar ilgimi çekmiyordu
ama. Kader bilmecesinin, olacak olanın gerçekleşmeyi beklediği kendi zamanı
cezbediyordu beni. Gövdemi taşıyan suyla yavaş yavaş sahile taşındığımı
hissetmedim. Dirseklerim kuma dokunduktan sonra bütün su altımdan çekildi, ardından
geri dönerek bıraktığı dengesiz halden yeniden yükseltti, toparlanıp kendimi yosunlarla karışmış kumlara doğru
ilerleyip güneşin altına devrildim.
Dalgalar birbiri ardına geldi. Birinin getirdiğini diğeri alıp götürdü. Taşların birbirine çarparak ufalandıkları
kumsalda sakin yumuşak bir uykuya daldım. Suyun ufak taşların arasından
çekilirkenki şıkırtısını dinledim. Tüm gökyüzünü dolaşan rüzgar, akşam denizin
üstünden büyük dalgalar sıyırıp kaldırıyordu. Dalgalar penceresiz, burçsuz sağlam bir kale duvarı gibi yükselip gümbürtüyle
sahile yıkıldılar. Az zaman sonra limana bakan ahşap binalar harabe
halindelerdi. Bütün camlar kırık, dükkanlardan saçılan mallar kumaş topları,
meyve kasaları, sandalyeler sokağa saçılmış, birkaç kişi kaybolmuştu. Limanda
sağlam tek bir gemi kalmamıştı. En sağlamının dahi ana direği güverteye
devrilmiş, kalanlar gövdelerindeki büyük çatlaklardan hızla batmış, altları
dibe dokunur halde suyun üstünde kalan kısımlarından dalgaların artık yavaşlamış
hareketiyle gidip gelişleri seçiliyordu. Sular sokaklardan çekilmemişti. Ufukta
doğan beyaz bir çizginin yaklaşarak büyümesini, koşturarak gelen atlar gibi
ilkinden daha alçak ve daha az yıkıcı başka bir dalganın patlaması izledi. Gelip giden hafif dalgalar, orada birikmiş
olan suları yükseltip saçılan malları altlarından tartar gibi havalandırıp kaldırıyordu.
Sular sert gelen dalgalarla bir anlığına yükselip oldukları yere kapanıyorlardı.
Sonuncu büyük dalga devrilmiş şarap fıçılarından birini arka sokaklara
yuvarlayarak gözden kaybetti. Bütün bu gördüklerimin aralarında hiç ıslanmadan
ve üşümeden dolaştığıma o sırada şaşırmıyordum. Gördüğüm rüyayla sersemlemiş
halde haykırışlarına uyandığım dümencinin küfürleri açılıp saçılırken, yine
didiştiği eski kölelerden biriyle takıştığını düşünüp, iyi bir dövüş görebilmek
umuduyla gemiye yüzmeye koyuldum. Hakaretlerini sarhoş bıçağı gibi hedefi
belirsiz biçimde savuruyordu, ip merdivenden yukarı tırmandığımda Kaptan'ın
masası ön güverteye çıkartılmış, tayfalar etrafını çevirmişti. Kalyona
geçilirkenki çarpışmadan bu yana aksayan dümenciyi dört adam tutmaya çalışıyor,
dümenci yarı yarıya sarhoş marangozun testeresinin ucunda can çekişiyordu. Sarıyla
yeşil renklere dönmüş bacağı kesmeyi tamamladığında çürümeye başlamış cerahatli
kokan bacağı olabildiğince ileri fırlattı. Sığ ve hareketsiz sularda kan cam
yeşili suyun içinde yuvarlak bir leke gibi yayılıp uzun zaman hareketsiz kaldı.
Dümenci bir ara elinin tekini kurtarıp, adamlardan birini öteye savurunca,
koşup, ellerimle kalkmaması için kuvvetlice omuzlarına bastırdım ancak akan kanı
ne kadar sıkarsa sıksın kesemiyor, güverteyi sulayan kanı oluk oluk dökülürken,
dümencinin rengi soluklaşıp, kuvveti azalıyordu. Nihayet ruhunu teslim ettiğinde
ince bir battaniyeye sarıp kayığa indirip, kıyıya doğru kürek çektik, cesedini
yanıma bırakıp gittiklerinde, ağacın altında yumuşak toprakta mezar çukurunu
yarılamıştım, gece boyu aklımdan silinmeyecek renksiz yüzüne baktım. Gözleri
hala daha canlı kalmaya uğraşır gibi iyice açılmıştı. Daha fazla kazamadan
merhumun ruhunun kılıfını çukurun içine itekleyip üstünü kapatıp, kürek sırtımda
aşağı yürüdüm, ateşin etrafını çevirenlerin arasına katılıp sessizce ateşe ve
alazların arasında kıpırtısız denize vuran
ay ışığına baktım. Yoksulluk ve hastalıklardan beslenen kasvetli ve bulanık
düşüncelere dalmış olduğuma inanan Eğri burun, kendisinden başka kimsenin
duyamadığı bir mehteranın sesini bastırmaya gayret eder bir uslupta 'Uğraşa düşmüş, tek kara
korsan' diye tempolu bir bağırışla geçti, iri ama pek kısa boyluydu eğri burun.
Kara korsanın tek başına atladığı geminin tayfalarının yarısını biçtiği, kalan
yarısını ambara kapatıp gemiyi ele geçirdiği şarkıdan benimde aklımda daha
fazlası yoktu. Rom fıçılarından birini
güvertede havaya kaldırarak kıyıdakilere gösterdikten sonra denize fırlattı,
arkasından kendiside atlayıp eliyle iteklerek sahile doğru ilerletip tezahuratın
artması için zaman zaman fıçının üzerine çıkıp muzaffer bir kaptan edasıyla
dengede kalıyordu. Keçi eti ve rom ikram edilen kadınlardan birinin başladığı
şarkı korsanlar için pek ağır kaldığı gibi sözleri de anlaşılmayınca 'Tekneye
hürmet, kasvete zulmet' diye bitmiş fıçıları tokatlayan elleriyle tempo tutarak
onu kestiler. Şarkının erkek kılığında
gemilerde çalışan efsane bir kadın denizciden bahsettiğini anlatmıştı sonradan
eğri burun. Denize çıkıp geri dönmeyen erkeğinin peşinden onu aramak için yola
çıkmış, başka korsanlarla birlikte
yabancı bir memlekette bilmediği bir limanda asılmıştı. Kadınları geri bırakmak
için limana döndüğümüz sabah ani bir saldırıya karşı tetikteydik, ancak liman
sakindi, altı martı boş iskelenin ucunda açığa doğru bakıyorlardı. Ahşap
çerçeveler yenilenmiş, camlar tazelenmiş, saçılan mallar toplanmıştı. Malların
karşılığı olarak doldurulsun diye verilen çömleğin yarısı İspanyol altın
paralarıyla dolu, kalan yarısı boş gelince Kaptan gelecek sefere limanı yakıp yıkacakları tehdidiyle kamarasına
çıkıp kayboldu. Dukaları kumarda birbirlerine kaybetmelerini engelleyebileceği
düşüncesiyle saklasa da gece herkes
kendi payını temsil eden kağıtlarla oyuna başlamıştı. Hamağı söküp boş haldeki
serin ambara yeniden kurdum. Gece güvertede nöbet için kaldırdıklarında tekrar
dönmeyip yıldızlarla ilgili elyazması sayfaları gazlambası ışığında okumaya
koyuldum. Hareket eden ve etmeyen yıldızlar vardı. Sayfalarda ilerledikçe kayan
yıldızlardan söz edilmediğini anlayıp dışarı çıktım. Denizin yerinde lacivert
saydam bir boşluğun hafifliği vardı. Ayın ışığı lacivert camlardan geçip altımızda avuç açan toprağın
boşluğuna yoğunlaşarak dökülmüştü sanki. Gece boyunca deniz, zayıf yıldız ışıklarını
bile üstünde gösterecek kadar durgunluğuyla saydam ve kaygan bir boşluk hissi
veriyordu. Ölülerin ölü şarkıları, dirilerin diri şarkıları söyledikleri başka
kıyıları düşündüm. Gemilerin, kayalıkların koruduğu adalara yakın dönüp daha
kuzeye Venedik limanlarına doğru çıktıkları koya demir atıp
beklemeye koyulmuştuk. Rüzgarın hafif hafif kendini hissettirmeye başladığı
günlerin birinde hafif ve hızlı bir gemiyi iki güne yakın umutsuzca kovaladık.
Rüzgarın şiddetini arttırmasıyla aramız açılırken sonunda takip ettiğimiz
gemiyi ufukta tamamen gözden kaybettik. Ocak ateşlerine yakın yuvarlanan kervan
köpekleri gibi inildeyip duran rüzgarda tedirgin edici bir oyunbazlık vardı. Bu
bölgede artık Venedik bayrağıyla ilerlesek de kalın gövdeli çift top güverteli
bir donanma gemisiyle borda savaşına girebilecek kuvvetteydik. Günler sonra
yaklaştığımız başka bir gemi, içi ve güverteleri tıka basa zayıf ve perişan kılıklı
insanlarla dolu olarak geçti. Silahlı oluşumuza aldırmadan dik biçimde suratımıza
bakan tuhaf erkekler, kucaklarda hiç ağlamayan çocuklar, paçavra kıyafetli
garip kadınlar, duman renkli gölgeler gibi tam bir sessizlik içinde kirli ve
parçalanmak üzere olan yelkenlerle geçip gittiler. Bir savaşın, yağmanın yahut
salgının vurduğu bir kentten kaçtıklarını hissettiren bir felaket havası taşıyorlardı.
Onlarla konuşmak, soru sormak yararsızdı, dövüşecek durumları da kalmamıştı.
Silahlarımızı alt güvertenin iki yanındaki merdivenlerin ortasındaki ahşap sandığa
geri bırakıp, ne olduğunu anlamaktan çok hayvansı bir sezgiyle kıyıdan uzaklaştık.
Ertesi günlerde yunus sürülerinin önünden kaçan balıklara ok gibi dalış yapan
martılar haricinde hiçbir değişiklikle karşılaşmadık. Canı sıkkın olduğunda
omuzuna koyduğu hayali kemanını çalan
italyanın gezici tiyatroda çadırını parçalayan ispanyollara karşı
direnişini anlatmak için çıktığı üst güvertede uyuyakaldığı gecenin sabahında
Kaptan'ın boğuk sesiyle uyandık. Akıntıyla karanlığın içinde sürüklenmemek için açığa demir atılmıştı. Şafak daha yeni
söküyordu. Güverte nöbetçileri sızmışlardı. Değişik yüksekliklerden birbirinin
üzerine kayan külrengi bulutlarla kaplanmış göğün serinliğinden ürpererek
rüyalarımızın bir devamı gibi görünen gemiye baktık. Üstünde ne bir hareket ne
de yaşam belirtisi göze çarpan bu garabeti yürüten, çok geniş, kare
biçimli, fırtınanın doğradığı iki kirli
yelkenin üstünde de birer büyük kırmızı haç güçlükle seçiliyordu. Kırık ve
çürümüş direklerin, parçalanmış gri yelkenlerin, işlemez makara donanımlarının
arasında ıslık çalan rüzgarın bize doğru yaklaştırdığı terkedilmiş gemiye tuzak
endişesiyle alışkın olmadığımız bir
dikkatle tırmandık. Güvertede açtığımız bir kapıdan fırlayan iri fareler gemiye
dağılırken Ters Kara hışımla geri sıçrayıp üstlerine ateş etti. Daha yukarıda,
kaptan köşkünün hemen önünde etrafı
koklayarak boğazlarından gıcırtıya benzer bir ses çıkartarak, bizden
çekinmediklerini açıkça ortaya koyan
benzer irilikteki başkaları da bulunuyordu. Kaptan onları yeni uyanıp
buraya doğru bakan tayfalara gösterdi. İyi yüzebilen bu farelerin kalyona tırmanmamaları
için, gözlerini açık tutmalarını söyleyen bir işaretti bu. Aşağı inen
merdivenlere yaklaşırken gaz lambasının zayıf ışığını kalyon'dan atılan meşaleyi yakmakta kullanıp ilerlemeye
devam ettik. Dar merdivenin yaptığı yarım dönüşten sonra dikkatle alt
basamaklarda etrafı gözden geçirmek üzere durduk. Zemin bir karış kadar suyla
kaplanmıştı. Karşıdaki kapının içine doğru uzatılan meşale birbiri üstüne yıkılmış
kara barut çuvallarının üstüne devrilmiş bir cesedi aydınlattı. Suların altında
yüzükoyun kapaklanmış olan adamın yana
açılmış kolunun üstüne denk gelip sulara dokunmadan kalabilmiş ince bir
kerestenin üzerinden onlarca iri fare gidip geliyor bazısı iteklenerek suya
düştüğü yerin ilerisinden geri tırmanırken kalasa
tutunmak
için kullandıkları dişlerini zaman zaman birbirlerine geçirip keskin sesler çıkartıyorlardı.
Aşağıdaki cesetten ve duvarlarından yayılan küfle karışık çürük korkunç bir
koku hertarafı sarmıştı. Bu geminin yükü her ne idiyse artık bizim işimize
yaramayacağını tahmin ediyorduk. Yukarıdan sökülüp getirilen mutfak kapısını
merdivenin önüne atıp hafif gövdemi üstünde dengelediğimde, uzanıp Kaptan'ın
elinden aldığım meşalenin giderek zayıflayan ışığında kırmızı saçlı bir kadın
gördüğümü sandım. Merdivenin altında üstüste konulmuş un çuvallarının birinin
üstüne oturup dizlerini çekmiş, genç bir kız ona sarılmış haldeydi. Gözlerim
loşluğa alışınca bana doğru tuttuğu titreyen namlunun ucunu iki defa öteye
sallayarak ses çıkarmadan gitmemi işaret
etti. Bir ayağını yerdeki kapıya koyup dengesini ambar girişine dayadığı eliyle
kuran kaptan, kendisine çevrilen silaha aldırmadığını hissettiren bir sesle,
iki parmağıyla beni ileri doğru sürerek 'onlara zarar vermeyeceğimizi söyle'
dedi. Ortak bir dil arayışına girdiğimiz kısa süre içinde Marla'yı gördüm.
Merdivenlerden aşağı atılan her adımda
çoğalan, mayhoş, iç kamaştıran burukluğun, kar suyunu anımsatan yakıcı serinlik
duygusunun yayıldığı kaynağa ulaştığımı hissettim. Yaydığı olağanüstü hava öyle
değişikti ki onun etrafında şekillenen
dünyanın geri kalanını düşündüğüm zamanlarda aslında onun hiç var olmaması gerektiği sonucuna varırdım. Ancak
ilk gördüğümde bende önce sadece büyük bir hayret uyandırmıştı. Kıskançlıkla
bahsetmekten imtina ettiğim zehirli güzelliği aslında bizim için değişik bir
perdeydi. Bu tuhaf havaya bir kılıf uydurmamıza bir isim bulmamıza yarıyordu.
Onu bir an seyretmemi, sersemlememi ve susmamı bekledikten sonra, anadili olmadığını
belli eden değişik bir İspanyolcayla "Annem sizden korkuyor" dedi. Bu
sözde hem doğrulan silahı aşağı indirirken bir çeşit özür dileme hem de
kendisinin bizden çekincesinin olmayacağını belirten bir meydan okuma
hissediliyordu. Parlak kızıl saçları omuzlarındaydı. Bulutların mavi ışığı altında
beyaz teninin yüzünde soluk turuncu
çillerle lekelendiğini farkettim. Gözleri parıl parıl şeytani bakışlara
sahipti. Suratı sert bir kabuğu andıran Kırkayak bu gözlerle karşılaştığında
her ikisininde cadı olduğunu, o gemiden sağ çıkmalarının da bunun en geçerli
kanıtı olduğunu söyledi. Kaptan, kadının elinden aldığı üçlü döner namlulu değerli
tabancayı kendi kuşağına sokup ona ağızdan doldurmalı tek atışlık silahını uzattı.
Gemide Kaptan'ın dışında uğraş zamanı haricinde silah taşıyabilme ayrıcağına
sahip olmakla ilgilenmediği gibi bu değiş tokuştan da hoşnut değildi. Kendine
bakan değişik suratlı erkeklerin arasında bunun anlamını kavradığını
hissettiren bir uysallıkla uzatılan silahı aldı yine de. Gevşekçe kavradığı
silahı avucunda tartıp elbiselerinin
arasında gözden kaybetti. Kısa zaman içinde
gemi tayfasının güvenilir korsanlar olmalarına karşın denizde ele
geçirilen herhangi bir ganimetten paylarını
istemenin zaman içinde tayfaların pek çoğuna
daha adil görünebileceğini seziyordu. Katran fıçısını güverteye devirip
leşin ekşi ve sert kokusunun sersemlettiği uğursuz salgın yerinden yeterince
uzaklaştıktan sonra tutuşturarak fırlattığımız oklarla tamamen ateşe verdiğimiz
gemiyi açıklarda yanar halde bizimle birlikte sessizce seyrederken onların da
bizim kadar bu gördüklerinden zevk aldıklarını
hissettim.
Çürümüş geminin omurgasında uyuyor
Ateşten
ve külden yapılmış
parlak gecenin içinde
Limanın
uyuşuk ışıkları geceyi ateşe versin
Tepeleri
saran sis vadinin kadehine dolsun
Parçaları denizin tuzlu dişlerinde şimdi
Kumların
arasında dağılmıştır gemisi derinlerde
İkinci Bölüm
Altından geçip gittikleri gemiyi
önce yüksek bir tepeye tırmandırıp, ardından
büyük dev bir çukurun içine çeken dalgalar, rüzgar onları birbirine karıştırıp
yönlerini yitirdiklerinde denizi
dengesizce çalkalarlar. Ayakların toprağın huzurlu sabitliğini aradığı,
iradenin kaybolduğunu hissettiğin o saatte, geminin doğrultusunu belirleyebilme
kabiliyeti de elden çıkar. Dalgaların altı yönden sarıp saldırdığı, ruhunun
debdebe ve uğultudan sıyrılıp adeta daha uzak ve sessiz bir göğe çekildiği,
nefessiz bir hafifliğin içinde kalıverdiğin bu yerde, başka başka yönlerden
yaklaşan dalgalar, güçlerini yitirmeden birbirlerinin içinden hayret uyandıracak
biçimde muntazaman geçip giderler. Böyle zamanlarda bazı tayfalar kaybolur ve
bir daha görünmez. Türlü şeytanlıklar içinde kaynayan bu cadı kazanına düştüğümüzde,
bizi bu belanın içine sürükleyen kahredici uğursuzluğu açıklayamasak da
dalgalarla savrulurken lanetler ediyor, masumiyetlerini kanıtlamamış efsunlu değişik
kadınların tekneye gelişinin mi, yoksa ataların adetlerini bırakıp kalyon sevdasına düşen yeni kaptanların
birinin peşine takılmanın mı bizi
perişan ettiğini bilmiyorduk. Belki sonunda dalgın Şeyhin dediği çıkmış, alınan
beddualar hayli birikip üstümüze kara bir yağmur gibi yağmaya başlamıştı.
Meraklı bir melek yaptıklarımızın yazılı olduğu defterleri zamansız açmış, ortaya çıkan günah bulutu gökten üstümüze,
lanet getiren kara bir nefes gibi üflenmişti. Gerçi dalgınlığı açığa vurulduğunda
gülümseyerek geçiştiren Şeyh, bunda bir lanet yahut karalık da bulmazdı. O böylesi erken bir karşılığı
adeta bir ödül, neredeyse hayırlı bir olay saydığından, onun bazen -haşa- anlayışsızlığına
hükmeder, hikayemin her neresindeysem de anlatma isteğim sanki kapı açıldığında
bir an titreyip kısılan mum alevi gibi azalır,
kaybolurdu.
Açıklarda yanan gemi,
alevler alt katında barut çuvallarına ulaşmasıyla peşpeşe iki büyük patlama
yaparak parçalanıp sulara gömülmüştü. Serin bir esinti, tedirgin edici dengesiz
biçimde yelkenleri pır pırlandırıyor; güneş önünde bulutlar, yeni kadın ve kızının
saçları gibi kızardıkça kızarıyor, onların açık saçlarının karışması gibi,
sanki bize görünenden başka bir göğe bakan lacivertten karaya çalan sular
birbirine karışıyor, ölü insan ruhlarının, kara farelerle kaynaştığı gemilerini
bize yaklaştırdığı saatteki gibi rüzgar, kızaran bulutları da hızla
kalyonumuza, açık denizdeki tek sığınağımıza doğru sürüklüyordu.
Fırtına patladığında ana
yelkenleri toplamak için halat çekmeye koyulmuştuk. Ters'in kopardığı bağırtıya
yetişip, ince halatın arasına çakılmış tahtalardan yapılmış şeytan merdivenine
hızla tırmandım. Direklerin birbirlerine tutundukları yakaya ulaştığımda, yanımdan
çektiğim bıçağı ağzıma yerleştirip gövdemi yelkenlerin asıldıkları seren direğinin
üstüne yatırıp ilerlemeye çalıştım. Çalkalanan denizin uğultu ve sallantısında
ellerimi serbeste çıkartamayınca tek elimle bağları kesmeye uğraşıyordum.
Yelkenleri kısa zaman içinde kurtaramazsak, ya direndikleri rüzgarın önünde
parçalanacak, yırtılacak ya da bağlandıkları direkleri kıracaklardı. Ana direğe
geri dönüp daha yukarı tırmandım. İkinci yakaya ulaştığımda dengesizleşen tekneyle yana devrilmek üzere
olduğumuzu hissettim. Büyük gülleler günler önce aşağı taşındıklarından, o an
için kurtarıcımız oldular. Aksi durumda lumbar kapaklarına doğru yığılmalarıyla
yeniden doğrulmamızı imkansız kılacak ve gemi su alarak yavaş yavaş batacaktı.
Çoğu taştan ve kayadan büyük gülleler en aşağıya dizilmiş haldeyken, yolları
demir toplarla hayli uzağa düşmüşse de
kendi ağırlıklarını, tekneyi dengede kılmaya yarayan salmanın ağırlığına katmış,
dalgaların ve rüzgarın vuruşları karşısında hırpalanan gemiyi şimdi dengede
tutmaya yarıyorlardı, çünki pek çok gemiyi bilinenin aksine hafifliği batırır. Tırmandığım
ikinci yakada artık uğultunun boğduğu bağırışları işitemiyordum. Demir halkadan
geçmesin diye atılması gereken basit düğüm yerine, halatları birbirlerine bağlamıştı Yamuk. Çözmek için bağın merkezine baskı yapan gerilimi azaltıp,
yukarı doğru esnetmek lazımdı; yelkenleri indirmek için aşağıdan çekmemizse düğümü
iyice sıkıştırmıştı. Dalgalar yaptığı oyuklarla bizi yutacak gibi içine
çekerken, bir an sonra hızla köpüklerin arasında yükseltip sağanağın içine
teslim ediyor, aşağıda ayakta kalmayı çalışanları deviriyor, eşyaları
savuruyordu. Göğün tatlı suyuna karışan denizin acı suyu birleşerek gemiyi ve
beni baştan aşağı yıkıyorlardı şimdi. Tırmandığım yükseklikte, gövdesinden ve gerilen halatlardan çıkan
gergin seslerle gemi yana doğru yatarken, sancak yönünden yükselmiş dalga duvarına
dokunacak gibi yaklaştığımda, köpüklü denizin yeşil ve mavi karanlığına
savrulmamak gayretiyle elimi atıp tutunmaya çalıştığım ne varsa şimdi ham,
hantal ve kaba geliyordu. Kavrayamadığım
ana direk avuçlarımın arasından kayıp
giderken, ona tutunmuş serenler, serenlere tutunmuş yelken halkaları, halatların
oynadıkları makaralar, iskele babaları kadar biçimsizdi. Parçalanmaya
teşne gözetleme sepetine yapışıp bağları
kestiğim halde yelkenler kurtulmuyor, direği zorluyor, gemiyi sarsmayı
sürdürüyordu. Makarada sıkışan bir başka
halata uzanıp parmaklarım sıkışıncaya dek bütün gücümle çektim. Buradaki duruma aklı yetişmeyen Kaptan'ın
türlü hakaretlerle yelken halatlarını kestiğimden beridir kustuğu nefreti, benim gibi o an yukarı tırmanmış
olan ön direkteki Yamuk'a doğru aktardım. Ortak sorumluluktaki ana direkte yaptığı
hatalı düğümleri ön direkte de tekrarlamıştı.
Aynı yükseklikte bulunduğumuzdan o da benim kadar savruluşları sert hissediyor
olmalıydı şimdi. Gemi, eğildiği karanlık denizden diğer yöne yatarken ip
merdivenin basamağına sıkıca tutundum. Gerilip patlayacak gibi gıcırtılar yapan
gemi yeniden doğrulurken ana direğe çarparak kaymış, olgunlaşıp ağırlaşmadığı
halde, sopayla vurulmuş ham meyvalar gibi aşağı düşmüştüm. Gökten gelmediğine
emin olduğum tok ve uzun süren bir çatırtı koptuğunda, baş kıç vuran
geminin ortasından kırıldığını ve
birdenbire sulara gömüleceğimize olan inancımla denizin dibinde almaya uğraşacağım
bir sonraki nefesin tuzlu ve keskin acısını geciktirebilmek için derin bir
soluk alıp, başımı ellerimin arasına saklayıp, gözlerimi yumdum. Baş kıç vururken ortasından çatlayıp suya
gömüleceğimiz bu ani batışta, denizcinin
kaderinin görünmez bir zincirle gemisine bağlandığına inanırdık. Artık kendi zamanımızı doldurmuş,
başka bir zamana gidiyor olmalıydık. Belki de içlerini merakla seyrettiğim
anlaşılmaz mekanik saatlerin dokunduğu bütün
zamanların dışına kayıyorduk. Denizci, kaderinin bağlandığı gemisiyle
birlikte dibi bulmadan, yeniden yüzeye çıkamayacaktı.
Güvertede devrildiğim
yerde, yediğim tekmeyle ayaklanıp kalabalığın koşuşturmasına katıldım yeniden. Çatırtı, güneş ve yağmuru
yiyerek tahtaları çürümüş cilası
çözülmüş silah sandığını dolu halde sürüklemeye çalışmalarından kaynaklanmıştı. Sandık gevşek saplarından
kaldırılırken sallantıda yere çarparak patlayıp dağılırken muhafaza ettiği
silahlar etrafa saçılmıştı. Bir telaş dalgasıyla güverteyi kaplamış tayfalar,
başka bir telaş dalgasıyla şimdi aşağı koşarken, dağılanlardan kılıç, pistol,
tüfek, barut şişeleri, saldırmalar, kemerler ne bulurlarsa yanlarına alıp
merdivenlerde kayboluyorlardı. Ahşap ızgaraların üstünden sıçrayıp ben de onlar
gibi karanlığa daldığımda, merdivende bilmediğim birilerinin omuzlarına basıp
aşağı atlayıp karanlığa sindim. Işığın geldiği yerden ellerinde kılıçlarla aşağı
dökülen tayfalar, geceyarısı gizli bir toplantının yapıldığı kalabalık bir yeraltı meyhanesini basan yeniçerileri andırıyordu. Sığındığımız bu yerde Kaptan'ın hala süren
emirlerine aldırmıyor ve giderek ambarlara doğru çekilip az önce üstünden
geçilen ahşap ızgaralardan göğe bakıyorduk. Subay, kendi nöbetinde sabaha karşı
ayın etrafındaki değişmeyen geniş hareyi görmüş, harenin ortasında ayın içine
doğru beliren kırmızı ve mor lekeleri fark ederek ani bir fırtınayı aşağı haber
verdiği halde, duvara çakılı yataklarda, gelişigüzel kurulmuş hamaklarda, kumaş
sandıklarının tepelerinde, yerlerde korunmasız halde yatanları uyandıramamış,
uyanan denizciler de güverteye sıralanıp
büyülenmiş gibi yaklaşan lanetli gemiyi seyretmişlerdi. Şimdi değerli bir
kalyonu ellerinde tutan korsanlardan çok, yazılı kaderlerine bilmeden sürüklenen
bir köle gemisinde yahut bütün mahkumlarını tek bir gardiyanla taşıyan kervanın
zincire vurulmuş kol kol yürüyen acayip mahlukatları andıran mahpusları
gibiydik. Fırtınanın şiddeti dinmeden yukarda yapacak bizim için hiçbirşey
olmayacaktı, denizin avucunun içindeydik. Son yağmalanan gemiden alınan
malzemeler ya da limandan yüklenen turşu fıçılarıyla birlikte gelen kahverengi
ve siyah renklerde parlak zırhlar giymiş gibi duran kakalaklar geminin bu kısmında
hayli çoğalmış, tutunmak için sıralandığımız köşelerde, ayaklarımızın altında
çatırtılarla eziliyor, bazıları dalgın halde dolaşmayı birdenbire hızlandırıp
sandıkların arasında kayboluyorlardı. Dizlerimin üzerinde emekleyerek yuvarlak
kapı boşluğundan çıkıp, karşı çaprazdaki
ambarın açık kapısına hamle yapmak için geminin o yöne yatmasını
bekledim. Hemen yanımdaki dar ambarsa ağzına dek sandıklarla doluydu. Çarpışmanın
kenarında dururken daha önce hissetmediğim kadar ölüme yakın olduğum şu an, değişik
silahlı kadını ve efsunlu kızını aramak, onlara kurtulabileceğimize dair ümit
vermek istiyordum. Gemi şimdi baş kıç vurmaya başlamıştı yeniden. Girdiğim
ambarın fıçı ve kolileri birbiri üzerine devrilip boşlukta sürükleniyorlardı.
Boyasız tahta sandıklar, birbiri üstüne yığılmış katran sürülmüş halatlar, soyduğumuz
son kalyondan gelen hala çamurlu demirleme halatları, yedek direkler ve
serenler, içlerinde tavukların oradan oraya savruldukları tavuk kümesleri,
başka kalın halatlar, küflü yelkenler, tuzlanmış etler, su, rom ve şarapla dolu sayısız fıçı arasında telaşlı keçilerin
yuvalarının arkasındaki karanlıkta da onları bulamayacağıma inanıp sarhoş gibi
savrularak dolaşmayı bıraktım. Sırtımı geriye yapıştırıp, yeniden dengemi bulduğumda, çarpışıp dağıldıktan
sonra hep birlikte bir tarafa kümelenen eşyaların, dansa çok benzeyen iradesiz
hareketlerini izlerken, keçi kafeslerinin arkasındaki karanlık boşluktan bana
bakıldığını hissettim. Benden saklanmış olsalardı da buna şaşırmayacaktım.
'Kaptanın emriyle durumunuza bakmaya geldim' gibi birşey söylemeyi planlıyordum,
oysa içten içe umduğum bu felaket anını birlikte atlatarak yakınlıklarını kazanmaktı. Açık rom fıçılarından
birinin devrilmesi geminin bu kısmında kakalakların sonunu getirmişti.
Duvarlarda yan yan yürüyerek terk ettikleri ambara bir hafta kadar bir teki
bile yaklaşmayacak, rastlantı sonucu devrilen bir başka fıçıdan sonra kaptan'ın
kamarasına yerleşeceklerdi. Annesi ve Marla elbette. Kakalaklara karşı yürüttüğümüz
tutkulu ve disiplinli mücadeleyi ise kaybedecektik. Ambarlardaki yayılışlarına
uyum gösterdiğimizde güverteye tırmanacak,
tüm geçiş yollarını kapattığımız, tahtaların arasını katranladığımız
halde el atılan kıyafetlerin arasından dökülüp, yemeklerin içinden fırınlanarak
çıkmaya başladıklarında, güvertede bizi koruması için birkaç iri kedi
beslemekten, başka bir gemiye geçilmesine kadar pek çok olasılık
hararetle tartışılacaktı. Ancak o sırada dökülmüş romun iç bayıltıcı kokusu
henüz büyük nefretimizi kazanacak kadar çoğalmamış kakalakların fırtınaya aldırmaz
görünen neşeli yürüyüşlerinden daha hoş gelmiyordu.
Sakin ve duru yüzünün
karanlıktan bana yaklaştığını hissettim. O an zayıf kuşkularım da güneş önünde eriyen bulut
misali yok oldular. Hatırladığımdan çok daha olağanüstü bir güzelliğe sahipti.
Söylemek üzere hazırladıklarım şimdi sadece güçbela hatırladığım eski ve başka
bir dünyaya ait kalmışlardı. Daha önce görülmüş hiçbir şeyle bağ kuramadığımdan,
bir yerlere tutunup, aklımda yer etmeyen tuhaf havası, alışık olmadığım türden
bir çaresizlik duygusu yaratıyordu. O, bir toplulukta bulunduğu zaman bu
duyguya kapılan pek çok kadın ve erkeğin bu çaresizliği o an o orada hazır bulunmuyormuş ya da olduğu şey değilmiş
gibi, gözlerine hiç bakmadan çözmeye gayret edişlerine tanık olacaktım.
"Marla" dedi
yüzünü yaklaştırarak. Boşluğa fısıldamıştı ismini. Herşey aslında bu kelimede düğümlenip kalır. Alışkın
olunmayan türden bir iltifat gibi tonladığı 'Marla' da. O an varlığından
habersiz olduğum kapıların anahtarının sunulduğunu hissederim. Bu, ne anlama
geldiğini bilmediğim bir müzik, ikinci kaptan'ın kulağını dayayıp sanki kendi
duyuyormuşçasına çaldığı hayali kemanı gibi, keman hali hazırda yoksa da ona
mutluluk veren, kendinden başka hiçbir varlığa yer açmayacak denli de varolan
garip bir sırdı. Onu ararken aslında onu yeniden görmeyi hiç beklemediğimi
hissederek "Marla" diye sevinçle tekrarladığımda, ne söylemeye çalıştığını
anlayamadığımı düşünmüştü. Gözlerini kırpıştırıp, saçlarına dokunarak
"Marla benim adım" diye güldü. "Bizi satacak mısınız?"
Hayatta kalacaklarına emin olmaları beni de neşelendirmişti. Telaşımı
hafifletmiş ve bu saf güvenlerini paylaşmamı sağlamıştı. Dışarıda kaynayan bela
denizinin fokurtuları, kütüklerle gövdesi dövülüyorcasına dalgaların her çarpmasıyla her tok sesle sarsılıp yana yatışımızda,
inleyip gıcırdayan teknenin omurgasından gelen seslerle, bütün tekne bir sızlanma
ve yakınma halindeyken, sakinlikleri ve durulukları bana, ilk defa deniz
yolculuğu yaptıklarını düşündürüyordu. Yolcular sert bir fırtınayı uzun bir
yolculuğun değişmez parçası saydıklarından
yahut denizle ilgili duydukları fırtınaya yakalanıp kurtulan gemicilere dair
oluşundan olsa gerek, eski ve sert durumlara alışkın gemicilere iltifat kabul
edilen deniz kurtları kadar başlarına geleni metanetle karşılarlardı. Şiddetli
biçimde sarsılıp geminin altının yeniden denize çarptığı an dalgaların gövdeye şiddetini arttıran bu
koçbaşı vuruşlarına ahşap kalemizin daha
ne kadar dayanacağı meçhuldü. "Ne kadar değerli olmanızla alakalı"
dedim Marla'ya. Yakınlığının, kendilerine çizilen kaderin yanıtını araştırmak
için yapılmış bir hamleyi andırması beni sinirlendirmişti. Benim yanıtı bildiğim
ve uygun biçimde hareket ederse benden öğrenebileceği zannındaydı. Bu onunla
ilgili ilk yanıldığım şeydi ve elbette o sırada farkında değildim. Kötü zanna
sahip olduğuna inanmak beni ondan uzağa sürüklemişti. "Kaptan çok değerli
olanı kendine ayırır" diye devam etmem iyice soğuk bir hava yarattı. Kendi
aralarında anlayamadığım bir dil tutturmuşlardı şimdi. Nihayet Marla
"Annem senin kaba biri olduğunu düşünüyor" dedi hayli mesafeden.
Kendi hissettiği uzaklığı dahi bana ulaştırmak istemediğini düşündüren saygılı
bir uslupla söylemişti bunu. Sıkışmış halatları hızla gevşetirken soyulan
ellerimin hala üstümden dökülen deniz suyuyla sızlayıp yandıklarını duydum.
Marla! Anlatmak istediğim yalnız o, ama ona dair anlamlı tek bir söz söylemekse
ne zor! İçinde yazanların çoğunu onaylamadığından Şeyhin saklı risalelerinden
birinde bu türden bir çaresizlik duygusunun hakim olduğunu anımsıyorum. Nasıl
bilebileceğimizi anlatan diğerlerinin aksine, neden bilemeyeceğimizi anlattığından
ilgi çekiciydi. Başka tekkelere günlerce yoldan taşıdığım, getirip götürdüğüm
mühürlü mektupları açmasam da, çoğu pek
kısa olan bu risaleleri nehir geçişlerindeki sığ kumluklarda, ağaç altlarında,
yol kenarlarında defalarca okurdum. O
eski risalenin söylediği gibi, kainatta en ufak parçanın dahi anlamını yerini,
ona dair herhangi bir şeyi, layıkıyla söyleyebilmek için, nasıl aslında bütünün amacını, anlamını kudretini
bilmek zorundaysak; ve nedenler nedeni de daima gizliyse, çözümsüz ve
çaresizdik. Herşeyin bir an'ın içinde anlaşılamamazlığı ve Allah'ın dünyaya
düşen zaman bakımından gölgesi bilmecesinin anahtarı kayıptı, belki yok'tu.
Yani herşey böyle ışıl ışıl bir görünüp bir kaybolurken yavaşça gözlerimizin
önünden geçirilen bütün bu şeyler; yavaş yavaş olup bitmeden aslında tek bir
anda zaten saklı olanın görülememesi bilmecesi. Ne söylemek istediğim başka bir zamanın içinde kendini belki bana da gösterir. Belki de kaptanın öfke nöbetleri gibi anlaşılmazdır bu da. Aşağı
doluşanlar dümenden seslenen kaptanın bağırmalarına ve emirlerine duymamazlık
ediyordular; çünkü artık zamanın bizi savurduğu bu yerde iradelerimizin alındığını,
denizin ortasında yalnız başımıza ceviz kabuğu misalı sarsılıp sallandığımıza
inanmıştık. Kaptan'ın sesinde şimdi ardarda sıraladığı küfür salvolarının ardından,
tutulmayacak yeminler ve adaklar arasında tanımadığım bir zayıflık vardı. Onun
yanına vardığımda kendini dümenin altına bağladığı halatı gevşetiyordu. Fırtınanın
sertliği kırılıyordu. Beyaz gökyüzü altında köpüksüz dalgaların çalkantısıysa
geceye dek devam edecekti. Haritadaki işaretler fırtınadan sonra kaybolmuş,
nerede olduğumuzu bilmeden, tahmini bir görüşle ilerliyorduk. Gözetleme
sepetinde yalnızdım, aynı fırtınada Yamuk'ta sulara karışmıştı. Demir halatını
etrafına dolayıp topladığımız ırgatın ayaklarından biri yerinden kurtulmuş,
çapa serbestçe aşağı akmaya koyulmuştu. Çapanın ucunda ağırlık veren zincir
halkaları sona erip halat kısmı başlayana dek hızla denize akarken Yamuk
yetişmiş, zinciri çekemese de o haliyle sağlam bir bağla daha fazla akmasını
önlemişti. Kaptan bu sırada dümenden hayli seslendiğini tekrarladı anlatırken,
ancak onu duymadığımıza inandığından "İçine tükürdüğüm..." diye hırlamıştı rüzgara ve denize. "Karadakilere kızıp
öcünü bizden alır'
Bizden büyük gemileri
erken fark etmemize yarayan tek göz dürbünü yüzümden çekip denize çıkalı kaç gün olmuşsa olsun
gemidekilerin duymaya can attıkları biçimde sonunu uzatarak "Kara
göründü!" nidasını kopardığımda evvelden de görülen gri dağları uzun
zamandır bulut saydığımdan karaya hayli yaklaşmıştık. Pek çok değişik bayraklı geminin demir atıp sandallarıyla kıyıya
çıktıkları büyük limanda tedirgin edici bir hareketlilik vardı, İmparatorlukların
yeni bir savaşa hazırlandığı, uzaklardan
çağrılan gemilerin istihbarat topladıkları, kara barut istifleri,
yenilenen toplarla savaş konuşuluyordu
ve limanda kalmanın bela aramak olacağı, çok kalınamayacağı karaya çıkılan
saatte anlaşılmıştı. Çoğu zaman savaş sohbetleri aylarca konuşulduktan sonra
unutulur giderdi Akdenizde eskisi kadar güçlü sayılmadığımız ve gavurların
eksilen kuvvetimizi kısa zamanda bize görünür kılmak için ellerinden geleni
yapmaya hazırlanacakları muhtemel savaş bizim için de çok zamandır sır olmaktan çıkmıştı. Böyle bir zamanın er ya
da geç geleceğini biliyor ve bunun konuşulmasını doğru bulmuyorduk. Kendi aramızda
yaptığımız konuşmalar, tedirgin bakışlar ve fısıltılar büyüttüğünde Kaptan İspanyolca
'Kendi halindeki kumaş tüccarlarına artık eski saygı gösterilmediğini' bağırdı.
Açıklarda her ne olursa olsa da limanlar savaş zamanları dışında bir
dokunulmazlık zırhı içindeydi. Herkes herkesi tanısa bilse de kimse birbirine
ses etmez, işler zora koşulmazdı. Kara
ve deniz dünyası sanki gök ve yer gibi ayrılır limanlarda. Denizci
milletinin ait olduğu yerle karanın buluştuğu güneşin ateş renklerinin
birbirine karıştığı ufuk çizgisiydi limanlar. İhtiyaçlar tedarik edildiği halde
kaptanın son fırtınada savrulurken karaya ayak bastığında kırk fakiri
sevindireceğine dair ettiği yemin içimizde saklı bir sıkıntı ama gün gibi de açık
ve parlak duruyordu. Eğri burun meyhanenin etrafını çevirmek üzere takviye
kuvvet isteyen askerleri haber verdiğinde, oynadığım tek göz dürbünü elimden
çekip iç cebine yerleştirirken "İşler zorlaşacak" deyip benim de
içime bir sıkıntı düşürdü. Kaptan'ın hep birlikte kılıç kılıca uğraşa girmekten
çekinmekten değil, yeminini tutamadan yeniden denize açılmaya mecbur kalmanın
canını sıktığını hissediyordum. Sonunda pek çoğu pespaye kıyafetler içindeki
yarı aç yarı tok dolanan korsan milletininde fakir insanlar olduğunda karar kılıp, geleneklerine uyarak lezzetli bir şarabın fıçısına
– Allah hepimizi affetsin- on duka tokalayıp
yuvarlaya yuvarlaya sokağa çıkarttım ve gelip geçene dağıtmaya koyuldum.
Sonuçta gemici milletinin hepsi toptan
aşağılık kötü ve cahil değildir. Hatta öyleleri vardır ki sürekli toprak
tutkusuyla yanan kara adamlarından, her an herhangi bir şey için ölmeye hazır
olmalarıyla üstün giderler. Onlarıda Allah'ın
gariban kullarından saymak gerekir. Karşı meyhanelerden çorba taslarıyla başımı
çeviren kalabalığa şarap dökerken, dalgın halde hala denizlerin bir yerinde açıklarda
savrulan dalgaların hepbirlikte
avlanan büyük ve saldırgan hayvanlar gibi saldırılarıyla çarpışanları hayal
ettim. Yamuk, serbest kalışını fark ettiği zincire bağlı halata can havliyle
yapışmamış, ince yelken halatları için çakılmış demirlere tutturup sağlam
şekilde defalarca etrafına dolaştıramamış olsaydı çıpanın takıldığı derinliğe
kuvvetle çekilip parçalanacak ve hepimiz
şu an onunla birlikte çimlenmiş ovalar gibi yeşil ve sakin titreyen denizin
dibinde yatıyor olacaktık. Öte yandan, yazgımızda bunun olmadığını da yaşayıp
görmüştük. Beni boş hayallerle, yersiz kuruntularla oyalayan şeytana küfredip
boş fıçıyı hergelelik olsun diye yolda yuvarlaya yuvarlaya gemiye doğru yollandım.
Beklediğim biri gelmemiş gibi üzüntüye kapılmıştım. Aklımda hala nöbetleri
paylaştığımız Yamuk vardı. Pek çok insanın neden öldüğünü anlamak kolay değildir.
Onlarla konuştuğunuzda daha yaşayacak pek çok günleri olanlar gibi şen şakrak
kahkahalar atar, şu ya da bu konu üzerine uzun uzadıya fikir yürütürler. Ardından
öldükleri haberi gelir. En son hali aklınıza gelir de şaşırdıkça şaşırırsınız.
Yamuk böyle değildi. Fırtınanın çıktığı sabah onu geminin kıçında kusuyor sandım
ama neredeyse boğula boğula ağlıyordu.
Böyle nöbetlere alışık kaptan karı gibi kıkırdayan dümenciyi gönderip dümene
geçmiş, ona dönüp bakmamıştı, ben de orayı terk edip güverteye indim. Marla'yı
gördüğünde onda da ilham verici harikulade bir etki yarattığını keşfetmiştim.
Çakalların parçalamaya şimdiden gönüllü oldukları taze etin kokusunun daha
ötesinde kalan, Marla'nın olağanüstü
varlığından yayılan, aramızdaki sonsuz
görünen mesafenin sarhoş edici ve nefes kesen yolun, can yakıcı ve
kapanmayacak uzaklığını duyuran etkiydi
bu. Üstünü rüzgarın sıyırdığı çekice benzer kızıl bulutlar sert fırtınanın sağanakla
birlikte geleceğini haber verse de hangi çekiç, hangi suları
parçalayabilmişti. Bu yolda ölenler
kaybedilen savaşlarda şehit düşenler gibi buruk hatırlanır. Kendi katılığımızdan
başka hiçbirşey bu felaketin sorumlusu değil. Yamuk kaybolup gitmişti, belki
böyle bir vesile olmasa da kendini öyle bir gecede denize atacaktı. Yalnız
ölülerin yolu katidir. Onların tuttukları yolun yanılmaz, şaşmaz ve tek oluşu
ilham vericidir. Allah gittikleri yolda onları muzaffer kılsın. Bizimse gittiğimiz
yolun nereye varacağı her an belirsizliğini korur. Allah hayırlı yollarda
gidenleri muzaffer kılsın.
Kara lekeler belirip de
geldikleri karanlıklara canlı adamı söküp götürdükleri kara ölümü anlattı o akşam
Marla'nın annesi. Kaptan'ın kamarasında yemek yemekteydik.
Kara ölüm, yaşadıkları
kasabayı kuşattığında arazilerini ve evlerini kısa süre önce kiliseye bağışlamak
zorunda kaldıklarından ellerinde kalan birkaç parça altını gizleyerek gitmek
üzere hazırlık yapmış, kervan olup uç uca eklenmişler. Gittikleri yerlere de bu
ölümü taşımışlar, sonra öyle zaman gelmiş ki kara ölüm onlardan daha önce varır
olmuş. Böylece hastalığı yayanın gezici bir tiyatro topluluğu olduğu anlaşılmış.
Çünkü onların uğradıkları her kasabada er geç bu illet beliriyormuş ve aksi
gibi bütün kasabalara, en ücra köylere dahi uğrayarak dolaştıkları kısa zamanda
anlaşılmış. Onları kimisi boynuzlu ve kuyruklu şeytanlar kimisi yanlarında
getirdikleri hayvanlara kutsal ilahiler okutarak kiliseyle alay eden
şarlatanlar olarak anlatıyormuş. Geriye doğru dans ederek kurban etmek üzere
istedikleri bebekleri vermeyen köylüleri lanetliyor, geceleri süpürgelerine
binip köyün etrafında dolaşarak kara ölümü masum insanların evlerinin üstüne
saçıyorlarmış. Marla'nın annesi, onların sadece bütün
seyircilerin oturduğu tiyatrolardan kurmak için para biriktirdiklerini
söylemişti sonradan. Hayli yeteneksiz ama çok hevesli oyuncular şehirde temsil
verdikleri soylulardan herhangi bir aileyi arzu ettikleri salonu açmaya ikna
edemeyince kendileri yola koyulmuşlardı. Şeytan ve yanında
gezdirdiği cadıların etrafta uçup, mezarları bozup, şarkı söyleyerek ölüm
saçmalarından kurtulabilen bir avuç insan böylece terkedilmiş limana inmişti.
Burası hastalığın ilk görüldüğü günlerde tamamen boşaldığından kapalı kapıları
kırıp, evleri ve mahzenleri yağmalayarak buldukları işe yarar birkaç parça eşya
ve biraz yiyecekle denize açılmışlardı. Gemide ölümler pek çok kişide aynı anda
hızla başlayıp yayılmış, iki haftayı bulmadan yaşayan hiç kimse kalmamıştı. Son
adamlardan biri ölümün gemiden yayıldığına inanıp karısını da alarak sandalla
onları terk etmişti. Gemiyi yöneten hiçbir yelken, hiçbir kürek kalmadığından
nehire bırakılmış tahta sandık misali ilerlemiş, kalan yiyeceği yanlarına alıp
sandalla ayrılanların ardından biz onlara rastlayana dek
yalnız kaldıklarını anlattı. Kaptan oluşan ilk sessizlikte onları köye
yerleştireceğini ve güvende olacaklarını haberini verdi. Fırtınalı çok zor geçen günün ardından
karadan yeni ayağımızı kesmiştik oysa. Fırtınayı atlatırsak kırk fakiri
sevindireceğine dair ettiği yemin dahi henüz usulünce tutulamadan denize açılmanın
sıkıntısına garip kadın ve kızının birkaç hafta daha gemide kalacakları haberi
çoğunluğu huzursuzlandırmıştı. Kasnaklarını
dağıtmış eski ahşap şarap fıçılarından ikisini çıkartıp sokakta gelen
geçene dağıttığımı, sonuçta gemici milletinin toptan aşağılık ya da kötü sayılamayacağını,
onların da Allah'ın en gariban kullarından olduğunu tekrarlayıp
dursam da, akşam liman geride kalırken yaptığı işteki haksızlığı ve saçmalığın
felaketimize yol açacağını ileri süren gemi adamlarından biri kavga etmek
istediğini belli etmek ister gibi göğsünü iyice şişirip öne çıkarmıştı. Bundan destek alarak Annesi ve Marla'ya
yaklaşmak istiyordu. Kuşağına koyduğu saldırmasına el atıp Kaptan'a
hitaben konuşmaya girişti. Diğer tayfalardan da bu fikirde olanların çokluğu
ancak sessizce vaziyetin gidişatını izledikleri belliydi. Adamın ağzı iyi laf
yapmakla beraber çekincesi yoktu. Sözün ucu giderde gitmemesi gereken yere
dokunur diye sakınma göstermedi. Birkaçının arasından itekleşerek geçip onun
arkasında bekleyenin yanına iliştim.
Kavga çıktığında böğrünü deşmek üzere gözüme kestirmiş halde sessiz
bekliyordum.
Hali hazırda destekleyici bir söz söylememiş olmasına rağmen, tayfaları canlandıran
oydu. Kötü bir adam olduğunu açıkça ortaya koyan garip gülümsemesine eşlik eden
iyice belirgenleşen sinsi ifadesinin kıvrandığı kıvrımların belirip kaybolduğu,
kısa boynunda taşıdığı dengesizce
sonradan eklenmiş gibi duran hafif eğik büyük kafasıyla, küçümseme dolu bakışımı
değiştiremediğim için uzun zamandır yanındayken saygıdan bakmıyormuş gibi yapıp
başımı kaldırmadığım bir ihtiyardı; otuzunu aşabilmiş kaptandan başka sadece o
vardı gemide. Zeka gerektirmeyen küçük kötülüklerin adamı. Durumun nereye
varacağını kontrol ediyordu. Kaptan iyice dinlediğine kanaat getirdikten sonra
“İçinizde de benzer fikre sahip olan var mı?” dedikten sonra ses çıkmadığını
görüp kılıcıyla adamın gövdesini aşağıdan yukarı öyle hızlı biçimde çizdi ki
neler olduğunu gövdeyi parmaklarının ucunda yükseltip küpeşteden denize fırlattığında
tam olarak anladık. Kara, uzakta sayılmasa da ona tutunması için boş fıçı fırlatan
ahçı da farkındaydı ki
çiziklerin açtığı yaradan fışkıran kan onu kıyıya ulaştırmayacaktı. Haftalar
sonra karaya çıkmamızın ardından an be an, Kaptan'ın öfkesinin de işini
bitirmiş bir erkeklik nişanesinin hissizleşmesi gibi sakinleşmesine tanık
olduk, böylece köye vardığımızda onu tanıdığım haline kavuşmuştu yeniden.
Yolumuzu kestiklerinde 'sakalımın suyunu daha yeni sıktım' deyip sarıldığı, dağın
aşağılarında dolaşarak hem soygunculuk yapıp hem de ani baskınlara karşı köyün
güvenliğini sağlayan bazısı yakın akrabalarımız olan haydutlara hazırladığı
parçaları dağıtırken neredeyse neşeli bir hali vardı. Fakat Kaptanın kendi
içinde yaptığı gizli pazarlık sonuç vermedi ve karısı onu ikinci bir eş olarak
kabul etmeyeceğini kesin biçimde bildirince, -Ondan hastalık saçan gavur kadın
diye söz etmişti- zaten bu olanlar hakkında o sırada hiçbir fikri olmadığına
inandığımız kadın da tandırda pişirilmiş
yufka ekmeği, keçi peyniri ve bir kısım yolunmuş ot ve çaydan ibaret mütevazi
sofrayı işaret ederek kendi dilinde alçakgönüllülükle şükranlarını iletti. Bu dağ yollarından, nehir kenarlarından yolunmuş otlar başka
başka isimler alarak değişik biçimlerde bütün bahar mevsimi ve yaz boyunca karşımıza
çıkartılırdı. Kaynatıldığında duruma
göre çay ya da çorba ismi verilse de tatları hayli kötüydü.
Dağ köyüne birkaç günlük tırmanışla varılır ve atlar yarım
gün aşağıda kalırlar. Onlara burada kış yaklaşırken bir ev inşa etmenin zorluğu
böylece kolayca anlaşılır. Yaş odunların sızlayıp çıtırdadıkları demir maşayla
karıştırdığım ocağın kırmızı aydınlığının başında onları bırakıp serin ve yarı
aydınlık geceye çıktım.
'Bu benim kaderim' diye
iç çektim. Hayıflanmak ve değerli bir hazine gibi taşıdığım ve paylaşmaya
yanaşmadığım üzüntümün verdiği sarhoşluğun hoşluğuyla
yer yer parçalanmış eski bir balık ağıyla yaptığım hamakta, karanlığın
içinde sallanarak uyuyakalmaktı niyetim; ama esen rüzgarın yumuşak hafifliği ve
gökyüzünü aydınlatan parlak yıldız ışıkları yüzünden istediğim gibi
kederlenemedim. Yanımda getirdiğim tek göz dürbünü göğe çevirip, kendi kendine
sıkışıp patlayan un barutları gibi dağınıkça uzunca bir yola saçılmış yıldızlara
baktım. Kaderin sırlarını yalnız kendilerine ayırıp boş gecenin karanlığını aydınlatan
tehlikeli parıltılar saçarken, bazen aralarından biri yerinden ayrılıp biraz
ileri kayıyor, çok geçmeden onu bir başkası takip ediyordu.
Üçüncü Bölüm
Rüyamda gökyüzünü gördüm.
Değişik renkli yıldız ışıkları, berrak ve şeffaf bir ıslaklığın içinde yumuşak parıltılar saçıyor; sabah, çiy
damlaları ağaçların yapraklarından titreyerek düşüyorlardı. Rüzgar, balıkçı ağından
hamağımı salladığında bağlandığı ağaçlar da kıpırdanıp silkindiler. Güneşi
görmek için açılıp ileri uzanan yapraklarında birikmiş çiy taneleri de birbirlerine dokundular.
Yumuşak ve sakin bir ışıkta parıldayan tek bir damla, kendi ağırlığıyla esnettiği
yaprağın ortasından, ince bir çizgiden akıp aşağı düştüğünde uyandım ve
yüzümdeki ıslaklığı sildim. Belki hiç uyumamıştım. Yaklaşan alçak bulutları yeşil ve çıplak tepenin yamacında
biriken sisle birlikte sürükleyen serin esintiye gözlerimi yumdum. Baharın
gelişiyle açan çiçeklerin kokuları arasında seçilen nergis ve papatyaların baygın
ağırlığı da kaybolmuş, ferahlatacak kadar tazelenmişlerdi. Soğukta ve
alacakaranlıkta özlediğim çayırlarda dolaşmak üzere yürüdüm. Tarlaları geçip
derin bir boşluğa bakan kayalıklara oturduğumda
güneş sanki buradan karşımızdaki dağın arkasından ikinci defa doğardı. Gökyüzünden yansıyan aydınlıkta
Kaptan, taş evinin önünde toprağın üstüne devrilmiş, kollarını ve ayaklarını
iki yana açmış halde gürül gürül horlayarak yatıyordu. Belki yataktan kovulmuş,
belki duvarlardan daralıp kendini dışarı atmıştı. Bütün dünyayı tekmeleyip sırtına
çıkmaktı onun dileği. Şimdide burdaydı.
Sert köşeli kestiği gür kara sakalları heybetli göbeğiyle zaman onun
için bir kabuk, bir heybeydi. Allah elinde ne var ne yok hepsini içine döküp
şöyle bir sallamıştı da bize düşen elimizin yettiğini uzanıp almaktı sanki. Kırılan
kabuktan ne çıkacağını fazla düşünense aç kalırdı, önündekini iştahla başkaları
yerken o bakar bakar dururdu. Kukumav kuşu gibi düşüncelere daldığım bir
gün "Boş cevizi hafifliği ele
verir" demişti. "Salla at gerisinden sanane." Gemiye dönerken
bunu hatırlatmak istediğinden belki göbeğine büyük bir şaplak vurdu da "Boğazına
bak" dedi. "Yemekten kaçma." Cevizi kırmalı, kabuğu açmalı ve
kendimi beslemeliydim. Ona göre kabukları dişleyip ısırıp durmak ne kadar da
boş bir işti. Sanki şeytan sakalını
gizli bir ateşle yaktığından hiç bir yerde duramayan Kaptan, sakallarını göbeğinin
üzerinden iki yana savurarak gittikten sonra bizden ve köyün geri kalan altı
hanesinden daha uzakta iki kaya arasındaki boşluğu derinleştirerek yaptığımız
geniş ve karşı dağın kayalıklarına bakan evlerinde yanan ilk ateşin
çevresindekilerdendim. Marla ile kısa zamanda iki dilin kelimelerinden oluşan
değişik bir dil icat edip konuşmaya başlamıştık. Onların köyün geri kalanıyla
bağlantısını kurmama da yarıyordu bu. Marla da benim gibi herşeyi uzun uzun
seyretmekten hoşlanıyordu. Terk ettikleri gemiyi yanarken hiç konuşmadan
seyrettiğini gördüğümde onunla çok iyi anlaşacağımızı anladığımı söyledim.
Baharın ilk günlerinde aralarındaki boşlukları sis
doldurduğunda daha yukarı tırmanıp kızaran dağlara, gelincik tarlalarına, gri
kayalıkların arasında tutunmuş yosunlara
bakarken ona yabani dağ keçilerini yakalayıp sürüsüne katmaya çalışırken
dik kayalık yamaçtan aşağı yuvarlanıp ayağını kırdıktan sonra yukarı çıkamayan
çobanın hikayesini anlattım. Birkaç gün ileri uzanmış bir kayanın üzerinde aç
susuz kaldıktan sonra, keçi yukarı tırmanmış, çobansa uykusunda dönüp dururken
aşağı düşüp ölmüştü. Bunu geceleyin köy uykudayken yapmıştı ve
düşerken uyanıp attığı çığlığının yankısını köyde duyanların sayısı günden güne
artıyordu. Karısının kör olduğunu evlendikten dört ay sonra fark eden şeyhin
daha sonra ardı arkasına altı kız çocuğa sahip olmasıyla, ava çıkıp
birbirlerini vuran kardeşlerin hikayesinide anlattıktan sonra köye ve yarım gün
mesafedeki aşağıdaki kasabaya dair söyleyecek yeni ve ilginç bir şeyim kalmamıştı.
Babam gördüklerini anlatmayı kadınlara
özgü bir meşgale adlettiğinden denizlerle ilgili deneyimim birkaç mevsimlik
yolculuklarla sınırlıydı. Böylece ona rüyalarımdan bahsettim. O da bana masallar
anlattı. Bu masallar annesinden ve babaannesinden dinlediği ve gerçek olduğuna
yürekten inandığı hikayelerden, anlaşılmaz gariplikte ve olağanüstü rüyalarından, ama asıl başka bir kaynaktan,
içinde, derinlerde bir yerden fışkıran, gökkuşağı renklerinden bir şelale
misali saçılan bir kaynaktan geliyordu. Gözlerine o parlaklığı aramıza değişik
bir perde gibi çeken o kaynak bütün anlatılan hikayenin nedeni, başlangıcı ve
sonudur.
'varlığın çaresi, yokluktur'
Dördüncü Bölüm
Marla'nın hiçbir korkusu yoktu, çünkü
babası yüzlerce yaşındaki bir cindi ve ihtiyacı olduğunda etrafta olup onları
korurdu. "Bir varmış, bir yokmuş" diye anlattı babasını Marla. Annesiyle evlendiği ilk senelerde herşey çok
güzelmiş ve karısının yanından bir an olsun ayrılmayan oyunbaz cin ona pek çok
yararlı büyü de öğretmiş. Fakat
aradan seneler geçtikçe babası başka cin
kadınlarıyla da gizli gizli evlenmeye kalkmış ve annesi de buna çok kızmış.
Yoldan geldiği bir akşam ona hissedemeyeceği bir tuzak hazırlamış. Yıkanacağı
suya ondan öğrendiği büyüleri okumuş ve yıkandıktan sonra suyu alıp ocağın
ateşini söndürmekte kullanmış. Cinlerin sezgileri çok kuvvetli olduğu halde
babası annesine çok güvendiğinden suyu hiç koklamadan içine girmiş ve su alınıp
ateşe dökülünce hemen o anda alev renklerinden bir horoza dönüşmüş. Salonun
içinde koşuşturmaya başlamışken annesi onu yakalayıp kümese kapatmış. Büyülü
suyun lanetli tuzağına yakalandığı o günden sonra Marla, babasını sorduğunda
annesi kümesi işaret edip oradaki babacan horozlara seslenirmiş. Horozlardan
biri annesinin sesini duyunca kendini sağa sola fırlatır, tuzağa düşmesine çok
sinirlenir, derhal bağırmaya başlayarak karşılık verirmiş. Bulunduğu yeri
öfkeyle eşeleyip, başka horozları gagalayan babası kendisinin öğrettiği büyülerle
ona tuzak kurulup horoza çevrilmesine
öyle çok içerlemiş ki bir gün Marla ve
annesini terk etmiş. Düştüğü halden
kurtulup, büyüyü bozup kümesinden çıkıp gitmesi karşısında cinin kendisine
herşeyi öğretmediğini anlayan annesi ise bu duruma daha da çok sinirlenmiş. İkisi de
birbirlerinden çekindiklerinden babası artık onlara nadiren görünüyormuş.
Şeyh'e göre cinlerle insanların evliliği doğacak çocukların durumunun
belirsizliği yüzünden aslında uygun görülmüyor, doğru karşılanmıyordu, ama
Marla'ya bir şey söylemek istemedim. Gözlerindeki değişik parlaklığın nedenini
öğrenmekten memnun onunla sedir ağacının gölgesinde oturduk. Bu mevsime uygun
olarak sisin olmadığı ender günlerden biriydi, zaman zaman kayalığın ucuna
oturup boşluğa bakardık. "Saçların
çok güzel" dedim onun dilinde. Köyden uzaklaşınca usulen taktığı örtüyü de
çıkartırdı. Yazla birlikte kızıldan açılmıştı. Eliyle uslu duran bir kediyi
onaylar gibi iki defa saçlarına dokundu. “Turuncu” dedi. “Ben mutlu olduğumda
hep böyle oluyor.” Yalnız olmadığımızı, sedir ağacınında bizimle birlikte orada
olduğu aklıma geldi. Hiç olmadığı kadar görkemli ve sessizdi. Kara ölümün
haberlerinin alındığı ilk günlerde, annesinin de cadı olduğu dedikoduları yayılınca
evini ve toprağını kiliseye bağışlayarak kasabadan ayrılanlara katılmışlardı. “Hem biliyor musun?” dedi. “Aslında cadılar
hiç uçamaz”
Marla'nın hikayesi
"Annem, babamla dev
bir şatonun içinde büyük bir aileye hizmet ederken tanışmış." diye anlattı
Marla. "Babam o sıralar evin güzel, ele gelir ve pek zengin hanımının aşıklarından
biriymiş, sadece evin güzel hanımı ile ilgileniyormuş. Ancak her soylu ve
onurlu kadın gibi evin hanımı da kocasından başka erkeklerle yattıktan sonra
gözyaşları içinde pişmanlık acısı çekiyor, ağlayıp sızlayarak kendini yerlere
atıyormuş. Bazen bunu o sırada hazır bulunan aşığının yanında yaparak hem
onurlu oluşunu ispat etme zevkine kavuşuyor, hem de nükseden vicdan sızısını
bir nebze olsun hafifletebiliyormuş.
Böyle acı dolu durumlarda kaldığında daha anlayışlı davranabilen başka
bir aşığı tarafından teselli edilme zorunluluğu da doğduğundan, çileden çıkan
aşıklarından birini ah vah edip bunalttığı birgün evin soylu hanımına
hizmetçilik eden anneme kaptırınca hırsından yorganlarını dişleyip durmuş. Çünkü
her bakımdan annem ondan çok daha güzelmiş ve babamı geri alması artık mümkün
değilmiş. Onların aşkını görmezden
gelirken sessiz bir intikam da almaya
girişen soylu hanım, annemi evin
en ağır işlerine koşmuş, başkalarının yanında onu çağırarak aşağılamış ve ağır
işler yapan tehlikeli adamların yanına göndermiş, kömür taşıtmış, ahıra yollayıp seyislerle birlikte arabasını
hazırlattırmış, hatta yüzyıllardır kimsenin girmediği çatıkatını temizlemesini
istemiş. Annem bunlara hep sessizce katlanmak zorundaymış çünkü dünyanın
kalbinin bu şatoda bir yerlerde olduğunu biliyor ve onu bulmaya çalışıyormuş.
Orada bulunmasının asıl anlamı buymuş. Başka cadılar ve bilge büyücüler onu bu
kutsal amaçla görevlendirip şatonun yeni sahipleri olan soyisimleriyle dahi etrafı
titretip şehirlerine korku saçan büyük
ailenin içine bırakmışlar. Günler, haftalar ve aylar geçmiş, şatoda yaşayan hiç
ama hiç kimsenin dünyanın kalbinin nerede olduğunu bilmediğini gizlice dinlediği
konuşmalardan anlamış. Çoğunun böyle bir şeyin varlığından haberi bile yokmuş. Tek bildikleri, layık
olmayanlar, onun varlığından haberleri olduğunda peşine düşmesinler diye tuzak
olarak anlatılıp yayılan sırlarını örtüp gizleyen bir efsaneymiş. Birgün yine
onun görevi olmamasına karşın evin hanımı eski paçavraları yere atıp bunlarla
yerleri silmesini söyleyince annem ölçülü bir itaatkarlıkla "peki
efendim" diyerek sessizce boyun eğmiş. Yatak odalarının kapılarının açıldığı
ve büyük balkona varan koridora geldiğinde, sildiği yerin ahşap tahtalarından
bazılarının yerinden oynadığını farketmiş. Bütün işini sessizlik içinde bitirip
kimseye görünmemek için geceyi beklemiş. Karanlık gecenin içinde yerinden
oynayan tahtayı çıkarmış ve elini içerisinin karanlık boşluğuna sokunca,
yerinden kımıldamayan büyük bir sopa
hissetmiş. Çıkartamadığı bu sopayı ileri geri çekip oynatınca çatı katında bir
tıkırtı duymuş. Bu tıkırtı sanki bir kapının açılıp, ahşap gövdesine çarpmasını
andırıyormuş. Karanlık aralığı kapatıp çatı katına tırmanmış. Gaz lambasının ışığında
üst üste atılmış eski eşyalar arasında emekleyerek dolaşmış ve çatıkatını
temizlerken orada olmayan, az önce açılmış olan küçük kapıyı bulmuş. Kapıdan emekleyerek geçip geniş bir koridora
ulaşmış, koridor boyunca iki yana sıralanmış tozlu heykellerin arasından yürümüş
ve sonunda geniş ahşap bir masanın üzerinde, uzun ve çok büyük bir parşömen
ruloya ulaşmış. Ruloyu yere devirip geldiği koridor boyunca açmış da açmış. İçinden
tuhaf ejderhalar, narin prensesler, fillerin üzerinden ok fırlatan adamlar,
birbirleriyle dövüşen güçlü savaşçılar, üzüm bağları için kavgaya tutuşmuş yılan
kavimleri, taş kuleler, yıkılmış köprüler, tahtlarında asalarıyla oturan
krallar, harikulade kadınlar bir bir ortaya çıkıp lambanın ışığında görünüp
kaybolmuşlar. Her resmin altında ikişer
dize bulunuyormuş. Annem önce onların birer büyü olduklarını sanmış, anlaşılmaz
ve çoğu anlamsız görünen dizelerin ilgili oldukları şeylerle birlikte
resmedildiğini düşünüyormuş. Büyük ve gizemli parşömen rulonun masal anlatıcıları
için hazırlanmış paha biçilmez bir oyuncak, bir sırlar hazinesi olduğunu
bilmiyormuş. Ruloyu açarak ve resimlere bakarak koridorun sonuna vardığında
parşömenin en altında dünyanın kalbinin nerede olduğunu da okumuş. Oysa şatonun
erkekleri aylar önce toplanıp tuzak olan efsaneye inanarak çok uzaklara
gitmişler. 'Bu herkesin bildiği eski
bir efsanedir' dedi sözün burasında Marla. Bilmediğimi söyledim. Dünyanın
kalbinin büyük gücü ona layık
olmayanların eline geçmemesi için uydurulmuş ve uydurma olduğu da kısa zaman
öncesine dek korunmuş bir sırmış. Efsaneye göre dünyanın kalbi bundan binlerce
yıl önce şelalerinin sesinin üç günlük yoldan duyulduğu geniş ormanda dolaşan
büyük bir kaplanın gölgesine saklanmış. Bu ormanın pekçok yeri öyle karanlıkmış
ki gölgeleri kaplanlarından ayrı dolaşır, ayrı avlanır ve bir ağaçtan diğerine
kükreyerek ayrı ayrı atlarlarmış. Onun gölgelerinden birini öldürüp kalbini
eline alan kişi arzu ettiği şeylere de kavuşacak, mutlak ve büyük bir güce
sahip olacakmış. Bu efsaneyi duyup denizler aşıp bu ormana giren talihsizleri,
hükmetme isteğiyle güç arayan hırslı savaşçıları ormanın ruhu parçalar ve
kaplanlarla gölgelerine yem edermiş. Gerçekte ise annemin bulduğu gizli
parşömen rulonun sonunda yazdığı gibi bu ahşap bir kapı tokmağıymış ve şatonun iç merdivenlerini çevreleyen ahşap
korkulukların en başında, büyük salona inen son merdiven basamağının üstünde
ufak bir elma büyüklüğünde yuvarlak bir başlık biçimine şekillendirilmiş halde
öylece duruyormuş. Annem hemen koridoru terk edip çatı katından aşağı inmiş ve
merdivenlerden en alt kata, ahşap korkuluğun sonuna
varıp dünyanın kalbini çevirerek
yerinden çıkarıp almış ve hemen cebine koymuş. Böylece annem için şatodan gitme
vakti de gelmiş ama ağır işlere zorlandığı bu evde hanımının kalaylanmış kaplarına
öyle bir büyü yapmış ki hiçbir su onları yıkayamamış. Yemekleri kalaylanmamış
bakır kaplarda soğutup ince porselenden yapılmış, içine zehirli bir şey konunca
çatlayacağına inandığı büyülü taslardan yemek yiyen evin hanımı yavaş yavaş
korkunç karın ağrılarıyla kıvranarak ölmüş. Bu öyle yavaş biçimde gerçekleşmiş
ki zehirlendiğini hiç anlayamamış. Dünyanın kalbini ele geçirip kaplanın
gölgesinden söküp alabileceklerine inanan şatonun erkeklerinin peşinden ise
babam gitmiş. Çünkü o da ormanın ruhunun bir parçasıymış. Kendilerine tuzak
olan efsanenin peşinden ormana dalanlar, kalbi yerinden sökerek yeni zamanın
sahipleri olacaklarına inandıklarından neşe içinde günlerce yürümüşler.
Ellerinde hem kılıçlar hem de her çeşit demirden yapılmış ateşli silahlar varmış
ve kendilerini bu yüzden çok güçlü hissediyorlarmış. Şatonun sahipleri kaplanı
bulmanın sadece çok zor olacağına, bu zorluğunda, sahip olacakları olağanüstü
gücün bedeli olduğuna yürekten inanıyorlarmış; oysa arzu ettikleri gücün
mümkün olmadığının ayırdında değillermiş henüz. Babam, onların yanında onlardan
biri gibi yürümüş, şato sahibi baron bir kaya tırmanışında düşüp yaralanınca
topraktan ve bitkilerden merhem yapıp sıyrılan yarasına sürmüş ve sihirli
sözler mırıldanmış, oysa zehir merhemin kendisiymiş. Sıyrılan yara açılıp
büyümüş ve baronu öldürmüş. Sonra sihir gücü ile elde edilmiş çelik uçlu oklar
ve sivri mızraklarla ava çıkıp, geri dönmeyip ormanın içine doğru yürüdükleri
için geri kalanları da zehirlemiş.
Sihirli mızrağıyla uzakta duran ceylanı hiç kovalamadan atıp vurduğunda
zehir, mızraktan, onu yiyenlere yayılmış. Ceylanı öyle açgözlülükle saldırıp
tüketmişler ki onlara bu tuzağı hazırlayanın
ondan yemediği hiç akıllarına
gelmemiş. Böylece babam sihir gücüyle
ve tek
bir mızrakla bir düzineden fazla adamı öldürüp şatoya geri gelmiş. Annem
şatonun önünde elinde dünyanın kalbiyle onu bekliyormuş. İkisi birlikte köyden
köye dolaşarak köylülere yatıştırıcı, canlandırıcı ya da mutluluk verici değişik
iksirler satıp, kasabalıların birbirine çok benzeyen rüyalarını zengin bir düş
gücüyle yorumladıkları, bazen babamın da
yardımıyla geleceklerini merak eden genç kızlara bir bir çıkan fallar baktıkları
uzun bir seyahate çıkmışlar. İnsanlar çoğunlukla babamı göremediklerinden annem rahat edebilmek için onu çirkin
gösteren uzun külahlı kara şapkalar takıp, suratına yara izleri çiziyor, bazen kömür çekip mürekkep
emdirdiği taç yapraklarından benler takıyormuş. Onu seyahat ettiğimiz at arabamızın
içinde bu tuhaf süslenişle meşgulken aynanın karşısında hatırlıyorum."
diye güldü Marla. "Çirkinleşmesi çok zor oluyordu ama işini bitirdiğinde
tam bir kötü cadıya benzediğinden
tehlikeye düşmememiz için vardığımız kasabalarda oyalanmadan hemen yola çıkmamız
gerekiyordu. Bu senelerde ben de başıma
silindir bir şapka takıp parlak ve renkli kıyafetler içinde cüce kılığında
annemin yanında yerimi alıyordum. Annem iksirlerin yarattıkları şaşırtıcı hızlılıktaki
etkileri benim üzerimde gösteriyor, iksirlerden birini içince yatıp uyumaya
başlıyor, birini içince kalkıp ortalıkta hızla koşturmaya başlıyordum. Fısıltılar
başlamamışsa annem elindeki çubuğu sihirli sözlerle çeviriyor bende
gözlerimi yukarı çevirerek çığlıklar atıp
kendimi yere bırakıyordum. Seyredenlerden biri bunun hileli bir gösteri olduğunu, başıma takılmış olan silindir şapkayla cadının
beni istediği gibi kontrol ettiğini söyleyiverince, şapkayı ve çubuğu meraklılarına
yüksek bir fiyata satıp kentin dış mahallelerinde sokaklar arasında ortadan
kayboluyorduk. Saçlarım uzayıp kıvrılıp, memelerim çıkmaya başladığında Annem
ve babam hala beni yetiştirebilecekleri sakin bir kasaba arıyorlardı. Ancak
dolaşmalarının asıl amacı her sene kurulan büyük panayırın yerini
ve zamanını çoğalan karalamalar, idamlar
ve yayılan cinayetler karşısında yeraltına çekilmiş tüm cadılara ve büyücülere
ulaştırmaktı. Kasabalıların ve köylülerin etraftaki herşeyi sıradan hatta
önemsiz gösteren perdeleyici kalabalığını da panayırlara çekerek kendilerini
saklamak zorunda olduklarından, çağrılarını gizli biçimde yapmıyor, alanen; büyük panayırda ateş yutanlardan, uçan
adamlara, sihirin büyük gücüyle o yana bu yana dönen ağaçlardan, sihirle ortaya
çıkıp sihirle kaybolan dev hayvanlara, ateş edilince uçup giden hedef kuşlarından,
şarkı söyleyip danseden kısa etekli kızlara tüm harikulade ve acayip
mahlukatların orada bulunacağı ilan ediliyordu. Sınırların kalktığı büyük
karnaval adeta büyülü bir rüyadır diye seslenirdi annem, orada sizin için
herşey mümkündür. Sihirli aynalar koridorlarına haç çıkarmadan girince çadırdan ucube olarak çıkan hilkat garabelerine çamur
atmak, sudan korkan lanetlenmiş adamları ıslatmak, düdükler çalınınca çember
olup dönen köpeklerle dönmek, geleceğinizi söyleyen çingenelerden geleceğinizi
duymak için gelin; rüyasında bile kendini gören masalcı babanın çadırında masal
dinlemek, Afrikadan bir fıçı içinde yüzerek gelmiş adam yiyen vahşi siyah adamın yedikleri adamları görmek, sayıları
toplayıp çıkaran atlara soru sormak, göz açıp kapayıncaya kadar kaybolup
Hindistan'dan top top ipek getiren tüccarlardan top almak, kendi kendine şarkı
çalan laternaları duyunca hoplayıp zıplayan maymunlara para atmak, dumanlı
tünelin pamuk tarlasında sizinle konuşan acayip mahlukatlarla yürümek, demir
zincirini ağzında çiğneyip koparan dev adamla dövüşenleri izlemek ya da anılarınızı
derinlerden geri çağıran sudan yudumlayıp kaybolan değerli eşyalarınızı, sakladığınız
altınları bulabilmek için gelin. Sihirin gücünün zayıfladığını hissedenler de
değişik maharetleriyle ekmekçinin çadırında kurabiye yiyecekler diye bağırıyor, bu sonuncuyu duyup yaklaşan bazıları
"Ne çeşit bir kurabiye olacak bu" diye sesleniyordu. Annem de
"Ne çeşit olacak a aptal adam, Portakallı olacak değil ya, elbette
zencefilli" diye karşılık veriyordu. Etraftaki kalabalık daldıkları hayal
dünyasında bu aptalca konuşmalara bir
anlam veremiyor, zencefilli kurabiyeyi ekmekçinin çadırından soracaklarını
anlayan büyücü yamaklarıda ortadan kaybolarak haberi yayıyorlardı. Her sene uğradıkları
kovuşturmalardan yorulduklarından, işkence masalarında ya da bağlanıp yakılarak
öldürüldüklerinden yahut mallarını mülklerini kaybetmekten üzüntüye düşüp uzun
yol aşmaya kuvvetleri kalmadığından
gelenlerin sayısı giderek azalsa da büyük festival hala cadılar ve
büyücüler için kalan son zayıf umuttu. Gerçi bazı büyücüler sırlarla birlikte
taraf değiştirmiş olduklarından toplantıların gizliliğini sağlamak giderek daha
güç hale geliyordu. Yamaklardan biri "Zencefilli kurabiyenin hayli
bayatladığını yakında boğazımızda kalacağını" söyleyerek bizi güç durumda
bıraktığında da aldırmamıştık. Çünkü artık hiçbir yer güvenli sayılmıyor, bizim zamanımızın
kapanmakta olduğunu seziyorduk. Çok yakında dağılacağımızsa sır değildi ki
öyleyse ne önemi var diye düşünüyor olmalıydılar bu parolaları uyduranlar. Beklenen kehanetin birkaç sene önce yapılmış
olması durdurulamayacak olayların gerçekleşmeye başladığının da açık bir kanıtı
sayılması büyücüler arasında yaygın bir inanıştı. Annem uzun yolların sonunda
birgün beni yetiştirmeye ikna olduğu sakin kasabaya nihayet vardığında maharet
sergilemek üzere halktan eski çivilerini istemişti. Uzatılanları aralarında dolaşıp topladım,
annem de paslı çivileri kendi hazırladığı gençlik sıvısına daldırıp bazı anlaşılmaz
şeyler mırıldandıktan sonra çıkartıp kalabalığa gösterdi. Gençlik sıvısının
içine daldırdığı kısmın yenilendiğini, ilk yapıldığı zamana döndürüldüğünü
gören konuşkan kalabalığa, kasabalarına gelen bu şifacının kendisine gösterilen
sevgiyi karşılıksız bırakmayarak artık onlarla kalacağını duyurdu. Ancak
kasabanın eski ihtiyar şifacısı bu haberi
adeta bir meydan okuma kabul edip işi yarışmaya çevirince güç bir
durumda kaldık. Şifacı önce çivileri yutmak, cam bardakları dişleriyle parçalayıp
yemek gibi yararsız ve korkutucu denemelerden sonra bir gün iyice ileri giderek
heyecan uyandırmayan gençlik iksirinin yerine yıllardır aranılan ölümsüzlük
iksirini ürettiğini söyleyerek kalabalığın karşısında bir dikişte içip bardağını
da içişinin hemen ardından parçalayıp yemesiyle etkisini arttırdı. Kendini çok
güçlü hissettiğini söyleyerek bir pazar günü kilisede mihraba çıkıp sonsuza dek
yaşayacağını ilan etti. Yediği onca çivi ve cam kırıklarına rağmen kara ölüm
kasabaya varıncaya kadar da hayli destekçi edindi ve çevre kasabalardan onu
görmeye gelenlerin sayısı arttı. O ve ona destek olan heyecanlı erkekler
yüzünden annem, geceleri arkadaşlarıyla bir araya gelip geriye doğru dans
etmekten suçlanınca aldığımız araziyi çıkan ekinleriyle birlikte günahın
kefareti ve dindarlığımızın bir nişanesi olarak kiliseye bağışlamak zorunda
kaldık. Ancak daha sonra çocuğu olmayan
kadınlar bir araya toplanıp annemi erkeklerin erkekliğini kurutmak ve vafdiz
edilmemiş bebekleri çiğ çiğ yemekle suçlayınca acil bir durumda hızla yola çıkmak
üzere gizlice hazırlanmaya başladık.
Arazimizi kiliseden alan çiftçilerden biri
ineklerin sütünün hep birlikte kesildiği bir mevsim, bizim kaynayan kazanlara
ot ve yılan atarak büyük felaketleri çağırdığımızı öne sürdü. Kentte diz çöküp
dua ettiği büyük kilisenin mihrabında kendisine görünen kutsal Meryem'in,
annemin masumiyetine tanıklık ettiğini anlatıp, suçlamaları durduran genç papazın
olağanüstü çabasıyla o gün bizi tutuklamasalar da üzerimizde ciddi bir şüphe
oluşmuştu. Artık kimse bizimle görüşmüyordu. Sonunda sağlıklı erkekleri
bedenlerini içinden yiyerek yavaş yavaş öldürdüğümüz şikayetiyle çağrıldığımızda
da bu aptalca iftira ispat edilemeyip
serbest bırakıldığımız gün, etraftaki pek çok cadılık suçlaması hakkında da pek
çok şikayete rağmen hiçbirşey yapmayıp sadece insanların mallarını ellerinden
alan bir kilisenin tatmin edici olmayacağını düşünen büyük kilisenin adamları,
çok uzaklardan durumu denetlemek ve
gerekli cezaları uygun biçimde dağıtarak adaleti sağlamak için iki adam
boyunda ve özellikle kadınları zincirle yanında getirdiği tuhaf ahşap
mekanizmalı aletlere bağlayıp işkence etmekten zevk alan canavar suratlı, sakin soğukkanlı bir adamı
göndermişlerdi. Kadınların vücutlarını baş ve ayaklarından gererek çığlıklarını
dinlemek ve kasabaya dinletmek ona saklamaya gerek görmediği bir keyif, tuhaf
bir tatmin veriyordu. Elindeki cadıların işaretleri kitabına göre şeytan acı
içinde kıvranan bir bedende barınamaz,
işkencenin sonunda çıkıp giderdi. Bu yüzden kişinin iyiliği için büyük acılar
içinde kıvrandırmak şarttı. Aynı kitaba
göre cadıların çocukları da iflah olmaz biçimde cadı olacaklarından, annemi
işkenceden sonra meydanda yakarlarken aynı anda benim de çırılçıplak bağlanıp dövülmem gerekiyordu.
Neredeyse her nefesinde şeytanı anan, şeytanı çağıran, her daim şeytanı arayan
bu cadı avcısı papaz geldiği ilk hafta suçlayıp sabaha dek çığlıklarıyla
kasabayı uyutmadığı kadınlardan birinin kocası tarafından tecavüzle suçlanıp
öldürülmüştü. Cinayetin hemen ardından kara ölümün kasabaya ulaşması kiliseden
birinin öldürülmesiyle ilişkili sayıldığından dinden dönüp şeytana yandaşlık
ettiğine inanan birkaç kasabalı meydanda toplanıp cinayeti işleyen kocayı
öldürdüler. Fakat kara ölüm çok hızlı yayılıyordu ve kimsenin kendinden başkasıyla
ilgilenemeyeceği bir felaketin içine düşmüştük. Kaçmak üzere yaptığımız hazırlığı
da saklamamıza gerek kalmadı. Ardı arkasına toprağın içine indirilen irili
ufaklı tabutlar herşeyi unutturmuştu ve hep birlikte yola çıktık. Kara ölüm,
cehennem ruhlu bir tazı gibi peşimiz sıra koşturuyor, hastalık tüm kentlere yayılıyordu.
Birkaç hafta sonra vardığımız kasabalarda ölümlerin bizden önce ulaştığını gördük. Yollar boyunca Tanrının
yükselen öfkesini yatıştırmak için büyük haçlar ve kilise bayraklarının arkasında
birikmiş kefaret ilahileri söyleyerek
yürüyen kalabalıklara rastlıyorduk.
Herkesin öldüğü ceset kokan bir kentten elinde şampanya şişesiyle yürüyerek çıkan
sarhoş bir adamın efsanesi yayılınca bizde gemide annemle birlikte sadece rom
içmeye karar vermiştik. Sarhoş adam kara ölüm yüzünü gösterir göstermez
şatosuna kapanıp herkesi kovmuş ve penceresinden yakılan ahşap evlerle
dolu mahalleleri, sütleri sağılmadığından böğürerek koşturan inekleri, yağmalanan
binaları, düştükleri yerlerde kalan ölüleri, kedileri çevirip parçalayıp yutan
fare çetelerini seyrederek şampanya şişelerini bir bir içip kulenin odalarına fırlatarak
ölümü beklemeye koyulmuştu. Gece ışıkları bir bir azalıp uzaklarda keman çalan adamın da sesi
kesilince aslında yaşamaya devam etmek gibi bir niyeti olmadan sadece büyük bir
hazine karşılığında yapılmış şampanya istifinin boşa gitmesini sindiremediğinden
içmeye başlayıp, günlerce devam edip sonunda ölmeyince bunun uğur getirdiğine
inanmış olan yaşlı adam kentin ağır ceset kokusuna dayanamayıp ilahiler
söyleyerek yollara düşenlerin arasına katılmıştı.
Marla bunları anlatırken
oturduğumuz kayalıkların önünde açılmış büyük boşlukta berraklaşan havayla
birlikte manzaranın bütün detayları seçilir hale gelmişti. Kırmızı
gelinciklerle beneklenmiş yeşil tepeler, yumulup açılan eller gibi etrafındaki
çoban köpekleriyle dağılıp toplanarak ilerleyen sürüler, tek tük büyük ağaçlar,
yanyana kurulmuş birkaç ev, giderek
incelen ve sonunda denize varan toprak yol. Ayaklarım boşluğa sallanır
haldeyken geriye uzandım, ağzımdaki çiçek sapını kemirerek hayallere dalmıştım.
O da aynı biçimde sırtını kayanın sıcaklığına bırakarak uzanınca, birlikte
bulutsuz mavi gökyüzünün açıklığını
seyre koyulduk. Dünyanın kalbini uzattı. Bende ona dizeleri sordum. Annesi
şatoda hizmet ederken Çin'den gelen ve içine zehirli bir şey koyunca kırılıp çatlayan mavi porselen kaselere
karşı büyülü sözleri ararken yeniden çatı katına çıkıp koridor boyunca açılmış
tomardan birkaçını ezberlediğini söylemişti.
Ancak bunların büyü için yararsız oldukları, sadece masal anlatıcılarına
ilham olmak üzere yazılmış dizeler olduğunu
büyük panayırın gizli toplantılarından birinde öğrenmişti. Bütün bir
masal başlangıç ve son olarak iki dizeye indirilmişti ve dizelerin yerleri de
sabit değildi. Masal anlatıcılarına hem büyük bir özgürlük sağlıyor, hemde
ilhamdan yoksun heveslileri bu değerli meslekten uzak tutmaya yarıyordu bu mısralar.
"köye lanet saçtı ve nehirle geri döndü, yol boyunca ilerleyen" mısralarının
altında, borular çalarak etrafta dolaşan cinlerin resmedildiğini anlatmıştı
annem. Masal ilk anlatıldığı zamanlarda muhtemelen şimdi anlatılanlarla da hiç
ilgisi yoktu. Dizelerin esiniyle çizilmiş kalabalık ve ayrıntılı resimde kambur
sırtı ve kolları tüylerle kaplı kel ve kocaman gözlü patlak burunlu adamların
etrafında dönen cinler, yeşil yılanlara dönüşmüş kuru ağacın uzun dallarıyla
kavga ediyorlardı.
Marla'nın masalı
Zamanın birinde herşey
iyi giderken güzel prenseslerden bir prenses sarayı terk etmek istemiş. Babasıyla
vedalaşmış ve ona kısa zamanda döneceğini söylemiş. Prenses günlerce nehir
boyunca yürümüş. Az yemiş, çok yürümüş, az uyumuş, çok düşünmüş, nehir ona
rehberlik etmiş. Ayakkabıları aşınınca çıkartıp nehire atmış, susadıkça eğilip
nehirden su içmiş. Ayların sonunda
nehrin suladığı genişçe uzanan pirinç tarlalarına ulaşmış. Burada nehir sona
eriyor, tarlalarda yarı bellerine kadar suda olan köylüler hala onun dilini
konuşuyorlarmış. "Ayaklarım çıplak ve uyumak istiyorum" demiş
prenses. Köylüler onun acınası halini görüp "Sen sürüdeki hastalıklı
koyunsun, buradan hemen git uzaklaş" diye seslenmişler. Bunun üzerine
prenses ağlamaya başlamış ve son bir umutla "Hem aç hem de yorgunum"
demiş gözyaşları içinde. Ama köylülerden en katıyüreklisi "Baban karanlık ve kötü, buraya lanet
getirdin" diye bağırmış, diğerleride sessizce onaylamışlar. Böylece
prenses geri dönmüş, yol boyu prensese eşlik eden nehir de onunla birlikte geri
dönmüş.
Köylüler yüzlerce yıl
sonra bile hala ekinlerini susuz, topraklarını verimsiz bırakan laneti getiren
bir prensesle ilgili bir hikayeye gönülden inanır ve kışa girerken, yaptıkları pek
çok güzel yemekle doldurdukları bir kazanı bütün iyi dilekleriyle nehire
dökerler.
Ezberinde olan mısraları
okuduğunda bazen çok merak ettiğim birini anlatıyor,
başka bir gün yeniden dinlediğimde başı sonu aynı kalsa da masalı epey değişmiş
buluyordum. İki mısralık kısa şiirler halinde taşınan masallar, anlatıcısının
dilinde esniyor, özgürce genişliyor ve değişiyorlardı. "Çok eskiden"
dedi birgün Marla. "Masal anlatıcıları masalları şimdiki gibi neredeyse
duyduklarının aynı biçimde nakletmezlermiş, haftanın hep aynı günü kurulan
pazarların sonunda etraflarına pazardan çıkan kalabalığı toplayarak anlatır,
parası kalmamış insanlar da anlattıklarının sonunda açılan pazar filesini tek
tek attıkları patatesler, patlıcanlar, bazen kırmızı tek bir domates ya da
kuyruktan kesilmiş ağır kokan beyaz bir yağ topağı ile doldurarak gönlünü hoş
ederlermiş. Masalcı sığındığı bir odada ya da yatıp kalktığı bir duvarın dibinde bunların hepsini bir
arada kaynatır ve çorba niyetine içer,
yeteneğine duyduğu şükranla, sanatını nasıl daha ileri götürebileceğine kafa
yorarmış. Böylece masallar günden güne öyle değişirlermiş ki her yeniden
dinleyen bir daha dinlemek istermiş. Kimi zaman tanıdık yerel yöneticilerin
atlarını dile getirip sahiplerinin sırlarını döker, kimi zaman herşeye uzak
imparatorun bahçesinden gelen dedikodular meraklılarına fısıldanır, yakın zamanın
savaşlarında ölenler yeni bir masalın içinde kahramanlıklar yaparak ortaya çıkar,
kötüler kötülükleriyle, iyiler iyilikleriyle anılırlarmış. Masalcı, entrikalarla
dolu sürükleyici aşk hikayelerinin
heyecanlı bir yerinde tam da 'sarı benizli akıllı tüccar mısır püskülü saçlı sarı dilberin
nöbetçilerini atlatmışken ya da çatılardan dilberin ayaklarının
ucuna yuvarlandığı sırada, gökyüzünden
ona bakarken nasıl düştüğünü açıklamak
üzereyken' birdenbire anlatısını kesip
haftaya geleceğini söyleyerek ortadan kaybolurmuş. Bu belirsizlik birilerini rahatsız etmiş
olmalı ki yazıya geçirip herşeyi tam bir kesinliğe uydurmak istemişler. Oysa
eski zamanın ustaları, masalların, zorunlu durumlarda ve iki dizeyi aşmamak
kuralına uyularak sadece şiir olarak aktarılmasına izin verirmiş; çünkü eski
masal anlatıcılarına göre yazı cinayettir ve bütün anlamı öldürür. Uzak
ülkelerde bazı rahipler sözün de cinayet olduğuna inanır ve susma yemini
ettikten sonra ölene dek bir daha hiç konuşmazlarmış. Ama bundan yüzyıl kadar önce dünyadaki herşeyi lazım olunca oradan çekip almak için
kütüphanenin rafında bulundurma zorunluluğu hisseden bilginler, akademilerinde masal anlatıcısı
yetiştiren bir bölüm açmaya karar vermiş ve anlatıcıları tek tek bulup hepsini
konuşturarak bir bir yazıya geçirmişler. Bölümleri hiç mezun veremeden
bilinmeyen bir nedenden kapatılmışsa da herşeyi mutlak bir kesinliğe vardırıp
bir yere yazma tutkuları baki kalmış. "Bu onların kendilerini güvende
hissetmelerini sağlayan en zayıf yanları" diye açıklamış büyücülerden biri
büyük festival kalabalığında gizlenen toplantıların birinde. Büyücüye göre yeni bilginler yaptıkları ve söyledikleri herşeye hayli kalın
ve sayısız olaylarla dolu kitaplardan kılıflar uyduran rahiplere benziyormuş.
Pazar yerinde dikkat çekmek için tezgahtan tezgaha atışan pazarcıları andıran
tartışmalarını kısa süre önce sona erdirip, biri meyve diğeri sebze satmaya
anlaşan bu neşeli pazarcılar, iki dost ülke gibi sınırları çizmekten memnun el
sıkışıp bütün dünyayı tek bir lokmada ısırmaya çalışan açgözlü ejderhalar gibi
hayalciliğe kapılmışlar. "Çiğnemeleri çok uzun zaman alabilir" demiş
bir gün büyücülerden biri umutsuzlukla "Ama durdurulamazlar."
Kendilerinin tek yapabileceği bir kapıyı açık tutmaya çalışmakmış ama bu kapının
nasıl açık tutulacağı konusu da tamamen belirsizmiş.
Marla'nın masallarının
getirdiği uykular, uykunun içinde görülen rüyalar, rüyalarımızı anlattığımız
bahçeler, bu bahçelerde dinlediğim başka masallar arasında yazın geçip gitmekte
olduğu dünyayla olan tüm bağlarımızı koparmış halde, bu bağların koptuğundan da
çokça haberimiz olmadan ağaçların altında ve çiçeklerin arasında birbirimize
sarılıyor ve yaklaşıyorduk. Zaman, gündüzü geceye örttüğünde tarlaları geçip,
yeşil ve alçak tepenin dik yamacından hızla
aşağı iniyorduk. Nehir sularının yeşil ufak bir gölde toplanışını, devrilmiş
büyük lacivert kayaların yosunlu yüzeylerine çarparak kendi etraflarında
dönüp, kayaların arasından fırlamış gibi
duran ağaç dallarının sulara dokundukları yerden aşağı döküldüğü, dik ve mor
kayalıkların gölgelediği serinlikte, tuhaf rüyalarla dolu her uyku bir masaldan
sonra geliyor ve hatırlanan her rüya yeni bir masalın başlangıcına dönüşüyordu.
Bu dik kayalığın ve tepenin çevrelediği
bahçede başlayıp yine aynı bahçeye dönen halkanın ne zaman kırıldığını ve hep
olacağını sandığım gibi hatırladığım rüyalardan sonra neden karşılığında
Marla'nın bir masal anlatmayıp, gördüğüm rüyayı yorumlayarak bizi yeniden
bahçenin dışındaki dünyaya geri götürdüğünü
anımsamıyorum. Hissettiğimiz yoğunluktan gözlerimizin yaşardığı ve çok geçmeden
ormanın uğultusunun kulaklarımıza dolduğu,
koparabileceğimiz bir elması olmayan tehlikesiz büyük sedir ağaçlarıyla sonsuza
dek kalacağımızı sandığım cennet bahçesinden kovulmuştuk. Herşeyin bir kaç gün
sonra yumuşak bir mevsim geçişi gibi sona erebileceğini aklımıza getirmiyorduk. Ölüm son bir
uyku gibi yumuşak sakin bir havada bizi sarana dek kalbimize konulmuş olanla yıldızlardaki
kader yazgımızın farklı çizilmiş olabileceğine inanmamız için o an hiçbir işaret yoktu. Rüyanın yorumlanmasıyla,
tek nefeste bazen tek bir anın içine duygu olarak çözülmüş sonsuzluğu da
arkamızda bırakıp yeryüzüne döndük ve endişeli tavuklar gibi zamanı eşeleyip
geçmişte olan şeyleri karıştırıp, henüz gerçekleşmemiş olan geleceğin olaylarıyla
ilgilenmeye koyulduk. Sonsuzluk da belki zamanlar içinde bir zamandı ve sonunda
bizde onun içinden geçip gitmiştik. Ona
korku içinde fırtınada sürüklenirken neden bir şey yapmadıklarını içtenlikle
sorduğumda "Rüzgar büyüleri büyük bir irade gerektirir" diye açıkladı
böyle bir günde. "...ve gerçekleştirdikten sonra büyücüyü takatsiz bırakır,
günlerce uyuyabilir. Zaten bildiğim tek bir rüzgar büyüsü var ve o da kuzeyden
esiyor." "Orada ölebilirdik" dedim öfkeyle "Nasıl
durdurulacağını bilmiyorum" diye sessizleşti. "Aynaların hiç kimse
ona bakmadığında da birşeyler gösterdiğini
biliyor musun?" dedi başka bir gün. Tepelerin etrafına toplanan kat kat
bulutlara benzeyen yaşlı sedir ağaçlarının aralıklı dallarından yabani at
sürülerinin dolaştığı ovayı seyrettiğimiz güneşli bir gün "Bundan bindört
yüzyıla yakın bir zaman önce" dedi Marla. Çok uzaklarda bir tilki dikkatle
bizi izliyordu. "Doğuda onbinlerce savaşçının katıldığı Büyük
imparatorluklar savaşında kara bir büyü kullanıldı. Parçalanan kayalardan
dökülen insan bedenleri askerlerin arasına karışıp günlerdir geri çekilmekte
olan orduya katılıp onları cesaretlendirdiler. Kayalardan dökülerek eski savaşçıların
ruhlarını taşıyan askerlerle birlikte bütün bir ordu, son ve büyük bir saldırı
için hazırlanırken, yayıldıkları ovada büyük filleri, dev askerleri ve savaş
arabalarıyla geniş manevralar yaparken, diğer ülkenin büyücüleri karşı koyamadıkları
bu büyüye karşı yapabilecekleri tek şeyi yaptılar, büyücülük sanatının tüm sırlarına
ihanet ederek kırmızı ve kara büyünün dünyaya açılan kapısını kapattılar.
Böylece taştan askerler yeniden kaya parçalarına ufalandılar ve bu
imparatorlukta yeryüzünden silindi ve unutuldu. Efsanenin başka bir devamına
göre yok edildiği zannedilen ordunun bir kısmı ve imparator taşa dönüşmüş halde
bugün hala savaş meydanının altında yeraltında gizlenmekte ve kendi zamanını
beklemektedir. Ancak kapıları kapatan biz değildik, bu yüzden yeniden
nasıl açılacağını bilmiyoruz. İğne batırılan bez bebekler, savaşçının
elbisesini kaçırıp bunu bir kadına giydirmek ya da koparılan saç telleriyle yapılan
en yaygın ve basit kısırlık büyüleri bile o günden beri doğru çalışmamaktadır
ve üstadların sözüne riayet edilmese de uygulanmaları yasaktır. Bugün açık kalan son kapı kapanma tehlikesinde ve yeni
kehanet böyle bir kapının kapandığında bütün toprakların kirleneceğini ve havada uçan kuşların konması için dahi hiç ağaç
kalmayacağını söyler. Kehanet 'Sular zehirlenir ve rüzgarlar sadece ölüm dağıtan
lanetli bulutlar taşır.' diye tamamlanır. Bir damla zehir elde etmek için
bitkilere türlü cambazlık ederken bu kadar bol suyu kirletebilecek zehirin
nereden bulunacağını söyleyemiyordu elbette kehanetleri. "Bu kapı tokmağı
da açık kalması gereken kapıyı mı açıyor" dedim. "Hayır" dedi
şaşırarak. "Sen ne kadar garip bir insansın?" "Ama ahşap bir kapı
tokmağı neden bu kadar önemli olsun ki?" diye ısrar ettim. Gitmelerini hiç
istemiyordum. "O elbette sadece bir sembol" dedi Marla. "...
sembollerin en güzel yanı karşı tarafın eline geçse de hiçbir işine
yaramaması. Dünyanın kalbi onların eline geçene dek tamamen kaybetmiş sayılmayız
ve eğer birgün ele geçirirlerse başka bir sembol yaratırız. Bizim kazanmamız nasıl
mümkün değilse onların da kalbi ele
geçirmeleri hiç mümkün değil. Kehanette sadece ateşten bahsedilmemesine dikkat
ettin mi? dedi. Ateş hiç kirletilemez, yaratıcıdan çok yokedicidir ve bazen
ateş, sudan daha berrak ve arıtıcı olur, ocağın külleriyle temizlik yapan nehir
kenarındaki çamaşırcı kadınları düşün.
Sonunda kehaneti belki durduramayız" dedi Marla. "Ama orada olmalıyız"
Kaderinin daha yüksek bir
amaca bağlandığına inanmıştı. Yaşlı sedir ağaçları altında anlatıcısına
rüyasında yakaran bir masal kahramanı gibi umutsuz bir halde dua ettim.
Annesinin karşısında Marla'nın gösterdiği biçimde diz çöktüm ve onlarla gelmek
üzere izin istedim. "Şövalye olabilecek kadar iyi kılıç kullanamıyorsun"
dedi. "Büyücü olabilecek kadar bilgili de değilsin." "Ateş edebilir ve masal anlatabilirim" dedim.
"Dilimizi çok komik konuşuyorsun, bizi sadece tehlikeye atarsın"
dedi. Kara ölümün sardığı kasabalarından çıkan felaket kervanıyla ilerlerken,
yağmalanacaklarından korkan pekçokları gibi onlar da altınlarını kendi özel işaretlerini çizip yol kenarında
mezarlıkların birine gömmüşlerdi. Altınlarına kavuştuklarında terkedilmiş
evlerden birine yerleşecek, festival zamanına dek bağlantı kurmaya çalışacakları hayatta
kalanlarla birlikte kaderin onlara sunacağı belirsiz yazgıya boyun eğeceklerdi.
Bunları, birlikte kalabilmek için çok geç olduğuna
inandığında anlatmıştı Marla. Neyse ki o kadar da geç değildi. Ancak bunu
görmek zorunda kalması, yaptığı zamanlama hatasını da kabullenmek zorunda bırakacağından
onu kuvvetinden ve öfkesinden çekindiği annesine karşı güç bir duruma sokacaktı.
Bu yüzden yeterince geç olduğu konusunda beni de ikna etmeye çalışıyordu. Sanki
ikimizde aynı şeye yeterince ikna olursak o şey hemen gerçek oluverecekmiş gibi
garip bir inancı vardı. Saklandığı yüklük dolabının içinden 'Beni bulun' diye
bağıran çocukların halini gördüm onda. Güneşe yeterince ibadet ettiğine inandıktan
sonra, artık ondan bir şeyler istemenin de
zamanının geldiğine inanan bir kafir körlüğüne ve inatçılığına sahipti.
Yanından ayrıldım ve tepeyi aşıp yeşil nehrin yanında geride bıraktığımız
bahçeye dik uzanan kayalığın yolunu takip ederek Şeyh'in evine vardım. Nehir
buradan aşağı doğru inerken yumuşak ama kararlı bir akış tutturur,
gürültücü taşkınlığından ve dengesiz savruluşlarından yorgun halde kıvrılır
giderdi. İşte Marla’yı köyü çevreleyen topraklara bağlayacak olan duaların yazılı
olduğu kağıdı üç kenarlı katlanmış halde alıp kalın bir deri kılıfın içinde
buraya gömdüm.
Akşam kuşların dolaştığı dağların arasındaki geniş
açıklığa,
büyük beyaz bir bulut gelip yerleşti ve rüzgar nasıl eserse essin gitmedi,
çekilmedi. İnce tozumsu sis aşağıda ardarda duran boş ve yeşil tepeleri seyrettiğimiz gök boşluğunu
perdeledi. Yukarıdan seyrettiğimiz bulutun üstünde yumuşak kıvrımlara
yuvarlanan parçalar bazen kopup eriyor ve soluduğumuz havanın ılıklığına karışıyordu.
Karşımızdaki yüksek dağın yörüklerinin adam boyundan yüksek çadırlarının önünde
yakılmış ateşleri seyrederken, küreklerini ölü insanların çektiği uzun gövdeli
bir geminin serin sisin üzerinden yüzerek
gelip bizi alacağı hayaline kapıldım.
Kürekleri sislere dokundukça sisler havalanıp eriyen bulutlar gibi göğe
karışacaklardı. Köpüklü bir deniz her yanı doldurmuştu sanki; bir balıkçı kayığını
kayalık uçurumdan aşağı ittirebilseydim sisin üzerinde yüzebileceği hissine kapılmıştım.
Marla'ya kalması için toprağa dualar gömdüğümü söyledim. Köyde kimsenin öğrenmeye
yanaşmadığı garip bir sırdı onların gidecek olmaları. Ertesi gün hastalandı ve
birkaç gün içinde geceleri köyün kalabalığının elinde yastıklar, bal, keçi
sütleri, ilaçlı bitkilerle sökün ettiği, gelen çıralarla ateşin canlı tutulup
çay, çorba kaynatılan evlerinde toplanıp sabahladık. Gitmemeleri için toprağa
gömdüğüm kağıtla, güzel Marla'nın hastalanmasının birbirini çabucak izlemesi
etkilerin daha yavaş gerçekleşeceği beklentime uymadığından aralarında bir bağ
olabileceğine inanmıyordum. Seneler sonra bunu düşündüğümde kimsenin bana böyle
bir şey söylememiş olmasına rağmen, ikisi arasında bir ilgi görmek için kağıdın
toprağın içinde erimesi fikrinin çekiciliğine kapıldığımı anlamıştım. Oysa beklentilerimin gözlerimin önünde
olanları perdelemesi de, başka bir fikirdi ve ondan kurtulmak daha da zordu.
Ama Marla soğuk terler döküp sayıklarken hiçbir güzel fikir ya da harika masal
onu avutacak halde değildi. Yumuşak tozumsu kar yağarken, zirveleri kaplayan
beyaz ve yumuşak örtü aşağılara yayılıp köyün dar yollarına inip bayırlık
tarlalarımıza ulaştığında Marla'nın yüzünün sıcaklığına sürmek için temiz kar
toplamaya çıkıp ayağım bir şeylere takılınca yere kapaklandım. Kalkmayıp yüzümü
karların içinden çekip, ellerim dizlerimin arasında yatıp kaldım. Marla
iyileşirse hekimlik yoluna girmek üzere yola çıkacak, bu ilmin tüm sırlarına hakim olmak için Harran, Bağdat, Şam gerekirse
Buhara'dan İstanbul'a kadar dolaşıp, ilaçlarımı en sarp yollardaki en çaresiz
hastalara ulaştıracaktım. Belki onu görmeyecek ama onun kalbime koyduğu ateşin
ilhamıyla nice dermansızlara şifa dağıtacaktım. Hakimlerin bilgisini de ulu
orta saçmayacak, Şeyh'in yolundan gidip ruha şifahen, medrese ve ulema
taifesinden de uzak duracaktım. Bana alkış tutulacak ana yollardan kaçıp mağrur
sessiz bir halde bazen hor ve hakirde
görüleceğim ara sokaklara, sarp yollara yürüdüğüm hayali içinde bir an öyle
kurumlanıp kibre kapıldım -şeytan hepimizden uzak olsun- kendi canımı da öyle
değerli buldum ki Marla'nın eşsiz ruhuna denk görüp onun ruhunun Allah'ın
huzuruna kabul edilmeye hazırlanıldığını sanarak bu minvalde dileklerde
bulunmaya giriştim. Bir yandan ahdettiklerimin hiçbirini yapamayacağımı
biliyor, yolumun daha farklı olacağını derinlerde bir yerde seziyordum. Yine de
bir anlık ilhamla gelen içtenlikle yapılmış iyi dileklerden ötürü iyimserliğe
kapılmış halde şimdiden içim sevinçle kıpırdanıyordu. Marla'nın iyileşeceğini
hissediyordum. Bunun nedeninin bir önemi yoktu. Annesinin uydurduğu yeni bitki
karışımları tarifi tutabilir, küçük ayaklarına
güzel yüzüne konulan karlar ya da karabiber ve kekik kokan lezzetli bir
çorba birdenbire iyi gelebilirdi. Buz yeşili gökyüzünün altında büyük ve
yuvarlak beyaz bulutlar rüzgarın uçurduğu karlı bir nehir gibi hızla geçip
gidiyorlardı. Kavurucu ateşin hissizleştirdiği Marla'nın ölümün kıyısına
yaklaştığı, geçmeyen saatlerin tesbih taneleri gibi ucuca eklenip sonsuz bir döngüye
kapılmış gibi en başa döndükleri zor geçen gecenin sabahında kapısında lekesiz
bembeyaz bir keçi yavrusu kesilirken, sürü köpeklerinden birini yanıma alıp köye indim. Karlı toprağı kürekleyip kağıdı bulup deri
muhafazasından kurtarıp yırtarken içinde hiçbirşey yazmaması ilkin mucize gibi
göründü. Köpeği bağlayıp şeyhin kapısını çaldım. Kapıyı kızlarından biri açtı,
içerde hararetli konuşmalar yapılıyordu, normal bir zamanda buyur edilince
neler yaptığımı çıkarmaya uğraşıyordum ama mucizeye olan şaşkınlığımdan
hareketlerim tuhaflaşmıştı, kızıl kuru ellerimi ovuşturup ortaya kurulmuş
sobaya yaklaştım. Konuşmalar duymaya alışmadığım gergin bir tondaydı. Tanımadığım
insanlar görmediğim yüzler vardı. Saraya bağlı ulema takımı ile tarikat ehli
gönül erleri arasındaki uyuşmazlık keskinleşince, senelerin kafir yılına göre uğursuz
sayılan şeytan sayısına tekabül edişinin
yaklaşması gerekçe gösterilip tüm tarikatların kendisine özgü
törenleriyle yasak edileceği konuşuluyordu. Zaman çözülüp dağılma zamanı değildi; düze çıkana kadar birbirine daha çok el verme
ve gizlilik salık veriliyordu. Başımı çekindiğimden ocaktan kaldırmadığımdan,
benden yana Şeyhten onay alındığını hissettiğim kısa sessizlikten sonra İstanbul'dan
haber taşıyanlardan birine rastlamış güvenilir bir zatın, -bu çoğu zaman
konuşanın kendisi anlamına gelirdi- Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye'nin, sultan kadınların, mal biriktirme sevdasına
kapılmış ağaların paşaların elinden daha henüz yeni çekilip alınmışken,
endişeli, tedirgin tayfayı ürkütüp öfke çekmemek hususunu her yerde tatbik
etmenin dillendirildiğini söyledi. Cihan
sarayının etrafına ayağını atabilmiş her baş, karnının acından ya da
cahillikten ayaklanan halkı, kendi neye düşmanlık ediyorsa onunla birlikte anıp kudretli padişahın sadrazam kulunu kuşkuda bırakıyordu.
Bu kuşkular yüzünden gövdesinden çekilip alınan kelleler, Girit sevdası yolunda
dökülenlere yaklaşır olmuştu. Hava karardığında dağ yolunda kalmamak için yola
çıkmak zorunluluğundan kağıdın içine konması için kesilmiş üç kenarlıklı
deriyi masaya bıraktığımı göstererek selamlayıp çıktım. Getirdiğim köpeği çözüp kaybolmuş yazının
mucizesinin hayretiyle ayrılmak üzereyken Şeyh'in kendisinden kağıda değil sure
hiçbir yazı yazılmadığını öğrendim. Boş bir kağıdı toprağa gömmüşsem de edindiğim
endişe yerindeydi ona göre, kuvvetli istek ve inancım onu da yol kenarında
kurumuş duran bir yaprağı havalandırıp geçen arabanın varlığına katan rüzgar
gibi yolu şaşmaz ve sarsılıp değişmez kaderin yazgısına bağlamıştı. 'Büyücüler
uzanabilecekleri her şeyi elde etmeye kudretlidirler ve bu kudreti arzu
ederler' demişti. Dervişlerse hiçbirşey
istemezler ve hiçbir şey istememeyi arzu ederler, yine de onların kaderlerini
birleştiren bir ortaklık vardı Şeyh'e göre. Kağıdı bana katlayıp uzattıktan
sonra uzun uzun hayırlısının olması için dua ettiğini söylemişti. O an isteğimi
yerine getirmemiş olmasına duyduğum öfke alazları henüz yatışmamıştı ve bir şey
söylemeden elini öperek oradan ayrıldım. Eve varınca heyecan içinde anneme karnımın
acıktığını bağırdım. Marla kendine gelmişti ama tereddüt safhasındaydılar,
böyle nice ağır hasta son saatlerini yaşadığının farkında olmadan, birdenbire
allanıp canlandığı bilindiğinden, fazlaca neşesi ve ayağa kalkma isteğiyle
etrafı şüpheye düşürmüştü. Ben tereddütsüz bir sevinç içinde çorbayı kaşıklarken
annem yanımdan ayrılmadan beni izledi bir süre. İştahla soluk almadan yediğimi
görünce soracağı neyse sormaktan vazgeçip kışları pencerenin önünden köşeye
çekilen sedire gitti. Annemin o akşam bana ne soracağını, Marla'nın anlatacağı ilk masalın sonunun ne
olduğu gibi asla öğrenemeyecektim. Sanki hayatım boyunca bir şeyin daima kabuğunda
kalacağımı hissettirdikleri garip ketumlukları onları aklımın içinde birbirine
bağlıyordu.
Marla’nın Masalı
Küçük kanatlarıyla uçan ve ağızlarından alev
püskürten ejderhayı yere deviren genç şövalye onun bir avuç pulunu, köpürüp
çalkanan denize saçınca deniz birdenbire
durulmuş ve suların ortasından yeraltına dökülen bir şelaleye benzeyen bir yol
açılmış. Tepesinde dönen kara kargaların fısıldadığı sırlarla yeraltındaki
tuzaklardan kurtulmuş ama hain bir büyücünün kaçırdığı prensesin şarkısını
duyunca kılıcını yere düşürüp büyülenmiş halde rüyaya dalmış. Rüyasında
kolyesinin içinden çıkan dev bir kartal onu uyandırıp kanadının üstüne koyup
günlerce uçtuktan sonra büyük taş bir
kapının önüne bırakmış.
Kapının iki yanında duran
iki aslan varmış. Bunlar ateş renginde taş heykellermiş. İsimleri söylenirse canlanacak ve
kapıdan geçenlere rehberlik edecekler, biri yolu gösterecek biri koruyacakmış.
Tam burada durup "Sonrasını yarın anlatacağım" dedi Marla.
Ceplerimi karıştırıp tek gümüş sikkeyi pantalonuma
sürterek parlatıp ona gösterdim. “Nereden buldun onu?” dedi. 'Savaşa giden bir
atlı haydi davranın kılıçlara düşman bekler deyip atını şaha kaldırdığında
düşürdü' dedim. Buna o kadar çok güldü ki doğrusu şaşırdım. "Sen çok garip
bir insansın" dedi yine. "Onu ben gördüm ve ben aldım" dedim.
Kente indiğim bir gün harcayacaktım ama bugün onu sana verebilirim. Masalın
hepsini bir gecede anlatman için. Elleri açık halde saçlarına iki defa
dokundu. "Ne yapayım ki onu?"
dedi. "Hem herşeyi dinlediğinde ne olacak?" Elimdeki taş parçasını
toprak topaklarına vurarak ufalıyordum. “Rahat uyuyacağım”
dedim. Anlatmadı ama. Seneler önce gördüğü
tuhaf bir rüyasını anlattı mağaraların açıldığı yeraltı tünellerinde
ilerlerken.
Asmaların altında bir
gece gizlice buluşmuştuk. Az uyumuştuk. İhtiyacımız olduğuna inandığımız zamanı
kazanmak için erken yola çıkmalıydık. Bahar geldiğinde eriyen kar sularıyla
birlikte düz bir duvara benzeyen
yamaçtan aşağı dökülen suyu kısık bir
şelale belirir, mağaralardan içeri ilerlenirse yamacın oradan yeniden açığa
çıkan bir yol olduğuna inanılırdı. Yüzyıllar önce bizim gibi başka saklananların
sığınağı olmuş yeraltı tünellerinde gezinirken zaman zaman karşımıza çıkıveren
gizlice oyulmuş küçük kiliselerden birine sıkışıp işeyiverdiği için çıktıktan
sonra çok geçmeden ormanda dolaşırken delirmiş ve bir daha normale
dönememiş yörük çocuklarından birini anımsadım.
Denilirdi ki savaşta çıplak bir atın sırtına bindirilip ilk atakta gürültüyle
salıverilen diğer delirmiş arkadaşlarıyla birlikte şehit olma şerefine nail
olmuştu. Tünel daralmaya başladığında taşların arasında sıkışan yosun parçaları
gibi, karanlığın içinde birbirimize dokunup yürüyüşümüzü durdurduk. Bu yolu
izleyen sular aşağı dökülüyor olmalıydı. Uğuldayan
ve karanlık bir boşluğun içinden yankılanan
sesin kısılmasıyla birlikte geri dönerken, duvarları ıslak ve erimiş geniş geçişlere varan yolların birden fazla olduğunu fark
ettik. Tavanlarındaki sarkıtları ve pas renginden turuncuya lekeli duvarlarıyla birbirini andıran koridorların hangisinden çıkıp geldiğimizi anlamak olanaksız göründü. Katı yağ topaklarına saplı fitilin alevleri zayıflayıp
söndükten sonra
karanlığın içinde yavaş hareketlerle adımlarımıza dikkat
ederek ve sessizce yol aldık. Yeniden ışığın sızdığı bir nokta görünene dek boşluğun
içinde,
yeraltında geçmişini arayan kaybolmuş ruhlar gibi dolaştık. Bazı
ruhların geçmişte kim olduklarını hatırlamadıkları ve kendilerine ait olduğunu
sandıkları izleri takip ederek yeniden dünyaya geri dönmeye çalıştıkları
söylenirdi. Mağaralar ve yeraltı tünellerindeki tuhaf
koridorların serin karanlığından, güneşin tanıdık aydınlığına geri dönerken
Marla, seneler önce gördüğü garip bir rüyayı anlattı. İnsan kendi gördüğü
rüyalara dahi çoğu zaman inanamaz; ama onun yatışmamış heyecanında, yaşadıklarından
daha farklı bir şey bulamadım.
Marla'nın rüyası
Kasabadan kasabaya dolaştığımız zamanların
birinde annem arabamızı sürerken, kıyafetlerimizin
hepsini askılarından aşağı indirip, yolun tıngır mıngır sallantısında, üst üste
duran elbiselerin yumuşaklığının verdiği hafifliğe kendimi bırakmış, sığ çay
geçişlerinde, yolun akışındaki sert dönüşlerinde ya da taşlıklardaki sert sarsıntılarla rahatsızca kıpırdandığım
sıkıntılı bir uykuya daldım. Rüyamda avlular, koridorlar ve odalar dolusu
insanların can sıkıntısından birbiri ile konuşmayıp hiç yerlerinden kımıldamadan
kendi kendilerine mırıldandıkları çok katlı büyükçe dev bir şatonun içinde
dolaşırken eski bir arkadaşıma rastlıyordum. Arkadaşım, beni diğerleri gibi
keyifsiz biçimde karşıladıktan sonra
şatonun koridorlarında dolaştırıp üst kattaki büyükçe boş bir odaya çıkarttı. Odanın ortasında üst
kattan aşağı inip demirleri ahşap tabana saplanmış dev bir kafes içerisinde
duran rengarenk ve çok karışık bir tablo vardı. Yer kırmızı bir halıyla kaplı,
duvarlarsa bomboştu. Tek pencerenin ışığı
da tablonun üstündeydi. Arkadaşım kapıyı kapatıp açıkladı: "Bu büyük evin
tek eğlenceli yeri ve en tehlikelisidir. İlk bakışta gördüğün rengarenk
desenler gerçekte hayvanlarla doludur. Resmin içine bakıpta göreceğin ilk
hayvan tablodan çıkıp seni parçalayıp yemek üzere saldırır. Zarara uğramak
istemiyorsan resme yeniden bak. O resmin içinde az önce çıkan hayvanı
öldürebilecek kuvvette bir başka hayvanı bulup görmen gerekir ve bu böyle gider." Marla'nın soru sormasına fırsat
bırakmadan "Seçme şansın olmadığından sana sadece iyi şanslar
dileyebilirim" dedikten sonra karşısındaki ikinci ve son kapıdan çıkıp
gitti. Tabana varan demir kafes de kapının kapanmasıyla kayboldu. Uzun zaman
boş duvarlara bakarak düşündüm. Tehlikeli yırtıcı bir hayvan görmemeye çalışırsam
ilk onu göreceğimi seziyordum. Sonra ağır
ağır ve merakla 'canımı acıtmayan ve karanlık olmayan' diye garip bir ezgiyle korku içinde yöneldiğim tablonun içinden ama
şeffaf
bir camın içinden süzülen bir ışık gibi gelen hayli ufak bir tırtıl düşerek,
aşağıda sürünmeye başladı. İçim bir an hafiflemiş olarak yerdeki tırtıla bakıp
onunla ne yapacağımı düşünürken onun şimdiden bir yılan boyutuna ulaşmış olduğunu
ve giderekte büyüdüğünü farkettim. Tavanda dolanıyor ve tüylü ağzını bana doğru
açarak tıslıyordu. Yeniden resme dönmeden kapılara yöneldim. İkisi de kapalıydı. Tavandan yere doğru inen yılanın az önce bıraktığımdan
çok daha büyük olduğunu farkettim. Tırtılla yılan arası garip yaratık açılan
gözbebeklerinin içinde büyüyor, üstündeki kıllar uzayarak iğrenç bir hal alıyorlardı. Bana doğru gelen yaratığın karşısında çığlık
atarak yalvaran gözlerle resmi incelerken koyu renklerin yoğunlaştığı bir
bölgede kara bir örümcek belirdi. Örümcek aşağıya düşerken akrep kadar
büyümüştü. Akrep halinden de hızla
irileşirken uzun bir yılana benzeyen yaratığa doğru ilerlemeye başlamıştı.
Resme yeniden yöneldiğimde o ikisinin çıkarak boşalttıkları bölgelere hemen
yeni renklerin doluşmuş olduklarını gördüm. O an bunun bir sonu olmadığı fikri
aklımın içinde yanıp söndü. Akrep, yılanını öldürmüş halde geri dönmüş bana doğru
ilerlemeye başlamıştı. Dev bir akrebin üstesinden ne gelebilir diye aklımdan
geçirerek resme bakarken önce gözlerini sonra büyük kafası ve parlak
pençelerini gördüm. Pençeleri kafasından çok daha ilerde atlamak üzere gerilmiş
vahşi suratlı turuncu bir kedi, bana mı yoksa ona mı ait olduğunu anlayamadığım
bir çığlıkla üstüme atlamış ve beni yere devirmişti. Dişlerinin sivriliğini
görüp, sonumun geldiğini düşünürken kedi kulaklarını dikti ve akrebe doğru baktı.
Aynı boya gelinceye dek geriledi ve sıkıştığı köşeden üstüne atlayınca boğuşmaya
başladılar. Dev bir akrebi andıran örümceğin onu çok fazla oyalayamayacağının
farkındaydım. Turuncu kedi, dev bir kaplanın büyüklüğüne ulaşmıştı şimdiden.
Onlar odada boğuşurken hem büyük resmi yeniden görebileceğim bir yer bulmaya
çalışıyor, hem de bunun sonunu nasıl getirebileceğimi düşünüyordum. Aniden kafasını eğip pencereden içeri giren
aslan kafalı ve alev renklerinden dev yeleleri olan bir adam bana hiç
konuşmadan bir şeyler söyledi. Söylediklerini kelimelerle olmasa da her nasılsa
kafamın içinde duydum ve aslanın söylediğini
yapıp tablonun tamamına bakıp, ilk defa herşeyi görünce, bütün renkler
canlanacaklarmış gibi parlayıp ıslak bir esneklikle kımıldadılar. Böylece ani
bir ilhamla kalkıp koşmaya başladım ve
bir sirk aslanı gibi tablonun içine atlayarak renklerin içinde kayboldum.
Renkler birbirlerine karışıp beni kabul etmeyecekler gibi bir an esnediler,
hareketlendiler, sonra bir suyun içine dalar gibi orada uyandım. Etraftaki herşeyin de tablodaki renklerden
yapılmış olduğunu gördüm. "Bunlar ışığın
renkleri" dedi Marla sonra. "Başka renkler de vardı ama şimdi hatırlamıyorum"
Bense Marla gibi kendimi
rüyalardaki ilhama doğrudan kolaylıkla ve cesaretle bırakamadığım için bütün bir gece elimde
dünyanın kalbini tutarak akıllıca bir masal kurmuştum; ama ona anlatmaya başladığımda söylediğim
kelimelerin dün gece aklımda dolaşanlarla hiç ilgisi olmadığını farkettim.
Ona bu değişik masalı
anlatırken birgün beni ona ulaştıracak anahtarı da oyup biçimlendirmekte olduğumu ise
hiç bilmiyordum.
Marla'ya anlattığım masal
Bizden çok uzak bulutların,
çok
uzak gökleri kapladığı, kuşların ruhundan üflenmiş gemilerin yıldızlarda uçuştuğu,
evlerinse gemiler gibi suların üstünde
yüzdüğü tuhaf ülkelerin birinde unutulmuş bir masal kahramanını arayan genç bir
adam varmış. Çünkü o kendisine günün birinde anlatılan olağanüstü bir masalın
sonunda daha önce yapmadığı bir şeyi yapıp şöyle sormuş "Peki ama daha
sonra ne olmuş" Masalı anlatan peri "Birbirlerine sarılıp atın üstünde kimsenin onları bulamayacağı yerlere
gitmişler işte" diye şaşırmış. "Peki çok çok sonra" diye uzatmış
adam. "Sonsuza dek mutlu olmuşlar" diye yarım yamalak bağlamak
istemiş peri ama bu unutulmuş masalın kaybolan kahramanlarını aramaya o gün
karar vermiş. Farelerin, bulutların, çimenlerin konuşupta hepsinin sesinin
birbirine karışmadan duyulduğu bu yerde kimse ona ne olduğunu bilmiyormuş. Az
gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş, birde dönüp bakmış
ki, bir arpa boyu yol gitmiş. Yeniden yola koyulmuş dağlar tepeler aşmış,
ovalar, nehirler geçmiş, sonunda kaybolan şeylerin kaybolduğu ülkeye gelmiş. Bu
ülkede dümdüz uzanan çimenliklerde günlerce yürümüş. Güneş bir an kaybolmamış,
havada ne tek bir kuş ne de bir bulut görmemiş, çimenlerin yeşilliği azalıp çoğalmamış,
hiçbir ormana varmamış, alabildiğine uzanan çimenlikte günlerce yürüdükten
sonra bir su birikintisine gelmiş, ancak sular buradan sonrasını ufka dek
kapladığı halde derinliği ayağını dahi
aşmıyormuş. Varsın aşmasın demiş yürümeye devam etmiş, suların üstünde uyuyup,
kararmayan gök altında suların üstünde koşmuş, sonunda kaybolan şeylerin burada
da kayıp olduklarını anlayınca demek ki şimdi gerçekten de kayboldum diye iç
geçirmiş. O ana dek esmeyen rüzgar, o anda esmiş gürlemiş ve onu uçurup bilinmeyen ormana taşımış. Rüzgarın fırlattığı
yerden doğrulurken etrafını saran renkli kıyafetli flamalı ve zırhlı süvariler 'Ne işin var bu
yerde' diyerek onu alıp
padişah'ın karşısına çıkarmışlar. Padişah bu yabancıyı sabırla
dinledikten sonra 'Böyle boş işlerle uğraşanların
sonu iyi olmaz' diyerek aklı başına
gelsin diye zindana attırmış. Taş zindanda bakmış ki bayat bir yarım somun ekmekle su var. Uyuyup uyanınca yerim diye haline
çareler aramaya koyulmuş. Aradan on yıllar belki yüzyıllar geçmiş, sakalları
uzamış, beyazlaşmış, beli bükülmüş, gözleri çökmüş ama zindana attıklarından
beridir onu yoklamaya gelip giden olmamış. Böylece geçen zamana yenilip uykuya
dalmış, uyanınca yanıbaşında hala yarım somun ekmekle su
bulmuş, onları yemiş, sabah olduğunu anlayıp zindancıya seslenmiş ama ses çıkmamış.
Kapıyı ittirmiş ki açık. Zindancının baltasını sırtına vurup, taş zindanların
içinde rüzgarın uğultusu arkasında kendi ayak seslerini dinleye dinleye yürüyüp
çıkmış ki dışarıda sadece harabeler var. Yıkılmış evlerin arasında devrilmiş
kuleleriyle saray kalıntıları bile ancak seçilebiliyormuş. Bütün yıkık duvarları
yosunlar, ağaçlar kaplamış, türlü değişik hayvanın yuvaları olmuşlar. Geçen zaman içinde büyüyen ormansa her yanlarını çevirmiş, herşeyi çepeçevre sarıp
kuşatmış.
Yaklaşan geceden korunmak
için
zindancının baltasını harabeler meydanında kuru bir ağaca vurmuş, ağaç
devrilmiş, üstüne oturup dinlenirken mavi şekerkuşu görünmüş eşiyle birlikte, 'Sen yuvamızı yıktın, yuvamızı niye yıktın?' diye sormuş mavi şekerkuşu ona. Masalın kahramanıda o
ana dek başına gelenleri bir bir sayıp dökmüş. Mavi şekerkuşu bu ak sakallı
beli bükülmüş adamın haline acımış ve ona şu masalı anlatmış:
Mavi şekerkuşunun masalı
Gayet ölümcül bir hastalık
olan ihtiyarlığa tutulup ölmek üzere olan zengin bir adam doktorlardan umudunu
kesince karısı ona uzak diyarlardan bir çingene çağırmış. Çingene zayıf ve
süslü atlarının çektiği arabasının arkasında uzanan yakışıklı genç bir delikanlı
ile çıkagelmiş. Cinler çingene aracılığı ile ihtiyarla konuşup ona şöyle
demişler; işte sana karasevdaya düşmüş ve ölme arzusuyla yanıp tutuşan bir
delikanlı getirdik, böyle bir arzu ile bu beden nasıl uyuşabilir? Sense ne
kadar yaşam dolusun ve güçlüsün oysa bedenin çürüyor çok yakında seni terkedip
toprağa karışacak. Bu garip çingene kuluna bir küp altın verki ruhlarınız genç
adamla yer değiştirsin, senin yeni bir yaşamın olsun, o da arzuladığı ölüme
yaklaşsın, isteğine kavuşsun. Çingeneyle birlikte dışarı çıkan genç karısı,
arabada boylu boyunca uzanmakta olan titreyen bir deniz gibi ışıldayan, nadide
taşlar gibi parıldayan bu genci görünce birdenbire aklı başından gitmiş. Bu
öyle yakışıklı öyle zarif ve güzel yüzlü bir delikanlıymış ki hemen kocasının
hasta yatağına koşup derhal bu teklifi kabul et sevgili kocacığım diye
seslenmiş. İşte dualarımız kabul oldu sonunda, işte kader bizden yana döndü, bu
bizim için düğün şenlik günüdür, demiş. Ancak ihtiyar
adamın içine karanlık bakışlı çingeneden de karısının bu sevincinden de bir
kuşku düşmüş. Yinede ne yapacak ne kaybedecek bir şeyi kaldığı için gözlerini
yumarak razı olduğunu bildirmiş. Karısı çingeneye bir küp altın vermiş,
çingenede getirip genç delikanlıyı yatak odalarına yatırmış. Çingene kırbacını
şaklatmış atlarıyla uçup gitmiş, yaşlı adamda onun önünde mutlu halde
birbirlerine sarılan bu çifti görmeye dayanamayıp ölmüş. Genç karısı delikanlıyla
gününü gün etmekte, adamdan kalan paraları bolca saçıp dökerek eğlenmekte imiş. Birgün şarabı fazla kaçıran
yakışıklı delikanlı çalgıcıları gönderip genç kadına "Ey güzel
sevgili" demiş "bu kahır içimi fena yakıyor, doğrusu çingene seni
kandırdı" diye itiraf etmiş. Genç kadın da adamın sözünü tamamlamasını
beklemeden kıkırdayarak "Yüreğini ferah tut yakışıklı delikanlı zaten ben
ayağı uğurlu çingene bir küp altın ister
istemez bunu anlamıştım, ama arabada seni görünce içim içimden geçti bir hoş
oldu, böylece sana sarılmaya razı oldum" demiş. "İçim bu kelimelerle
iyice dağlandı hanımım" diye sızlanmış genç adam. "Bil ki Allahın bir
hikmetiyle çingene seni kandırıp gitmiş olmasına rağmen bütün dualar kabul
oldu. Kara sevdaya düşüp ölümü dileyen genç adam benim bedenimle mezara gitti,
bende onun bedeniyle hayata döndüm, çingene altın küpü aldı, sende görüp beğendiğin
gence kavuştun" dedi. Genç kadın ona inanamayınca eskiden birlikte yaşadıkları
pek çok olayı saydı döktü de sabahın ilk ışıklarında genç kadın yalvarıp yakarmaya kendini affettirmek
için değişik hileler, oyunlar oynamaya kalkıştı. "Sen bu girdiğin yoldan sıkılır
da vazgeçersin, gönül darlığına uğrar da sızlanmaya girişirsin diye seninle
birlikte oynadım güldüm çaldım söyledim ama gerçekte içimden kanlı yaşlar aktı,
sana güzel bir dille işin doğrusunu anlatayım diye söze başladım ama lafı da ağzıma
tıkayıp herşeyi bir bir anlatıverdin, doğrusu senin yerin cinlerin elinde
oyuncak olmuş olan çingenenin yanıdır" deyip onu üç kuruşa çingenelere
satmış. Onlarda panayırlarda onu çadırın içine sokup bir küp altına kocasını
satan kadın burada diye ilan edip kalabalıktan para keserek erkekleri eğlendirmişler.
"Peki sonra ne
olmuş" dedim mavi şekerkuşuna.
"Adam hızla yaşlanmış"
dedi şekerkuşu. "öyle hızlı yaşlanmış ki bunda bir gariplik olduğunu
hissetmiş. Oturmuş hesaplamaya girişince de geçmişinde kayıp yıllar olduğunu
fark etmiş. Bazı seneler hiç yokmuş, hiç yaşanmamış. Hayatı bir tarihten
belirsiz bir tarihe birdenbire atlıyormuş. Buna hayli şaşırıp dalgınlaşıp
hesaba oturunca tam tarihleri çıkarmış ki neredeyse ondört seneye tekabül
ediyormuş. Hemen kasabanın büyücüsüne gidip durumu anlatmış, büyücü, kara bir
büyücü olduğu için ona şunları söylemiş: Bu durumda olanların çoğu böyle
şeyleri hatırlamaz, o yüzden o seneler onlardan alınıp karşılığını ödeyen başka
müşterilere satılırlar. Senin kaldığın durumda düzeltemedikleri bir
hatadan ötürü onları geri alamıyorlar,
belki sonsuza dek orada kalabilirler.
Yine büyü yapılırken muhtemelen katılmayan eksik bir şeyden kaynaklanan
aynı hata; senin de bu kayıp seneleri farketmene yolaçmış olmalı. Sana başka
seneler verebilirim, bedeli ödenebilirse elbette. Böylece ihtiyar adamı anlattığı
herşeye kolayca inandırıp uyuttuktan sonra kalan tüm parasını çalmış, sonra onu uykusunda öldürüp arka bahçeye
gömmesinin ardından onun evine gidip değerli eşyalarını ve küp küp altınlarını
toplamış.
Masal bitince yeniden
genç haline döndüğünü uzanan ak sakallarının kaybolup,
belinin doğrulduğunu görerek kaybolan senelerin kendisine verilmiş olduğunu
anlayıp mavişekerkuşuna teşekkür etmiş. Şekerkuşları mavi parıltılar saçarak
ortadan kaybolurken yer yarılmış, topraklar ikiye ayrılmış, ortasından ışıltılar
içinde aydınlık mavi bir nehir akmaya başlamış.
Gençliğine dönen, nehri takip etmiş ve ormanın kenarında karanlık, ıslak topraklı serin bir bahçeden
geçip ufak bir eve girmiş. Burası yola çıktığı evmiş ve peri ona hazırladığı
çorbayı karıştırırken "Bu defa ne getirdin?" diye sormuş. Genç adam
elindeki kapı tokmağına benzeyen ahşap merdiven korkuluğu başlığını
raftaki yıpranmış parmaklıksız deri
eldivenler, hiçbir yeri göstermeyen
parşömen haritaya sarılı duran kırık bir bahçivan makası, eski kılıç kabzaları,
kaybolmuş bir ineğin boyun çanı, yırtık ve mekanizması bozulmuş kırmızı bir
şemsiye, temiz bir mendille örtülmüş çürümüş bir elma, çelik mızrak uçları,
tavşan kulakları, paslı anahtarlar ve
başka tuhaf ve yararsız eşyaların arasına bakır kapaklı renkli kurabiye
kutusunun içine dağılmış kirli ve kırışık, bazısı katlanmış haldeki son birkaç
renkli iskambil kağıdının yanına yerleştirip çorbasını içerken, yeşil peri de açtığı pencereden uçup gitmiş.
Anlatıp bitirdikten sonra
bir an durup "Ben" diyebildim bir rüyadan uyanır gibi.
"Bu masalı hiç bilmiyordum"
"Birgün"
demişti Marla bedenini kavuran ateşin, ruhuna çöl rüzgarı gibi üflediği
tuhaf rüyalarında sayıkladığı sesiyle; "Bu toprakları terk edeceksin. Seni ay ışığında yürürken gördüm." Gözlerini açtı.
"Gölgeden başka hiçbirşeyin olmadığı serin ve karanlık ama uçsuz bucaksız
bir yerdeydin ve seni adım adım takip
ettim ama ben yoktum, sadece seni izleyen bakışım vardı; hiçbir nehrin susuzluğunu
gidermediği bir ülkenin sokaklarında dolaştım ve seni buldum, eğer bütün
kalbinle ararsan beni orada bir yerde yeniden bulacaksın, buna eminim"
dedi. "Bahçedeki su sesi ve çiçek kokuları da kaybolmamış olacak"
Kaderin yazıldığı mürekkebin rüyaların ve masalların yazıldığından daha başka
olduğunu sanıyordum o yıllarda; insan bir rüyada hiçbir şeye şaşırmamalı, ama
dalgın bir hale gelmiştim. Bana söylediklerini seneler sonra sanki uyuyunca
gördüğüm bütün rüyaların bizi kumlardan koruyan çadırın içine doldukları tuhaf
bir çöl gecesinde anımsadım. Yola çıktığımda ise aklımda bunlardan hiçbiri
yoktu.
***
yeryüzü kendi sessiz gecesini
uyuyor
sabah gri gölgeler karanlığı parçalayacak mı?
***
donmuş
suların başında oturuyorum
uğuldayan
rüzgar kar tanelerini
taşıyor
ateşin son alazları da sızlanıp sona eriyor
uçsuz bucaksız toprakları kaplayan
soğuk
beyaz bir örtü artık tek görünen
herşey
vahşi herşey sessiz
***
geçmiş ve geleceğin kader yıldızlarının saklandığı
puslu
göğün altında
hayvanlar
kuytularda
rüzgar soğuk
toprağın kalbine kükrüyor
parçalıyor ve kendine katıyor taşları
herşey vahşi herşey sessiz
Beşinci Bölüm
Kederli gök boşluğunun
iyice zayıflamış yıldız ışıklarının altında uyanık ve dikkatli bir kedi gözlerini anlayışlı
biçimde kapatıp yavaşça açtıktan sonra
aşağıdaki vadinin değişmeyen manzarasını seyretmeye koyuldu. Bana öyle gelmişti
ki bu seyir zevkinde hoş ya da elem
verici vakalarla dolu misal aleminin de içinde başka ve daha yüksek bir alem
olduğunu akla getiren, büsbütün bize özgü olduğunu sandığım bir keyif vardı.
Herşeyi kendime daha açık hale getirmeye
uğraşırken, düşünceler birbirine dolanıp beni de kendi doğdukları sisli alacakaranlığa çekip
yaklaştırdılar. Marla ve annesi aylar önce gitmişlerdi. Sabaha karşı çarşaflanıp,
yüksüz halde ama arzu edilen her ne varsa yanlarında söküp götürerek ortadan
kaybolmuşlardı. Onlar gözden yitince ben de yalnızlığa çekilmiştim. Bütün tozlu
gri kayalıklar, rüzgarlı bahçe, aşağı
varan ırmak, dağ ve gökyüzü hala yerli
yerindeydi, ancak onları birbirlerine bağlayan bir şey, bir fikir birdenbire
kaybolmuştu. Herşeyi karanlık bir
mahzenin köşelerine fırlatılmış topraktan yapılma eşyalar gibi tek tek ve birbirinden ayrı
halde buldum. Hiçbiri keşfe değer ve yeni değildi. Hiçbiri tanıdık değildi.
Eski ve bulanık düşünceler başka köklü ve yerleşik düşüncelerden süzülerek
geldiler. Toprağa sıkı sıkıya tutunmuşlardı. Berrak fikirlerse hiçbir işaret
vermeden ve köklerinin kendi bahçemde
olmadığını hissettiren bir ağacın tatlı meyveleri gibi birdenbire kaynağı
belirsiz bir ilhamla ortaya çıkıp suyun üstünde parıldayan yıldız ışıkları gibi
kayboldular. Fısıltılara karşı tetikte
ve yarım uykuda olan yarı vahşi kediye uzandım. Sıradan insanların daha
berrak ve yalın fikirlere sahip olmaları dünyanın garip işlerindendi. Soğuk bir akşam, eve dönmemi söyleyen değnekli
yaşlı teyzeye el salladım. Gitmeleri ona göre iyi olmuştu. Onlarda tuhaf haller
vardı. Sert yer yatağının soğukluğuna devrilip yattığım gece rüyamda uysal bir
at gördüm. Gür yeleli kahverengi tüyleri ışıl ışıl bir at ardımsıra geliyordu.
Dağ yolundaydık ama otlar öyle bir yeşildi ki kendiliklerinden zümrüt gibi parıldıyorlardı.
Boynuna sarılıp onu yakalamak istediğimde kişneyip şaha kalktı. Dönüp yürümeyi
sürdürdüğümde kestane dorusu at da yanımda yürüdü. Gölün içinde, uzağında ve en
derininde büyük bir ateş yakmışlardı. Alevlerin alazları tutuştukları dipten
suyun yüzeyine köpükler halinde çıkıp parıldayarak kayboluyordu. Kıvılcımları
gölün yüzeyinde tek tek belirip zayıf mehtap ışığıyla karışıyordu. Karanlık bir
gecenin içinde yalnız başıma yürüdüğümü anımsadım. Geçmiş ve gelecek duygusu kaybolmuştu. Ateşin başında yüzleri
görünmeyen pek çok kişi hareketsiz ve konuşmasız duruyorlardı. Yaklaştım ve
yanlarına oturdum. Gölün derininde yakılan ateşi tepe yamacından seyreder gibi görmem
gerekirdi fakat yaklaştığımda aynı toprağa dokunuyorduk, gölün içindekilerle
ben aynı yerdeydik; rüyanın içinde buna şaşırmamıştım. Tıpkı toprağın içinden kıvrılarak
çıkan bir ağaç, büyük lacivert bir fil ya da yarısını koparıp oltanın ucuna
taktığım halde diğer yarısı kaçıp giden toprak solucanları gibi önce biraz şaşırmış sonra hemen yeni
duruma alışmıştım. Geçtiğim ormanın kenarında olduğumu ise ateşin yanına
yaklaştığımda fark ettim. Mavi göl şimdi hemen önümüzden başlıyordu ancak otlar
eskisi gibi parlak değildi. Ateşin başındakiler
hareketsizdiler. Beni takip eden kahverengi at tekrar kişnedi ve toynaklarıyla
gevşek toprağı eşeleyip neşeli bir tavırla üzengisi eyeri takılı halde olduğu
yerde dönüp arka ayakları üzerinde hafifçe doğruldu.
Şeyh'e göre zan ifade edildiğinde
hükmünü yitirir, rüyalar yorumlandıklarında işaretlerini kaybederlerdi. Gördüğüm
rüya sahih, anlamı benim için açıktı. Rüyalara sadık kalınırsa sabit ve hakikat olacağı aşikardı. Bu yüzden
Şeyh'ten yola çıkmak için izin istemek üzere kapısına gittim. "Batan
güneşin peşinden koşacak denli sabırsızsın" dedi. Yalnızlığa çekilişimse,
riyazetin hoşluğunu keşiften değil, güneşin kuvvetini kudretini idrakten uzaklığımdandı.
İçimdeki ateşin kalabalıkla sönebileceği vesvesesi cahillikti. Evinin arka
bahçesinde teras teras aşağı inen topraklara bakan çardakta, geniş yapraklı ağaçların
ördüğü gölgelikte belki başka hiddetli sözlerde edecekken, yanındaki tanımadığım
çoğu ihtiyarlara 'bu böyledir' gibilerinden bir işaretle çokça yaptığı gibi Basra'da geçirdiği
senelere döndü. "Halkın nefesiyle kuvvetlenen yanmanın hoşluğuyla
kendimden geçtiğim bir vakit" dedi. "öyle bir sarhoşluk anında, onların
da yanıvereceğini ağzımdan kaçırıp bunu böylece söyleyiverince bunda bir
kötülük var sanmışlardı. Sonra orada tehlikeli hale düşünce, beni taşlayıp
ezmesinler diye Basra'dan kaçtım. Şiraz'a yürüdüm. Ulu bir şeyhin methini duyup
ona iktisab etmeye yol arardım. Kaçmak zorunda kalışımı kendime vesile edip
onun izini sürüp Bağdat'a vardım. Kente girmeden nehirde yıkandım, kıyafetlerim
kuruyunca öğle vakti sora sora namaz kıldığı camiyi buldum, onu bekleyen pek
çok kişi vardı. Bazısı halini arz edip dua ve öğüt almaya, bazısı sadece
görmeye gelmişti. Nihayet camiden çıkıp evine gidecekken lutfedip bize döndü
sonra beni işaret etti de "Ona ne istiyorsa verin" diye buyurdu. Yanındakiler
hareketlenince aralarından sıyrılıp mübarek elini tuttum, dizlerimin üstüne
çöktüm de "Beni böyle kovma" diye gözyaşlarımı yoluna serdim.
"Ben ne isteyeceğimi nereden bileyim"
Sonra beni kabul etti ve ardına düşüp Nişabur'dan, Herat'a, Belh'e dek
gezip durdum. Sana git desem parmakların ucunda sıçrayıp at bineceksin ama ben seni daha baharda Payitaht şehrine
göndereceğim" dedi. Karışıklıkta asilik eden iki beyin at binip kılıç
kuşanmış erleri büyük ve süslü çadırlar kurdukları ovada mağlup olmadan evvel,
Kırman aşiretini basıp ehlileştirilmiş yılkı atlarını çalmışlardı; etraflarına toplayıp silahlandırdığı
adamları kaçırdıkları atların üstüne
bindirip cenge çıkarmışlardı. Beylerin
kuvvetleri akşama varmadan mağlup edilip dağıtılmıştı ancak
Payitahtın gönderdiği Sinan Paşa, geri dönerken aşiretin atlarını da yanında alıp
götürmüş, seksenden fazla at Payitahtın sınırlarında ortadan kaybolmuştu.
Said'le beraber atların akıbetinden
haber sormak için yola çıkacaktık. Sinan paşanın adamları tarikatten yollanan
ulağa durumu arz etmek için zamanın geçip ortalığın yatışmasını bekledikleri
haberini göndermişlerdi. Velhasılkelam Şeyh, bahardan önce yola çıkmamıza rıza
göstermeyecekti.
O yıl kış erken başladı
ve çabucak
bitti. Bunaltıcı bir sıcak ortalığı kavuruyordu, sıcaktan gevşemiş ve pörsümüş
meyvelerle dolu tabağa uzandım. Aklımda vadiyi geçtiğimizde önümüze açılacak
geniş sarı bozkırlar, kestane dorusu atlar, Marla'nın çizdiği özel bir işareti
arayacağımı sandığım liman iskeleleri, yüksek ağaçlı yeşil geniş ormanlar,
biçimli taşlarla örülü dar yolların vardığı geniş meydanlar, yanmakta olan
ahşap binalardan ateş açılan sokaklar
vardı. Vadiden yol için hazırlığın
tamam edildiğinin işaretleri, belli sayıda yanyana ot demetleri yakıldığında Şeyhin karşısına çıktım.
Serin gölgelikte ikram edilen şerbeti yudumladım ve hemen konuya girdim. Bizi
bir aralık yalnız bıraksa da henüz on yedisine yeni vardığını söylediği büyük kızının
yüzüne bakmayı daha önce yaptığım gibi reddettim. Son haftalarda oluşan
sessizliklerimizden kendince bir mana çıkarmaya yaklaştığından parmağımı kulağıma
götürüp dikkatle karıştırdım, hep yaptığım işmiş gibi kendiliğinden kuşağıma
götürüp parmağımı sildim, halıda dolaşan
ayağı çabuk kalın kara kabuklu bir böceği halının üstündeyken ezdim,
nihayet ahşap dar pencereden verimsiz ince fidanın cılız meyvalarına baktım da
"Ayvalar olgunlaşsa artık" diye densizce bir laf ettim. Ettiğim
laftan çok memnun olmuşum gibi yılışıkça gülünce iki eliyle üstünden, karnına
yapıştırarak tuttuğu boş tepsiyi, yarı dolu soğuk çay ve köpükleri ağızlarına
yapışıp kurumuş ayran bardaklarıyla donatıp çıktı. Alçakgönüllü kavalımı görmek
istemediğini açık ve sert biçimde söylediğinden beridir bu konuyu hiç açmıyordum.
Kaynağından içtiğim acı ve soğuk su dişlerimi acıtıp, ayaklarımı uyuşturmuşken,
'Çok ufaklar' deyip ağlamaya koyulmuştu. Eğer o tarafa bakarsam kamburlaştıkça
kamburlaşıyor ve ben neye benzediklerini anlayamıyordum. Şeyh, ahırından seçtiği sağlıklı, güçlü atla birlikte, vadiye indiğimde aşiret büyüğüne
sunacağım ince bir pirinç ibrik, iş görür büyük bir bıçakla, bir tekini bile
harcamanın nasib olmayacağı birkaç kese
altını da eyerin yanına gelişigüzel astı.
Uzun ve hayli müphem ifadelerle süslenmişse de icazetname yerine ancak
geçebilir mektubu katlanmış halde elden verirken, imparatorluk topraklarında çoğu tarikatın
evinde konaklayabileceğim ve yardım edileceği hususunda güvence vermekte sakınca
görmedi.
"Yalnız başına kalıp insanlardan uzakta
okuman için verdiğim risaleleri anımsıyor musun?" dedi. Onları anımsıyordum. "Mektupları ulaştırırken
gizlice ve büyük bir merakla okuduğumu sanırdım" dedim. 'Herşeyin zamanın
içinde ortaya çıkıp zamanın içinde çürüdüğüne' dikkat etmiş miydim? Hayır anlamında
başımı salladım. Hatırlamıyordum. Bu değişik
fikrin içinde doğup çok ötesine varan başka bir söz söyledi. Eğer zamana bağlı kalırsam zaman içinde
çürüyecektim. Her nasılsa zamanın dışına çıkmak zorundaydım. Kendi zamanımın. Dışına
çıkmalıydım. Orada saatlerin olmadığı tam bir sessizliğe ve boşluğa açılan, bütün varlığı taşıyan zamansız bir kapı olmalıydı.
Birgün belki hiç birşeyi yadırgamadan içinden geçip gidebilirdim. Şeyhi o gün
son defa gördüğümün ayırdında değildim. Aklımda yan yana tutuşan kuru ot
demetleriyle, güçlü kara atın sırtına vurulmuş sade ve sağlam bir eyer
vardı.
Acele etmemden rahatsız
halde kaderimizde ne yazıldıysa onu yaşayacağımızı anımsattı son defa kısık,
dalgın, tanımadığım bir sesle. Buna benden daha fazla inanıyor olması garip görünmüştü o gün.
"Zamanının kalmadığını düşünüp dört nala geçtiğin pek çok yolun sonuna
varabilirsen" dedi. "Öyle bir anda geri de dönemezsin. Allah seni
heryere bir an önce varmak isteyen endişeli insanların huzursuzluğundan
korusun. Onların içlerinden çürümüş bir kararsızlık ve bozgunculuk havası
tüter. Hırslarından gözleri yaşarır da, imanlarından ağladıklarını sanırlar."
Kulağımı iyice açıp dinleseydim o gün daha pek çok güzel şey duyabilecektim.
Ancak aklım Marla'daydı ve güzel Marla uzaktaydı
Altıncı Bölüm
Çıplak ve serin ovaları
arkamızda bırakırken gün ağarmaya başlamıştı. Altımızda ağır yüklenmiş
olmaktan gergin ve uzun yola alışkın olmayan kestane dorusu genç atların
huzursuzluğuyla, kıyıları taşlıklarla çevrili serin ve yeşil çaylardan geçtik.
Uzun zamandır indiğimiz yokuşun sonuna vardığımızda, büyük ve sessiz bir kayanın
üstüne oturup pişirdiğimiz ekmeğe kalan son keçi peyniri topağını da katık
ettik. Etlerini sıyırıp ağzımızda çevirip durduğumuz iri ve kart kara zeytin
çekirdeklerini dilimizin üstünden çayın köpüklü sularına savururken ağırbaşlı ama çok kirli büyük bir inek sürüsü suyun
berrak aktığı sığ kumluktan çayın karşısına geçiyordu. Umutsuz, kabullenmiş
bezgin bir havadaki sürünün çobanına yolu sormak için seslensekte halimizden
ürküp duymazlıktan geldi. Said belindeki
geniş yüzlü palayı çekmiş, ocağın kütüklerine savurarak saplayıp geri alıyordu.
Sakin bir yürüyüşle konuşmasız geçtiğimiz turuncu yumuşak toprağa namazlarda
yüz sürüp, dökülüp ıslanmış güneş parçalarının arasından sürdük. Bir ara Said'e
Marla'dan bahsetmek istedim ama onun hakkında ne diyeceğimi hiç bilmiyordum.
Marla'nın yüzünü aklıma getirdiğimde bir zaman özlemle kamaşan ruhum şimdi
sanki yatışıp umursamaz yahut unutkan bir hale gelmişti. İlk fırtınada
parçalanmış geminin kara demir çapası derinlerde gevşek kumlara saplı kalmıştı
da ne tutunabileceği bir gemi gövdesi ne
de suyun içinde salınıp durabilecek demir zincirin ucuna bağlı lif lif olmuş halat parçaları vardı artık. Neler olduğunu anlayamıyordum. Marla'nın
benim için ne anlama geldiğini belki unutuyordum ve yokluğuna alıştığımı
hissettiğim böyle zamanlarda gök boşluğunu
dolduran bütün o değişik yıldızların ve denizlerle ayrılıp dağlarla
yükseltilmiş yeryüzünün geri kalanının neden var olduğu benim için hiç açık değildi
artık ama bunları düşünmüyordum
da. Hissettiklerim çözülüp sanki yokluğa karıştıkça yola çıkmamın vesilesi olan
at sürüsünün akıbetini araştırmak beni, asıl amacım olan Marla'nın izini
sürmenin ve birgün belki yeniden onu bulabilecek olmanın yerini almaya
koyulmuştu. İçimde olup biteni değiştirmeye yanaşmadan sadece güvenli bir
mesafeden merakla ve anlamaya çalışarak seyrettiğim günlerin birinde Said, at
yetiştiriciliği ilminin inceliklerini öğrenmek üzere gidip aralarında yaşadığı araplardan gördüğü garip bir oyunu biraz da dalgınlığımdan sıyrılıp
meşguliyet kazanmam için bana da öğretmeye çalıştı. Paşa'ya giden hediyelerin
arasından bir avuç biçimli mermer taş çıkarıp
toprağa çektiği uzunca düz çizgilerin içinde beliren yanyana karelere taşları dizip yerleştirdiği bu tuhaf oyunda hoplayıp atlayan atlıların,
üstünde ok atıcılarının bulunduğu fillerin, bir yolunu bulunca hemen
kalelerinden fırlayan savaş arabalarının,
ön saflarda çarpışan cesur
piyadelerin gidecekleri ve gitmeyecekleri yerler hep belliydi. Onların bu sade halleri ve basit yaşayışları öyle hoşuma
gittiki mermer taşları toprağın üstünde oynatıp dururken bu hareketleri sonunda
ne için yaptığımızı aklıma getirmeden
gelişigüzel oynanılan hamlelerin sonunda daima şahımı Said'e kaybettim. Uzun ve
az yapraklı pek çok ağacın birbirine geniş aralıklar bırakarak hayli mesafeli
ve tek başlarına durdukları sararmış bozkır sona erdiğinde, sıcak öğleden
sonlarında altlarına çekilip gölgeliklerinde uyuduğumuz alçak tahta çitlerle birbirinden ayrılmış
geniş bahçeler içinde meyve dolu ağaçlar başlayıp dar aralıklarla sıralandılar.
Bazı ağaçların rüzgarı beklemeden silkinip, iki yana sallandıklarını ilk Said
görüp bana işaret etti. Yolun sol yanında keskin kenarlı tozlu mor kayalıklar
başlamıştı. Yorgunlukla devrildiğimiz yerden paramparça olup aşağı dökülmüş
sivri kaya parçalarının ve düşerken kopardıkları bir zamanlar kendilerine
tutunmuş toprakların ve kurumuş ağaç köklerinin vardığı yığıntının önünde genişçe yayılmış beyaz ve
gri kumlu boş ve lekesiz kumsalı seyrettik. Aşağı inen ya da yukarı varan
hiçbir yol yoktu. Sular boş beyaz kumsalın pürüssüzlüğünde ilerleyip genişçe yayılıyor sonra derin bir nefes alır
gibi ya da gizli bir el onları yeniden toplar gibi arkasında ıslak geniş bir
yay çizilmiş halde bırakarak denize doğru
geri
çekiliyordu. Bazı geceler etraftan gizli bir yere kapatılmış insan haykırışlarına
ya da bazen yankılanan heyecanlı fısıldaşmalara
benzeyen tekin olmayan seslerin tedirginliğinden ay ışığı izin verdikçe kalkıp
yavaşta olsa at sürmeye devam edip, gündüzleri gölgelerde uyuyorduk. Eşkiya
korkusundan tehlikeli dönemeçlerle kesilen asıl yolu yarım gün için terk edip
ormana daldıysakta yüksek ağaçların kapattığı loşlukta erken gelen gecenin
içinde yaktığımız ateşin etrafından avlanmak için dahi ayrılamadan, her nefeste
tedirgin edici sesler doğuran ve sanki
ormanın
içinden yayılan ve geri çekilmeyen koyu karanlığın ardından güneşin üstümüzdeki sık dalların arasından sızdığı ilk saatte
yeniden yola koyulduk. Burada avcılara alışkın gri kurtları barutu bol birkaç
gürültülü tüfek atışıyla kovaladığımızı görünce vurduğumuz iki iri tavşanı da
çevirip hemen pişirebilmek için bir geceyi
daha ormanda geçirmeye razı olduk. Said, aşiretlerinin bir araya toplandığı
cirit oyunlarının birinde yakın savurduğu
mızrağıyla atından düşürdüğü genç bir adamın apar topar taşındığı çadırında
birdenbire öldüğü haberini aldığında akrabalarının hışmından korunmak için daha
önce de ormana kaçıp günlerce tek başına kalmıştı. Kuru dalların ateşi
büyüdükçe kırılıp birbirlerinin içine yıkıldığı, kozalakların çatırdayıp açıldığı,
çamların ince iğne yapraklarının köklerine dek kızıldan kırmızıya yaklaşıp sızladığı gecenin içinde, neden
önemsediğini anlamadığım cirit oyununun değişik inceliklerini dinledim. Ertesi
sabah yüklerin tamamını benim atıma yükleyip tek başına dört nala ileri sürdüğü
gür yeleli küheylanının bir yanından öbürüne yatıp, zaman zaman yere dokunacak kadar aşağıya çekilip tekrar
eyerinin üstüne geri geldiğinde bunun benimle ilgili olabileceğini düşündüm. Çocukluğa uzanan arkadaşlığımıza karşın onunla
çokça konuşmadığımdan hayli ciddiye aldığı marifetindeki üstünlüğünü kanıtlama
gayretine giriştiğini üstünkörü sezebiliyordum. Atın üstünden hareketli
haldeyken isabetli ok fırlatabileceği iddiasının içinde, birkaç yaşta benden
büyük olduğunu şöyle bir geçirip işi kılıç kılıca çarpışmaya dökmek üzere uzun
palasının keskinliğinde, benim için de birşeyler aranmaya başlamasından hayli rahatsızlık
hissettim. Sonunda yayımı güçlükle geri alıp palasını da kuşağına geri sokmaya
ikna edince yeniden yola devam ettik.
Sürdüğümüz patika, tamiratından umut kesilmiş eski tekerleklerin, bulanık
acı sular çekilen çıkrıksız dar toprak kuyuların, küllerin arasına gömüp yemek
pişirdikleri kırık testilerin sıralandığı
yıkık dökük bahçelere yayılmış, tedirgin ve yaşlı insanlarla dolu ufak bir
köyün ardından kıyı şehirlerine götüren geniş yola vardığı sabah, billur çiy
taneleri, çınar ağaçlarının geniş yapraklarında, çimlerin üstünde ve sert toprağı işlerken paralanmış çiftlik
malzemelerinin soğuk demir kenarlarında, uğraş meydanında çekilmiş kılıçların
kutsal ışıltıları gibi parlıyorlardı. Sahile yakın kasabaların büyük ve çiçekli
bahçelerine bulutlu, gri ışıklı serin öğleden sonralarında çıkarılan bakır
renginde semaverleri gördüğümde gözlerim gerçekleşmesiyle hiç ilgilenmediğim değişik
hayallerle yüklü çocukluk günlerimize özlemle buğulandı. O zamanlarda
kardeşlerimden çok uzakta, bulanık bir su birikintisinin başında, tarladaki ekinlerin arasında ya da ormanın
yaşlı ağaçlarının kalın ve pütürlü kabuklarının içinde hareketlenen karıncaların
bazen sert kabuğun ufak tünellerinde kaybolup ellerinde dikkatle taşıdıkları
parçaları düşürdüklerinde bütün yolu yeniden geri dönmelerini seyrederken, hiç
düşünmeden hemen ve her zaman bizi mutlu eden saflığın ve yalnızlığın sırrını
hiç araştırmazdık. Çocukluk günlerinde bırakılmış olan herhangi bir anın tamlığı
ve arayışsız mükemmelliği şimdi, bir zamanlar tatlı bir keyif içinde kurulmuş
düşün sonradan hatırlanması gibi uzak ve imkansız görünüyordu. Yine de zamanın genişleyip yavaş ve berrak aktığı o anların geçmişte bir
yerde değişmeden kalacaklarını bilmek, erkenden ölen ve şimdi Allah'ın yanında
ve esenlikte olduklarına inandığım kardeşlerim gibi gönlümü hoş tutuyordu. Bize alışmış ve hayli uysallaşmış
atlarımızla yeşil dar patikalar, sarı
bozkırlar ve ilerledikçe iki yana savrulan sığ ve yeşil çaylardan geçtiğimiz
yolun son günlerinde denize varan derince
bir nehrin iki yanına balıkçıların kayıkları çekilmişti. Nehrin vardığı kumsalın yanındaki
yol ilerledikçe genişleyip yukarı doğru yüksekçe bir patikaya savruldu. Atların
önünde yürüdüğümüz zor yolun yukarı tırmanan her adımında tek ya da iki katlı
mavi pencereli küçük beyaz evler başlayıp aşağıya deniz kıyısına dek
dizildiler. Toprağın geniş teraslarına yayılmış ufak evlerin pencereleri geç
saatlere dek gecenin içinde yıldız ışıkları gibi göz kırparak parıldadılar.
Derme çatma kurduğumuz kalın çadırı söken rüzgara karşı ince battaniyelerimize
sarılıp bütün gece oturduk. Sabah uykusuz ve yorgun halde yürürken karşılaştığımız
insanların yüzleri sanki daha tanıdık geliyordu ve sabah vakti liman yolunun
sakin düzlüğünde at sürerken sıcaktan bunalıp girdiğimiz denizden daha aç ve sersefil halde çıkmıştık. Payitaht
şehrine varan yolun uzunluğundan ötürü, doğru düzgün birşeyler yemek üzere
kesemize el atmayı hiç aklımıza getirmiyorduk. Akşama varmadan ulaşacağımız
şehirde bizi misafir edecek bir isim vardı sadece dilimizin ucunda. Şehir
küçük, yıkık dökük surlarının içinde kalan ahşap evleri birbirine yakın, sessiz
sokaklarında dolaşan köpekleri
korkak ve temkinliydi. Ulaştığımızda hava çoktan kararmıştı. Nöbetçiler
iç surların büyük kapılarını arkamızdan yeniden kapattılar. Geç varmış olmanın
utancıyla misafir edileceğimiz evin ahırında yatmak konusunda diretsekte, atlarımızı
bağlayıp yemledikten sonra içeri kabul edildik.
Burada yemek yenilen yerden, çay içmek üzere geçtiğimiz cumbalı
terasa dek herşey bel seviyesinin epeyce
altındaydı. Konuk olduğumuz evlerde görmeye alışkın olduğumuz sedirler burada bulunmuyordu. Sohbet arasında bu
biçimde oturarak Allah'ın takdirini kazanacaklarına inandıklarını anlayıverince minderlerde oturup boş duvarlara bakarken
memurlukların parayla satılmaya başlamasından çıkan tartışmadan sonra evin
sahibi canı sıkkın halde arkasına yaslandı. Kendisi de eski evini bağışlayarak
böyle bir memurluk edinmişti. Memurluğun kıymetinin bilinmesi için bu çeşitten
işleri hayli uzun süren yemek merasimi boyunca övüp durdu. Said havayı
yumuşatmak için bir iki defa ard arda yerli yersiz gülünce, bana dönüp
"Arkadaşın hep böyle şen midir, ne iyi
ne güzel
aman maşallah" diye mırıldandı. "Onla yolculuk pek hoş olsa gerek"
Başımla onayladım. Ağzımı yersiz açmaktan da çekinmeye başladım. Açlığımızı
unutturan garip bir sessizlik o andan sonra içimize çöküp yerleşti. Çocuklar,
kadınlar ve kızlarının yanında, onlarsa mutfakta yerde oturuyorlardı. Bir ara
ayaklanıp destursuz kapıya el atınca ortalıktan ince hafif bir çığlık atarak
kaçışıverdiler. Bahçede hacetimi görüp
gelince içeri hayli ses çıkartarak girdim. Edilen kelamlar her günkünden daha
fazla ölçüle biçile sonunda öyle bir hale ulaştık ki, bir cümle tamamlandığında
ikincisi hazırda bulunmadığında sıkıntı içinde bekliyor, akla gelen yeni
cümleyi ilkinden daha ağır bulmazsak ağzımızı açmıyorduk. Evin sahibi bu sessiz
gerilimi, bir çeşit huzur ve sukunet belirtisi saydığından yüzünde asılı
memnuniyet belirten gülümsemesiyle bir gün kavuşacağına inandığı sakin ve duru
halini şimdiden taklit ederek sabırla ve onun anlayışından yoksun olanlara
tahammül gösterdiğine inanarak duruyor ve bekliyor, arada sırada çocukların
sesi gelir gibi olsa da, çimdiklenerek kısa bir çığlıkla susturuluyorlardı.
Öncekinden daha hafif bir laf etmeme telaşının getirdiği ölçüp biçmeli sözler
arasına kuşku verici ve söylenenin anlamını çarpıtıcı suskunluklar giriyordu.
Evin sahibi bir ara kalkıverince konuşanı fısıldamaya zorlayan gerilimin içinde
Said'e doğru "Kalk gidelim yürü" dedim sessizce. "Kötü olur,
iyice şüpheli bir hale düşeriz" diye fısıldadı Said. Kapıyı da duvarları
da dinliyor olabilirlerdi. Uyuşan bacaklarımı hareket ettirip oturma biçimimi
değiştirmek için beklediğim uygun zamanı
ev sahibinin konuşmasının hararetli bir anına rast getirdim. Ona göre ezanın yahut
kitabın belli bir ezgiyle hele makamla okunması caiz değildi, çatal kaşık da
bidattı, camileri süslemek hiç iyi değildi, sonunda işi minarelerin birini bırakıp
kalanını yıkmaya vardırınca, Said'in renginin kaçtığını görüp konunun değişmesi
için ortak bir düşman arayarak yeniden yaklaşıp dostluğu pekiştirme gayretiyle
'Çember yapıp kız erkek ateş etrafında dönerlermiş" diye fısıldadı. Suratına geniş bir sırıtış yayılmıştı. Said
bir şey söylememem için sertçe baktı. "Bunlar" dedi "İsyanların da haydutlukların da hep başını çekerler ha, vurursun kellesini
gene biterler, ısırgan otular mübarek, ama çok yakında kökleri kazınacaktır
inşallah" Temennisi karşısında
sessiz kalıp, tavşan kürklerini hediye
sunup ormanda geçirdiğimiz ilk geceden söz etmeye koyulduysam da ev
sahibi yataklarımızı açıp yanımızdan kalkarken "Burada güvende olursunuz
nihayetinde" diye tuhaf bir söz etti. Neden böyle bir şey söylemişti. Ev
sahibinden öğrendiğimiz gibi sininin üstünde kalan bakır tepsiyi de kapının
önüne yere bıraktıktan sonra kapıyı geri kapatıp, içerden birkaç defa çalıp
tepsinin geri alınmasını beklememizin ardından Said destur çekip dışarı çıktı.
Dönüşünde ev ahalisinin koridorlardan can havliyle kendilerini yeniden odalara
atıp kaçıştıklarını görünce yanıma gelip "Nasıl bir delilik, gece
olmuyor" diye fısıldadı. Kalabalık kentin iç surlarının da içinde kalan en
saklı yerindeydik. Güvenliğin içinde güvende olacağımıza, korkunun içinde daha
da korkulu hale düşmüş, kapana kısılmış gibi içimiz sıkılıyor, bir an önce
buradan çıkmak, belki ormanın yolunu tutmak, karşılaşacağım yaşlı ağaçlara tek tek özlemle sarılmak istiyordum.
Gökyüzüne bakıp öğleden sonra gittiğimiz yöne yağmur geleceğini görmemize rağmen
gündüzü gece gibi karartan bulutların arasında ilk ışıklar gidip gelmeye başladığında
yola çıktık. Kırmızı gökyüzü altında şafak vakti seyrettiğimiz büyük ve
belirgin gökkuşağının haber verdiği yağmurdan
sakınıp sığınmak üzere hırsızı uğursuzu uzak tutmak için fakirlik alameti dışarıda
bırakılmış kırık dökük paslı eşyaların bahçesinde çürüdüğü perdeleri kapalı bir
evin kırık kırmızı kiremitli damının altında çökmüş bir verandaya geldik. Göz
ucuyla yaptığımız tetkikle sığınabileceğimize karar verip atlarımıza döndüğümüzde
az önce önümüzden geçip giden çocuklardan birinin çekip aldığı atın yanına astığımız
av tüfeğinin bize çevrili olduğunu gördük. Sarı kafalı gür boğuk sesli veledin
biri atın üstüne sıçrarken yerden çektiği ayağından alması gereken kuvveti
eyeri kendine çekerek almak isteyince at böğrünün acısıyla hareketlendi.
Hergelenin atın üstündeki dengesiz duruşu atı huzursuzlandırmıştı. Eli tüfekli
başka arkadaşları da onun kadar genç olduklarından eşkiyalık edebileceklerine
ihtimal vermeden eşyalarla fazla oynamayıp yerlerine bırakmalarını bağırsam da, atları, eşyaları ve Said'in nispeten daha iyi
durumda olan esvaplarını da yanlarına alıp yavaş yavaş ve kendi aralarında
konuşarak gittiler. Arkalarından
işlerine yaramayacağını söyleyerek sadece yayımı geri isteyince sarı kafalı
insaflı davranıp aşağı fırlattı. Sütübozukların gözleri cin oğlu cin gibi parıl
parıldı. Dağa doğru tırmanışlarını seyrederken "Besbelli bu muhitin sıçanları"
dedi Said. Niyetimi anlamış olduklarından okla yüklü sadağı da yedeklerinde
tutup, dökülmeye başlayan yağmura aldırmadan ağır ağır ilerleyip kayboldular.
Damın altına geri döndüğümüzde parçaladığı toprağı gerisin geri çamurun içine
gömen sağanak gökten kopup boşalmaya başladı. Said'in hayli afili ve sağlam kıyafetini
almışlarsa da, yolda defalarca yere yuvarlandığımdan eskiliği bir kat daha artıp paçavraya dönmüş olan benimkilere dokunmamışlardı.
Ona kıyafet bulmak için kafamızı pencerelerden içeri uzattıysak ta evin daha
önceden tam takır edildiğini görüp perdeleri kuvvetle çekip aşağı indirdik. Evin
içinde hiçbirşey yoktu. Tozlu perdelere sarılıp yağmura bakarken elimizde basit
bir eyer dahi kalmamıştı. Çocukluk zamanında ayaklarımızı vura vura kişneyerek
dönüp durduğumuz hallerimiz aklımda dolaşınca 'Yürüyüş sopalarımıza at
biner gibi binip uçar gideriz artık' diye hayıflandım. "Nasılsa bütün yükten kurtulduk." Verandada bırakarak
kurtardığı palasını parçalanmış ahşap çitlerden birine sapladı. "Şimdi
geri de dönemeyiz" dedi Said. Yağmur hem buraların hem mevsimin adetinden
kısa zamanda durulup kesilmişti. Bulutlar çabucak çekildi ve güneş yeniden açıp
olanca kuvvetiyle parlamaya koyuldu. Gün boyunca yürüdük. İçimde sadece
sessizlik ve rahatlık kalmıştı. Parlak ve yoğun bal rengi ışıklar içinde ırmaklar, toprağın üstünde
genişleyip yayıldıkça yavaşlıyor, ağır
ve durgun akıyorlardı. Kıyıya doğru beliren ufak girdaplarında telaşsızlık ve hafiflik su içmeye eğildiğimde
dudaklarıma dokunan serinlik gibi sanki hissedilebilir ve zaman kadar eski
birer ruhtu. Sonra onlar da dönerek uzaklaşıp kayboldular. Kurumuş çiçeklerden
ufalanmış tozlar da meltemin içinde
gözümüzün önünden uçup gitti. Toprağın üstünden süpürülmüş başka başka
renklerde kelebek kanatlarından parçalar, kavak ağaçlarından hafif bir rüzgarla
ayrılmış yavaş yavaş yağan pamukçuklara karışıyor, yere dökülmekten çok havada
dolaşmaya meyilli kar tanelerini andırıyorlardı. Kırmızı gelinciklerle kaplı
geniş kırlar, toprağın eğimiyle dalgalanıp laciverte çalan ufka dek uzanan
turuncudan sarıya açılmış sık ay çiçeği tarlaları gördük. Birbirlerine sokulmuş
iki yana sallanıyorlardı.
Nehre bakıyordum gece,
ahşap köprünün üstüne oturmuş. Seyrelmiş
ve yeşile yakın buzların renginde sakin uçan bulutların aksi düşmüştü sulara.
Ay, gökyüzünde büyükçe bir yay çizip öte tarafa kayıyordu. Önceleri canım hiç sıkkın değildi, kırgın da
değildim. Marla'yı özlemiştim, sonra o da geçti. Kırların içinden yürüyüp
gitmek, sadece masallarda anlatılan uzak ülkeleri keşfetmek isterdim. Belki
Said ya da başkaları da böyle günler yaşamışlardı da daha sonra hayatlarına
devam
edebilmek için karşılarında bildikleri bütün varlığı eritmiş bir zamanı unutmuşlardı. Hep geri kalan saatlerin bir gün zamanı gelmiş
çiçekler gibi açıldığı ve içine baktığın bir an'ı. Nasıl çalıştığını öğrenince
asla geri kapatamayıp yeniden hareketlendiremediğim bozuk bir cep saati vardı
hediyelerin altında bir yerde. Tamir edebilecek birilerini bulmayı umut
ediyordum. Ama böyle saatler elbette başkalarında da olduğunda işe yararmış. Tik tak çalışan küçük büyük bütün saatler
birbirleriyle çok iyi anlaşır ve aynı anda hep aynı rakamları göstererek
kendilerinden daha da emin olur, sonra mutlu bir hale
gelirlermiş. Saatlerin beş ya da altı olduğunu düşünmenin o
saatin insanına hep kendini güvende hissettireceğini sanırdım. Bu yüzden karşılaşmadan çok önce de arada çıkarıp bakabileceğim
cebimde duran zincirli kapaklı ufak bir saatin hayalini kurmuştum, belki o gün
geçen zamanlardaki yaşanılan gerçek şeyler gibi kurulan hayallerin de kalıcı
bir şeylere tutunamazlarsa kaybolup gideceklerini görmekten üzgün ve karamsardım.
Dalgın halde ve perişan kılıkta yürüyüp vardığımız bir başka şehirde esnafların
bazısı yanımıza gelip aç olup olmadığımızı sormadan yemeğe davet ettiler. Akşam
keçe külahlı ağır ve sakin edalı ihtiyar bir adamın kapısında durup bizi karşıladığı
kardeşliğin tekkesine kabul edildik. Ortası boş, kenarları sedirlerle kaplı
genişçe bir yerdi. Said selam saygı belirtmek üzere eğilip iki parmağını önce
dudaklarına sonra alnına götürdü. Bunu yapmakla elini öpüp alnına koymuş kadar
oluyordu. Böyle dalaverelerle de halktan biri olduğumuz halde halktan biri
olmadığımızı, davet edenlerin kılığımıza bakmadan bizi büyük özenle ağırlaması gerektiği hakkında
onlara bir fikir vermiş bulunuyordu. Said'in tutturduğu bu havadan ötürü bizi
önemli bir görevle dolaşırken soyulan yüksek
memurlar zannettikleri çekinceli bir yakınlıkla karşıladılar. Said'in bu dümenlere aklının nasıl erdiğini hiç bilmiyordum. Civarda esnaflık eden yalın
ve mütevazi bir hayat süren sade ve sakin insanların arasında takdir toplayan
bir sukunet içinde uysal bir havaya büründük. Hayatın aslında saçma denebilecek kadar basit olabileceği ilk
orada aklıma geldi. Sonraki gece devrilmiş
iri ve uzun gri sütunların arasında kamp kurduk. Şehiri adım adım arkamızda bırakmış, deniz kıyısından da epeyce
uzaklaşmıştık. Harabelerin arasında dolaştım durdum. Bu tavanı
çökmüş, duvarlarının pek çoğu yıkılmış binaların, örülü taşlarının yerlerinden
oynayıp birbirlerinden ayrılarak dağılmış yolların üstünde dolaşmış bu eski
insanlar kimdiler? Neye benzemişlerdi? Açıklıkta yalnız duran irice bir taşın üstüne
takdire değer bir çaba ve sonuna dek kaybolmamış bir hevesle büyük büyük
birşeyler kazımışlardı. Ancak bu dilden anlayanlar da
bulunmuyordu artık. Buralarda yaşamış, bu yakınlarda bir yerlere gömülmüşlerdi.
Etrafında dolaşıp bir yararı olup olmayacağına aldırmadan altına bakma
arzusuyla taşı itekleyip devirmeye uğraşırken, onların niye yaşayıp öldüklerini
düşünmeye başlamıştım. Taşı yerinden kımıldatamadım ve düşünmeye başladığım
şeyde aynı cümleyi tekrarlamaktan ileri gitmedi. Niye yaşayıp ölmüşlerdi? Sonra
bizim de isimsizlerin yanlarına uzanma vaktimiz gelince aynı biçimde unutulacağımız
fikri bende haksızlığa uğradığıma inandığımda yaşadığıma benzeyen bir
sinirlilik hali uyandırdı. Üstlerine
zaman içinde
serilmiş olan toprağı kaldırdıkça altından desenler, yazılar ve başka insanlar görünüyorlardı. Küçük taşları dağınıkça yanyana dizerek ördükleri tuhaf zeminler. Bizler ölünce
de insanların çalgı çigan, güle oynaya yaşamaya devam ettiklerini hayal edince
anlaşılmaz bir telaşa kapılıp Said'i uyandırmak istedim. Ama ne diyecektim Said'e ? Boş bir vesveseye
kapıldığım muhakkaktı ancak boş olduğu hükmümü geri tutup vesvesimi ayrıntısıyla
Said'e anlatma ihtiyacı hissediyordum. Peki başkaları arkamızdan yaşlar döküp,
feryat figan kahrolsalar ne olacaktı? Ben bunu da hiç istemiyordum. O zamana
dek bir gün ölünebileceğini aklımın ucuyla bilsem de aslında buna da pek
ihtimal vermiyordum. Geçmişi hatırlamaya çalıştığımda bazı belirsiz
kesintilerle de olsa kendimi bildim
bileli ve uzunca zamandır hayatımın sürüp gidiyor olması aldatıcı bir sakinlik ve güven vermişti. Yıkılmış
bir duvarın üstüne oturup aniden bastıran nedenini anlayamadığım telaşı
geçirmek için ne istediğimi bulmaya çalıştım. Beni ne mutlu edecekti? Ne istediğimi
bulsam, onu gerçekleştiremesem dahi, içine düştüğüm durumdan
kurtulabilecekmişim gibi geliyordu. Manastır bahçelerinde dolanan, sürekli bir
cenaze alayının arkasında yürüyormuş gibi hareket eden garip gudubet keşişleri
anımsadım. Onlar da belki böyle bir dertten muzdariptiler de sadece şifa
bulabileceklerine dair umutları kalmamıştı.
Bu gibi meselelerle çokça uğraşmamamı ikaz eden şeyhimin yolundan çoktan
çıktığımı hissederek "Said, şş Said" dedim. Ses vermedi. Sadece uyanık olup olmadığını anlamaya çalışmıştım.
Biraz daha yaklaşıp, tedirgin, korkulu, kısık bir sesle hızlıca
"Said!" diye fısıldadım. Hemen uyanıverdi. Onu uyandıranın ben olduğunu
anlamadan şaşkınca etrafına bakınırken "Şimdi biz ölmüş olsak" dedim
heyecanla. "Ne olur?" Söylediğime bir mana veremediğini görünce
"Şimdi mesela burda ölüverdik
diyelim" Onu canlandırıp uyandırmanın bir yolunu arıyordum. Kırıştırdığı
yüzünde açık tutmaya gayret ettiği gözleri güçlükle seçiliyordu. "Burayı
haydutlar bassa, boğazımızı kesip görünmeden kayboluverseler, ne olur?"
Said palasına uzanıp yerinde olduğundan emin olunca "Orası öyle kolay değil"
diye büyüklenip, kafasını yeniden atlardan çektiği yulaf torbasına gömdü.
İşte bu
yararsız düşüncelerin ilham ettiği bu defteri seneler sonra Bozatlar
Han'ın yolcularını misafir ettiği ikinci katın dar odalarının birinde bundan
birkaç gün önce yazmaya koyuldum. Aynı dinden ve aynı mezhepten oldukları halde
gemicilerine fetva çıkartıp başka milletlerin gemilerini soyduran kralın yaşadığı
o büyük adada da buna benzer bir kitabın yazıldığını orayı basıp Cezayir'deki
tersanelere çalışmaya getirilenlerden işitmiştim. Fakat, kendi başından
geçmemiş olayları, kendi başından geçmiş gibi anlatan bu zat, olayları anlatan
adama da kendinden başka bir isim uydurmuştu. Olayları yaşayan, yazan ve kitabın içindeki
adamlar hep başka başka zatlardı ama yazarken de bunu saklı tutmamıştı;
elindeki sayfaları yüzüne tutup oradakileri zihinlerinde canlandıran insanlar,
benim bildiklerimi kelimesi kelimesine biliyorlardı. Oysa hikayesinde kendini
saklamasını gerektiren bir durum da bulunmuyordu. Yakzan oğlu Hay gibi ıssız bir adada kalmışsa
da talihi onun kadar yaver gitmemiş
adada bulduğu yerliyi de köle edinip belli bir rahatlığa kavuşmuşken
kazaya uğradığı geminin bir benzeri onu
alıp götürerek adada düştüğü halden kurtarmıştı. Vakalar ayrıntılı ve gerçekte
oldukları gibi tasvir edilmişti. Gerçeğin de
olduğu gibi yazılabileceğini ilk o zaman düşündüm. Herşeyin ne ise sadece
o olduğu, kendilerinden başka hiçbirşeyi temsil etmedikleri, masallarda anlatılanlar
gibi sadece, öylesine ve belki de yararsızca ortaya çıkıp kayboldukları bir
dünya.
Yazılanlardan
başımı kaldırınca epeyce bir sayfanın birikmiş olduğunu gördüm.
Mürekkepleri kurumuş olanları üst üste koyup ocağı eşeleyip ateşi canlandırdım.
Alevlerin sarı ışığı odada dolaşırken uyuyan
güzel Marla'yı seyrettim. Gri kumsalda parıldayan ıslak renkli taşların
olağanüstülüğüne sahipti Marla. Uyurken içinde ışıklar yanan sıcak bir eve
benzerdi. Bizden hayatlarımızı geri
alabilirdi, geçmiş ve geleceğin içine sıkışmış kumları çöle geri savurabilirdi,
aslında onun yanında herşeyi unutabilirdik ve dünyanın kapılarını bize yeniden
açabilirdi. Karanlık ormanda geceleyin dolaşan rüzgarı anımsatan nefesini
hissedene dek yumuşak yorganın ılıklığına uzanıp yaklaştım. Sabahın beyaz ışığı
odaya sızmaya başladığında pencereyi araladım, ahşap çerçeve kendini gıcırtıyla
koyverip kalın derisi pul pul dökülen eski bir kitap kapağı gibi açılıp duvara
çarparak durdu. Yolu perdeleyen ardıç ağaçlarının birbirinin içine girip dolaşmış dallarından
kalabalık bir karga sürüsü havalanıp çığlık çığlığa yükseldikten sonra geniş
bir yay çizip yeniden dalların üstüne dağınıkça yerleştiler. "Burada
yanyana duran ağaçlar zamanı durdurabilir." dedi Marla. "İnsan burada
öldüğünde bunu farketmeyebilir." Marla'nın yanında olmak sadece biz
geçtikçe kaynağı belirsiz tuhaf bir parıltıyla ışıklanan kalabalık ve renkli
bir sokakta yürümeye benzerdi. İnsan şimdi bedenini kaybettiğinin henüz farkına
varmamış ruhların buralarda dolaştığına inanabilirdi. Yumuşak rüzgarın
biçimlendirdiği eflatundan laciverte koyulaşan bulutlar hiç kıpırdamadan
kuşlardan kalan bu kararlı gök sessizliğini tamamladılar. Sabahın serinliğinde
boş ve yeşil tepelere yürüdük. Yumuşak toprağın üstünde kıpırdanan yarım daire
kanatlı böcekler, ince belli iri karıncalar, kıçlarından yapışmış ters yönlere
birbirlerini çekmeye uğraşan siyah benekli kırmızı gövdeli böcekler çürümüş ağaç
kabuğunu çatırtıyla açtığımda aşağı döküldüler.
Pütürlü ağaç
gövdeleri, bakır rengine çalan kökleri yer yer topraktan çıkıp, yine toprağa
dönerken griden kahveye koyulaşan pütürlü kabukla örtülmüşler, ağaçların
yapraksız dalları sanki taşıyamadıkları bir acıyla incelip kıvrılmışlardı. Bu ağaç
artık hiçbir yuvayı barındıramayacak kadar biçimsizleşmiş, kimseyi dallarında
taşıyamayacak kadar kırılgan ve hastalıklıydı. Rüzgarın kuvvetine esneyip eğilemeyecek
kadar yaşlı ve hantal. Sert esen kuzey rüzgarından sonra önce birer ikişer dallarını
kaybedecek, ardından tüm boşluklarından içeri sızan karınca ve başka kırmızı
böcek kavimleri tarafından içi oyularak boş bir kütüğe dönecek, etrafındaki
sarmaşıklarla kaplı, yükselmiş otların arasında kaybolmaya yaklaşmış diğer ağaç
gövdelerinin yanında yerini alacaktı. Birkaç gün sonra hafif rüzgarda sarsılarak
devrilen ağacın yanına gittik. Çatırtıyla bir başka ağacın gölgesine yıkılmıştı
gece. Gövdesini böceklerin kemirdikten sonra terk etmiş olduklarını gördük.
Marla'ya, Said'le seneler önce harabelerin arasında kaldığımız o gece gördüğüm rüyayı anlattım. Kırık beyaz taş kafasını
gövdesinin üzerine yerleştirdiğimde canlanan heykelin rüyasını. Canlandığını
görüp hareket etmeye kalktığında paramparça olup dağılmıştı.
Bu kafayı toza toprağa
karışmış halde sütunların birinin yıktığı duvarın dibinde bulmuştum. Çakıl ve iri kum tanelerini avuç avuç yüzüne sürüp ovaladım. Boş
gözler, kırık bir burun, beyaz bir yüz. Gövdesini toprağın kavisinden seçtiğimde puta tapan
kavimlerin putlarından birini bulduğumdan emin halde kırık kollarını da araştırmaya
girişmiştim. Gözbebeklerinin olmaması dışında hayli bize benziyordu. Hiç
yaşamadığı için hiç ölmeyecek garip bir insan. Mermerden oyulmuş gövdesi soğuk
ve hareketsizdi. Vahşi ve yorgun bir hayvan gibi toprağın üstünde uyuyakaldım
sonra. O zamanlar gördüğüm rüyalardaki insanların hiçbiri konuşmazdı. O da
birşey söylememişti.
Gün ağarırken
Said'le beraber çağıldayarak taşkınlar yaparak sert akan nehiri
köylülerin gerdiği kalınca bir halata tutunarak güçlükle geçtik. Ateşin yanına dizdiğimiz ıslak kıyafetler
yakına sokulunca yanıp sertleşmişti, üstümüze giyilince kimi yerlerinden yırtıldı.
Kalacağımız evi ararken eski kıyafetler iyice parçalanıp paçavralara
dönünce camiye ilerlediğimiz dar sokakta
hocanın biri çevirip, "Bu kılıkta camiye girmeyin gidin ilerde
dilenin" diye kendince yol gösterdi. Hocanın bizi zahit sanmasının garipliğine
şaşmayan Said, paçavra kıyafetleri içinde dahi olsa ulvi halini hissettiren her
ne varsa kurtulmaya çalışarak oyunbaz bir sesle "Biz zahit değiliz babalık"
dedi. Kemal reisi ararız." "Reis teknesiyle denizde" dedi camiye
bitişik tekkeyi işaret ederek. "Gidin orada bekleyin bir kaç güne
gelirler"
Sonraları
'reis' bana ruhani bir sıfat gibi görünmüştü, oysa paşa ne kadar
ruhanilikten uzaksa reiste o derece uzaktı.
Zannederim bende bu fikri oluşturan yüzünü daha evvel hiç görmediğimiz
Kemal Reis'i
tekkede beklediğimiz bu birkaç gündü. Aklımın içinde koca bir kovuk
oturtup ikide uzun sarık sarmış babayiğidin
gür sakallarını çeke çeke kadırganın
güvertesinde gidip gelen hali vardı. Her bir küreği üç babayiğit kürekçinin
çektiği uzun küreklerin yanı başındaki
omuz hizasında dar bir yoldan ibaret güvertenin ortasında gidip gelirken
reis de "Ha benim aslanlarıma, ha benim yiğitlerime" der dururdu.
Mahalleleri
ortadan kaldıran büyük yangınların, sokakları dolduran kalabalıkların
birlikte sabahladıkları zelzelelerin sonrası birdenbire ortaya çıkıp kaybolan
kara ölüm salgınları, yanlış bir
yerinden kuyruğuna basılan arkası karanlık
adamlar tarafından suçlanma çekinceleriyle yapılan ürkek konuşmalar, yahut
meyhanelerde, kahvelerde toplanıp saraya, meydanlara yürüyen asker yahut esnaf
kalabalıklarından biri gibi yok yere saraydan çağrılma korkusuyla sürekli ipin
ucunda yaşayanlara çöken rehavet, endişe
ve korkuyu aşmış, kadere teslimiyet ve rıza havası, sadece tekkeye değil, bulunduğumuz bütün
muhite sirayet etmişti. Birkaç gün içinde
biz de, isyan etmek için toplanmaya bahane olan meyhane kahve türünden
yerleri kapatmak konusu açıldığında ardı arkasına destekleyici sözler etmeye
başlamıştık, evine giderken kaybolan yahut çağrıldıktan uzun zaman sonra geri gelmeyen biri hakkında
fazla konuşmanın iyi olmayacağını anlamamızsa uzun sürmedi. Sadrazam'ın gölgesi
alınan her nefesin üstündeydi. Dindirdiği çalkantılarla memleketi yeniden eski
huzuruna kavuşturduğu için yüksek sesle ona da dua ediyorduk. Artık daha kıymetli
bulunduğundan aleni ve hep beraber.
Geceleyin,
zar atmak günah olduğundan altıgen bir sayı fırıldağını çevirip fırıldağın
durduğu yerdeki noktalar sayısınca ilerlenen yılanlar ve merdivenlerle dolu bir
oyunla oyalandık. Merdiven başına
rastlayınca merdivenin sonunun bulunduğu yukardaki karelere tırmanıyor, yılanların
başının bulunduğu karelere gelince kuyruğuna dek iniyorduk. Belalı düşüşlerin,
talihli tırmanışların sonunda yüzbirinci kareye ulaşmaya çalışıyorduk ama oyun
tahtasına böyle bir kare konulmamıştı. Oyun bittikten çok sonra tahtayı
incelerken iyi kötü her karenin bir anlamı olduğunu farkettim. Merhamet'e kadar yetişemeyen nifak karesine
denk gelip düşmanlığa kadar düşüyor, gurura kapılan neredeyse en başa dönüyor,
mahva rastlayan itibara tırmandığı gibi, cefadan sefaya, mecazi aşktan ilahi
aşka, sadakatten feraha merdivenler çıkıyordu. Said kendine geniş bir oyun
tahtası bulmaktan memnun kırahathanelerin
birinden yürüttüğünü düşündüğüm ufak satranç taşlarıyla geldiğinde ceplerinden
çıkardıklarını karelerin üzerine tek tek dizdi. Çiseleyen yağmurun çivit mavisi
alacakaranlığına dek satranç oynadık.
Sinan paşa'nın
konağında misafirliğimiz sıcak karşılanmış, kalışımızı uzatabilmek, gidişimizi
geciktirebilmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Sonunda açmamız
gereken konuyu açmak icap edince Paşa'ya neşeli bir hal geldi. Cömert bir bağışa
hazırlandığını zannederken "Allah'ın güzel bir lütufla herşeyi ihtiyaç
sahibine dağıtması yerli yerine koyması Allah'ın sıfatıdır" diye konuştu yumuşak bir sesle. "Tarikat
ehli de bu sıfatlarla sıfatlanmak ister elbette ancak ben aciz bir kulum, bu atları da bana hiç kimse vermedi, ben de
size vermeyeceğim" Burada durmaktaki yararsızlığı görüp karşılıklı konak
bahçelerinin birbirine baktığı sakin ve büyük
caddeden, Kemal reisi selamlamak üzere bağlı olduğu tekkesine oradan
da ne yapacağımızı bilmez halde bir umutla kışlaya girdik. İşbilir genç bir
memur bizi dinleyip saatlerce beklettikten sonra gitmeyeceğimizi anlayınca yanına
çağırıp karmaşık yazı ve rakamlarla dolu defterine bakarak "Kayıtlarda at
yazıldığı görünmüyor" dedi. "Ama hakkınızı aramak için defterdarla
görüştürürüm, o da belki vezirlerden birine iletir" Yüklerle geldiği yeni
şehirde mallarının tümünü tek elden iyi fiyata satmayı başarmış talihli bir
tüccarın ruhani olmaktan büsbütün uzak olmakla beraber ruhani bir nura çok
benzeyen aldatıcı bir parlaklık yayılmıştı yüzüne. Çağırdığı süvarilerin
ortabaşısına "Bunlar Sinan paşanın yolladığı atlarını almak isterlermiş,
vermez de ayak diretir isek buranın ahırından kendileri toplamak isterler"
dedi. Kellelerimizin tehlikeye girdiğini hissedince Said oraya ilk vardığımızda
bize söyleneni anımsayıp atlardan gayet iyi anladığımızı ve sefere seis olarak
yazılmaya razı ve ricacı olduğumuzu açıkladı. Gündeliği dört akçeden. O kışın
büyük kısmını kışlada ve tekkede geçirdik.
Soğuğun bizi alçak tavanlı dar bodrumlara kapattığı ocağın başından ayrılamadığımız
ve hep gri beyaz ışıklar içinde anımsadığım
günlerin birinde av seven haşmetlu padişahımızın bir parsla bir yaban domuzu
avladığı haberi kışlada dolaştı. Müneccimbaşı bu işaretleri baharda yeni bir
sefer yapılacağına yormuştu.
Uzunca taş
bir köprüyü yüklerle geçen
develer vardı bu uzun yürüyüşte. Batağa saplanan topları çeken filler.
Terlemiş atlarımızı sudan geçirirken inip yıkardık, mehteran bölüğü şehirler
geçilirken susmaz, duacılar pencerelere ve sokaklara çıkar, mahşer kalabalığının
yürüyüşünde bir düzen belirirdi. Geniş çayırlığı tırmanıp mola yerine erken varıp
çadırları tepelere kuranlarla beraber yol aldık. Seyrettiğimiz hareketliliğe rağmen
yamaçlara tırmanmakta olanların seslerinin buraya gelmemesi bana Sinan Paşa'nın
evinde sessiz yenilen yemekleri anımsatıyordu. Sürekli yoklamalar yenileniyor,
yol boyu kaçıp kaybolan yeniçerilerin, yoklama listelerinden isimleri çizilip
maaşlarının kesildiği ilan ediliyordu. Düşmanın
ileri birliklerinin çarpışmasız
kovalandığı günlerin ardından nihayet kaleye doğru sert hücumlar başladığında
yivli tüfeklerden de etkili süvari oklarının zırhlarını parçalayıp düşürdükleri
genç askerler, kaleden atılan top mermilerinin açtığı çukurlardan püsküren ateş
ve toprak parçalarının arasında düşüp inleyenlerin ve çığlıkların sesini
mehteran bölüğünün gümbürtüsü güçlükle bastırabiliyordu. Duvarların önünde
biriken ölülerin üstünde parçalanıp saçılan ıslak topraktan ve dökülen kandan
kalın bir örtü renkleri artık seçilemeyen üniformalarının üzerine çekilip katılaştı.
İnşası üstünkörü olduğu için korunması
da güç olacak kaleyi parça parça Mur
suyuna yıktıktan sonra geri çekildik.
Marla'nın bıçağıyla kesip
uzattığı turuncu saç tutamı yeleğimin iç cebinde mendile sarılı halde durur ve
koşarak girdiğimiz muharebe meydanlarında beni koruduğuna gönülden inanırdım. İlk
atılıştaki Allah Allah nidaları ve sert
geçen çarpışmalardaki kılıç şakırtılarını kesen haykırışların, inen topuz
darbelerinden patlayan feryatların, gövdeleri parçalamaya çekilmiş geniş yüzlü
palaların arasında herkesten fazla yaşamak istesem de kalkan, zırh ve kılıç şakırtılarından
işitilmeyen ahlarla yere düşenlerin yanından savaş nağralarıyla meydana atılanları
gördüğümde bazen ben de cesur ve korkusuzca hareket edebilmeyi arzulardım.
Cesaretimizi birbirimize kanıtlayabileceğimiz hayli kuvvetli olduğumuz uygun
durumlarda saldırganca davranarak bunu zaman zaman başardığımı da sanıyorum.
Oysa tekkede oynadığımız oyundaki gibi cesaretten şehitliğe varan bir yol olduğuna ve
aniden bastırıp hızlanan sağanakla Raab suyu taşarken süratle dar
köprüsünden karşıya geçebilenlerin oraya vardıklarına gönülden inanıyordum. Sel
olup köprüleri parçalayan Raab suyunun ötesine
geçip düşman karşısında yalnız kalanlara erişme gayretiyle yalınkılıç
nehire atlayanlar da muhakkak bu mertebeye erişmişlerdi. Bizse düşman
birliklerinin toprak mevkilere yerleştirdikleri hafif topları atışa başlayınca
Sadrazam kuvvetlerinin hemen arkasından büyük çadırları dahi söküp toplayamadan
geri çekildik. Çekildiğimiz mevkide birkaç gün içinde yeniden yayıldığımızda
Said yeni birliklerin geleceği, anlaşma yapıldığı, padişahın birkaç gün içinde
buraya varacağı yolunda dedikodular dolaşırken bizi Girit adasına gideceklerin
arasına sipahi olarak yazdırmaya uğraşıyordu. Onyıldan fazladır Kandiye kalesi
kuşatmasında bekleyenlerin arasına katılarak her gün için altı akçe alacağımız
adada sakin bir zaman geçireceğimizi umuyorduk.
Top atışlarıyla
selamlanarak karşılandığımız Girit'te Sadrazam'ın da varmasıyla, toprak, kan ve
barut kokan şiddetli hücumlarla surlara yüklendiğimiz kuşatma
kanlı çapışmalarla şiddetlendi. Her iki yönden de akan kum tanelerinin dar bir
boşluğa doğru ilerlediği hatalı bir kum saatinin içine kıstırılmış gibi
kaledekiler sona erdiğinde surların
arkasında kalan limandan yeni gemilerle değişik milletlerden pek çok savaşçı
beliriyor, padişahın safları kale önünde eridikçe çoğu yeni toplanmış genç
askerler top atışlarıyla selamlanıp mevzilere gönderiliyorlardı. Kaledekiler
halimize yukarıdan bakıp gevşek bir hava, çözülme yahut dinlenme anının dağınıklığını
yakaladıklarına inandıklarında kalenin kapıları açılıyor ve atlarla hızlıca çıkış
yapan gruplar kamp halindekilere saldırmalarının ardından hayatta kalabilen son
birkaç atlı da dört nala kaleye geri dönüyordu. Gece gündüz toprağın altından
tünellerin kazıldığı, çarpışmaların yerin altında ve üstünde durmadan sürdüğü
top mermilerinin karanlıkta havada uçtuğu
gecelerin birinde kazılan tünellerden çıkanlara doğru burçlardan fırlatılan
oklar birbiri ardına aşağı döküldü. Said "Sıra bize geliyor" diye
huzursuzlandı. Ay ışığında yerde yanyana duran tekerlekli kulelerin arasından
geçtik. Uzun ahşap merdivenlerin taş surlara dayanmasıyla başlayan bu yeni
safhada kalenin düşeceğini sanıyorduk ancak yirmi ay daha çarpışmalar şiddetle sürecekti.
Karanlıkta kalkıp kulelerin yanından koşmaya başladık, yukarı bıraktığım atlar
ürküp kaçmışlardı. Geceleri ay ışığında rüzgarsız serinlikte yol aldık.
Gözlerimiz karanlığa nasıl alıştıysa, bir süre sonra yolun öte yanından gelen
tepe yamacına doğru gizlenmiş suyun uğultusuna, cırcır böceklerinin cırıltısına,
puhu kuşlarının boğuk ve kısık seslerine, ormanın içinden gelen uğultuya karışan
yumuşak zemindeki ayak seslerimize de öyle alıştı. Tüm bu sesler önce birleşip
tek bir ses, sonra belirginliklerini yitirip bir çeşit sessizlik haline
dönüştüler.
Limandaki,
iskeleye bağlı gemilerden birinde yatıp, bir başkasıyla yola çıkmak üzere
anlaştık. Yakında öldüreceğimizi bilmediğimiz Kaptan ve levazım subayı siyah
bir beze sarılı iki silah getirdi. Bezi öpüp başımıza koyduk ve tayfaların
önünde uğraş başında onları yalnız bırakmayacağımıza hemen orada yemin ettik.
Ancak iyi harita okuyup, mesafe
hesaplayamayan kaptan, çalkantılı bir gecenin sonunda yolunu yönünü
yitiriverdi. Korsanlıktan yetişme
denizcilerle başa çıkamayacağı gibi kaptan olmaya da vasıfları yetişmiyordu.
Onun altında olmaktan ondan emir almaktan hoşnut değildik. Kamarasında yalnız
başına içtiği, dışarı çıkıp korsan eskilerini malları tırtıklamakla suçlayıp,
limanda dolaşma izni vermeyeceği tehdidini savurduğu bir gece, levazım subayını
da yanımıza çekerek hem kuvvetli bir düşmandan kurtulup, hemde basiretli bir
baş kazanmak üzere konuşmaların yapıldığı
rutubet kokulu çürümüş tahtaların arasına indik. Yeniden yukarı çıktığımızda
silahların bulunduğu kilitli sandığın güverteden alınmış olduğunu gördük.
Böylesi bir kalkışmanın nihai bir neticeye varması için işin başında en aşağı
iki silah doldurmanın gerekliliğine inanmıştık.
Toplardan birini sabaha karşı güverteye taşıyıp kaptan köprüsünü tamamen
havaya uçurmayı teklif etti biri. Birdenbire yapmakta olduğum şeyin anlamsızlığını
farkettim. Herşey yeni ve değişik
göründü. Yoğun ve bulanık gecenin içinde
kaptan ve dört adamını katlettik.
Denizi,
güvertelerden, dolambaçlı yolların sonunda vardığı rıhtımlardan, yaşadıklarımızın
hikmetini bizden gizleyen kalın bir perde arkasından seyreder gibi, tanıdığıma inandığım dünyanın içinde biçimlerini
kaybetmiş haki ve boz renklerini dahi seçemediğim, keskin çığlıkların boğularak
ve manalarını yitirerek geldikleri, sanki masalcıların pek çok garip olayı ard
arda sıralayarak hızlıca söyleyip geçtiği
tekerlemelere dolanmış ve senelerce çıkamamıştım. Karpuzu açarken çakım
içine kaçmış, çakımı ararken elimi kaybetmiş, elimi ararken kolum içine kaçmıştı.
Sonunda kendim de içine kaçıp karpuzun içinde diyar diyar dolaşmış, büyük bir ağacın tepesinde tarlalara tırmanıp, bir yumrukta kopmuş kafamı toz toprak içinde
bir mezbelelikte bulmuş, onunla 'kafamsın, kafan değilim' minvalinde tartışıp,
sürüşüp kadı'nın önüne varmıştık.
Kara sakallı,
çocukluğumun efsanevi dev korsan kaptanını sakin ve sanki ihtiyarlamış
halde kışladığımız büyük limanların birinde buldum. Korsanlık için elverişsiz
hayli görkemli üç güverteli ve güçlü toplarla donatılmış, açık lumbar kapakları
Portekiz donanmasına özgü işlemelerle süslü direklerinin haçlarına gerilmiş
perdeler gibi duran dev yelkenleri göklere çeken onlarca adam, hayli erzakla
Akdeniz'i terk ederken üstüne ölçüp biçme aletleri çizilmiş yeşil bayrağı
indirip yerine kara bir bayrak astırdığında nedenine "Hiç" demişti.
Fazlaca konuşmuyorduk artık. Said'se eski gemide kalmıştı. Okyanusun karşı kıyısına
taşıyacağı siyah adamları yaşadıkları ormanlardan sahile doğru sürdüğümüz uzak
ülkede kaptanı ve üç güverteli dev gemisini terk edenlere katıldım. Geceleri yıldızlara
gündüzleri güneşe bakıp yön bulup ilerlediğimiz açık düzlüklerde geçen haftaların
ardından hala çölün gizli işaretlerini tanıyan
bedeviler gibi yağmurun hangi zeminde biriktiğini sezip kumu ya da gevşek toprağı
eşeleyerek bir kaç
karış aşağıda bulanık da olsa içilebilir su bulabilen vahşi bakışlı yarı yarıya kör olan Arap ve iki adamının
birbirine anlatacak pek çok hikayesi vardı. Benimse yalnız bir taneydi ve o
hikayenin de sonunu bilmediğimden yol boyunca susuyordum. Gri şafağın ayazında aydınlanan çorak ve taşlık arazilerden geçen, karanlıkta pulları parıldayan büyük kertenkelelerin ve yılanların yaşadığı
geniş ve boş düzlüklerden geçen ya da büyük ağaçların yeşil aydınlığında alınan uzun
ve sessiz yollarda. İyiliğin, saflığın ve masumiyetin güzel Marla'sının ismini sanki unutmuş
gibiydim. Onunla herhangi bir öğleden sonra su kıyılarında başlarını eğmiş
beyaz zambaklar arkamızdan
kıkırdayıp gülüşen genç kızları andırır;
bu dünyaya
ait olmadığını sandığım bir ışıkla yıkanmış yeryüzü, kuşlarını sanki birdenbire gelen
bir ilhamla aniden uçurur
ve geceyi yaklaştırırdı. Sonsuz yıldızların gecesini. Uyuyan tilkilerin ve
sessiz avcıların gecesini. Kuru yapraklar, yosun ve bazen ağaç kabuğu taşıdıkları evlerinin kapısından
bakan kızıl sincapların yaşadığı büyük ağacın gölgesindeki o vakitlerde herşey bize
ve birbirlerine sıcak ve yakın olurdu. Ama ormanın içinde ilerlerken akşam alacasında herşey yabancıydı.
Yalnız kendi bildiği sebeplerden bizi belirsiz bir sınıra dek uzaktan takip
edip sonra görevini bir benzerine devreden büyük turuncu kaplanlar, tüfeklerin
nasıl çalıştığını iyice anlayana dek üstümüze koşmaya devam eden yarı çıplak
adamlar, su içmeye gelirken sürekli duraklayıp havayı koklayan ürkek ceylan sürüleri,
ağaçlardan ağaçlara cayırtılar kopararak atlayarak hep birlikte yer değiştiren
kara tüylü, uzun kuyruklu renkli burunlu acayip maymunlar görür, birdenbire
çöken geceden kaçınmak için açıklıklarda büyük ateşler yakardık. Dalların arasına yerleşip gözlerini büyük
büyük açan iri ve gri bir baykuş boğuk
ve ulvi bir tondan şarkısına başladığında herşey vahşi, herşey sessizdi. Baykuş bilgeliğini gündüzleri olan bitene
gözlerini kapamakta bulur ve gece sessizliğinde gözlerini açtığında uğultulu sesi, çekirgelerin sızlanışlarının arasında toprağı örten yağmur suları gibi belirirdi.
Yaralayıcı keskin kenarlı kart yapraklı çalıları saklayan gür çimenlerin
yetiştiği toprağa uzanmışken onun sesinde buradan çok uzakta yaşayan bir başka
baykuşun şarkısından daha değişik bir şey bulamasakta sanki bu derin ve içli
seste ormanın ruhu bizimle konuşur ve cahilce atıldığımız tehlikelerden bizi
korumaya çalıştığını anlatırdı.
Bir defasında yarı kör
Arabın adamlarından biri ağaçların arasında ağır aksak ilerleyen kendi halinde
bir ayıyı geri çağırmak için ‘tuzaktaki yaralı tavşan çığlığı’ dediği
gerçekten acı duyduğunu düşündüren bir
ses çıkartmaya koyulmuştu. Bunu yapmadan önce
yüzünü iyice ekşiterek hazırlanıyor, biz de “ha gayret ha” der gibi
yüzümüzü hafifçe buruşturup ona bakarak destek veriyorduk. Ayı geri dönmediği
gibi eğer tırmandığı kayalardan bizi gözetlemeye koyulduysa onun nazarında
epeyce itibar kaybettiğimiz de ortadaydı. Büyük ağaçların altında elimizdeki
ateş alıp almayacağı belirsiz kötü tüfeklerle böyle bir sesten medet umarak
umutlanmış olan bizlerin üzüntü verici ve çaresiz bir halimiz olduğu muhakkaktı.
Birbirimize cesaretimizi kanıtlamaya çalışırken gerçek amacımızdan epeyce
uzaklaşmıştık.
Ama ormanın
ruhu, okyanusun taşkınlığını gördükten
sonra ihtiyarlığını bahane edip karada aramızda kalan Arap beyinin oğullarından birini koruyamamıştı.
Yeniden imparatorluğun topraklarına varmak için yaptığımız yolculukta onunla
birlikte aynı toprağa basıyor, aynı suyun çağıltısına eğiliyor, aynı kurumuş
ekmekle karnımızı şişirip, aynı manzaraya bakıyorduk; ancak rüzgarla dalgalanan
genç ağaçları seyrederken onunla aynı yerlerden aynı adımlarla geçmemize rağmen
sanki onun ayak bastığı her toprak parçası onu daha fazla aşağı çekiyor, içtiği
her yudum su zehir gibi içini parçalıyor, gülmeye çalıştığı her şaka onu daha
fazla yoruyordu. Ayağında çıkan yaralar bebek benek çoğaldı. Ormanı arkamızda bırakıp deve tepelerinde çöl
rüzgarının kuruttuğu çorak topraklardan geçerken turuncuyla kahve renklerinde kurumuş et parçaları
artık dökülecekler derken içlerinden kanlı yuvarlığımsı birer göz açtılar.
Kendinden geçmiş halde onu taşırken bilmediğimiz bir yerlere geri dönmekten artık
söz açmadığında içinden çekilen hayattan, candan da pek bir şey kalmadığını
anlamıştık. Bıçağın ucuyla dokunmaya kalmadan patlayıp dağılıyorlardı. Böyle
böyle hepsinin zehirini, irinini
iyice dışarı saldık
ancak buna rağmen sabaha doğru yüzü yeşile döndü, soğuk terler içinde uykusunda
sayıklayarak çokça acı çekmeden -Allah onu huzura kavuştursun ve toprağını bol
etsin- ruhunu teslim etti. En son ne söylemeye çalıştığını anlamaya çalışarak
yaklaşınca fısıltısı hırıldamaya dönüştü. Suratına baktığımda şaşırmış bir
ifade buldum.
Vardığımız
kentin kalabalık hanlarından birine içim acıyla kasılmış halde çökmüşken, her nefeste
yorgun bedenimi sarsan ağrıyla inlemeye koyuldum. Kısa boylu ihtiyar bir adam
yanımda ayakta durmuş bana bakar halde epeydir konuşuyordu ama söylediklerini
yakalamak güçtü. Sonra bir an nefesimi tutmuş şaşkın halde etrafa bakındım.
"İşte babacığım diş ağrısı böyle bir
şeydir, adamı tutup tutup duvara duvara vurur, gece boyu kuzu yutmuş kurt gibi
inletir. Duyanlar zevkten mi acıdan mı bağardığını anlayamazlar. Adamın biri
dişi ağrıdığı için kendisini vurmuştur. Bu gerçekten yaşanmış bir olaydır.
Dinledin mi babacığım, adam ağzını açıp azı dişine ateş etmiştir de kurşunu dişine
dokunmadan yukarı çıkıp kafasını dağatmıştır. Evet babacığım dişin ağrıyorsa
işte bu halde olursun ama herşeyin hal çaresi vardır. Ragnaktus vilayetinde hiç kimsenin
dişi ağrımaz. İşte bu kesinlikle doğru bir şeydir babacığım, herkesin güçlü at
dişleri vardır. “Orasıda neresi hiç duymadık” diye inledim. “Anlatayım babacığım
…” Anlattıklarına uygun biçimde bir fareyi ya da yılanı andırır biçimde
eklemsizmiş gibi kıvranıp duruyordu. Sanki ayakta durmak için sürekli bir çaba
içindeydi. Alaaddin'in lambasından çıkan cin gibi acı içinde çenemi ovuşturup
durunca birdenbire ortaya çıkmıştı. Ayıp olmasın diye yüzümü gözümü ondan ayırmadan
kuşağımın üstünden kesemi yokladım. “Orası buraya en aşağı iki ay uzaklıkta bir
vilayetin büyükçe bir köyüdür. Oraya varmak için iki büyük nehirden dağdan ve
düzden geçersin. Derdi tasası olmayan
insan gene yoktur nereye gidilse ama dişten yana hiç şikayetleri olmaz çünkü
neden, orada bulunan bir ağacın yaprakları iyi gelir babacığım" “Ver bakalım
deneyelim” dedim kısa keserek. “İşte üzüyorsun beni babacığım, bana rastladın
ama o yapraklar heryerde bulunmaz" Sonunda gidip getirdi. "Dişinin
üstüne koy çiğne tükür ki iyi olsun.
Tam bir uyuşukluk hissettim ki o halimden faydalanıp dişimi de söküp attılar.
Eklemsiz adam "Kalan yaprakları da sana sadece oraya gidip dönme parasına
vereceğim" deyince yol arkadaşlarımın keselerine destursuz el attım. Başımda
sadece hala zonklayan dişlerimin sancısı vardı. İçimde kara kara öfkeli dalgalar çalkalanıyor, tepelerinden kızıl ateşler kusan volkanlar
yüreğimi titretiyorlardı. Onları yok yere öldürmek istiyordum. Kılıçlarını
çekmişlerdi. Aceleyle dışarı çıktık. Üstlerine savurduğum kürekle birlikte yere
devrildiğim, dövüşü kaybettiğimi sandığım güç bir anda altın paraları vermeye
niyetlendiğim garip adamlar silahlarını ateşlediler. Kovalanan eski yol
arkadaşlarımdı ve koluma girenlerle ocağa yakın bir masaya çöktüm. Dizlerim
parçalanmıştı ama altınlarını kuşaklarından çekip almıştım. Ocağın içinde
parlayan kızılca bir demir çubuğu ağzımın içine sokup yarayı dağladıklarında
kopardığım feryatla birlikte çıkardığım rezaleti taçlandırdım. Dövüşmek üzere dışarı
davet ettiğim pek çok adam yemeklerini
alıp başka masalara geçiyorlardı. Araplardan birinin
'Köleyle şakalaşmayacaksın' minvalinde birşeyler mırıldandığını işittim.
'...şakalaşırsan, açar sana kıçını
gösterir' Deyişlerindeki bilgeliğe uygun bir serinkanlılık ve sakinlikle "Onun
şakası budur" diye bitirdiğinde
kaçtığı masalarına gidip sert bir tekme yapıştırdım, saçılan yemek ve şarap
taslarının titremesi durulmadan onları da masalarıyla birlikte ikiye biçmek
üzere geniş yüzlü kılıcıma el attım. Sonra kitlendiğim dar bir
odada etli bir kadının bacaklarını sıkıştırıyordum, kalçalarını avuçluyordum hırsla.
Çiğnediğim yaprakları yutuyor, yuvarladığım şarapları ağzımın içine döküp
çalkalıyordum. Ne neye yarıyor umrumda değildi artık. Nedenlere itikadımı
kaybetmiştim. Hiçbir nedenin hiçbir hükmü yoktu. Herşey vasıtaydı. Dünyanın
saçmalığı ve bizim boş hayatımızı yüzümüze her adımda çarpan vasıtalar. Hiçbirşey umurumda değildi.
Oysa bir şarkı
dinlemiştim kısık bir sesle sakin mırıldanan belki garip bir ninniye benzeyen. Güneşin altında uyuyakalmış
bir kızdan bahsediyordu. Uyandığımda hatırlayamayacağım kadar güzel, sarı ışıklar
yüzünde, gövdesinin kıvrımlarında geziniyordu. Ona en yakın olduğumu hissettiğim
an, kaybolup gözlerimin önünden gittiği bir andı. Rüyalar gibi hiçbir tarihe
işaretlenmeyecek zamanlardan bir zamanın içinde bir vardı, bir yoktu, dünya
tatlı bir sallantıdaydı. Söylenen şarkıyı dinlediğimi unutup bunları hayal ettiğimi
sandım. Çölün garip adamları çevirmişlerdi etrafını. Uyandırmak
istememişti hiçkimse. Böylesi bir
güzellik mümkün değil dedi aralarından biri, belki yoktu. Sarı kumların etrafında
bakar dururlardı hayret içinde birbirlerine.
Uyanırsa güzel dilber güneşin ışıklarında
gözlerini kırpıştırıp,
Kaybolurduk o vakit hepimiz birdenbire çölün sessiz kumlarına.
Kaçıp gitmişlerdi sonra
oradan, çünkü varolmak güzel. Çöl adamları
ihtimal vermezlerdi yok olmanın da çok güzel olduğuna ve uyandırmadılar. Dilber
rüyasını gördü ve çölün garip adamları yürüyüp gittiler. Rüyamda bana söylenen
şarkı sona erince, onun Marla olduğunu sandım ama o değildi. Marla hala çok
uzaktaydı. Renkler bulanıklaşmıştı, biçimler eğrildi. Karanlıkta gördüğüm
şeylerin rüya olduğunu sandım. Hiç uyanamayacak kadar çok rüya görmek isterdim.
İnce sesli bir kadının şarkısı sancı verici derin bir uğultunun içine dalıp
giderek kayboldu. Pencereden irice bir balya samanın üstüne yuvarlandım.
Büyük bir ineğin ıslak burnunu öptüm.
Gevrek, gevşek bir ifadeyle “möö” der inekler. Benim haritamın çölde ayna yapıcılarından
birinin çadırında olduğunu söylediğini duydum. Fır fır eteklerini ıslak suratımdan
çekti. Sabah uyandığımda gitmişti, sadece yedi altın param kalmıştı.
Yedinci Bölüm
Çöller birşeyler aramak için harika yerlerdir.
Geceboyu ay ışığında yürürken efsunlu bir gök yağmuru
boşanıp kumların içinde akıp kayboldu.
Rüzgar, kumlara üflediğinde ortaya çıkacak gizli bir şehiri saklar
gibi yumuşak, ılık ve sokulgan etrafımızda
dolaşırken sanki hep bir rüyanın devamını görüyordum
da ilk ne zaman uyuduğumu unutmuş gibi herhangi birini görebilmek için bile
günlerce yürünen tuhaf bir ülkede, kervan yollarına uzak kurulmuş ayna yapıcısının çadırına günlerdir yol alıyordum. Meltemin sıcaklığından,
güneşin parlak ışıklarından kısılmış gözlerle arkamdan seslenenler muhtemelen
bana işaret ettikleri kızarmış kumların koynuna doğru hızla ilerleyişimde
kaçmaya çalışır bir hal, belki makul görünmeyen
tehlikeli bir yan bulmuşlardı. Kervanın takip ettiği yolu çizen ince sırttan
inerken toynaklarına çaputlar bağlanıp geceyarıları ahırlarından kaçırılan atlar
gibi ayaklarıma sarılı paçavralar altında dağılıp çekilen gevşek ve yumuşak
kumlarla sendeliyordum. Gün batımında turuncuya alacalanan serin kum
tepelerinin arasında ardarda belirip çoğalan boş düzlükleri, ardı sıra gittiğim
kervandan ayrılıp yalnız başıma yürüyerek aştım. Çölün kıvrımlarında yükseğin
alçağın herhangi bir varlığı saklamaya hükmü kalmayınca aradığım çadırın da yakınlarda
kurulmadığını görerek umutsuzluğa kapılıyor, yürüyüşüm uzadıkça uzaklaşıyor
olma korkusuyla yıldızlara bakıyor, keçeyle kapladığım kırbamdaki ılık suyla
dudaklarımı ıslatıyordum. Ay ışığında ilerlerken önümde dalga dalga genişleyip
çoğalan düzlükler sanki yeni bir kelam etmeden önce uzun uzun susarak mısralarını kuvvetlendiren çöl şairlerini andırıyordu.
Bunlardan biri şöyle demiştir;
peçemi çepeçevre sardığım
cılız ateşin sızladığı keşif gecesinde yalnızım
kumlar içeri
doldu gözlerimi kısıyorum,
yolcu tam ve kesin yok oluşu sormaya geliyor
bana inanmıyor ve söylediklerimi duymayacak
ateşten aldığım halde yanmaya devam eden
ince ekmeğimden yesin
Birbiri üstüne örtülmüş
kat kat etekler gibi rüzgarla değişen kum dalgalarının bitimsiz uzanıp
gitmesindeki sessizlik bazen dayanılmaz hale geldiğinde onun yanan bağrında helak olup giden, adı sanı
kalmamış pek çok yolcunun aralarına paralanmaktan çekiniyordum. Bütün bunlar
belki birini ararken kaybolan bir başkasının hikayesiydi. Vahalar birbirine çok
uzak değilse de ya develerden başkasının eğilmediği tuzlu sularla kaplı, ya
kavurucu kumların boşluğu ve sessizliğiyle öyle birbirlerinden ayrılardı ki
hiçbir sözün ve hiçkimsenin hatırlanmadığı güneşin sarı çölünden ayna yapıcısı
ihtiyarı bulmaktan ümidimi kesmiş halde artık sadece dışarı çıkmaya çalışıyor,
kum denizinin kıyısına varmaya uğraşıyordum.
Çölün hafızası aynalardı. Aradığım ihtiyarı
kumların içine gömülmüş taş bir ocağın başında cam olmaya karılmış yarı saydam
kara bir bulamacı ateşin üstünde çevirirken buldum. Yarı bükülmüş beliyle
kollarını geriye bağladığında kanatlarını saklayan papuç gagalı bir leyleği andırıyordu.
Ak sakalları tütün rengine sararmış,
gevşek kurulmuş buz mavisinden
yeşile değişen çadırının yama tutmamış kaba yarıklarının
önünde yalnızdı. "Arap atıyla mı geldin" dedi bakmadan. "Uzun
yolu deve kervanıyla aldım" dedim. "Kalanı epeyce yürüdüm tek başıma.
Çöl beni de yutmak üzereydi, kaybolduğumu sandım"
"Bazısı da
tahtiravanla gelir" dedi böyle şeylerden konuşmaya alışkın olduğunu hissettiren
bir sesle. "Tahtiravanı kölelerinin omuzlarından aşağı iner,
çöl sıcağından ve kuvvetli ışıktan onları ayıran perde böylece aralanır" Nezaket
gereğinden sessizliğimi korudum. Manasız bir gevezeliğe dönüşecek sohbete anlam
veremediğimi belli edercesine susunca
ayna yapıcısının sesi de saklayamadığı alaycı bir
tonla titredi. Hafifçe öksürüp "Tuhaf oyuncaklar" diye gülümsedi. Yuvarlak bir gövdenin üstünde sallanıp dönen muhtemelen demir tozlarından yapılmış bir ayı
kafasına bakıyordum. Aralarında bir boşluk vardı. Gökyüzündeki yıldızlar gibi pusulaları yanıltan bir
hileyle havada duruyor, kulaklarından tutup çevrilince bir süre kendi etrafında dönüyor sonra
kafasını öne arkaya onaylar gibi hafifçe sallayarak duruyordu. "Kaça bu?" diye sordum. Kafasını kaldırıp gövdesinin içindeki boşluğa geri yerleştirirken "Beni aşağılıyorsun"
dedi adam. Ancak gücenmediği de belliydi. "Farkında değilim"
dedim dalgın bir tonda. Ondan hiç beklemediğim
bir kahkaha attı. "Şimdi iyice kötü oldu" dedi umutsuzca. Kahkahasının sesi sanki ayının kafası gibi
nedensizce boşlukta asılı kalmıştı. Şakasına anlam veremediğimi fark etmişti.
Kafasını iki defa onaylar gibi belli belirsiz salladı. Güneş yüzündeki kırışıklıklara derin gölgeler çizmişti.
Başka bir açıklama yapamayacağını belli eder biçimde "Yarenlik etmeye çalışıyorum" diye
gülümsedi. Çadırın dışında kumlara
gömülü demir direklerden birine dayanmış geniş ahşap bir çerçeve içinde duran,
üstü sanki kara bir balla kaplanmış kalın
levhadan ateşe atılmış çıralar gibi çıtırtılar geliyor, zaman zaman kıvrılıp
soğuyan bir topak aşağı dökülürken, altından, içiçe girmiş kavisli kıvrak desenleriyle kalın bir cam beliriyordu. Eğilip yaklaşınca kırılmaya benzeyen çatırtılarla soğuduğunu
hissedebiliyordum. İlgilenmemden hoşnut halde "Kapının üzerine takılacak sisli
bir
pencere camı" dedi. "Işık içeri sızar ancak dışarıda neler olup bittiğini
göremezler"
"Buraya seni
bulamayacağımdan emin halde geldim." dedim. Sürmem için tarla toprağından
bulamaç hazırlarken "Ayaklarının altı nar kabuğu gibi olmuş" dedi.
Berrak bir ışıltıyla belirip ağaçlarından düşen turuncu portakallar, sarıya
dönmüş olgun muzlar, kaygan ve sert kirazlar kesmişti daha önce akan sıcak
camlardan ama nar biçimlemek ona göre hayli zordu. Kızaran bir nar sanki ağacın
dalına asılıyken gördüğü rüyaları unutamamış, uzun bir yolculuğun izlerini hala taşıyan ihtiyar bir adam gibi rasgele
çizgiler ve hiç tekrarlanmayan gelişigüzel desenler içindedir. Sanki çok eski
unutulmuş bir adanın gizli haritası gibi ya da istiridye kabuklarının içinde
derinlerde büyümüş gerçek incilere benzeyen yumrularıyla bize çekici gelen
tuhaf bir biçimsizlikleri vardır. Sonra az önceki konuşmamızı unutmuş halde çatırdayan
levhanın üstünden süpürgeyle geçip kuru
bir kabuk gibi ayrılan pütürlerini aşağı dökerken "Deve kervanları hayli
uzak geçer buraya, gemiyle gelseydin yol kısadır" diye söylendi. "Kent
buraya aslında çok yakın" Kuzey yönünde uzanan sırtı işaret etmişti. Uçsuz
bucaksız her yöne uzanan sarı kumların sonsuz çölüne baktım çadıra
girmeden. İçerisi yörük çadırları kadar
yüksek ve genişse de içindeki yıkık dökük eşyalar karmaşa içinde bir arada
bekliyordu. Yer döşekleri, ocakta bırakılmış teneke bir demlik, kurutulmuş
aslan pençeleri, ayrık otları, anason ve amber çiçeği tohumları arasında tuhaf
baharatlarla yarı yarıya dolu kavanozlar, ahşap kutulara yığılmış bez keseler
içinde iyi cins tütünler, uzun marpuçlu kırılıp ufalanmış turkuaz ve lal taşlarıyla
süslü bir nargile, kalın örtülerini kaldırınca gövdeleri kuma gömülmüş, un ve
suyla dolu iki fıçı buldum. Herhangi bir harita çizmeye ne mürekkep ne kağıt yoktu görünürde. Hayli yorgundum ve uykusuzluk sarhoşluğuyla
çöküp bağdaş kurdum. "Uzun yoldan gelmişsin" dedi. "Önce çay
içelim" Tenekenin içine dökülen bulanık kırmızı çaya uzandım. Başmakçının
sohbeti kunduradan açılır misali uzun uzadıya aynalardan söz etmesini sabırla
dinledim. Ona göre, aynaların kimisi geçmişte yaşayan eski insanları, kimisi
uzak yerleri ama çoğu bugünü hatta şimdiyi gösterirdi. "Eski ustaların
yaptığı bazı çeşit aynalar uzun seneler önce geleceği de gösterirdi" dedi.
"...fakat ustalar bugünleri gördüklerinde ilimlerinin inceliklerini yazmayı
da aktarmayı da reddedince sırları kayboldu, bu yüzden bazı çeşit aynalar
geçmişi, bazı çeşit aynalarsa şimdiyi gösterirler, nereye tutulurlarsa orayı
gösterirler. Aynalar, gelmiş ve gidecek olan, geçmiş ve gelecekteki herşeyden bir
parça taşır, onlara bakarsan parçalarını
görebilirsin. Çünkü herşey sonunda kül
ve kum olur. Evler ve hanlar parçalanıp dağılır, insanlar toprağa karışır, tüm
ağaçlar ve çiçekleri, toprağın altında ve üstünde ne varsa sonunda kurur ve
parçalanır, ateşle karşılaşırsa yanar, dumanları göğe yükselir ve geriye
külleri kalır. Kum ve kül ateşte karılıp
birlikte piştiklerinde cam olur. Camlar esrarını sadece ayna yapıcılarının bildiği
bir sırla kaplandıklarında aynalar belirir ve aynalarda bu dünyanın bütün görüntüleri
saklıdır. Aynadaki saklılığın karanlığından çekip alan bakışın sırrıysa sadece
sendedir"
"Ben bir harita arıyorum"
dedim. "Aynalara ihtiyacım yok"
"İki gözünü dört açıp bakarsan
belki bulmak istediğin harita da oralardadır"
diye ısrar etti. "Belki ihtiyacın da kalmaz. Ama geçmişi karıştırıp
durmamalısın." Sonra başından savar bir halde "Geçmişi gösteren
aynaların sırrı ayna yapıcılarıyla birlikte kayboldu." diye yineledi ısrarla. "O
yüzden çölün bütün aynaları sadece şimdiyi ve burayı ama çok azı buradan çok
uzakları, bazısıysa aynaların pişerken harcına katılan yosunların büyüdükleri
derinlikleri gösteriyor artık"
"Büyücülerin kullandığı bu çeşit kürelerden
bahsedildiğini işittim" dedim. Hiç görmediğim bu kürelerin esrarengiz
havası ilgimi çekiyordu. "Küreler efsunlu bir parıltı yayarlar" dedi
kürelerle ilgilenmemden rahatsız halde. Bunlardan bahsetmekteki isteksizliğini
saklamadan "Aynalara çok benzeyen kürelere bakanlar eğik görüntülerle çoğunlukla
kendileri de eğrilip acayip hallere girerler. Sonunda herşeyin kumlara ve
küllere karışması aynalar ve ayna yapıcıları için de geçerli kesin bir kuraldır. Ayna yaparken kum ve kül katılmasının nedeni budur,
ancak karılan harca yosun ve barut gibi başka bazı şeyler de eklenir. Aynaların sırrı budur. Aynaların içinden
kapılar görünse de içinden geçip gidemezsin ama onları seyredebilirsin. Aynaların
karşısında duran biri başka bir gözle onda başka zamanları seyredebilir. Bunu
yapanların bazısı dalgınlaşır ve başka yerde, başka zamanda kalırlar. Bazısına
ise bu yaptığı bir üstünlük duygusu verir, boş bir böbürlenme ve kibir içinde
kalırlar. Kime ne olacağı önceden kestirilemez, bu yüzden
aynalardan uzak durmak, çokça bakmamak daha doğrudur. Eski insanlar aynaların üstünü örterler,
sadece bakmaları gerektiğinde açarlar. İnsan bir aynanın içine
bakarken çoğu zaman onu hiç göremese de
sadece bir aynaya bakmakta olduğunu unutur ve gördüklerinin içinde kaybolur.
Sonunda ayna da, yansımalar da kalıcı olamazlar. Hatta yansımalardan kendisini
göremediğimiz halde her nasılsa içinde
kaybolduğumuz aynanın varlığı da şüphelidir. Işıkta da birşeyleri görebiliriz
ama ışığı hiçbir zaman göremeyiz"
"Yine de göremediğin
bir aynanın olmayabileceğini
düşünmek
tuhaf" dedim.
"Gördüğümüzün ışıktan ayrı bir
varlığı yoksa" dedi telaşsız ve
sakin. "Pek tuhaf sayılmaz" Yüzeyde kalmaktan ve anlattıklarının
arkasına sokulamamaktan çekiniyordum ve bunu kuvvetle inandığı hikayesini
anlayabilmek için değil, bana karşı
hissetmeye başladığına inandığım ölçülü bir yakınlığa
ve saygıya
zarar vermemek, sevdiği yalnızlığın mahremiyetini benimle paylaşan ihtiyarı
ikna eden sebepleri ortadan kaldırmamak, pişmanlığa itmemeye uğraşmaktan ötürü
yapıyordum. Yoksa hiçbirşey anlamak
istediğim de, ihtiyacım da yoktu. Ben Marla'yı arıyordum ve o da burada değildi.
Ancak anlattıklarında bir boşluk, açık bir aralık bulduğumu hissederek "Ya
rüyalarda görülenler?" diye sordum içten bir merakla. Çünkü orada hiç ışık
yoktu.
"Rüyalar hiç karanlık
değil, çünkü bakış oradadır" dedi meseleyi kendi yönünden kapatmış
olmaktan memnun olduğunu hissettiren bir rahatlıkla. Son çivisini çaktığı ahşap
tekerleğini bitirip dışarı yuvarlayan çalışkan bir arabacının çocuksuluğuyla
kalkıp yuvarladığı tekerleğinin peşinden gidiverecek sandım. "Çocukluğumda
her penceresinden başka bir şehir görünen büyük bir evde yaşadığımı hayal
ederdim" dedi. "Sonra bir gün
oyun oynarken çöle bakan bir pencereden çıkıp geldim, ardından o ev bir hayal
oldu ve ben de senin gibi denizlerde
epeyce dolaştım, bu garip çöl ülkesinin topraklarına geri döndüğüm bir bahar
genç bir kıza heveslendim, öğle vakti gençliğin düşüncesiz cesaretiyle onu kandırmanın
karanlık hileli yollarına dalmışken 'Sana kaçarım' diye haber gönderdi;
tehlikeli bir aşiretin kızıydı. Kaçtı da. Ama o nasıl
kaçmak ki elma sepetini ağaçtan aşağı
sarkıtıp öyle koyup gelmişti. Çitlerin üstünden kucağıma düştükten sonra akşama
varmadan söyledikleriyle içime endişeler
düşürüp korkular saldı. Derhal hocaya götürüp nikahını kıymazsam ailesine dönecek, onlara elma toplarken, zorla kaçırılıp
uzaklara götürüldüğünü anlatacaktı. Beni böyle sıkıştırınca saklı sapa
patikalardan açığa çıkmaya mecbur kalıp komşu yakın köylerden evvelden gözümü
kestirdiğim bir hocanın yolunu tuttuk. Hızlı varalım diye açıktan geçtiğimiz dönüş yollarında bizi bulmaları da uzun
sürmedi. Etrafımızı çevirdiklerinde aşiretin kızını kaçırmış ve aynı gün nikahlanmıştım. Düğün dernek eğlenerek evlendiğimiz gece hanımımın
aslında bunları çok öncesinden tam da şimdi olduğu haliyle planlamış olduğunu
keşfettim. Oysa ki yanına da giden bendim. Ne var ki artık yapacak hiçbirşey
yoktu. Denizden, gemiden ve uzun yolculuklardan artık ayrılmıştım. Yine de hala
limanda dolaşırken bocurgatların gıcırtılarını, rüzgarın serenlerin arasında çaldığı ıslığı duyduğumda
içim titrer ve kendimden geçip sanki bilinmeyen uzak bir dünyanın kutlu
günlerinin parıltılı anılarına geri giderim. Onu ilk defa görüp de bana varıp
varmayacağını bilemeden tereddütlerle içim kıyılarak sabahladığım deniz kıyılarındaki
tatlılık başka hiçbir şey de yoktu." Anlatıp bitirdiğinde "Şimdi konuştuklarımızın konuşulabilir şeyler olduğunu
bilmiyordum" dedi. "Bunları belki bir rüyada görmüşümdür, çok tanıdık,
belki benim başımdan geçmişti" Sonra onu ilk gördüğümdeki uzak haline geri
döndü. Birazdan göreceğim rüyalara beni hazırlamaya gayret ederken sakin ve
dikkatli bir hali vardı. "Rüya ile bir kuyu
boyunca çekiliriz." dedi. Açık ahşap kırık bir meyve kasasında duran bez
keselerden kurutulmuş otlar alıp çaydanlığın içinde kaynayan suya atarken, "Her rüya ile aynı sudan
içemeyiz" diye devam etti. "Ve eğer kuyunun dibine inildiyse, bütün
kuyular aynı sulara
açılır. İçildiyse
bütün sular hep bir yerden birbirine dokunur. Suya dudakları dokunanlar
birbirlerinden bilgiler taşırlar. Bu bilgi onların rüyalarına yazılır. Ancak
taşıdıkları bilgiyi okuyacak yetenek onlarda bulunmaz. Böylesi onları telaşsız
ve vesveseden uzak kılar. Böylece onlar da yanılgıya
düşmezler." Karşıma geçip bağdaş
kurup oturmuştu yeniden. "Ben" dedi yaktığı nargileden çektiği nefesi
henüz dışarı üflemeden, çadırdan kesilmiş geniş pencere boşluğunu
kapatan ince tülün arkasında uzanıp giden kumlara bakarak "Rüyalara çok inanıyorum."
Çay içtiğim
tenekeyi kumlara döküp içine şarabı andıran ama sirkeden de keskin
kokulu burnumun direğini sızlatan tuhaf bir içecek uzattı. Tiksinerek baktığımı
görünce "İç" dedi. "Ölmezsin."
Gideceğim yer kumların geçebileceği, çölün zamanının
akmaya devam edebileceği bir yer değildi. Kumların aşağı dökülemeyeceği kadar ince, gıcırdayan kumların sıkışıp geride
kalacakları bir noktaydı. İhtiyara göre oradan sadece zihnin saf ışığı
geçebilecekti. "Geri gelmezsen bunu anlarım" dedi. "Ve bedenini
kumların arasına bırakıp örterim."
Tozlu döşeğin üzerine uzanıp, yaklaşan
gecenin serinliğinden kalın keçe battaniyeye sarıldım. Gözlerim kendiliğinden
kapandığında karanlıkta, ilkin gri baykuş'un sesini tanıdım. Mükemmel bulduğu
şarkısını değiştirmemişti. Boğuk, derin ve yürekten. Vakur, kısık ama duyulur
bir sesle. İç geçirdiği boşluk sonrası ağacın dallarının arasına sakladığı
kendini göstermeden, yıkık viranelikleri kutsayan derin uğultusunun içinde
sanki bütün bir ormanı dolaşıyordu.
Karanlığa gömülmüş saklanan baykuşun anlayış ve kabullenişle yüklü kısık
sesinde elem verici hiçbirşey bulamadım.
Ona Marla'nın nerede olduğunu sormak isterdim. Eğilip ağacın dibinden düşürdüğü
tüylerinden birini alıp çocukluğumda yaptığım gibi kulağımın yanına sıkıştırdım.
Aydınlık gündüzler gördüm. Sincapların koşuşturmalarını, su içmeye gelen
ceylanları, onları kovalayan kurt sürülerini, parçalanıp rüzgarla
dağılan pamuk toplarına dönen karahindiba çiçeklerini sonra
tek tek dolaşan kara arılar gördüm. Balık avlamaya gelen ayılar.
Nehrin dar kısmını hızla geçmeye çalışan büyük kırmızı balıklar. Suyun şıkırtılı
sesini, içinde yürüdükleri devrilmiş yosunlu boş kütükten boğularak işiten karıncalar
gördüm. Baykuş bütün bu hareketlilikte durdu, görmek istedikleri bunlar değilmiş
gibi gözlerini kapadı ve kendi sessizliğinde dinlendi. Başka soğuğa dayanıksız
ya da sabırsız kuşlar gibi uygun başka topraklara farklı iklimlere gitmeye de uğraşmadı.
Sakince durdu, ormanın yatışmasını, kendi zamanının gelmesini bekledi ve gece
geldiğinde baykuş gözlerini açtı. Ona yeniden baktım. Gece ormanı karanlığın
arkasında daha sessizdi. Hareketlilik ve çırpınışlar geride kalmıştı. Ayıların ağzındaki balıkların çırpınışı, dişisini dürtmek için kuduran tosbağaların çırpınışı,
büyük cevizleri nasıl kıracağını bilemeyen sincapların çırpınışı. Ve şarkısına
başladı o da. Tok, yönsüzlük duygusu veren, bir defa söylediği ve tüm gece
boyunca tekrarlayacağı üç heceye yayılmış tek bir sesin içinde kendinden önceki binlerce
baykuşun sesi duyulur, bizi kendi duru bakışına yaklaştırırdı. Kurumuş sazların
içinden üflenen, tuhaf ve uçucu, nemli mağaralarda karanlığın içine yürürken
kendi adım seslerini dinlemek gibi. Sular ayaklarımın altından çekilirken gıcırdayan
kum taneleri. Birbirine çarpan çakıl taşlarının tıkırtısı, kapının çalınmasına
dönüştü. Loş bir odada kapalı kalmıştım. Toz ve kan kokan bir karantina odasıydı. Tek başımaydım. Aşağıya inen merdivenleriyle dar bir
tecrit hücresi. Kara ölümün yaşayanların bedenlerine sirayet ettiği sokaklardan
geçmeden nasıl ormana ya da denize varabilirim bilmiyorum. Ölenleri gömecek
insanlar da kalmadığında açıklarda yanyana çürüyen cesetler. Kitlediğim ve
yeniden açamadığım odanın içindeyse sadece bir ceset kaldı. Yavaş yavaş çürüyen
ve kolayca parçalanan bedenden kopan bir parçayı daha pencerenin aralığından
aşağı bırakıyorum. Böyle böyle hepsinden kurtulacağım. Kara ölüm farelerle yayılıyor,
onlar da vahşileşip birbirlerine saldırarak kanlanmış gözleriyle geri kalanları
da daha da vahşileştiriyorlar. İçlerinde kaynayan nefret
ve el atılmamışlıktan yontulmamışlıktan kalplerine kasvet olarak çöken karanlığı,
hüzün olarak yutturmak için kendilerine söyledikleri yalanlar kalbimi, midemi
ve aklımı bulandırıyor. Hava karardığında camdaki kararmış yansımama bakıyorum, eğer çıkamazsam çok yakında
onlardan biri olacağım. Kapının arkasına pencerenin önünden çektiğim sandalyeyi
yerleştirip yatağın altında uyumaya uğraşırken elimdeki meşaleyi geride tutup,
hafif kılıcın sivri ucunu ileri uzatarak geminin nemli loş koridorunda
ilerliyorum. Dolaşmalarım martıların
gevrek seslerle alçaldıkları sakin bir kıyıda neticelenince gemileri yeniden görmenin
mutluluğuyla keyif içinde ıslık çalarak güvertelerinde hepbirlikte söyledikleri şarkıya katıldım. 'Kürekleri karıştırıyor
denizi, kürekleri karıştırdığı zaman, Salda uyuyor bir
adam, salında tek başına uyuduğunda' Karşımda geride bıraktığımı sandığım cadı kazanına sokulup çıkartılmış gibi lanet dağıtan çirkin
bir yüz beliriyor. "Gece gece şeytanı çağırma" diye ıslık çalmamı
engelliyor. Devam edince ensemden tutup yuvarlanıp güçlükle durduğum kayalıklı
sert bir yamaca savuruyor.
Yamaçta,
uyuşukluk içinde geçen, kaybettiğim çokça zamanın ardından
kesikler ve ezikler içinde canım yanarak, kayalara tutunarak güçlükle kalktım. [Kayalara tutunup güçlükle kalkardım, kayalara tutunup güçlükle kalktığımda] Uzaklarda üstünde ıslak bir sisin dolaştığı sık
ağaçlıklı bir orman
genişliyordu. Kafamı kaldırıp güçlü çenesiyle
üst dişleri arasına boynunu sıkıştırdığı, kan içindeki avını sürükleyerek yürüyen turuncu bir
kaplan, sık ve yeşil ağaçların başladığı
sınırda dolaşıyordu. Kaplan, dişlerinin arasındaki ceylanın garip haline üzülen
beni gördüğünde bir an durdu. Boğazından yakalamış olduğu cansız hayvanı bir anlığına
toprağa bırakıp "Bundan çok uzun zaman
önce" diye hırladı. "Pek çok
ruh vardı ve her ruh bir kaderi izledi. Olanlarsa oldu ve bitti. Acıdığın ceylan aslında çok önceden ölmüştü ya da şimdi hala
sonsuza dek yaşayacağı bir evdedir"
Kaplan, avını parçalayıp güzelce
mideye indirmek için zarif, hoşça bir masal anlatıyordu belki, ama bunu bir
kaplana söylemek akıllıca olmazdı. Düşündüklerimi benden önce düşünmüş gibi
yeniden ceylanın boğazına dişlerini geçirmeden önce derin bir hırıltıyla “Buna
karşı elimden bir şey gelmez” dedi. “İnançsızlığını kendin aşmalısın” Kaplan ve
avı ormanın içine dalarken sesini duymaya devam ediyordum, kendi hayal ettiğim
bir rüzgarla ürperir gibi, derin hırıltının içinde ürkütücü bir yan bulmuştum.
"Ama işe yaraması için uyandığında hala rüyalarını anımsamalı ve rüyalarındaki
işaretlere inanıyor olmalısın. Rüyaların içindeyken asla yaptıklarını anlamaya
çalışmamalısın çünkü bu seni zamansız bir uyanışa yaklaştırabilir
ve aslında yaptıklarının zaten çok az bir kısmını seçebilirsin."
Aklımda
hikaye anlatmakla ilgili bir soru dolaştı. Galiba gördüklerimi
onun anlatıp anlatmadığını soracaktım. Ama sorum da duyulmuyor ve ihtiyarın eğik bir aynaya yansımış görüntüsü
gibi kumların arasında kayboluyordu, sonra kulaklarımdaki uğultu giderek rüzgarın
kumların üstündeki fısıltısından, çadırın yer yer sökülmüş yamalarını ve açık
kapısının iki yanını pırpırlandırmasından, ocak ateşinin çıtırtısından, ayna
yapıcısının öksürüklerle kesilip hırıltılara karışan sesinden yapılmış,
neredeyse huzurlu bir sessizliğe tekabül eden karmaşayı bastırdı. Başka evler
gördüm daha önce hiç görmediğim, başka ormanlara saklı kalabalık insan grupları,
sanki birşeyden kaçıyorlardı, denizin üstünde güneş parçaları, bir ara annemi
gördüğümü sandım. Sonra yine onun sesini duydum. Hala çadırın içinde bir
yerdeydi. "Bütün zamanı gördüm" dedi. "Bütün herşeyi gördüm ve
sana senin zaten hali hazırda bilmediğin bir şey (Birer mısra halinde yazılan
masalların anlamlarını şimdi kim biliyor?) söyleyemem. Bütün bunlar sadece can
sıkıcı bir yalnızlık duygusu veriyor. (Şeytanın sürüklediği kilitli kalplerden
misin? Neden dinlemiyorsun?) Çünkü çok
fazla tekrar var. Bu yüzden başını eğip sunulan
çayın kırmızı
rengini gör ve bundan mutluluk duy. Öğrendiğin
zaten bildiğin olacak. (Avuçların içinden geceleri göğe yükselen kağıt fenerler
vardı. Birbirlerine yaklaşıp göğü aydınlatırken) Nereye bakarsan orayı
göreceksin, nasıl bakarsan öyle göreceksin.
Sonunda kalbinde ne varsa onu göreceksin. Buraya belki bana da ihtiyacın
olmadığını öğrenmeye geldin. Kumla dolu yastığa başımı koymaya çalıştım. Bana
yardım edemeyeceğini anlamıştım. Daha fazla kalmak için de bir nedenim yoktu. Ama kendi sınırlılığımızı bilmenin bizi boş düşüncelerden kurtaracağı gibi yararlı da
olabileceğini işitmiştim. Belki ben de bunu yapmaya uğraşıyordum. Kendi sınırlılığımızı
bilebilmek için sınırın nerede bittiğini bulmaya girişmiştim ki burası da hayli
belirsiz bir bölgeydi. Ancak buraya daha önce başkalarının da gelmiş olduğunu
ve onların söylediklerini dinler ya da yazdıklarını okursam bana yardımcı
olacakları fikrine körü körüne bağlanmıştım. Çölün ihtiyar ayna yapıcısı çadırın
içinden "Okumak bazı şeyleri iyice
anlamama yaramıştı." diye hırladı. "Ama o bazı şeylerin bana hiçbir
yararı olmadı. Arap şiiri, tarih, dilbilgisi, cebir ve halka hikaye edildiği
kadarıyla gerçeğin değişik yorumlarını içeren nice kitaplar devrilip gittiler.
Şimdiyse elimde boş bir defter var ama ne yazacağımı hiç bilmiyorum. Onu sana
vermemi ister misin? Eksik bilgi anlatma ihtiyacı verir." Uzattığı ruloyu
açınca beni bilmediğim karanlık bir
dünyada yalnız bıraktı. Birdenbire kararan yeşil göklerde rüzgarın önünde
şişerek büyüyen gri, haki ve pas rengine kirlenmiş bulutlar gökte patlayıp
üstümüze tüylü ve dev kanatlı karga sesli tuhaf yaratıklar püskürttüğünde yanımda
beliren ayna yapıcısıyla birlikte
koşmaya başladım. Sararmış çimenlerin üstünde koştum, rüzgarın ağaçların
arasından kopan ıslığını işittim. Rüzgar sanki böyle bir ıslıkla öfkeyle
çalkalanan denizi karaya geri çağırıyordu. Bitimsiz göğe baktım umutsuzluk içinde. Sığındığımız bir aralıkta
yere devrilen ayna yapıcısının gözlerindeki zayıflamış ışığa baktım sonra.
Güçlükle nefes alıyordu. Yumuşak bir sonsuzluk duygusunun onu sardığını hissettim. Öleceğini anlamıştım. Gözkapaklarını
son bir gayretle açıp, gökyüzünün hala açık yarısına bakarak “Hiç iyi olmadı”
ya da “Bu hiç beklediğim gibi olmadı” gibi bir şey söyledi. Huzurdan rahatsızlığa,
acıya ve beklentisizliğe değişen yüzündeki çizgiler söylediğine yakın bir ifade
de karar kılıp hareketsizleşti. Kar yağmaya başlamıştı. Kayaların arasından başımı
uzatıp bedenlerini sürükleyen yaşayan ölülerden ya da kanatlı yaratıklardan
bizi takip eden başkalarının yakınlarda olmadığını görünce hızla açığa çıkıp
koşmaya başladım. Kar hızlanırken adım atacak kuvvetimin kalmadığını,
boşluklara birikmiş karın yumuşak batağında
nefesim kesilip devrildiğimde yüzümün eriyen karlarla yanmaya koyulduğunu
hissettim. Kargaya benzer ancak daha uzun keskin çığlıklar atan kanatlı ve gri
gagalı yaratıklar alçalırken, iki yanı ışıksız ve harabe haldeki dükkanlar,
terk edilmiş imalathanelerle dolu taş bedestene girip kapıları hızla
yoklayarak, ses çıkarmamaya gayret ederek dükkanları birbirinden ayıran yüksek
sütunlar arasında dolaştım. Kendiliğinden yıkılmış, parçalanmış kapıların yanında
nihayet sağlam ve açık bir tane bulup kendimi içeri attığımda gözlerimin karanlığa
alışmasını bekledim. Yeniden etrafa bakındığımda burası şimdi ağıl gibi
kokan eski bir çörekçiydi. Devrilmiş çuvalların arasında gezinen farelerin hızla
kaçışıp deliklerine sığışmalarının gıcırtıları hala dinmemişken kapıyı kapatıp yukarı çıkan dar merdivenlerin
dibinde bir karanlığa sığındım. Basamaklarda duran yedi kollu altın renklerinde
parıldayan eski bir şamdana saklandığım yerden yavaşça elimi uzatıp mumlarından
birini kırıp, çekip aldım. Marla'yla konuştuklarımızı anımsadım. Zorda kalırsam
çağırmam için bana birkaç cadının ismini ezberletmişti. Bunlardan şimdi tek hatırladığım
Beneruth'tu. İsmini üç defa yüksek sesle tekrar edip, muma üfledim. Beneruth
sadece karanlıkta gelir, titreyen bir sesle konuşurdu. Bedestenin dışından
gelen keskin çığlıklar uzaklaşmış, farelerin gıcırtısı sona ermiş, sadece
derinden uğuldayan rüzgara odaklanmış haldeyken camın tıklanmasıyla içimin
kopup gittiğini, karın yumuşaklığına yuvarlandığımdaki gibi kafamı karıştıracak
hiçbir düşüncenin artık kalmadığı sessizlikte bedestenin dışındaki buz saçaklarından
birinin daha kırılıp kara saplandığını hissettim. Sesim artık çıkmadığından dışarıdan
tıklanan cama içeriden tıklayarak yanıt verdim. Onunla konuşurken bir ara
"Artık kimse ölülerle konuşmuyor" demişti. Aklıma bir an bir ölüyle
konuşuyor olabileceğim geldi. Geldiğinden beri hiçbirşey yiyip içmemişti. Biri
daha yanımda olsa ona soracaktım ama böyle şeyler hep yalnızken olur. Beni hala
tedirgin eden şey aslında onun gölgesinin olmadığını farketmem olmuştu.
Konuşması sona erdiğinde bunu ona soracaktım. Uzun zaman önce yapılmış bir haksızlıktan
söz ediyordu. Yumuşak sakin bir sesle ismini fısıldayıp kapıyı açmamı söylediğinde
gözleri kanlı değildi ve makul tavırlarıyla bir an rahatlayıp onu içeri aldıysam
da mumu yeniden yakmama izin vermeyip fısıldayarak konuşmaya devam edince, bir
süre sonra kendi yaktığı gaz lambasını fırlattığı ocağın küllerinin arasında
harlanıp titreyen son birkaç alaza hareket etmeden bakıp, başıma geleceklere rıza
göstermeme yarayacak birdenbire belirivermiş bir sukunetle bekledim. Göremesem
de şimdi bana baktığını hissedebiliyordum. “Marla” diye fısıldadı. “O,
buralarda bir yerde” Ama gözleri kızarıyordu ve halinin tuhaflaşmaya başladığını
sezdiğimde dar merdivenlere kendimi atıp hızla yukarı çıktım ve eşikten içeri
girdiğimde kafamda patlayıp bütün bedenime yayılan kuvvetli bir acıyla yere
devrildim. Yarılan başımdan sızan sıcak
kanların ahşap zemine dökülüşünü duyarken, kapının kapandığını, buranın az önce
gördüğüm tecrit odası olduğunu ve parçalanıp aşağı fırlatılacak odadaki tek
cesedin de benim şu an içinde bulunduğum gövdeye ait olduğunu anladım. Yerdeki
kan genişleyip yanağıma dokunduğunda ayna yapıcısı beni sarsarak uyandırdırdı.
Yorgun gözlerle etrafa bakındım. Yaktığı kısık gaz lambasının ışığı ay ışığıyla
dengelenmiş gibiydi. Gölgesi çadıra sızan ay ışığının yarı karanlığına karışıp
kayboluyordu. "İkisini kervancılara verdim" diye sızlandım benden
istediği altınları uzatırken. "Tamam" dedi. "Ne kadarın varsa o
kadar, ne daha az, ne daha fazla. Eh, şimdi..." diye iç geçirdi,
"...o dipsiz karantina odasından çıkmazsan gün ağarırken
yeniden geceye dönen karanlıklar ülkesine şeytanın yanına gidip kaybolacaksın."
Uyandığıma sevinmiştim,
Hafif rüzgarla dalgalanan çadırın kubbesinde daha önce farketmediğim yırtıklar
vardı. Nereye gideceğimi bilmiyor olsam da onun yaşadığına ve bir gün onu
yeniden bulabileceğime inanmıştım. Altında hareket eden sert kabuklu, zırhlı
bir hayvan olduğunu sanıp keçe battaniyeyi sertçe çekince
parçalanmış döşeğin üstünde 'Herşey hakkında
bütün bildiklerimiz' yazılı tahta ciltli
büyük bir kitap buldum. Sayfalarını bir arada tutabilmek için bağlanmış
kurdelayı çözüp, ahşap oymalı kalın kapağını yavaşça ve dikkatle açtım. İyi korunmuş bu sayfalar, sabır ve özenle hazırlanmış,
diplerinden birbirine tutturulmuş, içinde değişik insanlar ve olağanüstü
olayların saklandığı bir rüya defteriydi. Ancak tuhaf olan maddelerin
karşısında görülen rüyaların anlamlarının değil rüyaların kendilerinin yazılmış
olmasıydı. Defteri tutan her kimse pek çok maddeyle ilgili hiç rüya görmemiş, o
da bu kısımları rüyaları anımsatan
hikayeler yazarak geçiştirmişti. Bunlardan birini okuduğumda ihtiyar “Bir tane
daha oku” dedi, ben de bir tane daha seçip okudum.
Hamak: Her iki yanına da güzel ve büyük açılmış
gözler oyulmuş geniş ahşap bir geminin önündeyim. Pruvasının altındaki zaman
zaman öteberinin içine atıldığı ağ hamaktayım, yukarı tırmanamıyorum, denize de
düşmüyorum. Gemiye ait bir parça mıyım bunu da bilmiyorum. Sular çalkalanırken
boğulmaktan korkuyorum. Nefesimi tutmuş halde uyandım.
Ejderha: Bir masal dinlemiştim küçükken, bir kasabanın
üstünde uçup acıktığında aralarından birini yedikten sonra mağarasına dönen
büyük bir ejderhadan söz ediyordu. Rüyamda şövalyelerin ejderhanın mağarasına
yürüdüğünü görüyorum ama kasabalılar karşı çıkıyorlar, ejderhanın onları koruduğuna
inanıyorlar. Daha büyük tehlikelerden. Çarpışmalar gördüm. Büyük parlak altın
balığın saati yaklaşıyor, Ejderhanın büyük gözlerini uyuşukça açıp kapatarak
olanları izlediğini görüyorum. Dövüşmek için güç toplamalı, şövalyeler canınıza
dokunmayacağız diyorlar, sadece ekinlerinizi alacağız. Ejderhaya bakıyorum. Ona
efsunlu bir şeyler koklatmışlar, değişik rüyalar içinde. Uykusunda
keseceklerini anlıyorum ama korkunun nefesini hissederse yanımızda belirecek,
dişlerinde kurumamış kan izleri. Nefesimi
yavaşlatmaya uğraşırken uyanıyorum yeniden. Kalbim deli gibi çarpıyor. Uyandığımda
şövalyelerin mi, kasabalıların mı yoksa mahmur ve uykulu bir ejderhanın mı daha
ürkütücü olduğuna karar veremiyorum.
Taş : Taştan evler. Hiçbir okun dokunamayacağı
kadar yükselmiş pencereleri ve yanyana, büyücü külahlarından şapkaları olan
kuleleri vardı, kıvrılan kayalık yolların
kapılarına vardığı ve içlerine hayaletleri andıran garip varlıkların girip çıktığı.
Çirkin bir cadı, prensesin saçlarını kesiyor ve yanında hiçkimse yok, ama
pencereye doğru sürükleniyor ve güzel prensesin pencereden atladığını
görüyorum. Bu, uyumadan önce bize anlatılan masal değildi. Sadece karnımda bir
sıcaklık hissediyorum, ormanın derinliklerinden buğulanıp titreyerek gelen bir
ses var. Lir çalan meleklere tecavüz edebilen korkunç tipler olan cadının
adamlarının kalplerini yumuşatmaya yakılmış bir ağıt yükseliyor. Onları
durdurabilecek hiçkimse yok. Sadece yas ve ağıt. Kulaklarımdan kan sızarken
uyanıyorum, gözlerimde yaş.
Rüya : Kelimeleri birbirine bağlayıp
yazı yazmak kadar akıl işi bir uğraşın içinde söylediğim kaybolur gider mi bilmem ama
onun efsunu belli bir yere ya da sınırlı zamana sığamazdı. (Bu cümleyi bana
onun varlığı ilham etti) Şairin şiiri sadece aşığın kalbini oyalar. Yine de
başka şiir duymak istediğim yok. Bir hal’in içinde sonsuza dek kalmak
istiyorum. (Bunu bana onun varlığı ilham etti.) Onu tanıyordum, şimdi yeniden
gördüm ve bir başkası gibi sanki ve başka bir zaman yine bir başkası olacaksa
(Sadece kendi geçmiş yaşantısından yapılmış başka insanlar gibi ya da büsbütün
benim uydurduğum bir şey gibi) Boşluklar var. Anlatırken uydurulan, kapanan
boşluklar asıl gerçeği bozuyor.
Ama hep başka şeyler görsek te hep aynı
gökyüzüne bakarız. Sabahki rüzgar karanlık bulutları uçurmuş ve yerine de bir şey getirmeyince mavi göğün lekesiz
boşluğu altında yalnız kalmıştık. Tuğlaları her an yıkılabilir gibi araları ayrık
ve karanlıktı taş bir duvarın önünde bağdaş kurup ellerini birbirine kavuşturmuştu
Marla.
"Dört yüzyıldan beri
seni bekliyorum" dedi.
"Bu çok saçma."
"Seni hatırlıyor
muyum?"
"Hayır" dedim.
Hatırlamıyordu.
"Ben şimdi buradayım."
"Sen şimdi burada değilsin"
diye gülümsedi.
"Beni hayal ediyor
olmalısın. Bir kitabın içinde ya da rüyalarının birinde olabilir."
Etrafa bakınca içeri girebileceğim bir
kapının olmadığını da anlamam zaman almadı. Geniş tavanlı olmasına karşın,
büyükçe bir yer değildi.
"Seninle gelemeyeceğimi
görüyorsun"
dedi.
“Burada ihtiyacım olan hiçbirşey yok." Bunu
daha çok “Burada hiçbir şeye ihtiyacım yok” gibi mutlulukla tonlamıştı.
Kitabı kapattım. Orada
kalmak istediğini hissetmiştim.
Kitabı kapattıktan sonra
bunun bir rüya olduğunu anımsadım. Çünkü benimle konuşmaya devam etti ve rüyadan
uyandığımda da içinde bulunduğumuz türden bir gerçekliğe geri döndüm. Çocuklara
anlatılacak türden bir masal alemi. Ancak ya masal yarım bırakılmıştı ya da
belki yanlış bir zamanda uyandırılmıştım.
Marla'nın bana sarıldığını
hissedince yazdıklarımdan başımı kaldırdım. "İnsanın
kendi ölümüne
ilerlerken tutkulu bir hayat yaşaması ona komik görünmüştü" diye açıklamaya
çalıştım.
Masanın çürük gövdesinin
pütürlerinin içine dalıp kaybolan karıncaları incelemeye vermişti dikkatini
daha çok. "Öyle mi? Ah ne hoş!" diye kesti. Anlatılanları dinlemeyeceğini
farkettiren bir dikkatle sayfalardan başını kaldırdıktan
sonra merak içinde ona yeniden baktığımda kaşları çatılmıştı.
"Benim
yerime konuşmamalısın"
Ona aslında söylemediği
kelimeler yazmaya kalktığımı farkettim alışkanlıkla. Çünkü o rüyadan, tabi bu
bir rüyaysa, hatırladığım şey belirli kelimeler değil de, değişik, sanki karnımı
ve kalbimi ısıtan bir duyguydu, ama ne söylediğini anımsamıyordum. "Şöyle
demiş olmalıyım" dedi gözlerini kısıp anımsamaya çalışır halde; "Tek bir an'ın içinde
bütün zamanları bulabileceğine inandığında,
o an'ı ne kadar beklediğinin bir önemi kalmıyor. " Ona göre biz ölünce de birbirimizi daha ne kadar çok sevebileceğimizi
anlayacağımız zamansız bir yere gidiyor olmalıydık.
Geçici olsa da elde etmekten
hoşnutluk duyduğum ve bana güven veren bir
belirginlik duygusu hissettim. Peşinden
koştuğumuz şey belki bir belirginlik
duygusuydu. Saf ve tam olan herhangi bir
şey. Ama yaklaştığında bir serap gibi kayboluyordu. Serabı yok etmek için
üstünde düşüncelerinle dolaşırsın, tahtadaki tebeşir tozları gibi karışır
ve silinirler. Sonra ya bilir ya da bilmezsin, çünkü artık tahta
boştur. Sayılar ve başka şekillerle doldurmak için yeterli bir boşluk. Başından
beride aradığımız o belirsiz şey buydu
belki, ama şimdi ne olduğunu anımsamıyorum, sadece bir fikir, belki bir eşitlik. Harizmi'nin kitabındaki toplayıp çıkarınca
herşeyi birbiriyle aralarındaki ilişkiyi işaret eden bağların gereğini yerine
getirince sıfıra eşitlenen bir denklem ya da bire ya da sonsuza. Ama cebrin
eşitlikleri zamanda çözülmez, yanlış bir düşünceye dalmıştım yine. Sonra
ihtiyarın söyledikleri aklıma takılınca belirli bir zamanın da olmayabileceğinden
korktum. Zaman da yoksa o zaman ne anlamı
vardı ya da zamanın
içinde de onu bulamadığımda ne fark ederdi ? Işıkla görüp ışığı
görememek. Kapıların hem ardına kadar açık hem de sımsıkı kapalı olması anlamına
da geliyor olabilirdi bu. Ne göreceğimiz nereye doğru ilerlediğimizle mi ilgili
? Ama kapılar aralık. İçeri sızan ışığı
hissediyorum. Onu hala seviyorum, hala geçmişi gösteren aynalar ya da rüzgar
biriktiren makineler yapılabilir. Nesnesi olmayan deneyimler olabilir mi? Başka
hiçbir şey anımsamadan günlerce rüyalar içinde uyumak isterdim. Ölümün mükemmel
bir son olmayabileceği düşüncesi bazı
günler beni ürkütüyor. Acı çekmenin hiçbir
zaman son bulmayacağı ve bunun değişik biçimlerde sonsuza dek sürebileceği
fikri. Bir gün durup dururken bitebileceğine ise hiç inanmadım.
Marla : Kelimelerin karşısına
onun anlamının değil görülmüş rüyaların yazılmış olduğu, yazılan kelimenin
anlamının açıklanmadığı sadece içinde görüldüğü rüyaların alt alta sıralandığı
rehberlere benzeyen bu kitapta okumak için beşinci bir madde, Marla,
daha aradım ki yoktu. "Sen" dedi “Neyi aradığını bilmiyorsun.”
"Hayır" dedim. “Sadece aradığım burada yok” “Orada olmayan hiçbirşey
yoktur” dedi anlayışsızlığıma şaşırmış halde. "Aynanın göstermeyeceği bir
nesne bulduğuna inanan bir çocuk gibi hayalcisin." Oturup bu garip rüya
defterinin tahta oymalı zarif cildine dokundum. “Anlamaya başladığını
zannediyorsun ama hiçbir fikrin yok” Ona baktım. “Bir fikir sahibi olmaya çalışıyorsun
sürekli” diye açıkladı. Böyle bir meşgale için fazla özenli tutulmuş deftere
döndüm yeniden. Ciddi görünmeye gayret ettim. Bana bir yararının dokunmayacağını
anlamıştım. “Bez haritayı verecek misin sen bana?” diye sordum sabırlı olmaya
gayret ederek. “Öyle bir şey yok” dedi. “Muhtemelen seni iyi tanıyan birisi
seni buraya kadar getirebilmek için uydurmuş. İyi de yaptıkları anlaşılıyor,
sadece öğüt almaya gelmeyeceğini çabucak kavramış olmalılar ama görülüyor ki
yapabileceğim çokça bir şey yok. Saygısızlığın, kaba oluşundan değil, anlayışsızlığından
ve bönlüğünden kaynaklanıyor. Affedilebilir. Yine de bir fikir sahibi olmaktan
vazgeçip, bir bakış kazanmaya gayret etseydin... Peşinde olduğun şeyin bir
durum, bir olay ya da kişi değil bir hal olduğunu unutmuşsun. Bu aklından çıkıp
gitmiş. O hali makama çevirecek anlayışta da değilsin henüz. Bu ateş seni
pişirecek neviden değil, sen git de kendi ateşinin peşine düş, aradığın şey için bir harita çizemem, ama
belki bu rüyalı uykunun içinde çölün zamanının kumlarından pişirilmiş aynasında
neyi aradığını görebilirsin. Sana bir yerlerde bir kapı aralık bırakılmış,
kapatılmamış. O yüzden kesin bir şey söylemem doğru olmayabilir ama bönlüğün kırılır
gibi gözükmüyor ya da bunu ben başaramadım. Belki buraya sadece bana ihtiyacın
olmadığını anlamak için geldin, çünkü sana yararlı olamadım, bunu görüyorum.
Sonra derin bir nefes alıp bir ilhamla umutlanmış gibi; "Ama yine de bir
tuhaflık yok mu?" dedi. Kırıştırdığı yüzünde çenesiyle birlikte kır
sakallarını oynatıp duruyordu. "Bana buraya nasıl geldiğinle ilgili anlattığın
şu hikaye mesela, yani hayli uzun bir yol, iki değişik savaş ve
gemiler..." "Ne varki eğer başaramasaydım bunları zaten konuşmuyor
olurduk değil mi?" "Hayır hayır" dedi "Belki kolay olmamıştır
ama yine de sanki bir boşluk eksik bir parça var." "Hayır hayır"
dedim, "Söylemeye çalıştığın buysa, burası az önce görüyor olduğum rüyaların
bir devamı değil, ben buranın sadece bir parçasıyım çünkü az önce uyandım."
Yatağa baktığımda kafamı kum yastığa koyup uyumuş halde olan kendimi görünce
onunla rüyamda konuşuyor olduğumu anladım. Muhtemelen çadırın içinde de büyük
dikkat ve özenle tutulmuş bir rüyalar
rehberi de yoktu. "Rüyada, tüccar malını görür, kaptan yürüttüğü gemisini
görür, savaşçı kılıcının kestiği başı, aşık maşukunu görür. Şu halde gördüğümüz
rüya nasıl bizden ayrı olsun?"
Canım sıkılmış halde
neler olacağını görmek için çadırdan dışarı çıktım.
Sarı kumlar vadileri kaplayan sabah sisleri gibi dağılıp kaybolmuş, çöl rüzgarı ben
uyurken süpürdüğü kum tepeleriyle, unutulmuş kalabalık bir kenti sarı kum
taneleriyle çevreleyip yutarken, bir başka kenti de aynı gün aynı saatte uyandırıp
canlandırmıştı. Ufuktaki keskin biçimli şekiller yerini kum tepelerinin
kavislerine bırakmış, zamanın kumlarından silkeleyerek kısa bir süreliğine de
olsa arınıp gün ışığına çıkan taş evler, kırılmış
ve kaidelerinden devrilmiş meydan heykelleri, iki katlı binaların önünde sıralanmış
sütunlar ve ne amaçla yapıldığı artık bilenemeyecek haldeki kaybolmuş hayalet
binalara ait uzun pencereli duvarlar
gözler önüne serilmişti. Ağzına kadar kumla dolu olan su kuyularının yanına
devrilmiş cılız köpekler yaklaştığımızla geriye çekildiler. Kendi üstüne sarılmış
ince bir zincir kuyunun içine doğru boşalıp akmıştı. Kırmızıyla yeşil bir pas arasında gidip
gelen pütürlü dokusuyla bu ince ve yassı demir halkaları sağlam biçimde iç içe
geçirilmişti. Said, zinciri kumların içinden çekerek aldığında uzunluğunun kırk
kulacı geçtiğini hesapladı. Ayın ışıklarını arkasına almış ağaçların
karanlık gölgelerinin dalgalandığı sarı bir nehire yaklaştım ki serinliğini
daha ona dokunmadan bana ulaştırdı. Eğildim ki nehrin içinden bir başka nehir
daha akıyordu. Yüzeyinden serinlik saçan,
ufak taşlara çarptıkça dalgalanıp
köpüren, sert toprakların üstünde ilerleyen yatağının iki yakasına sıçrattığı yeşil sularla sakin bir
nehir. Dibindense daha ağır, sanki birazdan katılaşıp sönecekmiş gibi duran
alev renklerine kızarmış lavdan bir ırmak. İnsan öyle uzaktan uzağa seyredince
gördüklerinin ay ışığı olduğunu sanardı ama gün ışıyınca ağaçların karanlık
gölgeleriyle beraber bu derinden akan lav sarısı ırmakta kaybolup gitti. Yalnızca
yaklaştığımızda yüzümüze serinliğini üfleyen yeşil, ışıklı, pırıltılar saçarak
ve kıvrılarak giden yer altı sularının dondurucu serinliğinde akan yeşil bir ırmak
kaldı. Soğukluğundan kaynağının çok uzakta olmadığını düşünüyorduk fakat biraz
daha içmek ve suları doldurmak için kaynağa yaklaşmaya karar verdiğimizde suyun
üstünde yüzen inek boku parçaları görmüştük. Nehrin lanetli olduğuna dair
birşeyler uydurmam da kuşağına el atmış olan Said'i ikna etmeyince nehre
işemeye kalkanların başına gelen kazaları sayıp döktüm. Bunların birinde sıcak
suya çekilip şelaleyi tırmanan ufak balıklar, insanın orasına varınca sıkışmaktan
korkup yelelerini gergin yelpazeler gibi aniden açıyorlardı. Yakınlarda bu
neviden kazalardan muzdarip pek çok yarım adamın dolaştığına ikna olmuşsa da
bizi dışarıdan gören suların koruyucusu kara tüylü iki goril bizi gövdelerinin
üstüne heybe gibi vurdukları gibi yanlarındaki
uysal büyük fillerin tepesine fırlatıp karnaval kalabalığının içinden önce
alçak havuzlu geniş bir avluya sonra sedirine yayılmış kırmızı kuşaklı, alaca kıyafetli
dev sarıklı Sultan'ın karşısına çıkardılar. Said gözünün ucuyla
bizden aldıkları kılıçlarla aramızdaki mesafeyi tartıyor, bunu yaparak işimizi
iyice zora sokuyordu çünkü ben onun bunu yaptığını Sultan'ın birdenbire
küçümsemeye varan rahatlığıyla geriye yaslanış biçiminden çıkarmıştım. Sonunda Sultan kılıçların bize geri uzatılmasını
işaret ederken "Sormuşlar ey Ebu Hasıl"
dedi. "Bir adamın başına tüm korktuğu şeyler gelirse ne olur? O zaman Ebu
Hasıl şöyle cevap vermiş : Adam korkusuz olur. Sormuşlar : Peki bir adam nasıl
cesur olur? Ebu Hasıl şunları söylemiş: O adam ki kılıcını yanında taşır, zamanı
gelince kınından sıyırır, zamanı gelince kınına sokarsa işte o adam
cesurdur." Ebu Hasıl'ın sultanın kendisinden başkası olmadığını kısa
zamanda eğilerek gidip gelen hizmetçileri ve dalkavuklarından öğrenirken, Said
de kılıcını yavaşça kınına yerleştirdi. Bizi buraya kadar getiren uzun yolu
dilim döndüğünce anlatıp bitirdikten sonra "Allah sizi dost ederek
ikramda bulunsun, anlattıklarınız zarif
ve tatlı, hatırda tutulması da kolay şeyler fakat bu yaptığınız nedir?"
dedi. "Suya işemek nerden çıktı?
Hem bu Said kim, yer yarılıp yere mi
girdi, gök alçalıp göğe mi uçtu?" Oturduğu rahatlıktan keyifle gıcırdayan
sedirde bağdaş kurmuş sağ avucunu sözünü söylerken bize doğru zarif biçimde açıp
göstermişti. Aşağı doğru bakan parmaklarını yeniden avucuna doğru yumdu ve
elini yeniden geri çekip kollarını birbirine kavuşturduğunda, toprak sarayının
önünde yere inip kanatlarını sert patırtılarla kapatıp içeri doğru koşan şahin kafalı iri bir adamın
uzattığı zarfı, üzerindeki balmumunu koparıp okumaya hazırlandı.
"Kötülükle dolu çıkar düşkünü bir topluluk... Bu onun yazısı değil"
diye derhal okumayı kesip bize döndü. "İyi" diye gülümsedi "Çıkıp
dansedin, henüz davullar çalmadayken" Sonra gizli bir sırra vakıf olanların
saklayamadığı kibriyle "Sabah kumlara karışacağız" diye fısıldadı.
"Kumlara karışmayacağım" dedim. "Ama sizi güzel hatırlayacağım"
Eliyle beni kovalarlarken şahin kafalı adama "Bu yazışmanın bizim elimize
geçmesini kendisi istemiş, ancak her zamanki katibine de yazdırmayarak benim
bunu da anlamamı istemiş. Yani neredeyse dalga geçiyor ve bununla tatmin
olmayarak bizimle dalga geçtiğinin de
bizim tarafımızdan iyice anlaşılmasını istiyor. Kendini tatmin edecek inceliği
bu nedenle yeterli bulmamış. Bir çeşit eğlence, bir çeşit sihir... Onlar hakkında
daha fazla bilgi istiyorum ancak öyle yap ki bilgiyi kendileri hazırlayıp sana
teslim etmesinler"
Duvarları halılarla kaplı
tül
peçeli cariyelerin hizmet ettiği toprak saraydan çöle döndüğümde sarı kumlar,
bildiğimiz anlamdaki dünyanın sonuna geldiğimizi hissettiren eski topraklar;
çaputlar bağlanmış karanlık ağaçlar, dallarına asılı gaz lambaları, rüzgarla
hareketlenen dallarının altına kurulmuş geniş sedirler, dumanı tüten sıcak
ekmekler ve şarap testileriyle yüklü mermer masalar, açılmış çiçeklere benzeyen
kıyafetler, sararmış otlar, iyi huylu köpekler, çölün içinden koşarak gelen
eyersiz atlar ve başka insanlar olarak yeniden karşıma çıktılar. Rengarenk
paçavralar içinde danseden karnaval kalabalığına karıştım. Dış duvarları yıkılmış
iki katlı taş binalarda deve derisi gerilmiş büyük davullar gümbürdemekte,
kayalarla çevrili dev bir çukurda yanan ateşin kızıl renkleri dansedenlerden davul vuranlara dek yayılmakta, alazlar rüzgarla
etrafa saçılmaktaydı. Elimde yürüyüşten gelen atların birinin sırtından çektiğim
yaramaz parçalardan dokunup birbirine dikilmiş bir battaniyeyle deniz kıyısına indim. Çölün yumuşak tozsu sarı kumlarına
hiç benzemeyen aralarında henüz kuma dönüşmemiş renkli taşlar da barındıran kumsalın gri
kumları çıplak ayaklarımın altında gelip giden sularla kımıldadılar. İnce yüzlü
ihtiyar bir kadın biz etrafına toplanırken bağışlayıcı yumuşak bir sevgi ve
muhabbetle baktı. Başında çiçek saplarından
örülmüş tacının gri baykuş tüyleri ve yaydığı
leylak kokular arasında üstündeki paçavraları gibi savrulan ak saçlarıyla,
önündeki iki parmak suyun örttüğü gümüş
teknesine avuçlarında ezdiği boyaları serpmeye koyuldu. Tozlar suya dokundukça
çözülüp birbirine karışarak yüzeye yayılıyorlardı. Işığın değişimiyle başımızı
göğe çevirdik. Suyun üzerindeki kıvrımlı desenler, alacalı renkler de gök kubbede belirip oynaşarak, birbirlerinin
yarattığı boşlukların içine dolarak yayıldılar.
Desenlerin dağılırken genişleyip değiştiği gök kubbenin altında yeşilden mora
savrulan bulutlar büyüyüp rüzgarla iç içe girerken gökyüzü ışıklarla kaplanıp
ufuklara doğru gerinip açıldı ve sanki bir an taşlaşıp duruldu. Ak saçlı kadının
avucunun sıcağında renk değiştiren taşlardan işlenmiş gibi saydam, parlak ve
renkli dev kubbeyi seyrettik. Kuğuyu andıran kıvrımlarıyla dar boyunlu kalın
camlı şişelerin birinden avucuna mavi tozlar döküp suyun üzerine serptiğinde parçalanıp ufalanan taşların yanyana parıldadıkları
ışıklar içindeki gök kubbede kaynayan göğün tehlikeli renkleri de birdenbire
uysallaşıp güneş önünde eriyen bulutlar
gibi uçuşup kayboldular. Tül kanatlı
kelebeklerin hafifliği ve mat
renkleriyle kubbeye yayılıp kaplayan sular sisler gibi dalgalanıp ışıklar içinde kaybolunca gök yeniden açıldı ve güneşi gördük. Hiçbirşey daha güzel
değil şimdi korkunun tehlikeli aracı ve
neden tutunmaya çalıştığımızın henüz cevabı yokken, çıkmamak için taş
merdivenleri ısıran bu inat niye, bizi
getirdiği denizin kıyısında sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya yemin etmiş aklın telaşı neden? Sonra fırlatılmış taşlar
gibi tuzlu sulara düşüp kumlara gömüldük. Leylak kokulu ak saçlı ihtiyar kadın su teknesinin üzerine gri
kalınca bir kağıt yayıp bekledikten sonra bir ucundan yavaşça çekip geri aldı. Üzerindeki desenleri seyredip kağıdı bana göstermeden kuruması için aşağı bıraktı.
"Şimdi sulara bak" dedi. Desenleri hala kaybolmamış suya baktım ve içimden sonsuza dek bana ait olduklarını sandığım
pek çok şey bir anda kaybolup gitti. Bir başkasına bu biçimde bakabileceğimi
bilemezdim. Ona hemen oracıkta aşık oldum. Zaten
sevgiyle uysallaştırılabileceği türden bir
aşkta değildi bu. Hayli dengesiz ve sarsıcı. Çok kolaydı ona bir defa baktıktan
sonra günlerce onu düşünmek ve ondan söz etmek. Dünyanın bir anahtarı vardı ve
o da anahtarın nerede olduğunu biliyor fakat içeri girmeme izin vermeyecek.
Bundan sonra sadece dışarda kalabilirim. Beni fark etmesine yetecek kadar bir
süre baktım. Ve kapı hala kapalı olmasına rağmen gözlerinin içlerinden tuhaf ve tehlikeli bir aleme
daldığımı hissettim. Yine de yakınlığına
kabul edilmediğim, izin verilmeyen bir kapıya yaklaşıp anahtar deliğinden
gizlice içeriyi seyretmek gibi kaçak bir çabaydı bu. Hem bir an
onun da Marla olduğunu sandım. Ama Marla değildi, seziyordum. Marla uzaktaydı.
Zaten onun Marla olmadığını şöyle anladım: Bu dünyada herşey büyük ve parlak,
güzel şeylerden oluşmuyor, karanlık ağaçların tepeleri bile yumuşak bir ışıkla parlamıyordu. Bu dünyada herşey
tehlikeli ve uzaktı. Tutunabileceğim hiçbir yer yoktu. Benim
için değildi ve beni kabul etmiyordu. Güven duygusunu tamamen ve herşey için
kaybettiğimi sandım. Başka pek çok şey sonradan ve yavaş yavaş geri geldiyse de
insanın başına gelecekleri bilmeden kendine tuhaf biçimde güvenmesinin yararsız
hoşluğunu, cehaletin uyuşturan tatlılığını hissettim. O ana kadar bir hayatım
vardı. O andan sonra artık başka bir hayatım olacağını, ona yaklaşamayacağımı,
ona yeniden bakamayacağımı ancak bir şaka gibi herşeyde onun dünyasından
bir parçanın bana görüneceğini oradan ayrılmadan sezmiştim. Bundan böyle daha
fazla acı çekmekten gocunmayacaktım ve daha fazla mutlu olacak, dünyaya bir
süre için daha iyimser gözlerle bakacak,
Marla'yı arayacak ve onu daha çok sevecek, rüzgarı daha fazla hissedecektim.
Kendimi yakınlarında bulduğum ana caddeleri birbirine bağlayan çok katlı taş
binaların sıralandığı dar sokağı adımlarken bir martının
alçalıp çok fazla yakından geçeceğini hissettiğimde bir an bana doğru bakmasını
diledim ve siyah gözleri büyük büyük açılırken onun gözlerinden kendime baktığımı
gördüm. Çok sonra yapacağım gibi ani bir kararla atladığım attan dar sokağa açılan
bina kapılarından birine doğru koşuyordum. Martı gevrek bir çığlıkla yeniden
yükseldi. Sokakta hiç kimse yoktu. Zemin katın da altında kalan açmaya uğraştığım
demirliksiz dar pencereyi zorlayınca içeriden kendiliğinden açıldı. Korkuyla
geri çekildim. Sokağa doğru yukarı bakan yorgun tavırlı donuk teni derin
çizgilerle oyulmuş sert bir yüz
tereddütsüz ve yatıştırıcı bir
sesle "Burada görülecek başka bir şey yok" diye seslendi sakince. O
sokağı daha sonra defalarca gördüm ve nerede olduğunu onu bulana dek hep merak
ettim.
"...herneyse kum fırtınası
yaklaşıyor" dedi ihtiyar. "Çadırı uçurup götürürse uyanırsın zaten. Rüzgarın
hali hiç belli değil" Acıyıp sızlayan
gözlerimi araladım. Yeniden derinlere dalmamam için çocukluğunu geçirdiği çöl
kavminin hikayelerinden birini anlattı.
"Kavmimin gönülden
bağlı olduğu veliaht prensi bir gün Sultan babasından izin alıp işte böyle bir
rüzgarda atının hazırlanmasını istemişti" dedi. Belki aklında boylar arasındaki
savaşı durdurabilecek bir yol aramak belki yaklaşan hortumu yönlendirip
kavminden uzaklara taşımak vardı, çünkü kavmi her daim savaştaydı ama ne cihat
ne zenginlik elde etme ihtiyacı ne de özgür olmak için yapılan savaşlardı
bunlar. Hükmetme isteği, şan ve şeref arayışıydı belki. 'Kanlarının gevşekliğe
alışık olmaması' diye açıklardı kendince Sultan babası ona. Savaşsız geçen
bereketli ve ılık bir yılın ardından boylar arasında çekişmeler artar, yarışmalarda
dostluk etsinler diye bir araya getirilmelerinden bile sonu gelmeyen kavgalar,
kuşaklar boyunca sürecek kan davaları, sonu yaralamalar yahut ölümlerle biten
kavgalar çıkardı. O zaman sefer zamanı gelir, kanları kaynar, ilkbahar zamanıdır.
Böyle zamanda muhakkak toplanıp biryerlere hücum etmek gerekirdi ki prens yola
çıktığında, o vakit de yaklaşmaktaydı. Çölün hayal etmesi kolay ayrıntılarla
yüklü bir efsanesi, cesur bir savaşçının kaynayıp köpürerek ilerleyen kum fırtınasının
gözündeki hortumun içine hızlı bir arap atıyla
dört nala ve hiç tereddüt etmeden ve korkuya kapılmadan sürebilirse fırtınadan
dışarıya savrulmayacağını anlatır. Atıyla dört nala fırtınanın gözüne dalan
cesur bir atlı, geçtiği çölün kumlarını içine çekip hızla çeviren hortumda
yukarı doğru tırmanabilir, hatta onu yönlendirebilir ve bu dünyada aradığı
zenginlik, cariyeler veya aradığı her neyse ona kavuşabilirmiş. Prens, atıyla
yola çıkıp yaklaşan hortuma sürmüş sürmesine ama hortumun içine girdikten sonra
gözden bir anda kaybolup bir daha da görünmemiş. Hortum kavimlerinin topraklarını
vurup savuracak yerde yön değiştirip uzaklaşmış ama prensin geri dönmediğini
görenler sultan'a veliahtı yolladığı için kızdıkları fırtınadan aylar sonrasında
bir zaman, prens gittiği yöne ters bir yönden dört nala çıkagelmiş. Hortumun
içinden yukarı tırmanıp her tarafın çöl olduğunu gördüğünü, çölün her tarafını
seyrettiğini sonra başka kavimlerin yaşadığı başka zamanlara gittiğini ve
oradan yanında geleceği gösteren bir aynayla döndüğünü söyleyip büyük aynayı
çadırların önüne asmış. Bu ayna bulutsuz bir göğün maviliğini gösterebilir,
çünkü ateşin yükselen dumanı da vardır onda." demiş. "Herşeyden bir
parça onda vardır." Onun düşüncesine göre artık savaşacak boylar aynada
belirdiğinde boy beyleri kimlerin öleceğini önceden anlayıp savaşçılarını
meydana çıkarmayınca akan kan da sonunda
durulacakmış.
"Getirdiği
ayna bir işe yaramış mı bari?" diye sordum merakla. "Hayır"
dedi. "Efsanenin gerçekleştiği dilden dile yayılınca çölün bütün kavimleri kılıçlarının tüm
kudreti, gergin yaylarına takılı oklarının
tüm keskinliğiyle veliaht prensin getirdiği sihirli aynayı elde etmek için
savaşmaya girişmişler. Ayna da savaşların içinde oradan oraya taşınırken
parçalanıp dağılmış. "Ama" dedi kalkarken."Bende hala o kaybolduğu
sanılan aynanın parçalarından biri duruyor. Bizim için geçmişi gösteren aynanın
bir parçası. Gelecek içinse beklemek gerekli, ne kadar zaman sonrası görülmek
istenirse o kadar. Onun karşısında bir defasında dört yüz yıl bekledim ve pek
bir şey değişmedi, bazı evler yükselip ışıklandı,
sonra gökyüzüne baktım yıldızlar aynı kaldı ve deniz birkaç defa buraya kadar
geldi. Aynadan yüz çevirince hanımımın öğle yemeği için hazırlık yaptığını
gördüm ve az önce beni çağırdığını anımsadım. Şimdiyi gösteren aynalarsa baktığımda
içinde olduğum duygusu veriyordu. Bu tehlikeli inandırıcılıkları nice çöl
adamlarının onlara kapılıp gitmelerine yol açmıştı. Sonra aynalar yapılış sırlarını bilen eski
ayna imalatçılarıyla birlikte kayboldular.
Şimdi anlıyorsun ki gerçekte hiçbirşey olmamışsa geçmiş ve gelecek değiştirilebilir,
çünkü herşey çoktan olup bitmiştir. Kendi zaman çizginde ilerlerken gördüklerin
sana bu duyguyu yaşatabilir, çünkü bizler tıpkı nesneler gibi yer değiştiriyoruz.
Bakışımız da yer değiştirebiliyor. Bir süre düşündükten sonra “O zaman ben, ben
olmam ki” dedim söylediğindeki mantıksızlığı yakalamış gibi neşelenmiştim.
"Zekanın keskinliğinde bir çiğlik var" dedi. "Ama masumiyetin
bunu dengeliyor. Herhalde de bu yüzden buradasın. Ama bunlar boş sözler, bana
ne getirdin?" dedi. Altınları gösterdim. Elimden alıp şakıtdatarak birer
birer sandığın içine attı. Aklım söylediklerine takılmıştı. “O zaman bir yerden
bir yere de gitmeye gerek yok” dedim. Garipseyerek handiyse ayıplayarak baktı.
“Herşeyin bir yolu yordamı olur” dedi. “Bir yerden ötekine gitmezsen nasıl yer
değiştireceksin? Bir şeyi yana yakıla aradığına göre neden kaçtığını da bulman
gerek. “Onun yokluğundan kaçıyorum" dedim. "Onun yokluğunda sen varsın,
aynalar var işte, ama kapılar yok" Söylemeye çalıştığım şey aslında onları
göremediğimdi ama anladığını sanıyorum. Hiçbirini açıp geçemiyordum, burada ve
şimdide kısılı kalmıştım. Bunu ilk defa sedir ağacının alalade bir sedir ağacına
dönüştüğünü fark ettiğimde düşünmüştüm.
Onunla herhangi bir yer bile buradan daha güzeldi. "Onun uzaklığından
kaçıyor olabilirsin" dedi. "Doğrusu bu dünyada korkulmaya değer bir
başka şey daha bulmadım." Sonra bize uzun ya da kısa görünse de herkesin
böylece aynı süreyi tamamladığını söyledi, ve bilmediğim uzun bir yoldan aslında
olayların bize değişik göründüğünü aslında aynı olayların uç uca eklendiği aynı
hayatı yaşadığımıza varıp bitirdi. Aynı olayın bize düşen kısmını yaşayıp
tamamlamak vakti gelince de ayrılmak kader bilmecesinin yalnız bir harfiydi.
Başka harfleri ve bağlarını bilmedikçe bu bilmeceyi çözemez, anlamını öğrenemezdik.
"Ben"
diye itiraf etti, "Kapılardan hiç içeri girmedim. Bunları sana
anlatmak istedim, o yüzden belki hiç, içeri girmedim"
Uzattığı parçadan yansıyanlara karşı
sığ bir hayret duygusu içinde olduğumu hissedince belli belirsiz bir küçümseme
dudaklarının arasından uçup gitti. "Burada ben yokum" dedim sonra. Bu
defa ihtiyar hayret ederek ayna parçasına baktı benimle birlikte. "Kendi
geçmişini görüyor olmalıydın ama her nasılsa bu benim" diye karşılık
verdi. Şimdiye kadar ki kendine güvenli sesi ve alay eder hali sarsılmış halde değişik kuru ot demetlerinin
içinde bulunduğu bez torbaların arasına çöktü. Kuru demetlerle dolu tahta kasanın
başında 'her kişiye özel doğru karışımı bulmazsak çok tehlikeli' deyişini anımsadım,
şimdi tereddüt içindeydi. "Eğer bu sıska çocuk sensen" dedim.
"Deveye bağladığın iplerle halatları gerdirerek mor bir çadırı ayaklandırmaya
çalışıyorsun. Devenin üstündeyse kırmızı fesli tombul bir adam var." "Anlatıcı olan bendim,
bu nasıl
olabilir? " dedi sayıklar halde. "Kırık aynaları
koyduğu çuvalı taşlarla döverek onları toz haline getiriyor ve şimdi çöle savuruyor" "O abim
olmalı" diye fısıldadı tereddüt içinde. Aynayı ona geri verip yeniden
rüyaya daldım fakat bir daha onun sesini duymadım. Onu kararsız bir hale
getirmiş olmakta ve ihtiyarın rahatsız halinde belki bir hoşnutluk ve keyif
bulmuştum, çadıra girdiğimden beri ilk defa kendimi ona denk hissediyordum.
Göreceklerimi görecek ve artık beni yönlendirmeyecekti. Olaylar şöyle
neticelendi: Marla ve kendimi boş ve dar bir koridorda buldum.
"Birbirini
yansıtan aynalarla sonsuza dek ilerleyen bir koridor" diye fısıldadı
Marla.
"Koridorda
değiliz yanımızda birer oda var." dedim boşluğu yoklayarak.
"Birer
oda yok, bir oda da yok, bunlar sadece birbirlerini yansıtıyorlar" diye
seslendi ilerlediği koridordan geri dönerken.
"Ama bir
zamanlar bir oda olmuş olmalı" diye fikir yürüttüm.
Yeniden baktığımda
aynanın içindeydi. Ben de karşısındaki aynaya doğru bir adım attım ve yanyana
olduk böylece.
"Artık
tek bir oda var"
"Burada
kalamayız" dedim. "Koridorlar, odalar ve aynalardan mutlaka bir çıkış olmalı"
"Anlamıyorsun"
dedi Marla. "Hiçbirşey olmak zorunda değil"
Hiç geri
gelmeden hep bir arada kalmanın bir yolunu arıyordum.
"Geri dönemeyeceğimi biliyorsun, hep buradaydım, hiç
gitmedim.
Beni çağırmanı gerektirecek kadar uzak olmadım hiç" dedi. Bunu söylerken yeniden dalgın bir
havaya bürünmüştü. "Rüya görmeni istemiyorum." diye bağırdım.
"Biraz daha sessiz ol." diye fısıldadı. "Herkes senin bir kedi
olduğunu bilmek zorunda değil." Görünen o ki etkisi diğerlerinden daha
kuvvetli olan aynalardan birinde bir kedi olarak yorumlanıyordum ve ondan kurtulabilmek
için irademi toplamam ve odaklanmam
gerekiyordu. Uzun kuyruğumu sinirle ve belli bir ritimle yere çarpıyordum.
Ama rüya görmeye başlamıştı. Atsız
arabalar ve yüksek binalar arasında kalabalık bir caddede yanyana yürüyorduk
şimdi. "Orası bir gömlekçi olmalıydı." Saatine baktı. "Yaklaşık
yedi sene geriden geliyoruz. Şu an hala kristal ve yağmur yağabilir. Bunun tek
bir açıklaması var. Biz şu anda yaşamıyoruz." İşaret ettiği yere girip
küçük masaların birine karşılıklı oturduk. "Ölü olduğumuzu mu düşünüyorsun?"
"Hayır, şu anda şimdide yaşamıyoruz. Muhtemelen ya geçmişte yaşıyorduk ama
hala nasıl buradayız?" Beyaz ufak porselen bir fincanda masaya bırakılan
çayı yudumlarken "Biz gelecekte yaşıyor olmalıydık." diye sır verir
gibi fısıldadıktan sonra başıyla iki defa kendi kendini onayladı. "Bizi
bir rüyanın içinde hatırlıyorlar" dedim umutsuzca. "Başkasının rüyasında
sana sarılamam o halde" dedi. “Bunu yapmayı şimdi hiç
istemiyorum." Patırtılarla camlara
vuran yağmur damlalarıyla birlikte içeri girenler çoğalmıştı.
"Güneş sana çarptığında
gölgenin karanlığına karışmama izin verseydin seni seve seve takip
ederdim" diye sızlandım. Hasta yattığı geceyi anımsamıştım. "Dikkat
çekmeden geçip giderdik"
"Çok
fazla ışık vardı" dedi. "Seni saklayamayabilirdim."
Aynalardan
biri dev bir korsan gemisinin iç koridorlarından birine açıldı
yeniden. Dar koridordan geçip geminin kıçına yürüdük, surlarının içinden
alevler yükselen dev kaleleriyle kayalıklarla dolu bir kıyıdan uzaklaşıyorduk.
Koridorlarda gördüklerimizin anlamını öğrenmek için merdivenlerden kaptan
köşküne tırmandık. Gemide olup biten herşeyden sorumlu muhakkak en az bir
kaptan olmalıydı. Eşyaların birbirine
girdiği, pencerelerin çoğunun camları kırık ve etrafın hayli dağınık olduğu
köşkte kısa bacaklı gri yeleli kırmızı burunlu derin düşüncelere dalmış görünen
tedirgin bir Habeş Maymunu oturuyordu. Gördüğümüz rüyalarla ilgilenmek yerine
bize harikulade bir masal anlatacağını, yeniden çıkıp gitmememizi, eğer onu
dinlersek buna çok memnun olacağını söyledi.
"Biz
gördüğümüz rüyanın anlamını öğrenmek için sana geldik. Sen
bize başka bir masal daha mı anlatmak
istiyorsun ?" diye sorduk. Başıyla
onayladı.
"Bize
buraya nasıl geldiğimizi anlatma, çünkü bunu zaten biliyor ve hatırlıyoruz."
dedi Marla. "Bize tavsiyelerde bulunma çünkü biz ayaklarımızın sürüklediği
yere gidiyoruz. Bize neden hala burada olduğumuzu söyleme ve yol gösterme,
çünkü çıkmak istediğimizden de emin değiliz."
İnce ve ileri
doğru fırlamış yüzüyle, geriye doğru taranmış yelemsi gri tonlardaki saçlarıyla
cüsseli bir Habeş maymununu andırıyordu. Belki öyleydi. Sıkı iliklenmiş altın
düğmeli kolları geniş kırmızı şeritleri olan turuncu dar bir kıyafeti vardı.
Belki eskiden bir kraldı ya da artık
kral olmaya karar vermişti. İki
yana sallanarak altına gizlediği ayaklarını ortaya çıkardı. Masanın üzerine çıkıp
gemi açıklarda seyretmesine karşın palamarların çözülmesi emrini verdi. O sırada
kamarada bizden başka kimsenin olmadığını sanıyorduk ama emir sonrası kapı
sertçe kapandı, kıç tarafına baktık ve emri yerine getirmeye koşarken göğsünü
döverek giden sert bakışlı kara goriller palamarları çözmeleriyle, dev
yelkenleri taşıyan direkler de güverteye çatırdayarak devrildi, aynı
gorillerden biri geri dönüp, geminin su alarak yavaşça batmaya koyulduğu
haberini getirdi. Maymun istediği de buymuş gibi söyleneni anladığını belirten
bir onaylamadan sonra bir sıçrayışta masasına tırmanıp bize döndü.
"Sana
bir masal ve ona ayrı bir masal anlatmayacağım, ikinize de aynı tek masalı
anlatacağım. Nasıl biteceği söyleyenemez çünkü bunu ben de bilmiyorum
ama burada sonsuza dek ve mutlu yaşayamazsınız."
Zırhım şakırdarken
güçlükle gösterdiği sandalyeye çöktüm. Marla geniş balon etekleriyle
oturmaya çalışırken benden daha zor bir durumdaydı. Birbirine kenetlenmiş parmaklar gibi sıkan
korsesini kıkırdayarak kamaraya giren ağızları yukarı bakan balık kafalı ince
hanımlar sırtındaki ipleri çözerek güçlükle gevşettiklerinde rahatlayıp derin
bir nefes aldı.
"Bir
zamanlar" diye anlatmaya başladı kül renginden
gövdesi ve gri yeleleri olan maymun. "Yüksek surlarla çevrili kocaman bir
kalenin içinde güzel mi güzel bir kız yaşardı. Kale bir tepeciğe kuruluydu. Bu
kalenin yüksek surları; ormanı ve ormanın tehlikelerini kaleden uzak tutar, ama
tepecikte yaşayan insanlar da suyun eşsiz görkemini göremez, okyanusun başladığı
noktadan ileriye uzanan dalgaları, ahşap gemileri ve deniz kuşlarının gemilerle
oyunlarını seyredemez, kafalarını ne kadar kaldırırlarsa kaldırsınlar yine de
ancak upuzun yükselen taş duvarlarına
bakarlarmış. Bu kaleyi çeviren surların dört ayrı yöne bakan dört kapısı varmış
ki her gün bu kapılardan ulaklar gider elçiler ve misafirler gelirmiş.
Günlerden bir gün doğu kapısından hiçkimse gelmemiş. Bir terslik olduğunu ilkin
anlamamışlar. En yakın ülkenin toprakları bile o kadar uzakmış ki. Ancak gözcüler ve ulaklarıyla tüm gelişmelerden muhakkak
haberleri olacağına inanırlarmış. Ertesi gün yine kimse gelmemiş. Ülkelerini
yöneten mutlu ve şişman kral o yöne doğru üç şövalye göndermiş. "Bakın
bakalım, bu yönden neden artık
hiç kimse gelip gitmez oldu?" demiş. Birinci şövalye "Ben" diye
kararını bildirmiş, "Ormanın aşağısından gideceğim" İkinci şövalye
ise ormanın yukarısından dolanacağını açıklamış. Üçüncü şövalye en genç olanıymış
ve onlara birşey söylemeden ormanın içine sürmüş. Bu üç şövalyenin de aslında
aynı şövalye olduğunu ve sadece üçüncüsünde başardığını, masalımda üç ayrı
şövalyeden bahsetmediğimi anlıyorsunuzdur umarım. Herneyse, ilk şövalye geldiğinde
"Canım efendim yolda kimseler yoktu, kimseye rastlayamadım, tuhaf birşeyle
karşılaşmadım, izniniz olursa yarın daha uzaklara gideyim" demiş. İkinci
şövalye de gelip tamı tamına bu sözlerin aynısını söylemiş. Kral da şövalyeleri
"Gidin ve bir haber getirmeden geri dönmeyin" diye yanıtlamış. Biz
gelelim, ormanın içinden gitmek dışında başka bir yolu kalmamış olan üçüncü
şövalyenin öyküsüne.
"Değişik zamanlarda aynı adamın
farklı düzeyleri geliyordu değil mi ?" diye sordum.
"..kendi zamanının başka bir yerinde olan biri" Maymun sözünün kesilmesinden hoşnutsuz halde suratını
ekşitti ve kötü kötü baktı. Sonra yanıt vermeden yavaşça devam etti.
Zor bir
yolculukla uzun ve zor yollar aşıp, hızlı bir yolculukla geri dönen genç
şövalye dönüşte hikayesini anlatmış:
"Rüzgar
kulaklarıma doldu, soğuk dudaklarımı parçaladı, toprak yoldaki taşlar atımı
yaraladı, inip yedeğime aldım; çalılar böğürlerini, çayırlar otlarını sakındı,
ormanın cinleri görünmeden beni izlediler, sesleri korkuttu, kapattıkları
yolları açmak günlerimi aldı. Sonunda atımı da bıraktım, sınıra gelmiştim.
Kayalıklardan aşağı indim. Ellerim taşların sivriliğinde parçalandı. Başımı
kaldırınca perişan halde insanlar ve telef olmuş hayvanlarla dolu bir ülkeye
geldiğimi anladım. Çünkü ben onca yoldan ve onca zorluk ve açlıktan sonra bile
onlardan daha iyi görünüyordum. Nereden geldiğimi sordular bana ama daha yanıtımı
dinlemeden düşmanca bakmaya başlamışlardı. Bu ülkeden düşman gelmez kralım"
diye bitirdi sözlerini genç şövalye. Buradan ulak da, elçiler de, artık sevimli
şairlerde, ozanlar da gelmeyecekler, bu yolu aşacak onların arasında kimse
yoktur. Başka tüm yolları da kendileri kapamışlar."
Kral beyaz sakallarını karıştırmış. Duydukları hiç hoşuna gitmemiş. "Hay
Allah yahu" demiş. "Bunlar bizim büyücülerin dediklerine hiç
benzemiyor" Akşam sarayın büyücülerini toplamış. Büyücüler önce kralın
endişeli konuşmasını dinleyip sonra da bir şey söylemeden daha önce aralarında
anlaştıkları gibi sihirli bir küre koymuşlar masaya. Kürenin içinde oynayan
dansözleri, şakalaşan ve şarkı söyleyen kalabalığı göstererek, "İşte burası
orasıdır" demişler. Kralın duyduklarıda gördükleride çok hoşuna gitmiş.
"Hay Allah yahu" demiş. "Bu bizim genç şövalyenin anlattıklarına
hiç benzemiyor"
"Aman Kral hazretleri" demişler "Şövalye ne bilir, şövalye at
sürer kılıç sallar"
Kral böyle denilince daha bir memnun olmuş, göbeğini
ovuşturmuş, duydukları hoşuna gittiği için de başka bir şey dinlemek istememiş o gece. Yüksek surların
üzerinden okyanusa bakan odasında davetlileri kabul etmiş, kürenin
gösterdiklerinin büyücülerin bahçesi olduğunu anlayamasa da yine de içine bir
kurt düşmüş. Daha akşam olmadan geri dönen diğer iki şövalyeyi çağırıp
"Peki yolda gördüğünüz değişik bir şey oldu mu?" diye sormuş.
Şövalyeler "Yok ne bir kimse gördük, ne değişik bir şey" deyip
yemeklerine dönmüşler.
Saklanan gerçek,
büyücülerden biri güzel prensese aşık oluncaya kadar da ortaya çıkmamış. Büyücü
prensesin rüyasını yorumlarken onun
görüşünün duruluğuna öyle hayret etmiş, saflığına öyle hayran kalmış ki sonunda
evlenmek için kendini kralın önüne atıp yalvarırken bulmuş. Kral büyücüyü
reddetmişse de büyücü sadakatini kanıtlamak için kristal küresini çıkarıp ona
saklanan sefaleti göstermiş. Fakat diğer büyücüler sırlarının açıklanmasına
sinirlenip hem birbirlerine düşmüş, hem de şövalyeye destek çıkan büyücüye kızıp
birbirine girmişler. Onlar aralarında kavga ede
dursunlar hiçkimsenin gelmediği yönden yaklaşan hastalık ve büyük kıtlık,
etraftaki hayvanları telef etmeye başlamış. Ormanın dev ağaçları bilinmeyen
hastalıklarla bedenlerinin diriliğini kaybedip birbirlerinin üzerine kıvrılmaya
koyulmuşlar, nihayet kıtlık ve hastalık surlardan içeri sızınca sokaklar yangın
yerine dönmüş, kral ve eşrafı da
ülkelerinden gemiyle ayrılmışlar. İşte böyle herşey olup bitmiş"
Güverteye çıktık.
Surların arkasında yanan ateşler gökte büyüttükleri kara bir bulutu
besliyorlardı. "Çok güçlü bir orduları vardı" diye açıkladı Habeş
maymunu "Ve hiç yenilmediler ama şehir düştü."
"Şehri
yakıp yok edecek yangını daha önce rüyamda görmüştüm" dedi Marla. Bu
yüzden büyücünün dileğine uyup rüyalarımı kirli büyük bir sandığın içine saklayıp
kilitlemiştim. Ama ağaçların yıkıldığı yağmaların başladığı bir gün güçlükle
indirilip saklandığı köşeden hazine avcıları tarafından halatlarla yukarı
çekilip salonun ortasına sürüklediler. İçlerinden en
iri olanı savaş baltasını kaldırıp tek hamlede sandığı gevrek gıcırtılar çıkararak
dağılan eski ve çürümüş tahta parçalarına ayırdı. Rüyalar o gece o salondan
bütün ülkeye dağıldı ve her güzel kadın ve cesur erkek o tuhaf rüyalardan
birkaçını gördü. Günler geçti ve rüyaların bazısı gerçekleşti. Gerçekleşen
rüyaların birinde, alevleri bütün kenti kavurduktan sonra daha yakacak bir şey
bulamayan ateş, dağılmış ve küle dönmüş ocaktaki son ıslak odunun üstünde sızlanarak
dolaşa dolaşa zehir olup yaş ağaçları baltalayan oduncuyu öldürmüştü."
Çalkalanan
deniz, ağır ağır batmaya hazırlanan geminin gövdesine çarpıp
sızlanarak aşağı çekiliyordu. Geminin direkleri güverteye devrilmiş haldeydi ve
sukunet içinde dalgaların yeknesak hareketlerini izliyorduk. Bir şey bekliyor
gibi. Belki bir yunus sürüsü, belki büyük bir kaplumbağa.
"Bir
defasında karanlık bir ismi çağırmıştım" diye itiraf ettim.
"Sadece yaşayanlara saldıran garip ölülerle çevrelenmişken" Sonra
Marla'ya, Beneruth'un aslında iyi olmadığını fısıldadım. Dikkatle olanları
dinledikten sonra “Bu gördüğün rüyayı kime anlattın ?” diye sordu tedirgin bir
sesle. "Hiçkimseye anlatmam mümkün değil, bunu nasıl açıklarım sana
bilmiyorum ama şu anda zaten bir rüyadayız" diyebildim. Ona gri yeleli bir
maymunun masal anlatmasının normal bir durum olmadığını açıklamaya hazırlanırken
"Buna yürekten inanıyorum" dedi. "Şu halde seni buraya kadar
getiren izleri takip ettin, rüyalara bıraktığım işaretleri" Ellerinin arasına
aldığı yüzümü, yeni ve büyük bir armağan gibi kocaman açılmış gözlerle
seyrederken "Yani sen şimdi gerçekten burdasın" dedi. "Ah, savaşın
ortasından çekilip alınman ne zordu, ve seni kapattıkları odayı anımsıyor
musun, anlayacak gibi yaklaşmıştın, gölün üstüne eğile eğile sonunda suyun
içine dalıveren yeşil dallara benziyordun, ama uyanınca değişeceğini bildiğim
için çingene şarkısını bitirince ortadan kayboldum." "Sen kumların
üzerinde uyuyordun" dedim. "Şimdi" dedi Marla iç geçirerek.
"Bunu sana nasıl açıklayabilirim bilmiyorum ama yaşadıklarının hepsi bir
masal gibi aynı gecenin içinde ve ben de
birazdan gitmek zorundayım, geri dönmeliyim" "Gitmeni
istemiyorum" dedim. "Burada benimle kal"
"Bunu ne
denli yürekten dilediğini hatırla." dedi gülümseyerek.
Onun yolunun
hasta olduğu gecenin sabahına açıldığını hissettim sarılırken.
Gövdesinden sökülüp koparılınca kendi içine kıvrılıp kapanan ağaç kabukları adına; başka bir
masal daha anlatılacak mı, yoksa her zaman söylendiği gibi hoşçakal mı
demeliyiz? Öpüşünün tadı tarçın gibi tatlı ve yakıcıydı. Etrafımızdaki herşey
değişip geniş ve yüksek duvarlara dönüştü.
"Burada
bir bahçe olmalıydı." dedi Marla. "Bazı şeyler biz hiç istemeden
değişmiş, bu nasıl olabilir?" Biz yaklaşırken önümüzdeki duvar
dalgalanarak bir perde gibi çekildi ve birlikte bahçeye çıktık, Marla'nın dalgın
hali gözlerimin önünde silinip kayboldu. Geldiğimiz yönde de duvarlar
yoktu artık, bahçedeydim. Sedir ağaçlarını, sakin akan yeşil nehiri ve gri
kayaları seyrettim. Burada neler yaşanmış olduğunu ve neden bana yaşandıkları
zaman o denli önemli ve tuhaf
göründüklerini unutalı çok uzun zaman
oldu. İsmini tekrarladım. Fısıltıyla
sadece bir kapıyı açık tutmaya çalışır gibi. Aklımda tutmaya zorlandığım
ve inancını çoktan kaybetmiş olduğum başka bir dünya vardı. Kısık bir sesle
tekrarlarken ne anlama geldiğini unuttuğum bir isim. Bir zaman sonra ne anlama
geldiğini çıkartabilmek için tekrarladım, kaybedilen bir anahtarı ararken şarkı
söylemek gibi. Olanlara inanamadığım için belki "Biz burada onunla
yanyanaydık" diye seslendim sonunda yüksek sesle. Son bir defa boşluğa ismini fısıldadım. Kapıların
kapandığını ve benim yanlış tarafta kaldığımı böylece anladım. Hiçbirşey
hissetmedim. Artık belki onu görsem bile onu göremeyecektim. Tıpkı onunlayken
dünyayı gördüğüm halde, dünyayı görememem gibi. Dünya birlikte gördüğümüz değişik bir rüya
değil artık. Ne anlama geldiğini düşündüğüme göre uyanmış olmalıyım ya da. Olanları anlatacağım, birileri
dinleyecek ve hayırlara yoracak belki. Herşey kendisinden yapıldığı tozlara karışınca
her yer çöle dönüşür ve çölün ruhu büyük kara bir kaplandır, onu ele geçiremezsin.
Karanlık ve zorlu bir yol bazı
zamanlar onu özlemek,
sevmek ve ona ulaşmayı dilemek. "Buradan ötede hiçbirşey yok" dedi adam. Uçurumun kenarında
oturan kalabalığa yaklaşıp boş bir sandalyeye oturmuştum. "Aradığın
herneyse daha geride kalmış olmalı" Uçurumun ötesinde en yüksek dalgaların
dahi ince zarif çizgiler olarak belirip sulara kırılıp devrildikleri büyük mavi
okyanus. Gülüştüklerini duydum. Beni tuhaf bulduklarını biliyordum, onlara hiç benzemiyordum.
"Gide gide" diye anlattı aralarından biri. "Herşeyin mümkün olduğu
yarı yarıya sönmüş bir yıldıza ulaştık bir defasında. Bu, herkesin rüyasını
gördüğü kutlu ülkeydi. Beklenenin aksine yaratıcılıktan, doğaçlamadan ve zenginlikten yoksun halde
sürekli tekrarlardan mutluluk giderek kayboldu. Simyacıların çabasıyla
hazırlanan iksirlerse verdiğinden fazlasını kısa sürede söküp götürdüğünden
çöküp toprağa karışan bedenler yüzünden bu da terkedildi ve yeniden sınırların
olduğu bir dünyaya geri dönüldü. Herkesin kendini kendi istediği kadar sınırladığı
dünyaysa ona kapılıp gitmemize yol açması gereken gerçekçilik duygusunu
vermiyordu, bitmeyen bir masalın içinde kıvrandırıcı bir tatminsizlik yarattı.
Sonunda ne kadar kurtulmaya çalışırsak
çalışalım bana göre insan hep belli bir acizlik duygusuna ihtiyaç duyar. Ölçüsü üzerinde daha çok uğraşılmalı
belki." "Öyleyse aradığımız şey bize mutluluk olarak görünüyor"
dedim. "Hayır" dedi. "Senin durumunda böyle değil, sen zaten
aramıyorsun, Marla olduğunu öğrenmişsin" Onay ister gibi bir an kaşlarını
kaldırıp bakınca "Evet" dedim. "Yanılmayacak kadar basit. Kararsızlığa
sürüklemeyecek kadar açık. O, Marla'dır. Gençliğin ve sonsuz hayatın güzel
Marla'sı. O sadece çölün sarı kumlarına benzer. Güneşin altında yanmaktan
gocunmaz ve ona zarar veremezsin" "Aslında tam sana göre bir
yer var" dedi. "Güçlü bir benlik duygusu gerekiyor ama.
Ancak bu şekilde gidebiliyor ve azalınca hissettiğin tatmin de yavaşça sona
eriyor, sonra onu tükettiğinde yol gene buraya varıyor" "Burada ne
var ki?" dedim bakınarak. "Hiçbir şey yok" dedi adam "Bu
mantıksızlığı sana gevezelik olsun diye anlatıyorum çünkü bunları bilmenin
kimseye bir yarar sağladığını işitmedim" "Hayır" dedim.
"Ben Marla'yı arıyorum" Bana yardım edemeyeceğini anlamıştım.
"Sadece şimdi nerede olduğunu bilmiyorum" "İçinde Marla'nın olduğu bir yer okumadım"
dedi, “Ama az önce buradan deve kervanıyla geçen adamın çok
güzel ufak bir çiftliği var , o böyle bir şeyi birkaç günde yazabilir, sende
bahçesinde dinlenirsin. "Ama" dedim "O asıl Marla
olmayacak." "Tam beklediğin gibi olacak" dedi. "Aklındaki
her nasılsa" Bu ayna yapıcısının sesiydi. Onun çadırında olduğum yavaşça
aklıma geldi. Konuştuğum herşeye cevap verenin o olduğunu anlamıştım. "Fırtına
yaklaşıyor" dedi. O yüzden uyandırdım, yardımın lazım. "Geri dönmek
istemiyorum" dedim gözlerimi açmadan. "Sonsuza dek, burada
kalabilirim, Marla buralarda bir yerde onu yeniden bulabilirim" Ertesi gün
öğlene doğru çöl çadırında sıcaktan bunalmış ve nefessiz halde uyanmadan önce
son söylediğim de buydu. Çölün ayna yapıcısı ihtiyarına son konuşmanın saçmalığını anlatınca
"Oyunun içine dalışımız öyle belirsiz bir geçişle gerçekleşir ki onu dışarıdan
seyredenin de biz olduğunu unuturuz, şimdi senin bu sözün, seçimin beni de
etkilemiş olmalı" dedi. "Sonsuza kadar bu çadırın etrafında
kalabilirim" Sersemlemiş halde çadırdan çıkıp güneşi kapatan toz bulutlarına
baktım. Güney ufku yaklaşan toz bulutlarıyla kaplıydı, geçtikleri yerlerde
kumları ayaklandırıp kendilerine katarak hızla ilerliyorlardı. "Kitap
okumak bazı şeyleri iyice anlamama yaradı." dedi ihtiyar benimle birlikte
çadırın dışında kumların üstünde otururken. "Ama o bazı şeylerin bana
hiçbir yararı olmadı." Fırtına yön değiştirip uzaklaşıyordu. "Arap
şiiri, tarih, dilbilgisi, halka hikaye edildiği kadarıyla gerçeğin değişik
yorumlarını içeren kitaplar. Şimdiyse elimde boş bir defter var ama ne yazacağımı
hiç bilmiyorum. Onu sana vermemi ister misin? Eksik bilgi anlatma ihtiyacı
verir." Alay eder havasına yeniden kavuşmasına gülümseyip getirdiği ruloyu
açınca üstünde büyükçe şöyle yazdığını gördüm: Herşey hakkında bütün
bildiklerimiz. Uzattığı kartal tüyünü alıp okkaya batırarak, ilk cümleyi
yazdım : Bütün bunlar birini ararken kaybolan bir başkasının hikayesidir.
Sonra bağdaş kurup oturdum ve rüyamda gördüklerimi sırasıyla ardı arkasına yazdım.
Çadırı terk ettiğimde elimde bu nevide birkaç sayfa vardı ve onları vücuduma mıhlanmış
kara bir dövme gibi unutmayacağımdan emin oluncaya kadar da yanımda saklayıp
ardından denize fırlatacaktım. Çölü arkamda bırakıp Kuzey sırtına tırmandığımda, geri dönüp güneşin kum denizinde batıp kayboluşunu
seyrettim. Aştığım kum tepelerinin
etekleri de yürürken birdenbire bitti ve rüzgarın uğultusu kalabalık kervanlara
saldıran yağmacı bedevilerin çığlıkları gibi incelirken yeniden iki yanlarına
toprak evler sıralanmış yollar başladı. Verdiğimi sandığım altınların cebimde tıngırdadığını
hissettim. Kente yaklaşırken karşılıklı küçük taş evlerin
başladığı karanlık dar aralıktan ilkin
zayıf bir sızlanmaya benzettiğim çalgıcıların garip şarkısını işittim. Burada
bulunuşumuzun garip ve tarifsiz lezzetini, boşuna çektiğimiz acıların bütün
hüznünü bize anımsatan, buradan ayrıldıktan çok sonra dahi aklımın içinde
duymaya devam etmeme karşın benzerine hiçbir yerde rastlayamayacağım kadar
gürültülü ancak hoş bir müzikti. Sürekli tekrarlanan hangisinin hangisinden
sonra geldiğini bilmediğim iki dizesiyle sözlerinin de bulunduğunu dinlemeye
başladıktan çok sonra farketmiştim.
Sarı kumların
elinde tuttuğu kader oyuncağıyım
Rüzgar kendi şeklini benim üstüme çizer...
Sekizinci Bölüm
Bir daha öyle bir şey hiç olmadı. Rüzgarını kaybetmiş hantal bir yelkenlinin
sakin bir gölün süt mavisi sularında takatsiz bekleyişini andırır sukuneti içindeydim.
Dar ve ter kokan kirli odanın iki adımlık balkonuna sıkıştırılmış hasır alçak
taburesinde sırtımı duvara yaslayıp sıcak öğleden sonrasının tenha sokağından
geçenleri rahatsız bir oturuşla seyrettim. Geçen insanlar kesintisiz akıp giden
kıvrımlı harfler gibi birbirlerine benzeseler de başka başka hikayelerin parçasıydılar.
Onların hangi masalın neresinden çıkıp geldiklerini çıkartmaya uğraşırken günlerin burada geçen insanlar gibi birbirini
andırdıklarını düşündüm. Hazin bir
öykünün sonuna vardığını hisseden kayıp bir masal kahramanının kalan son yaprağına son mısralarını karalayacakken yapacağı gibi
ya da tepsideki mısır patlaklarını geceyarısı dikkatle inceleyen hayalci bir
çocuk gibi gördüklerime hikayeler yakıştırırken titizleniyor; savaşta kafası
kesilirse hay huy arasında kaldırılıp gösterilirken gavur eli yüzüne dokunup
mundar olmasın diye hasmının tutabileceği biçimde tepesini cascavlak kazıyıp
ensesinden başlayan saçlarla ördüğü uzun
kuyruğu sırtına bırakmış meyan şerbetçisinin ardından, devrilip patladıktan
sonra çürümeye koyulmuş kan kırmızısı
gövdelerinin açıklığından kara çekirdekleri seçilen karpuzların, duvarın
dibindeki gölgeliğe damlayıp birikmiş şekerli sularına inip kalkan çöp
sineklerinin vızıldadığı sokağın köşesinden aksayarak çıkan mendebur suratlı
iri yarı kadının önce aşkla bağlandığı kocalarını bir bir öldürüp gövdelerinin
parçalarını köpeklerine attıktan sonra gelen gelen askerlere ağlayıp sızlanarak
bu müşkül işleri de borçlularının boynuna yükleyip 'Ha şuraya gömmüşler, ha
buraya gömmüşlerdir, sesleri şuracığımdadır'
diye boyuna mezarlığı kazdırıp artık nadasa bırakılmış verimli tarlaları andıran
alt üst edilmiş topraklarda selvilerin altında, kocalarının borçlularından
sakladıkları altınları da onlara buldurup yüklendiği paralarla kentin yolunu
tutmuş ve o lanet o nursuz yüzünü yıkatmak için hoca hoca dolaşmadayken yolu bu
civara düşmüştü. Arkasından çekinerek bakan alaca feraceler içindeki konuşkan kızların
ardından -beni farkettiklerinde birbirlerine işaret edip susmuşlardı, oysa
dillerinden de anlamıyordum- yanlarından sallanarak geçen bir dudağı yerde bir
dudağı gökte zenci devin onun öldürdüğü kocaların belki dostu olup intikam
almak için cinayetler işleyip ulu orta dolaşan kadını adım adım izlediğini
düşündüm. Ama sakin hali, ortaya çıktıkları her masalda aralarına güzel
prensesi de saklayan peri kızlarının başlarına toplandığı, gülüşüp birbirlerini
ıslattıkları kurnaların kapısında bekleyen koruyucu kör tellağa da uyuyordu.
Azalmayan bir merakla sıcağın koynunda gevşemiş meyveleri andıran, rahatlıktan
çok bozulmaya, keyiften çok çürümeye yaklaşmış bir rehavete kapılmış tenha sokağı
izlerken aslında içten içe beklediklerimin
tepeden tırnağa allar içinde geçecek üç genç adam olduğunu az çok
sezebiliyordum. Uzun maceralarının sonunda değişik kahramanlıklarda bulunduktan
sonra yeniden yola koyulan allar içindeki kahramanlar, Said'in babaannesinin
anlattığı uzun masalların sonunda "işte onlar gece vaktinde karanlıklara
garışmışlar" diye önce huzursuzlandırıp
"amma sabah buradan geçeceklerimiş yola çıkalım da bakalım gayrı"
diyerek hem meydanı gören uzak kayalıklara yürümek için yüreklendirir, hem de
azalmayan bir umutla bizi beklenti içine bırakırdı. İçeri girip kendimi ter
kokan yatağa bıraktım. Bütün köşelerden, sinekler ve ince ağlara yapışmış kara
toz tüy karışımı öbeklerin ağırlığıyla sarkıp bozulmuş ince ve yapışkanlığını
yitirmiş örümcek ağlarına bakarken tehlikeli bir böceğin hızla görünüp bir
köşeden duvar boyunca ilerleyişini farkettim bir an. Yöredekiler onları hamam
kazanlarından yayılanlardan sandıkları için pek ihtimam göstermez, taburelerine
oturacakları zaman ellerinin tersiyle onları aşağı süpürüp işlerine koyulurlardı.
Oysa onların pek yaman, küçük ve çok hızlı olduklarını, ısırmaya kalktıklarında
yokladıkları kurbanlarının göğsünü daraltan bir sıkıntıyla nefessiz yere
devirebildiklerini biliyordum. Nefes almakta zorlandığım karanlık ve nemli
katta dolaşıyor olmalarına önce çokça şaşırmışken aralarından birinin yaklaşıp
yüzüme tırmandığını hissettim, gözlerimi kırpmamaya uğraşarak nefesimi tuttum.
Parlak yüzünün iki yanından çıkan kıvrımları,
taneleri olgunlaşmamış üzüm salkımlarının genç filizlerini andırır
biçimde havada bir şeyler aranır gibi dönüp yanağıma dokunuşuyla huylansam da
daha elimi kaldırmadan tehlikeli zehrini bırakıp kaçıp kaybolabileceğini
biliyordum. Yeniden duvara tırmanıp çatlakların birinde kaybolmasının ardından
yüzümde biriken terleri üstümdeki abaya silip dışarı çıktım. Odalarını
haftalardır kullanmama karşın daha verecek param kalmadığından kuşağının
üstünden sarkan palasını yoklayarak bağırsaklarımı
döküp iyice açtıktan sonra çıkanları boynuma sarıp boğacağı şakasıyla neşelenen
han sahibine gevşekçe gülümseyip dışarı çıktım. Onunla daha önce birkaç el
tavla oynamayı denemişsem de bir eli kazanır gibi olunca parmaklarımı oyuncak
kutusunun arasına sıkıştırıp kendince yeni bir eğlence yaratıp kaybolmayan neşesiyle bir sonraki el şakasını
yeniden tekrarlayınca onunla konuşmayı ve oyun oynamayı kesmiş sadece selamlayıp
odama çıkar olmuştum. Beni yeniden odaya koymayacağını işitince evinde temizlik
yapabileceğimi söylemeye çalıştıysam da ona göre bunu karın tokluğuna daha uzun
saatler yapabilen yerliler oldukça benim gibi fazla konuşkan ağzı fazla laf
yapan birine hiç ihtiyacı yoktu, çıkıp eşyalarımı almayı düşündüysem de
üstümdekilerden başka hiçbirşeyim kalmadığı aklıma gelmişti. Ani bir ilhamla dönüp, zayıf yumuşak karnını
kaşır gibi tatlı bir hoşlukla "Burayı temizlemen lazım" dedim çıkarken
böcekleri işaret ederek. İri gövdesini önündeki masaya yaslayarak zamanın
birinde avladığı birkaç aslan ve fil yavruları hikayeleriyle gururlanıp ondan
beklemediğim bir çeviklikte kara böceklerden birini hızla avucunun içine aldı,
ardından yere devrildi ve yarı açık gözlerindeki şaşkın bakış henüz canlılığını
kaybetmemişken el attığı kara böcek endişeli birkaç salınımdan sonra açık
avucunun içinden çıkıp yeniden masaya geri tırmandı. Oğullarını çağırıp babalarına
bakmalarını söyledikten sonra limana çıkıp gemileri gezmeye, denizin öte yanına
varmamı sağlayacak bir tekne bulmaya gayret ettiysem de denizcilerin çoğu ya
balıkçıydı ya da tayfaya ihtiyaçları bulunmuyordu. Kimi zaman çölden esip gelen
sarı kumlar, rüzgarın sanki öfkeyle taşıdığı kuru ve sert kumların gergin
tenteleri silkelediği büyük çadırları ve bahçelere asılı çamaşırları birbirine savurarak dolaştığı,
evlerin ince duvarlarını salladığı, taştan binaların içine sızdığı gecelerde,
dalgalarda hırpalanmasın diye bahçelerin birine ters çevrilmiş eski bir sandalın
altında sabahlıyordum. Buraya kendi isteğimle gelmemişte haksız bir
kararla sürülmüş yüksek bir memur gibi,
rızam alınmadan çizilmiş yeni bir kadere öfkeli ve kalmak için de gitmek için
de isteksizdim. Üşümüş ve yorgun halde ellerim kalın abadan dış donumun içinde
huzursuzca uyanıp, boş sahilde canım sıkkın halde ve amaçsızca yürüdüğüm şafak
saatlerinin birinde uzaklarda çağıldayıp köpüren gece denizinden yükselen
dalgaların getirip bıraktığı avuç avuç
kumların tabanına yayıldığı su dolu kayanın içine baktım. Birikmiş alaca bulutlardan
süzülmüş pas rengi güneş ışıklarının, yassı gövdeli gri balıkların kat kat örülü parlak pullarında yanıp
sönerken fark edilmedikleri yürüme yolunda; deniz, balıklarını genişçe bir
kayanın derin oyuğundan geri alacak kadar dalgalarını henüz büyütmemişti. Kayanın
dar kıyısında oturup geceleyin yükselmiş dalgaların taşıyıp bıraktığı küçük
deniz parçasını seyrettim. Denizin geceleri tuzlu sularıyla oyup biçimlendirdiği
girinti çıkıntılarıyla boz iri kayanın suyla dolu geniş avucunun içinde salınan
yosunların arasında balıkların hareketleriyle titreyen su, biri turuncu renkli,
ikisi birkaç parmak enindeki gri balıkları geride bırakmıştı. Dalgalarla gelip
geceleri başka dalgalarla giden bu balıklar kalabalığın yürüme yolunun vardığı
çarşılardan görünmelerine karşın fark edilmez ya da ilişilmezler. Burayı daha
değişik hayal etmiştim. Padişahın kıymetli varlığının daha fazla hissedildiği
imparatorluğun nispeten daha güvenli topraklarına beni eriştirebilecek gemiyi
bulduğumda açlık, gözlerime aldırmaz ve ürkütücü bir bakış bağışlamış, sert
sakallarım dağılıp iyice uzamış,
üstümdekiler paçavraya dönmüştü, o haldeyken yolcuların arasına karışıp
konuşmayı uygun görmeyip birkaç ailenin ve mallarını yüklemiş acem tüccarlarının
sıkça kapısını aralayıp kayboldukları sandıklarının ve bavullarının konulduğu
kamaraya sızıp bacaklarımı kendime doğru çekip gece boyunca bekledim. Uyuyup
uyandığımda denizin herşeyin yolunda gittiği hissini veren gevşek sallantısındaydık
ve sıkışık bavulların arasından çekip aldığım kıyafetleri üstüme geçirip
güvertede dolaşmaya başlamıştım. Bana
göre bu birdenbire birkaç gün sonra denizin ortasında keşfedilmekten daha emin
bir yoldu. Çocukken yoldan geçmelerini sabırla beklediğim allar giyinmiş
adamların da şimdi küpeşteye dayanmış suları seyretmelerindeki tuhaf şakaya
gülümseyip yanlarına vardığımda ilkin eski denizciler olduğunu öğrenmekle
onlara rastladığıma neşelensem de teni kuruyup çatlaklara ayrılmış geniş yüzlü
olanının Marla'nın gemiye binmeyi umduğu limana bırakacağı işaretle ilgili söyledikleri, tehlikeli böceklerin ısırdığı han sahibim
gibi beni de nefessiz bırakıp olduğum yere çökertmişti. Çizdiğim salyangoz kabuğuna
benzeyen, bir noktadan başlayıp kendi etrafında dolaşan çembere bakıp "Ha,
bir çeşit güneş ya da ince bir kabuk öyle bir şey, seneler önce hatırlıyorum"
demişti. Daha sonra liman yandığında işareti de geniş
iskelesiyle birlikte kaybolmuştu. Marla'nın bu işareti bir yerlerden duyup onu
aramak üzere bir gün Raguza limanına ulaştığımda gönlümün rahatlayacağını
tahmin ederek söylediğini güçlükle çıkartabildim. "Limanda çizilmiş
işareti göremezsen sana anlattığım karnavalı bulmalısın" demişti ardından.
Çingenelerin, dilencilerin, gezici tiyatroların ya da hala açık ederlerse
büyücülerin peşine düşmeliydim. "Karnaval kalabalığında kurabiye yemek
üzere ekmekçinin çadırına gelmek zorundasın" demişti. "Ama bunu
yeniden başarabileceklerini de sanmıyorum çünkü bu yaptıkları çok tehlikeli,
kalabalık ordularla birbirlerinin karşısına çıkıp savaşan kralların en asi
adamları dahi başlarımızı sırıkların ucuna takıp dolaştırabilme hevesiyle
peşimize düştüler" diye sızlanmıştı.
Karşı kıyının tanıdık açık maviden griye buğulanan
dağ sıraları göründüğünde sahiplerine yarar getirmeyeceğini umduğum birkaç
zararsız eşyayı denk yapıp ufak bir fıçıya sığıştırıp geminin kıçına hazırladım.
Geceyarısı kıyıya yakın seyrettiğimiz bir burunda fıçıyı aşağı fırlatıp
kendimde denizin içine süzüldüm. Yalnız sırrımı bilen adamlardan biri beni
izledi ve kıyıya varana dek bakışlarının beni takip ettiğini hissettim. Vadiye
vardığımda Said'i yine babasının çadırında kendisine emanet edilmiş ancak bakımı
üstüne kalmış hırçın bir çocukla tasalı halde buldum. Ona eğilip konuşmaya çalıştığımızda
yumrukları sıkılı gözleri yaşaran çocuğun yüzünü güneşe çevirmeseydik ola ki
kendi gölgesiyle dahi savaşacak, öfkesini kusacak denli nefretle doluydu.
Anlatmaya uğraştığımız herhangi bir masalı dinlemediği gibi uyuklamamızdan fırsatla
ağaçtaki kuşları taşlamaya koyulduğuna tanık olduğumda yüzümü nehirden ıslatıp
Said'in yanına düşünceli halde oturdum. "Gemi yolculuklarından döndüğümde
selam alıp selam götürdüğüm tekkelerin birinden diğerine bırakılmak üzere yanıma
verilmişti " dedi Said. "Ancak yol üstünde kimse birkaç günden fazla
bakmayı kabul etmedi, elimizde kaldı, büyüdüğünde de fena can yakacağa
benzer." Onu Şeyhin başına sarmak istemediğimden "Cezayir'de ocaklara
Barbaros'un leventlerinin arasına katalım" diye fikir yürüttüm. Eli kılıç
tutunca yaman bir savaşçı olur da yarar
işler yürütür hükmüyle el vermesi için dayılardan birine bırakılacaktı. Böylece
dağ köyüne çıkamadan vadinin patikalarından
korsan gemilerinin su aldıklarını bildiğimiz ağaçlıklı dik yokuşlardan inilen
güç bir yola girdik. Tanıdık tanımadık onlarca isim sayıp döküp sonunda çocuğu
baş edemeyeceği yaman adamların yanına koyup başka bir gemiyle önce adalara
sonra daha Batı'ya yol aldık. Geçtiğimiz topraklarda yeni bir karnaval hazırlığının
işaretlerini bulamadıkça Said'e geri dönmesini yeniden tekrarladım; çünkü sıklıkla
tekrarlanan rüyalardan birine riayet etmek ve imparatorluğun topraklarını bir
defa daha arkamda bırakmak üzere yola
koyulma niyetindeydim. Said'se Marla'yı handiyse hiç tanımamasına rağmen
canla başla yardıma koyulmuştu. Önce avuç açan iki uysal dilenci, ardından
tetkik kısmını uzun tutan dikkatli hekimler, sonra alçakgönüllü gönül erbabı
dervişler, balkan toprakları geride kalırken sırasıyla sessizlik yemini etmiş
iki keşiş, iki başarısız tüccar, ardından
zorunlulukla iki hırsız ve soyguncu kılığında dillerini iyi anladığım bir
şehrin sokaklarında çingeneler, cüceler, sirk cambazları, aslan eğiticileri, ayı
oynatıcıları, gezici tiyatrolar, manastırlarından kovulmuş rahibeler, dağlara
çekilmiş keşişler, lanetli olduğuna inanılıp kimsenin yaklaşmadığı evler, şehir
göbeklerinde kimsenin ne işe yaradığını bilmediğini anladığımız yüksek taş
binalarda kalabalık ve çok renkli karnavaldan ve ekmekçinin çadırında kurabiye
pişirenlerden bir iz aradık. Bakımsız bahçelerin, devrilmiş ağaçların, kendiliğinden
yetişip tuğlaların arasına sıkışmış topraklara dek her yeri sarmış yüksek
yabani otların arasında dolaşıp gizli geçitler, terk edilmiş evlerde bulduğumuz
değişik mekanizmalarla ağır ağır açılan gizli duvarlar, nemli karanlık
bodrumlarda duvara mıhlanmış zincir ve halkaların etrafında öldükten sonra da
hayvanlar tarafından rahatsız edildiklerini anlatan üstlerindeki diş izleriyle
dağılmış kemiklerde, köşklerden çaldığımız
eğitimli av köpeklerini birbirlerine sattığımız hayvan pazarlarında, ıssız
yollarda sandıklardan çekip aldığımız değerli eşyaları okuttuğumuz
rehincilerde, onların izine değil var olduklarına ilişkin tek bir kanıt bulmak
için aylarca bir rüyanın peşinde dolaştık. Endişelerim ve korkularım, son umut
kırıntılarıyla birlikte kaybolup silinirken, çadırda gördüğüm son rüyanın her
tekrarlanışında sokağın ayrıntılarla rüyanın içinde giderek belirginleştiğine
tanık oldum. Ayırt edici hiçbir özelliğini göremediğim bu sokağa yedeğimde kara
bir atla yine güçlü bir atın üstünde ağır ağır giriyor ve sokağın boşluğunu,
taş avluların tenhalığını seyre koyulurken önünde durduğum ahşap binanın karşı
çaprazında bulunan ilk katları taş kagir karışımı perdeleri sıkı sıkıya örtülü
bir binanın üç ya da dördüncü katında kalın bir perde aralanıyordu; ancak bu
karanlık aralıktan bana kimin baktığını anlayamıyordum. Sokağın vardığı
caddeden kalabalık atlıların tuhaf renkli üniformalar içinde geldiklerini o an görüyor ve kaçmaya çalışıyordum.
Her seferinde başka bir ayrıntıya dikkat etmeye uğraşsam da anlamını çıkartamadığım;
yeşil billur testilerin peşinde kuzularla yürünen, hamama gidip yıkanmaya naz
eden, atın iyisine binip yolun kıyısına düşen ama sonunda hikayeleri hiçbir
yere varmayan garip ninniler gibi hayaller içinde beni yorgun bırakıp mutlu bir
uykuya yatırıyorlardı. Böyle bir uykuya kavuşamadığım huzursuz bir gecenin yarısında
kaldığımız handa geniş ve süslü gömleğimin kollarını yakasını ilikleyerek aşağıya
inip ateşin başında otururken karnaval hakkında hiçbir bilgisi olmadığını
önceki akşam öğrendiğim masal anlatıcısıyla selamlaşıp son gümüşlerimden birini
daha yeni ve bu defa bir hayli uzun olmasını dilediğim bir masal anlatması için
önüne yuvarlayıp şaşkınlığımın kelimelerine etki etmesin ve bağlantılarını değiştirmesin
diye kuvvetli bir gayretle zaman zaman nefesimi de tutup tam bir sessizlik
içinde seneler önce buraya çok uzak bir dağın başında Marla'ya anlattığım masalı
dinlemeye başladım. Karakterler ve olayların akışı neredeyse aynı olmasına karşın
masalım unutulan iki yerinden tamir geçirmiş ve birbirinin devamı olan masal
karakterleri belki birkaç anlatıcı değiştirdikten sonra birbirlerinden ayrılma
eğilimine girmişlerdi. Yine de mavi şekerkuşundan
zindandaki ekmek ayrıntısına dek aslıyla karşılaştırıp aklımdan geçirince, en
çok iki anlatıcı değiştirdiğini ve kaynağa çok yaklaştığımı düşündüren bir
berraklıkta akışı, devrilen şarap
kasesine uzanan hancının toparlak karısını görünce bir an kesildi ve masalımda
yeni bir değişiklik yapacağını hissettiren bir sessizlikten sonra cebinden çıkardığı
tütünü sarmaya koyulurken ona bu masalı nereden dinlediğini sordum. Bütün masal
anlatıcıları gibi sadece aktarıcı olduğunu tekrarlıyorsa da bunu yapış
biçimiyle sanki bunu uzun zaman önce kendisi ilk anlatmaya koyulsa da geleneğe
olan saygısından bunu söylemek istemiyormuş gibi belirsiz bir hava yaratma
meylindeydi. Nihayet masalı dinlediği yaşlıca kadının yaşadığı yeri öğrenip
gece vakti Said'i uyandırıp yola koyulduk. Yaşlı kadın tek başına yaşayan ve
gündüzleri gelen çocuklara evin işlerini gördürüp masal anlatan kendi halinde ancak elinde baltasıyla bahçe kapısına çıkarak bizi karşılayan tuhaf bir kadındı. Sürekli gülümseyen haliyle
neşeli bir sokulganlığı vardı. Masalı nereden öğrendiğini şimdi çıkartamıyordu
ama en son dinlediği yeni masalları anlatanın Marla'nın annesi olduğu ayrıntılı
tariflerinden anlaşılıyordu. Dört atın çektiği süslü bir kupa arabasıyla dar
toprak yoldan geçerlerken burada mola vermişlerdi. Bu seneler önceydi ve çok
uzak bir ülkenin şimdi ismini dahi hatırlamadığı bir şehrine doğru yola çıkmışlardı. Komik aksanlı ihtiyar bir adam ve annesi
arabadaydılar, ancak Marla yoktu. Arabalarının geldiklerini işaret ettiği yönde
denize doğru az sayıda kenti birkaç hafta içinde çiftliklerden çaldığımız
atlarla adım adım dolaşırken harabe haldeki binalardan çıkıp, yıkık köprü
altlarından geçip, soluk renkli çadırlardan derman mahiyetinde bir yudum su,
bir parça bilgi kırıntısı dilenip, meydan kalabalıklarına karıştık; müzisyen
kahvelerinde soluklanıp sonunda sokak sokak çalgısının sesini duyuran laternacıların
peşinde dolaşırken tekrarlanan rüyamdaki sokağın çok benzerini Pesaro'da takip
ettiğimiz nehrin karşı tarafındaki yayvan kalenin etrafında bulmamızın ardından,
kente bakan tepenin eteğine kurduğumuz kamptan ayrılıp pek çok defa neler olacağını
görmek için oraya yalnız başıma gittim.
Şehri yöneten eski ailenin izleri her yanı sarmış olan meşe ağaçlarının
rüzgarda salınırkenki seslerini yorumlayan kahinlerden biri karanlık
efsanelerden parçalar taşıyan bilindik tekerlemelerin arasında bana
gelişimi saklamalarının artık güç hale
geldiğini tepenin ardına geri dönmemi fısıldamıştı. Tepenin ardına sürüp çalıların
arasında kaybolduğum uzun saatler içinde onu yanlış anlamışta olabileceğimi
düşündüm. Söylediklerini doğru anladıysam, Marla geldiğimi biliyordu ve beni
dikkat çekmemeye çalışarak ziyaret edecekti. Bir süre sonra ağacın tepesine tırmanıp
gelip geçenleri görebileceğim bir yerden Said'le konuşurken ertesi günün akşamına
dek hiçkimse gelmeyince söyleneni yanlış yorumladığıma inanıp atları alıp
rüyamda görmüş olduğum sokağa çok benzeyen sokağa girip etrafa bakındım. Tam
yukarı çaprazdaki bordo perdeler hala kapalıydı. Belki rüyada olduğu gibi onlar
ancak aralandıklarında oradakinin kim olduğunu görebilirdim. Ani bir ilhamla
atları ara sokakların birine bağlayıp merdivenlerden yukarı çıkıp kapıyı çaldım.
Hizmetçi beni sorgulayan bakışlarla içeri buyur ederken, kahya benim bir şey
söylemeden sokağa bakan pencereye doğru ilerlediğimi görünce "Misafirleri
sekizden önce beklemediklerini, efendisinin de daha erken burada olmayacağını"
açıkladı. Kalın kurdelasını çözdüğüm bordo perdeyi aralayıp tenha sokağa baktım.
Bana doğru gelen kahyayı soru sormasına izin
vermeden selamlayıp çıkarken şehre yaklaştıkça
iki defa daha tekrarlanan rüyayı Said'in gözlerinden görmüş olduğumu anlamıştım.
Ormanda dik yamacın kıyısında oturmuş bir başka günü daha Pesaro'da nasıl
harcadığımı umutsuzca uydurduğum hayallerimle birlikte Said'e anlatırken,
hikayelerimin ancak yarı yarıya delirmiş birinin uydurabileceğini ağzımdan çıktıkça
bir bir anlayıp artık geri dönme zamanının geldiğine inanmıştım. Belki çoktandır
da burada yapabileceklerimin sonuna gelmiştim. Tanımadığım bir evin kullanılmayan
odalarının perdelerini açmak son adım olmuştu bunu anlamam için. Marla görünmek
istemiyorsa muhakkak kendine göre sebepleri olmalıydı. Bunları Said'e anlatırken
daha açık farkediyordum. Atları eğerlerken
sık ağaçlığın arkasındaki yolda bekleyen kupadan seslenen arabacının, ağaca bağlı atlarımızı arabasına koşup
koşamayacağını sorduğunu duyunca neler söylemek istediğini anlamak için yaklaştım.
Kupanın duvağa benzeyen ince perdesinin aralandığını ve arkasında Marla'nın
yüzünün hayal meyal seçilirken küçük kapıyı araladığını hissettiğim sesi
işittim. Tek basamağa ayağımı koyarak gövdemi yukarı çekip açılan küçük kapıdan
geçtim. Kendimi karşısındaki dar deri koltuğa bıraktığımda araba yeniden
hareket etti. "Bu yaptığın çok tehlikeliydi" diye fısıldadı nice
sonra. Yeni bir karnaval olmayacaktı. Annesi, peşine en tehlikeli olanları onu
gizlice takip ettiklerine inandırarak takmış ve hayli uzaklaştırmıştı. Uzak bir
ülkede ormanların içinde gizlice toplanacak büyücüler olduğuna inanarak
uzaklaştırılmaları gergin ve tehlikeli havayı çözmüş, gerçek büyücüler, iyi ve
yetenekli cadılar, güçlü şövalyeler, ağzı sıkı çingeneler, akademi bilginleri,
garip rahipler, gezgin çalgıcılar ve Marla'nın kendisi kadar tuhaf başka
arkadaşları için Pesaro'da son bir toplantı ayarlama şansı vermişti. Bunlardan
emindi çünkü soylulara ve saraya uzanan tüm yollara uzun zamandır çok yakındı.
Neredeyse her yöne istediklerine uygun biçimde
yönlendirebildiklerine inanıyor, her bilmecenin içinden yeni bir bilmece çıkartıp
onu da başka bir masala bağladığını, bu çözümsüz düğümü her
adımda iyice sıkıştırdığını ve onun için endişelendiğimi gördüğünde güven
verici olduğuna inandığı daha nice şeyleri yolların engebelerini hissettirmeyen
arabadan ara sokakların birinde yeniden inene dek birbiri ardına sıralamıştı.
Tedirgin bakışlarında nefis bir pırıltı dolaşıp kayboldu: "Sen de
gelmelisin"
Sokağın yakınlarında
kalabalık bir kilisenin mahzenine inip yukarı doğru açılan sürgülü bir kapağı çekip gizli bir merdivenin taşla kaplı tünellerinden geçip alçak korkuluklarla çevrilmiş geniş bir
boşluğa çıktık. Çember biçiminde dönerek aşağı inen katların ortasındaki serin
ve büyük bir boşluk sanki her adımımızda
daha da tabana doğru
genişliyordu. Eğilip aşağı baktım. Bir elleri parlak deriden kınlarındaki kılıçlarının
üzerinde duran zırhlı şövalyelerin tuttuğu meşalelerle ve önlerinde durdukları
sütunların üstündeki gaz lambalarının aydınlattığı büyük masanın etrafındaki
sandalyelere dağılmış rengarenk bir
kalabalık vardı. Yükseltilmiş zemine kurulu masa çoğu ayaktaki kalabalığın
omuzları hizasına geliyordu. sarmal biçimde aşağı uzanan merdivenlerden zemine
indiğimde karşılaştığım insanların bazısına yol boyu rasgelip çaresizlik içinde karnavalı sorduğumu
çıkartabiliyordum. Marla beni tanıştırdıkça gülümsüyor ve elimi sıkıyorlardı.
Birkaç saat sonra tok bir kapı çalınmasına benzer bir ses duyulduğunda
sessizleştiler, şövalyelerden kılıçlarını çekenler ilerleyip meşalelerini taktıkları
duvardaki boşluğun yanından kalkanlarını çekip çıkardılar. Marla masayı dolaşıp
uzak bir köşedeki ufak kapıyı cebinde taşıdığı dünyanın kalbini çıkarıp anahtar
deliğinin üstüne denk gelen çıkıntıya yerleştirip çevirip geriye çekerek açtı. Beyaz saçlı kısa boylu bir adamın gelmesiyle yeniden hareketlenmişlerdi.
Konuşmaları saatler ilerledikçe bir yere bağlanmıyor, sıradan görüntüsüne karşın
tuhaf bir havası adam tüm olası durumları büyük bir tahtanın başında çizdiği
şemalar ve açtığı haritalarda gösterdikleriyle eleyip yok ediyordu. Sonunda
"Gücü aralarında paylaşacaklar" dedi. "Çoğalan akademiler,
güçlenen otoriteler ve geri kalanların karşısında yok olacağız." İhtiyara göre artık geri çekilmeliydik.
"Savaşırsak kaybedeceğiz" demişti. "Her halükarda bizi hiç kimse hatırlamayacak ve dünyanın
sihirli bir yer olduğu unutulacak" "Dünya artık sihirli bir yer değil" dedi ihtiyar bir kadın masadan geri çekilirken. "İnsanla
toprağın, suyun ve rüzgarın arasındaki bağ kaybolurken, ruhlara
sızıp kalplere yerleşen ışık giderek azalacak, ta ki ya da muhtemelen sönmeye yüz tutana dek" Söylediklerini artık
takip edemiyordum, Marla'yı; peri tozlarının, masalların anahtarı olan
dizelerin yazıldığı eski ruloların ve dünyanın kalbinin nerede tutulacağıyla
ilgili sarışın bir çingene kadınla tartışırken buldum. Buradaki insanların
birbirlerini belki son defa gördüklerini sezebiliyordum, Masanın önündeki
tahtanın önündeki ihtiyarı dinleyen pek kalmamıştı şimdi. "...katılığı tek
gerçek sanacaklar ve kimse aksini düşünemeyecek" dedi giderek kısılan bir
sesle. "Sonunda bizi hatırlayan hiç kimse kalmadığında da masal
kahramanlarına dönüşeceğiz. Ve kapılar kapandığında kimse aksini
hissedemeyecek. Herşey yaşanmak zorunda,
ama sadece bir sırrı saklamaya çalışmalıyız, yeniden ihtiyaç duyulduğunda
kaybolmamış olması için ve o güvende oldukça kapılar tamamen kapanmış sayılmaz.
...aslında bundan da hiç emin değilim sadece öyle hissetmeye
çalışıyorum" dedi güven verici
havasını kaybetmiş bir halde. Sonra sandalyelerden birine çökerken "Bir rüya gördüm dün gece" dedi daha durgun
bir sesle. "Taşlı suyun üzerinde
yüzen yuvarlak köşeli evler rüyası. Herşeyi hesaplayan döner bir tekerlek
geliştirmişlerdi. Su akıp gittikçe büyük bir taş ağır ağır dönüyor ama
içeride varlık ile hiçlik arasındaki salınımı sezerek, olasılıkları yorumlanabilir
çizimlere dökerek hesaplayan bir
makine üzerinde çalışıyorlardı." Ona göre makine tamamlandığında ele
geçirmek için tam orada olmalıydık. Sonra 1 ve 0 üzerine temellendirilmiş garip
bir metafizik matematiksel bir dil kurmaya çalışıldığına dair anlaşılması güç bir şeyler daha aktardı. Bahsedilen makinenin çizimlerini yapan adam daha 1666 da yirmi yaşındayken
tüm bütünlerin kelimeleri meydana getiren harfler gibi
daha basit parçaların farklı ancak sınırlı sayıda kombinasyonla
bir araya gelmesiyle oluştuğunu nihayet herşeyin analiz edildiğinde aslında çok basit temel parçalara ulaşacağımıza inandığını açıklamıştı. Onları da sadeleştirebilirsek var olan
herşeyin varlıkla yokluk arasında salınım yapan ve temel matematik ilkeleri ile
çalışan bir makine ile hesaplanabileceğine inanıyordu.
Marla
"Ben yine de doğayla
insan kalbi arasında asla koparılamayacak bir bağ olduğuna inanıyorum."
dedi. Mistik ve tuhaf konuşmanın dağıttığı
dikkati yeniden problemin kendine toplama gayretindeydi
daha çok. "Çünkü bu bağ dünyayı ayakta tutan sihirin kendisi, nedeni ve anlamı." Gavurların yaptıkları
gavurca işlere akıl erdiremediğimden, oradan çıkınca bana durumu soran Said'e,
yakın birkaç arkadaşını artık göremeyeceği için Marla'nın üzgün olduğunu
söyledim. Asıl çıkışın etrafındaki belirsiz karanlık tipli yabancı adamlar
dolaştığı haberi gelince Marla'nın açtığı dar kapıdan hepimiz birer birer
ilerleyip çıktık. Burası rüyamda görünen sokaktaki mahzene açılan
gizli bir tüneldi. 'Burada görülecek başka
bir şeyin olmadığını' söyleyen adamı kapının
yanında erketete beklerken bulduk, ancak evden ayrılırken birdenbire bastıran
dolu gibi yağan adamlarla kılıç kılıca ve yumruk yumruğa bir dövüş başladı.
Sokağa ilk adım atanlar geri çekilmiş olsalardı muhtemelen çekildiğimiz evin
mahzeni hepimizin sonu olacaktı. Sokağa varanlar dağılırken ve çarpışma durulur
bir havaya kavuşmuşken kilisenin etrafında bekleyenlerin de bu yöne doğru
hareketlendiklerini gördüm. Atlarla orman yoluna doğru hızla sürerken geride esir alınan yahut kılıç darbeleri altında can
veren nicelerinin sesleri giderek azaldı. Peşimize takılan atlıların bazısının
zırhlı oluşu onları yavaşlatmıştı. Orman yolunda kendimizi çalıların ardındaki
sığınağa fırlatıp yayıma seçtiğim en sağlam oku sürüp dikkatle nişan almama rağmen
iyi ağaçtan olmayan gevşek yayın fırlattığı zarif ok zırhlarını delemedi ve
geniş ağaçların iri dallarının alacakaranlığında kılıç kılıca çarpışmaya
döndük. Said can çekişen ikisinin acısını dindirirken, kaçmak üzere atına geri
atlayan parlak zırhlı adama nişan aldığımda Marla oku indirmem için parmağının
ucuyla dokundu. Kalan sonuncu zırhlı adam da atının üstünde hareketlenip aşağı
sürmeden önce Marla'ya seslenerek sadakat dolu bir sesle onu kurtaracaklarını
bağırmıştı. Neden Marla'yı kurtarmaktan söz ettiğini sorar gibi baktığımda,
Marla dalgın ve endişeli bir halde "Av köpekleriyle dönecekler" diye
fısıldadı. Yokuşu tırmanan atlılar ve yanlarında tasmalarını çekerek ileri atılan
kara lekeli köpekler aşağıda belirginleşirken Marla avuçlarını onlara doğru
çevirip gözleri gökyüzünde sessiz bir hale bürünmüştü. Said eşyalarımızı
alelacele tutuşturup yanımıza gelirken Marla zor duyulabilecek bir iniltiyle
toprağa devrildi. Onu taşımak için kucaklarken "Şimdi sığınacak bir yer
bulmalıyız" diye fısıldamıştı. Atına biçimsizce oturtmaya çalışarak zor
bir yürüyüşe koyulduk ancak bu halimizle uzaklaşmamız da artık mümkün
görünmüyordu. Giderek artan rüzgar kokularımızı gideceğimiz yöne uzaklaştırdı.
Atlarımızın izlerini sürdükleri turuncu bir hamura benzeyen toprak az sonra yağmur
taneleriyle delik deşik olmaya koyulmuştu, bizse koruyucu dalların arasından
kurtulup yağmurun yıkıcılığına teslim olmuşken tuttuğumuz geniş patikadan aşağıda taşan bir çay gördük, Said
geri dönüp 'Atları nehirden sonra terk edelim' diye bağırdı, 'Sonunda nihayet
nal izlerini takip edeceklerdir' Marla yavaş bir sesle "Onlar da tam da
bunu düşüneceklerdir" dedi. "Nehirden önce terk etmeliyiz"
Kayalardan birine atlayıp atları uzaklaştırdık, ormanın koruyucu dallarının
arasında giderek alacakaranlık zifiri karanlığa yaklaşırken sığındığımız
oyuklardan birinde kıvrılıp sabahı beklemeye koyulduk. Ve ilk ışıklarla yorgun
halde gözlerimizi açtığımız sabah dağın toz ve kuru
ot kokusunu taşıyan meltem yeniydi. Üstünde oturduğumuz devrilmiş kütük, ve
omuzlarımıza dek içine gömüldüğümüz büyük kırmızı gelincikler henüz yeniydi.
Dün başımızı peşimizdeki atlıların keskin kılıçlarından kurtarmış olmamızın
şerefine açılmış gökyüzünün açık maviliği de yeniydi. Çünkü biliyorduk ki
pekala kurtulamamış da olabilirdik. Kurtulmamız ne kaçışımızdaki hıza ne bileğimizin
gücüne ne de bizden kaynaklanan başka bir şeye bağlıydı. Serbest bıraktığımız
atların yollarını aşağıya doğru topluca sürdürmelerinin onları yanılttığına
inanmıştık. Atlar üstlerinde biz olmadığımızda daha hızlı koşuyorlardı.
Çamurlardaki nal izlerinin derinliğinden atların üstünde kimsenin olmadığını
farkedip geri dönmüşler, yolun öte yanında hayli dolaşmış, ateş yakmış,
beklemiş, bakınmış ve sonunda atlarını geldikleri şehire geri
sürmüşlerdi. Birkaç adım daha ilerlememiş, patikanın bizim bulunduğumuz diğer
yanına varmamışlardı. Marla yılanı
derisinden ayırmayıp bıçağımız epeyce körleştiğinden kılıçla bir kaç parçaya bölüp hiçbir temizliğe gerek
görmeden kırdığı dal parçalarına boylu boyunca geçirip açıklıkta yaktığı ateşin
üstüne bıraktı. Çiğnediğinde dişlerinin arasında parçalayabileceğine kanaat
getirse bu pişirme işlemini de yersiz bulacağını düşündüren bir çabuklukla
hareket ediyordu. Nehire doğru salarken iki atın dizginlerini birbirine bağladığımızdan
ikisini sabah birlikte bulduk; yavrusu
olduğuna inandığımızsa daha önce yaptığı gibi anasını takip etmişti, atların
yoldan ayrılmaması ise Allah'ın bir hikmetiydi. Marla'nın onu kurtarmak için
peşimize düşenlere yakınlığına dair anlattıklarını uç uca ekleyip birleştirdiğimde
onun beyin gözdelerinden biri olduğunu çıkartabiliyordum. Bu yakınlık ona göre
önce kendisini, daha sonra pek çok başka kişiyi korumuştu, annesini
sevgilisiyle beraber uzak bir şehirde karşılaştıkları değişik insanlarla
konuşup çokça dolaşacakları uzun bir tatile gönderip şimdi uzaklaşıyor olduğumuz
kenti toplanmaları için güvenli hale getirebilmelerini mümkün kılan Marla'ydı.
"Cehennemi bekleyen
ruhları avlamak ve kendi işlerini görmeleri için kiralamak. Yaptığımız buydu" diye anlattı Marla, annesi kenti terk etmeden önce yaydığı hikayeyi.
"Ruhların yaşlı olduklarından bizden daha bilge olduğunu düşünürüz. Bu yanılgıdır;
gerçekte ruhlar öldükten sonra kendilerini geliştirmek için hiç bir çaba
göstermezler. Hoş, onlarla konuştuğunuzda yaşarken de bu yönde bir çaba
göstermemiş olduklarını kolayca kavrarsın. Ama en aptalı bile yararlı
olabilir. Biraz daha dünyada kalabilmek
için razı oldukları garip işlerin mantığını sorgulamaz hiçbiri."
"...Biz onlarla
sarayları dinlemek, soyluların gizli sözlerini birbirlerine iletmek istediğimizde
karşılaşmıştık. Ancak söylediğim gibi
-ele geçenler ele geçtikleri için zati akıllı değillerdi- duyduklarını
tekrarlamaları zor oluyor, yanlış ve hatalı aktarımları başımızı belaya
sokuyordu. Böylece onları iki iki
göndermeye başlamıştı."
Duyduklarına canı sıkılmış
görünen
Said'e doğru Marla, bütün bu hikayeleri onların arasına korku salmak için
uydurduklarını söyledi gerinerek. Kapalı
bir odada fısıldanan herhangi bir sözün heryere yayılabileceği korkusu,
onlarca soylunun tam yanında bulunduğu günlerde aktardığı bilgilerin nasıl sızdığını onlar için açıklanır hale getiriyordu.
Said yeniden eve dönüyor olmamızdan hoşnuttu,
ancak Marla ayrılmamız gerektiğine ya da yön değiştirmemiz
gerektiğine inanıyordu. "Kara atlıları gönderecekler" dedi Marla.
Yüzünü tatlı bir hoşlukla kırıştırdı. Said'in de bunu gördüğünü hissettim.
Marla'nın aslında böyle bir kıskançlık tohumuyla bizim için işleri kolaylaştırdığını
Said'in de sezmiş olmasını umut etmiştim ama "Nereye saklanırlarsa
buluruz" dedi esneyip dalgalanmayan bir ses ve güvenle. "Onlar saklanmazlar" diye
gülümsedi Marla. Ve herhangi birini yok edebilmek için ufak bir ordu gerekir ve
eğer böyle bir orduya sahip olursanız, onlar daha kalabalık bir orduyla
görünürler. Bunun böyle olmadığına aylar sonra Said'in bunlardan birini deniz kıyısında
kılıcıyla tek başına tarumar edene dek Marla inanmamıştı. Aşıkların
nikahlarını gökte meleklerin kıydığına bizim kadar inanmayan sığındığımız
kiliselerdeki genç rahiplerden birinin bizi eflatun renkli uzun camlarından sızan
loş ışığın boş ahşap sıralara vurduğu serin salonda evlendirmesinin ardından, kışın
gelişini hissettiren ayaz rüzgarların aktığı dar dağ geçitlerinden geçip,
yorgun atları bırakıp, dinlenmiş olanlarla mola vermeden yola devam ettiğimiz
savaş görmüş kırık dökük hanlardan çıkıp, yeniden imparatorluğun topraklarına
vardığımız, ince uzun ağaçların birbirlerinden uzak sıralandığı, atlarla da geçilen yer yer açıklıklarla kesilen geniş
ormanların birinde, kapısını baltalarla kırdığımız, tehlikeli bulsak da
birbirimizden aldığımız güvenle yaktığımız geniş ocağından yayılan çıtırtılar dışında
tamamen sessiz bir evde dinlendiğimiz birkaç günün sonunda, Said, İstanbul'a
durumumuzu görüşmek ve oraya ulaştığımızda kalabileceğimiz güvenli bir yer
bulmak için at sürmeye karar vermişti. Said'in dört nala bayır aşağı toz toprak
dağıtarak uzaklaşmasını, ufukta bir
nokta olarak görünene dek takip etmemizin ardından biz de yağmalanan evlerini
yolda eşyalarını ve ailelerini kaybetmiş savaştan kaçan genç bir çift olarak
güneye doğru sürdük; Filibe yolu üzerindeki Bozatlar hanına...
bütün eski günlerin sonunda
güneş hep bir yerlerinde görünürdü rüyaların
alevler içinde denize yıkılmış ahşap sütunların şarkısı
sessizlik
içinde güvertede
dinlenilen
evini
arayan orman hayvanları uykulu dolaşıyor
parçalanmış av eti sürüklendiği ağaçtan düşüyor
gri bir baykuş ötüyor
çayırların ışıltısını yağmurdan sonra
farkediyorum
Birinci Kitabın Sonu
İkinci Kitap
TUR DAĞI PARAMPARÇA
Bismillahirrahmanirrahim;
Bu defteri başka bir
defterin daha yazılamayacağına dair kati bir inanç sağlayacak olayların
ardından ve kendi beslediğim belirsizliği koruyabilmek için yanından geçerken
dikkatle dinlediğim delilerin sayıklamalarından, rasgele atılmış kilimlerin
bulduğumu sandığım düzeninden, dilencilerin dualarından, bulutların değişik
hallerinden ya da bir işaret taşıyabileceklerine dair umutla hatırlamaya çalıştığım
rüyalardan da hiçbir iz kalmadan aklımdan silinip yerini gözlerimi acıtan bir uykusuzluğa bıraktığı,
diğer defterin son yapraklarını tamamladıktan sonra yapacak birşey bulamadığım
zor günlerin birinde Cemazulevvel ayının dokuzuncu gecesi kaleme almaya başlıyorum.
Sayfalara geçirilen hakikatlerin bazısına tanıklık
edenler bizden çok önce yürekli yolcuların arzuladığı menzillere varmış, tek yudumuyla nicesini mest ve sarhoş eden kavuşma şarabıyla
hakikatin ışığından başkasının sızmadığı aralanmış kapılara benzeyen dudaklarını,
şaşmaz yollarından ayrılmayan nice zor
yol erleri gibi ıslatmışlardır.
Allah bu güç çabamızı
tamamına erdirip bizi de takdir ve keremine mazhar edip onlara layık etsin inşallah.
Göklerin ve yerin tek
hakimi odur. Allah güzel yollarda yürüyen hakikat erlerine dost ve yardımcı olsun. Peygamberin izini
tutan hak yolcularını rızıklandırıp keremine mazhar eden namı cihana yayılmış
kafire aman vermeyen kudretli padişahın şanı
yücelsin, zaferleriyle kutlu muzaffer ülkesinin dirlik düzenlik saltanatı
sonsuza dek sürsün.
Birinci Bölüm
Marla ile geniş ve sakin
hanın durgun havasında birbirimize günlerce kavuştuk. Ruhum sessiz bir ormanın kıyısına
çekilmişti o günlerde. Biz sanki ağır akan bir ırmağın rüzgara fısıldadığı şarkıları
dinliyor, öğleden sonraları uzun yürüyüşlere çıkıyorduk. Bu
yürüyüşlerde kimi zaman üstümüzde birbirinden çekilip ayrılan bulutlarıyla
masmavi bir gök açılır, taşıyamadıkları reçelin kıvamı içine saplanıp kalan karıncalar gibi herşeyin bir anda olup bitişine
hayret ederdik. Zamanların bazısında gök
yağmur damlalarını saplamak ister gibi aşağı fırlatır, bizse hana doğru koşmak
yerine kayalıkların gölgesinde mavi ışıkların
sanki içinden güçlükle süzüldüğü büyük
yağmur tanelerinin toprakta parçalanışını izlerdik. Yağmuru emen toprak çabucak
doyar ve akan sularla herşeyin üstünden kayıp gitmesine izin verirdi.
Marla'nın çabuk yön değiştiren
rüzgarla dallarını gövdesine çarpa çarpa eğilen ağaçları işaret ederek kendi
etrafında döndüğü böyle günlerin birinde herşeyi, öteki başka herşeyden ayrı
görebildiğimi sandım. Kırık bir taş, hızlı yürüyüşünü bir an için durdurup altı
ince bacağının üstünde yükselip başka
bir yöne doğru ilerlemeye başlamış
şeffaf kabuklu tuhaf bir böcek, kayalıktaki yağmurun son birkaç damlasının
bir araya gelip taşıdıkları gri tek bir başak tanesi, boşalmış bir salyangoz
kabuğu, yaklaşan sisin içinden ayrılıp gelen tek tek kuşlar, ucu sararıp kıvrılmış
esintide titreyen tek bir ot. Herşey önce ayrı ayrıydı. Sonra Marla'ya
"Tek tek ağaç, elma ve kuş olarak pek çok şeyin böyle birbirine bağlanarak
ve birbirini etkileyerek yanyana durmaları fikri çok
güzel" dedim öyle olduğunu sandığım
bir şeyi anlamak üzereyken. Sonra herşeyin bizim dışımızda, karşımızda tek bir
şey gibi dalgalanan bir deniz gibi olduğunu hissettim ama içine bakabileceğim
hiçbirşey yoktu. Onların kabuklarında parlayan ışık içlerinden sızıp bize apaçık
görünür olan bir misaldi. "İnsan içinde aydınlığı da karanlığı da taşısa
da biri geldi mi diğeri hemen kaybolur. Ne var ki bu karanlığın kendi başına
bir varlığı da bulunmadığından onun görünüp kaybolması ışığın azalıp artmasına,
yakınlaşıp uzaklaşmasına bağlıdır" diyen Şeyhimi anımsadım. Gölgeyi doğuran
şey, o lanet, saf iyi, güzel ve doğrunun ışığının karşısında, varlık iddiasında bulunup bedene
gelmiş örtücü nesnelerdi. Kendi anlamlarını örtecek denli varolmuş nesneler.
Öyleki bu varlık asıl varlığı örtüyor
olmalıydı. Bu, açıklamak için söylenen sözün asıl manayı gizlemesi gibiydi,
aynada görünenin aynayı saklaması gibi. Bir zaman etrafımı saran manzarayı
önüme açılmış büyük bir kitabın sihirli etkisiyle hayret ederek baktım. Ona
sanki yeni bakıyordum, ilk defaydı ve
nasıl okunacağını hiç bilmiyordum. Büyük ve çevrilemez sayfalarıyla gözümün
önündeydi. Bu halimle Marla'ya hayli aptal ve şaşkın görünebileceğimden şüphe
edip kaygılandım. Bu kaygıyla toprak kokusunu içime çektiğim yerden bir an kalkıp
oturdum, ellerim dizlerimde etrafa bakındım boş ve duygudan azade. Bir şey dikkatimi dağıtmıştı, bir iz -kayalara
çizilmiş pençe izleri-, ya da bir fikir
-hiç bir şey yok- , bir ses -rüzgar bütün vadiyi dolaşmak üzere kuşlarla
birlikte aşağı iniyor- Bütün kuşkuları yavaşlayan zamanın içinde yok edemedim.
Bir cümlenin anlamı, ayrı ayrı harflere dağılmamış tek bir işarete, tek bir
noktaya toplanmıştı. Herşey bir cümlede
anlatılan tek bir şey gibi. Ve o çok güzeldi. Dünyada daha önce gördüğümü hatırladığım
şeyleri bir an sanki asıl halleriyle, onları göze gösteren ışığın yahut aklın ışığına
tutan bilgiden azade, vasıtasız ve temsil ettikleri, sanki oldukları hale çok
yakın, neyi ifade ediyorlarsa o halleriyle müşahede ettiğimi sandım. Bunlar tek
tek harikulade şeylerdi; bir at, turuncu toprak, sedir ağacı, çatısız bir bina, eğik bir
duvar... Ama bunların bir bağlantı
içinde bir arada bulunmaları fikri öyle hoşuma gitmişti ki böyle bir manzarayla
daha önce hiç karşılaşmamışım gibi
tuhaf bir yoğunluktan sıyrılana dek manzarayı izledim. Etrafımı tereddütlü kesik
aralıklarla şaşkın biçimde sanki şimdi ve
burada bulunan varlıklarından emin olmak ister gibi izledim. Varlığın, aslı vardı ve bizdekilerse, bir
yorumlamadan ibaretti. Aslı müşahede edildiğinde
sorular ortadan kalkıyordu. Giderek soru sorma fikrinin, aslında varlığa dair bütün fikirlerimiz
gibi, sayısız yorumlamalarla birlikte içinde bulunduğumuz ve açıkça güdük olan bu tarafta kaldığını düşündüm. Onlar buraya aittiler. Aranılan herhangi bir
şeyi bulduğumuzu da söyleyemezdik o
yüzden, çünkü bu bir cevap da değildi. Hayret ve merak içinde
bir an etrafı seyreden ben o an kendimi dışarıdan biri gibi gördüm. O gün sanki
o seyrettiğim ben de orada kaldı da, seyreden ben, başka biri olarak aşağı inip
kalabalığa karıştı. Sonradan oraya hiç gitmedim, hayalimde de oraya gittiğimde
sanki benden daha başka bir benin hala orada durduğunu sanır orada geride bıraktığım kendi halime tuhaf
bir özlem duyarım. Aslında zaten gitmem de
hiç mümkün değildi çünkü o kayalıkların altında yağmurdan çekinen ben başka bir
an'ın içinde saklı kalmıştı ve şimdi sadece silik bir anının uzun senelerin ardından
ben de kalmış izlenimlerini
anımsıyordum sadece. O an benim de Marla'nın varlığının bir parçası olduğumu
hissetmiştim. Böylece belki ikimizin varlığının da sonsuza dek geçip gittiğini
sandığımız bir anın, şimdinin içinde saklı kalacağına inanmıştım.
Sonrasındaki birkaç gün sıklıkla, uzaktan
bakınca tarlalara varan boşluğu
bütünüyle kaplayan yeni açmış gelincik çiçeklerinin arasında dolaşıyorduk. Ama
bir defasında yalnızdım ve o sırada bana orada yalnız oluşum normal
görünüyordu. Gelincik çiçekleri ipekten kırmızı bir kumaş gibi dalgalanıyor
aralıksız uzayıp gidiyorlardı. Orman yolunda benim gibi tek başına dolaşan bir
kız çocuğuyla karşılaştım. Onu dinleyip dinlemediğime aldırmadan konuşarak beni
adım adım takip ediyordu. Ben ise neden durmadığımı, onun yüzüne neden bakmadığımı, beni ürperten şeyin ne olduğunu
bilmiyordum. Gelinciklerin toprağın içinden çıkması gibi insanların da
birbirinin içinden çıktığını, nihayet biraz güçlükle onun da Marla’nın içinden
çıkmış olduğunu söyledi. Gelinciklerin arasında tavşandan daha büyük bir hayvan
koşarak geçip gitti, tüfeğimi elimde tartıp yürüyüşümü hızlandırdım. “Aslında bir melek olmayı dilerdim” diye
seslendi arkamdan. Ondan kaçtığımı fark
etmişti. İstemeden korkuttuğunu fark etmenin mahcubiyetini hissediyordu şimdi.
Durup geri döndüm. Dizlerimin üstüne çöküp
ona sarıldım. Tüfeği yere bırakmıştım. "Şimdi ben başka bir yere
gidiyorum" dedi son defa. "Seni uzun süre göremeyeceğim. Oraya varınca
burada olanları pek hatırlamayacağımı hissediyorum ama böyle olursa bile sen
beni sakın unutma” Ağlamaya başladım. O
da gitti. Uyanınca av tüfeğiyle yaptığımız
gezintiden döndüğümüzü gördüm, Marla'nın yanındaydım ve odada yanyana uzanmıştık.
Uyanıp bana sarıldı. Böylece ona gördüklerimi en sonuncusundan başlayıp anlattım.
Yüzünde hiç tanıdık olmayan vahşi saldırgan bir ifadeyle beni palavracılıkla
suçlayıp sinirli ve gözlerini kan bürümüş halde dişlerini koluma, tırnaklarını
sırtıma geçirip beni yere devirdi, sonunda öfkeyle bağırdı da kendi sesi ona yabancı
gelip ürkütmüş olmalı ki durup şaşkınca bakınarak gözlerinin altında birbir
belirip hemen aşağı inmeye başlayan yaşlara dokunmadan, ilkin ona bir şey
söylemekten çekinmemin sebebi olan “Bana neden görünmedi ?” sorusunu sordu. “Bilmiyorum” dedim. “Hayal görüyordum
herhalde” Söylediklerimin ikisine de o sırada hiç inanmıyordum. Başını yastığa
geri koyup gözleri açık öyle biraz
durdu, ben de yanına uzandım.
İkinci
Bölüm
Kükrüyorum geceye, yanımda
köpekler
var. Kim olduklarını anlayamadıkları düşmanlarına havladılar onlar da. Akşam
orman yolunda anlayamadığım bir hareketliliğe ateş edince çakallardan biri
vurulup düştü. Kalanlar yaralı halde diğerleriyle kaçmaya çalışırken köpekler
açtıkları leşin böğrüne yumulmuşlardı. Sabahsa hiç rahatsız edilmediğimiz hanın
kapısına dek bizimle geldiler.
Marla birkaç gün sonra
rüyasında Said'i gördü. Said koluyla kendini etrafını çeviren karanlıktan sakınmak
isterken, savaştığı, bedeni olmayan çelik zırhlar parçalanıp ona saplanıyorlardı.
Ancak rüyanın manasını bozması gereken kan yoktu; kanı hiçbir seferinde
dökülmüyordu. Marla bunun değişik biçimlerini Said'den gelmeyen haberler
konusunda ve ne yapmamız gerektiği hususunda istiareye yattığında da görünce
bunun haberci rüyalardan biri olduğundan kuşkusu kalmamıştı. Ona göre biz
rüyalarımızdan, çok derinlerde zaten bildiğimiz bir şeyi öğrenebilirdik ve
Said'in başı İstanbul'da belaya girmiş veya peşimizdeki kara atlıların onun
izini bulmuş olmaları artık ihtimal dahilinde hatta kuvvetle muhtemeldi. Çok fazla
paramız kalmamıştı ve gelip gelmeyeceğini dahi bilemediğimiz bir haberi
bekleyerek zaman geçirmek giderek yörede bizi dikkat çekici bir hale
düşürmüştü. Marla'nın haberci rüyaları görmeye başlamasının haftası dolmadan soğuk
bir şafakta atlardan birini satmış diğerini çadır malzemeleriyle yüklemiş
halde yola çıktık. Marla feracesini çıkarıp yol boyunca iki parça
pelerinli çarşaf giyinip başına yeldirme bağlamış, yüzünü yaşmakla meraklı
gözlerden sakınmıştı. İnsanın kendi kaderini bilmekten mahrum edilmesi Allah'ın
değerli hediyelerinden biridir. İstanbul'a yaklaşırken zor yolculuğu tamamlamanın
verdiği rehavetle içimden bir iyimserlik dalgası yükselmişti. Marla yeniden
yola koyulduğumuz o günlerde sanki içi gizli bir ışıkla aydınlanmış çöl çadırlarının
önüne asılı bez fenerler gibi ışıldıyor ve ben 'belki birkaç güne kadar herşey
düzelir' diye düşünüyordum.
"Bilinen şeylerin
akl'edilir şeyler olduğu bellidir"
İbn Sina
Üçüncü Bölüm
Tozlu yolun iki yanında terk edilmiş barakalar,
kendi haline bırakılmış topraklar, ekinleri toplanmadan kurumuş tarlalar,
sararmış bodur ağaçlar ve yolun sarı tozlarının üstünde biriktiği alçak çalılar
görünürdü. Yolların birinde ona bir masal anlattım.
Ejder Kafalı Adamın Hikayesi
Eskiden krallıkların birinde ejder kafalı bir
adam yaşarmış. Bu adamın kızıl saçlı çok güzel
bir kızı varmış. Kız güneşin hop oradan batıp, hop buradan doğmasını bütün gün
etrafta dolaşıp durmasını çok beğeniyor bütün gün babasına eliyle güneşin izlediği yolu işaret ediyor ve onu takip
ediyormuş. Ejder kafalı adam bir gün
karanlığın içine saklanmış ve uzun bir zincirin ucuna demirden
bir top kızdırıp geceleri kendi etrafında dönerek çevirmiş de çevirmiş. Öyleki
karanlıkta o kasabaya bakanlar sadece kırmızı bir ateş çemberi görüyorlarmış.
Ejder kafalı adam hergün zincirin ucuna, yeni halkalar ekleyerek
zincirini daha da uzatıyor, demir topunu
büyütüp daha da kızdırıyor, kız buna kahkahalarla gülüyormuş. Ancak
Ejder kafalı adam bir gece ateş topunu böyle çevirirken zinciri birdenbire
elinden kaymış ve kızıl top fırlayıp gökyüzüne doğru uçmuş. Eski insanlar onu
Ay diye çağırmışlar, ejderin kızıl topu. Her güneş zamanı ortadan kayboluyor ve
her gece yeniden beliriveriyormuş. Adamsa o gecenin ardından bir gece hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuş.
Ve ay dünyaya ne zaman çok yaklaşırsa zincir de
aşağı doğru sallanır, öyleki adeta dokunacakmışsın gibi yakına gelir. Eğer bir
gün ona tutunabilirsen sen de aya tırmanabilir, onunla birlikte gökyüzüne
dönebilirsin.
Kız
böylece ayın tepelere çok yaklaştığı bir akşam yola çıkıp Tanca'ya varmış ve
oradakilerle gerçekten çok iyi anlaşmış.
Son kelimeleri yolun kenarına çekilip saklandığımız
yerde söylemiştim. Tozu dumana katan iki atlı dört nala ortaya çıkıp
göründükleri hızla kaybolmuşlardı.
"Sarayın habercilerinden olmalılar" dedim. Çantalarındaki işlemelere bakılırsa
öyleydi. Önemli bir haber taşıyor olmalılardı, pek yarış yapar gibi bir halleri
yoktu. Yolda gördüklerinin listesine bizim de eklenmiş olmamızdan rahatsız
olmuştum. Koparttıkları toz hala yatışmamıştı. Ürkmüş atımızı yoldan çekip
yüklerini indirirken "Peki sonra ne
olmuş" diye sordu Marla.
"Babasını bulabilmiş mi?"
"Hayır" dedim öfkeyle. "Gittiği
yerde bir prens bulup onun dönmesini bekleyen sevgilisini unutmuş ve bulduğu
Prensle evlenip onunla sonsuza dek mutlu yaşamış"
"Masallarda hiç kimse bir başkasına aşık
olmaz" dedi Marla. "Bunu sen mi uydurdun?"
Henüz tamamlanmamış
olan gecenin içinden kaygan buzların karla karışık pis bir
toprak bulamacına döndüğü vadiyi geçiyorduk. Kabzasında gümüş işlemeler bulunan eski bir kılıcım vardı. Bir
an durup durgun sularda yüzeyi kaplamış
olan yeşil yosunların su altı akıntılarıyla birlikte hareketlerine baktım. Çok
yorgunduk ve kalın abadan dar çadırı kurmaya
gücümün kalmadığını hissediyor, bütün parlaklığı
seneler önce çekilip
alınmış soğuk gümüş renginde bir
sabah sisinde beliren evler, gri gökyüzünün altında erken saatlerin keskin ayazının içinde sessizlik içinde uyuyorlardı. Gece buraya ulaşmış ancak sabah
aydınlanırken alçak bir vadiye geldiğimizi fark etmiştim. Ayın
etrafındaki hale kaybolmuş, alacakaranlık
kızıl şafağa dönmüştü. Önü toprakla kapatılmış köstebek
yuvaları, yosun bağlamış dere kenarları, devrilip açılmış ağaç gövdelerinde böcek yuvaları arayan kırmızı tilkiler görmüştük. Kayalıklar
burada katman katman ve farklı renklerde, birbirlerinden belirgin düz hatlarla ayrılıyorlardı. Uzakta bir baykuş çok dar vadiyi baştan başa geçen rüzgarın
çıkardığı sese benzeyen bir çeşit sızlanışla öttü. Ellerimi birleştirip ona benzer bir karşılık
verdim. Tepenin üstünde mağaraya
benzeyen bir yer vardı. Karşı yamacında evlerin tamamı durgun akan nehir kenarından alınmış aynı gri
çamurla sıvanmış
duvarlarıyla eski bir kalenin başka başka tuğlalarını anımsatıyordu. Soğuğun
daha aşağılarda da yol boyu bizimle kalacağını tahmin ediyordum. Marla çelik bardağı sertleşmiş kara daldırıp ateşin üzerine bıraktı.
Üstünde ot
yetişmeyen sadece bordo kayalarla aynı renkte kuru bir toprak örtüsüyle kaplı, arka arkaya sıralanmış tepe evleri
birbirlerini görmeyen pencereleriyle aşağıda uzanan vadiye bakıyordu.
Ateşi besleyen devrilmiş ve uzun zaman önce çürümüş çalıların ve ağaç kalıntılarının arasında mantarlar yayılmış, parçalanmış ağaç gövdelerinin
nemli havasında böcek
yavrularının çıkıp sert kabuğa ulaşmaya çalışırken kendilerine açtıkları
yollar tuhaf desenler çizmişti. Ağacın
açık gövdesinin
içinde uzun bacaklı bir adam asasıyla sanki bir şey
bekleyerek oturuyordu. Ancak Marla sürünerek
ilerleyen böcek yavrularının
asanın sonuna doğru fikir ayrılığına
düşüp iki büyük ana yola ayrılmış
oldukları kararmış boşluklarla oyulmuş
iki büyük palmiye
yaprağına benzeyen deseni işaret etti. Ölü güneşin
sarı ışığı dahi sanki burada çürümüş hastalıklı
zehirli turuncu bir efsun yayıyordu.
Siyah ve kırmızı karıncalar yuvalarına yaklaşmış meçhul bir misafiri parçalamak üzere
kat kat birbirlerinin üstüne yığılmışlardı.
"Sonra" diye fısıldadı
yaklaşarak. Çıplak teninin dokunuşunu ve sihirli buz
kristallerinin üstünde eridiği
kokusunu o an yeniden hissetmek handa geçirdiğimiz geceleri ve soğuk mevsimlerde bizi sıcak
şarap için aşağı çağıran han sahibinin kızının bahçede dolaşıp üçgen bir demire vurarak çıkardığı çınlamayı anımsadım. O zamanlarda da şimdi olduğu
gibi battaniyenin altında birbirimize sarılmış, küllerinin arasında ateşin sızlandığı odadaki ocağı hemen yanındaki odunlarla
beslemeye ve geleceğin belirsizliğinin hissettirdikleri
hakkında konuşmaya gönülsüz olurduk. Sessizlik içinde bütün arayışların ve soruların ertelendiği o anlarda Marla "Memelerine bu kadar
dikkatle bakmak zorunda değilsin" gibi bir şey söylerdi ya da perdeyi araladığı başka bir an
"Kılıcını hizmetine sunman için eğilmeni bekliyor" gibi daha tuhaf bir şey fısıldayıp hızlıca giyinmeye koyulurdu. Kargalar
tuzaklanmış av etinden kalanları almak için gelip
gagalarında bir parçayla hızlıca
kaçıp gidiyorlardı. Bunu sanki gizli bir şey yapıyorlarmış
gibi bir oyuna çevirmiş halde, çaldıklarına inandıkları parçaları yedikten sonra ağaç tepelerinden gevrek bir gaklamayla aşağı
sesleniyorlardı. "Sonra kızıl saçlı
genç kız gözüne yüksekçe bir ağaç kestirmiş ve tepesine tırmanmış. Tırmandığı ağacın
en üst dallarının birinde uzun zaman beklemiş ve ay
tam oradan geçerken aşağı sallanan zincirine tutunup onunla birlikte gökyüzüne
dönmüş. Ama babası burada da yokmuş."
Babasını Arayan Genç Kızın Hikayesi
"...kendini umutsuzluk içinde aşağıdan geçen beyaz ve lacivert bulutların
içine doğru bırakmış. Bulutlar onun ağırlığıyla şöyle bir sallanıp aşağı doğru alçalıyorlarmış.
Sonra yavaş yavaş yeryüzündeki nehirleri ve tepeleri birbirinden ayırt
etmeye başlamış. Ama tam da bu pamuk pamuk beyaz bulutların içinde gri sislerin
arasından yakışıklı, geniş omuzlu, kızıl sakallı bir adam görünmüş. Bu sakallı
koca adam gökyüzünde yaşayan şatonun önünde duruyormuş.
Gökyüzünde yaşayan şato ise kapısına gelenleri yiyip
yutarak besleniyor ve kemiklerini pencereden aşağı tükürüyormuş. Ona hemen
koşup sarılmış ama yaşlı adam ona
"Burada kalamazsın" demiş. "Neden" diye sormuş genç kız da.
Adam sorusunun karşılığı olarak ona kadim zamanlardan beri karanlık göklerde
hüküm süren göğün iki kılıcının saplı oldukları gecenin içinden çekildiği ve
yeryüzüne geri döndükleri bir masal anlatmış.
Kızıl Sakallı Adamın Hikayesi
"Yeryüzünde olduğu
gibi" diye açıklamış adam. "Gökyüzünde de taçlar kılıçlara
çok eski zamanlardan beri hükmederler. Göğün kılıçlarına hükmeden
taçsa hiçbir zaman ufukta batmayan yıldızlarla birlikte gökyüzünde parıldar. Onun yeryüzündeki yansıması
dövülmüş eski kılıçların tozlarından yapılmıştır. Sana olanları
anlatacağım."
Altın Balığın Hikayesi
O zamanlar dünyanın sonunda yanan yüksek ahşap bir fener vardı. Dünyanın kenarına fazla yaklaşan gemileri aşağı düşmesinler diye geceleri uyarır, gemiler de ona uğultulu
sirenleriyle yakınlarındaki kayalıklardan geçerken selam verirlerdi. Parlak sarı ayın karanlık
tarafından gölgelendiği, gevrek bir çörek gibi ısırıldığı gecelerin birinde bekçi feneri yakmayı unutup uyuyakaldı ve gemiler bu küçük adaya çarpıp
parçalandılar.
Aylar sonra burada kaybolan gemileri bulmak üzere yaklaştığımızda ahşap fenerin devrilip bir
meşale gibi tutuşarak bekçisiyle
birlikte yanmış ve küllere karışmış olduğunu gördük. Derin okyanus sularında yol alırken parıldayan pullarıyla köpüklü dalgaların arasından çıkıp kendini gösteren altın balığı takip ettik. Altın balık
tayfaların gözünü kamaştırmış, gemiden sandalla ayrılıp balığı mızrakladıkları
günlerde kopardıkları bir kaç parça
pul ile neşe içinde geri dönüyor ve güvertede şarkı söyleyerek içki içiyorlardı.
Altın balık yolumuzdan ayrılmadı, biz de onu takip etmeyi bırakmadık. Onun
okyanuslarda görünüşü gece ışıklarının
kendi zamanının yaklaştığını duyuran bir işaretti ancak tayfaları durdurmadım. İstesem bunu yapabilirmiydim bilmiyorum, söküp almayı
başarabildikleri pullar onları kendilerinden geçirmiş sarhoş bir havaya bürünmüşlerdi. Sandallarla ayrılıp balığı avlamak için mızraklarını fırlattıkları günlerin birinde
sesleri birdenbire kesildi. Onları güverteden izliyordum, benim gibi onlar da yaklaşan
uğultuyu duyuyor, hissediyor ve kaynağını bulmaya çalışıyorlardı. Sonra aniden derinlerden
yaklaşan girdabı fark ettim. Yüzeye doğru hızlanarak dönüyor, git gide
genişliyordu. Sarsıcı uğultu şimdi kulakları sağır eden bir fırtınanın çığlığı olmuştu. Giderek büyüyen girdap
etrafındaki suları kısa sürede tamamen çevirdi ve kısa sürede üstündeki herşeyi yutarak göründüğü derinliklere
geri dönerek hızla kayboldu. Suların üstünde şimdi hiçbirşey yoktu. Kendime geldiğimde sırılsıklam
halde yüksek bir duvarın dibinde, tuğlalarla örülü uzun
bir labirentteydim. Fakat labirent hiç karışık değildi. Hiçbir zaman ikiden
fazla seçenek yoktu ve ne kadar yürürsem yürüyeyim gizemli bir biçimde başlangıç
noktasına geri dönüyordum. Dışarı çıktığımda girintili çıkıntılı iri kırmızı tuğlalarla örülmüş labirentin kendi yollarını kullanarak dışarı çıkmak
için zaten bir açıklık olmadığını da görecektim. Ama ilkin uzun uzadıya dolaştım.
Karnım acıkmıyor, susamıyor, duvarların dibinde uyuyor sonra yürümeye devam
ediyor, böylece günler
geçiyordu. Bir gün
tuğlalardan birini kendime doğru çekmeyi başardım. Sonra bir başkasını.
Bu şekilde merdiven gibi açılan kırmızı
tuğlalarla yukarı çıkıp duvarın üstüne tırmandığımda her tarafın çöl
olduğunu gördüm. Duvarın üstünden sınıra dek yürüdüm ve aşağı atladım. Uzun zaman yürüdüm. Yeniden acıkmaya
ve susamaya başlamıştım. Etrafta aynı yöne doğru kapaklanmış insan iskeletleri
seçiliyordu. Labirente geri döndüm. Geri dönmek zorundaydım. Bu yolculuğu daha sonra başka
yönlere doğru da denedim ve aynı sonuçla karşılaştım. Ve hiç rüzgar yoktu. Bir
gün ben de onlar gibi ne olursa olsun diyerek gidebileceğim yere kadar
ilerleyeceğimi biliyordum ama gücüm çoktan tükenmişti, labirentte gizli bir geçit,
bir kapı, bir işaret aradım. Sonunda bir gün yola çıkıp ilerledim ve
susuzluktan bayılıncaya kadar yürüdüm, ardından
harap olmuş bedenimden ruhumun çekildiğini
hissettim.
Kız, ölünce ruhumun dinleneceği sessiz bir boşluğa gideceğimi
sanırdım. Önlerinde herşeyi kemirerek, yiyerek, yok ederek
ilerleyen ve giderek genişleyen çekirge sürüleriyle karşılaşmıştım. Dumanlar ve
lavlarla patlayan bir volkanı gecenin
karanlığında kızıl alevler püskürtürken kendi gözlerimle görmüştüm. Denizin
karşı kıyısına günler boyu süren fırtınalar, durulmayan suların içinden derme
çatma bir yelkenliyle ulaşmıştım. Vahşice uğuldayan karanlık bir ormanın
içinden çürümüş sarmaşıkların
boğmaya çalıştığı kırk adamla birlikte geçmiştim, ancak yine de böyle bir manzarayla daha
evvel karşılaşmamıştım.
Dantel gibi işlenmiş beyaz sütunların çevirdiği
yuvarlak bir havuz gördüm. Arkalarında
ağır ağır salınan sisin içinde iğne
yapraklı güçlü ağaçların
meyvelerinin kendilliğinden ışık saçtıklarını
gördüm. Gök yıldızları yere inmişler gibi onları sarmalayan
turuncu kolların aralarına dolaştığını,
bir ağacı çepeçevre sardıktan
sonra bir diğerine geçtiklerini gördüm. Seyrettiğimi
fark etmişler gibi birlikte göz kırpıyorlardı.
Ardından karanlık ormanın içinde ağaçların arasında dalgalanan sis yoğunlaştığında ışıklar
da silinip kayboldular. Ağaçların altlarında
sesleri işitilmeyen bir kalabalık vardı. Yuvarlak havuzun etrafını saran beyaz
sütunlarsa oya gibi öylesine incelikle işlenmişlerdi ki daha önce taşların bu
denli ayrıntılı desenlerle oyulabileceğini hayal etmem olanaksızdı. Bunların
bir efsunla işlenip birbirlerine yaklaştırıldıklarını düşündüm. Sütunlar
tepelerinde taştan bir çemberi taşıyor ve çember ortaya doğru daraldıktan sonra
çatı olarak kapanmadan yükselip sona
eriyordu. Gökyüzünün ışığı sisli gri bir
aydınlık olarak sulardan yansıyor; zayıf mavi ışıklar, sütunların arkasındaki karanlık ve içinde garip işlerin döndüğü ormanı kendi içinden gösterebilen
yüksek
duvarlara vuruyordu. Ancak burada ne kara saçlı yeşil gözlü güzel kadından ne de yaklaşan rahibelerinden yayılmayan
kaynağını bulamadığım daha tuhaf bir hava vardı. Havuzun ortasında iki merdiven basamağıyla çıkılan yuvarlak bir daire yükseltilmişti.
Dairenin ortasında yosunlarla lekeli eski taş bir koltuk vardı. Daha önce bir savaşın ortasında kısa bir süre için
gördüğüme inandığım kadın bu koltukta oturuyordu. Eliyle
yaklaşmamı işaret etti. Sanki tuhaf bir boşluğa doğru açılan grimsi yeşil gözleri ve narin omuzları vardı. İki sütunun ortasından ulaşılan dar bir yolu izledim.
Ona doğru adım adım yaklaşırken havuzu çeviren daha yüksek sütunların arasında önce gölgeler belirdi. Bordo renkli şekillerin
kukuletaları üstüne doğru kapanmış
yüzleriyle tapınağın genç rahibeleri olduğunu hayal edebiliyordum.
Kadın bana şunları söyledi;
"Ben gizemli göğün yeryüzündeki gölgesiyim,
her sabah mavi ışıklar içinde aydınlanan sessiz gölün koruyucusuyum. Buraya
izinsiz girdin ve sularda uyuyan gölge
ruhları uyandırdın. Altın şafağı taşıyan balığı mızraklayanlarla da aynı
teknedeydin, sonuçta başın belada. Benim için bir şey yapmalısın."
Ne söyleyeceğimi
bilmeden ona bakmayı sürdürmem üzerine
bir kahkaha attı. Yaklaşmamı işaret etti. Tapınağın rahibeleri geceleri ellerinde meşalelerle dolaşarak yıldızları
yakıyor ve böylece geceye ışık getiriyorlardı. Zarif bir el işaretiyle göründükleri gölgelere
doğru çekilmeleri için onları serbest bıraktı. Çıplak ayaklarıyla taş koltuğundan inip bacaklarını havuza doğru sarkıtırken "Gökyüzünde yaşayan şatoya gitmelisin." dedi.
"Ama önce sana iki şehirin hikayesini anlatacağım."
Yanına oturdum. Geldiğimden beri kaynağını
bulamadığım tuhaf hava devam ediyordu. Etrafa saçılan gizli bir ışık kaynağını bulmaya çalışır gibi baktığımı görünce
"Uyandırdığın gölge ruhların dalgalanmaları." diye açıkladı. "Ben daha fazla hissediyorum"
Sonra şaşırmış halde kaşlarını çatarak
"Anlaşılan sen de onları biraz hissediyorsun" dedi. Açıkça canı sıkılmış
gibiydi. Onun hayatımda gördüğüm en güzel kadın olduğunu düşünüyordum. Buna hayret ettiğimi fark etmişti. Bir süre ona rahatlıkla bakabilmemi sağlayacak
şekilde uzakta bir yerleri izledikten
sonra bana dönüp ... “Ben
Shivayım” dedi. “Küçük ve yeşil elmaların
koruyucusu. Onlar ki pek tatlı ve lezzetlidirler. Onlar ki her mevsim yeni ve
tazedirler, sonra onlar hiç değişmezler ve renkleri pek hoştur”
“Ama zaten bütün meyveler
aşağı yukarı böyledirler” diye itiraz etmek istedim. “Hem de tam tarif ettiğiniz
gi..” “Beni ilgilendirmez” diye kesti Shiva. “Ben küçük ve yeşil elmaların koruyucusuyum”
Şimdi havuzun başına uzanmıştı ve kısa saçlarının üstünde sade ve zarif tacı parıldıyordu. Hemen yanındaki kristal
kasede de pek çok bu çeşit elma duruyordu.
Shivanın Masalı
Bundan çok uzun zaman önce gökteki
savaşlardan kaçan büyük beyaz bir tavşan yeryüzüne düşmüş ve yeryüzünün geniş topraklarında dört yana kaçışmaya başlamıştı. Nereye gideceğini hiç bilmiyordu. Sonunda gördüğü en yüksek
şeyin üstüne tırmanıp
kulaklarını indirip etrafı koklamaya başladı. Aşağıda iki şehir uzanıyordu.
Sınır Kayasının Altında Yaşayan İki Şehirin
Hikayesi
Önceleri iki şehir su hakkı, çayırlarda sürülerini otlatma
hakkı, toprak işleyen köyleri yağmalama
hakkı, kılıç yapılan cevherden pay alma hakkı için savaşıyorlardı. Ama bir gün yorgun bir halde savaşlarını evlilikle
neticelendirmek istediler. Uzun şenlik
masalarının kurulduğu büyük bir düğün yaptılar. Gelin sarı saçlı çok güzel bir kadındı. Düşman şehire atının üstünde ve kendi
armağanlarıyla gelmişti. Ancak çok geçmeden geceleri ortadan kaybolduğunu gördüler. Kocası
kalkıp geçtiği yerleri ıslattı, otlarını yolup, yaprakları
düzenledi. Neticede hayvanlarla birlikte gece
taşlarla örülmüş ağaçların arasında dar bir geçitten geçtiğini
anladı. Gelin şelalenin arkasından dolaşıyor, hayvanlarla birlikte su içtikten sonra mağaraların kullanılmayan yolundan
geri evine dönüp yatağına yatıyordu.
Kocası bu tuhaflığını yüzüne vurmadı ama evliliklerinin mevsimi dolmadan
başka kadınlara yaklaştı. Yağmurların başladığı ambarların ekinlerle yüklü olduğu bir
zamanda ortada gözle görülür hiçbir sebep yokken gelin bir gece ahırdaki bütün atları saldı
ve yaşadıkları evlerin etrafını ateş çemberi
ile çevirip şehir insanlarını uyurken ateşe verdi.
Yedeğinde tuttuğu atlardan biri ile şehirden ayrıldı ve yüksek kayanın
altında askerlerin bulunduğu sınıra dek at sürdü, onları bir
tuzağın içine çekip
yok etti. Bu sadece rasgele bir kıskançlık
mı yoksa planlı bir intikamın sonucu muydu? Bunu eşi anlayamıyordu. Onu neden
hayatta bırakmış ve düşman şehire
geri dönmüştü. Tavşanın
sınır kayasına tırmandığı mevsim, şehirler arasındaki gerginliğin artmış olduğu
böyle bir zamandı.
Savaşın Sonu
Tavşanın tepesine tırmandığı, bu iki şehirin sınırındaki
büyük ve çok yüksek
bir kayaydı. Taşları katman katmandı. Etrafın gergin sessizliği onu huzursuz
etti ama yerinden hiç hareket etmedi. Çok geçmeden
gökyüzünün büyük köpeği indi ve bir şeyler arar gibi havayı
koklayarak yeryüzünde dolaşmaya
başladı. Büyük tavşanı aradığı
uzun yolculuğunun sonunda herşeyin başı ve toplandığı yer olan iki şehire
geldi. Bu şehirlerin insanları zamanında öyle çok
birbirleriyle savaşmışlardı ki sonunda evlerini de yan yana inşa etmek
mecburiyetinde kalmışlardı. Şehir halkı büyük köpeğin etraflarında dolaşmalarından rahatsız oldu.
Ondan korkuyorlardı. Büyük köpeğin
şehirlerine huzursuzluk ve lanet getirdiği fısıltılarla yayıldı ve uzun zamandır
yılanın gözüne saplı duran
iki gök kılıcını çekip kayaya tırmandılar. Tavşanı öldürüp aşağıya büyük köpeğin önüne attılar. Köpek büyük beyaz tavşanı avını yakalamış bir tazı gibi
dişlerinin arasına alıp gökyüzüne döndü ve kuyruğu
bir uçurtma gibi mutlulukla parıldadı. Kılıçların çekildiği
yılanın gözüyse yeniden
canlandı ve yeryüzüne savaş ve
felaket getirdi. Kıtlık ve ölüm getirdi. İki şehir birbirini suçladı ve çiçekler açmayı reddettiler, ağaçlar
meyve vermedi, denizlerin sularıysa
içemeyecekleri kadar tuzlu oldu. O zamanlar hiç olmayacak şeylerin olduğu çok eski bir zamandı. İnsanlar aç ve susuz yağmuru
beklediler. Ölüler savaş
alanlarından kaldırılmadan başka ülkelerden
başka askerler geliyor, büyük filler yürüyor, tepelerindeki kare şeklindeki
renkli kumaşlarla sarılmış kasaların içinden okçular yay çekiyorlardı. Fırlatılan
oklar uçarken birer kuzguna dönüşüyor ve her yöne yayılıyorlardı.
Akşama doğru güneşin battığı yönden geri dönen siyah kuzgunlar büyük çember şeklinde bir çadırı
iplerininin ucundan tutarak kaldırıp
uçuruyorlardı. Savaş alanını gören
bir açıklığa konduklarında büyük çadırın içinden
pürüzsüz bir teni, nar rengi dudakları küçük ve güzel
bir burnu yeşil parıltılı gözleriyle kara saçlı bir kadın çıktı. Sunulan içkiyi içince
birden yüzü çirkinleşip kırıştı, burnu büyüdü ve kulakları yukarı doğru çıktı, gözleriyse
parıltılarını kaybedip titrek ve öfkeli bakmaya
başladı. Sessiz işaretlerle kadın
dört aslanın kalbini istedi. Aslanların sıcak
kalplerini hala atarken eliyle parçalayacak ve senelerdir süren savaş böylece sona erecekti. Hayvanlarla birlikte gölden su içen, eski şehrine kaçmış olan gelin buna gönüllü oldu. Kadın geline çadırını açtı ve kuzgunların ağızlarında tuttukları halattan
kesip verdi. Gelin halatı omzuna doladı
ve yola çıktı. Savanda dört aslan gördü. Ormanın kıyısında
yan yana duruyorlar ve herşeyin sona ereceği bilinmeyen bir zamanı bekliyorlardı.
Yeleleri büyük, dişleri büyük, kükremeleri ve midelerinden gelen gurultuları neşe
vericiydi. Onları çok sevdi ve yanlarına oturdu. Yapacağı işten
vazgeçti ama yoluna devam etmeliydi. Sonra dört tavşan gördü. Tavşanlar
deliklerine kaçıp kayboldular. Deliklerinin önüne gelip aşağı
baktı ama sonra yürümeye devam
etti. Ormanın içinde su içen dört
tilki buldu. Tilkilere sessizce sokuldu ama kırmızı tüyleri, aç
kalmış kuşların sızlanışlarını anımsatan ince sesleriyle ona sevimli göründüler, böylece tilkilere de dokunmak istemedi ve büyük bir mağaranın
girişine vardı. Burada dört ayı
birbirleriyle güreşiyor, bağırıyor ve oyun oynuyorlardı. Önce geri dönmek istedi ama sonra başka seçeneğinin kalmadığını düşünüp yanlarına gitti ve omzuna attığı halatını yere
bıraktı. "Uç halatım, dolaş halatım" dedi. Halat da hızlıca
tıpkı bir yılan gibi ayıların yanına gidip onları boğarak öldürdü. Dört ayı da
birer birer devrilince halat yeniden geri gelip ayaklarının dibine toplandı.
Gelin de onu yeniden omzuna astı. Bıçağını
çekip dört
ayının kalbini aldı. Sıcak kalplerini hala atarken çıplak elleriyle şafağa bakarken parçaladı ve savaşın sona ermesini diledi. Karanlığın
içinden çekilmiş
göğün iki kılıcı
da o sabah ışıklarla birlikte parçalandı ama
insanlar savaşı bırakmadılar. Kadın geri dönüp onların yanına
gitti.
"Ben konuştuğum zaman" dedi kara saçlı kadın. Ağzından bir sürü kapkara ve iri arı fışkırıyor, dökülüyor ve uğultuyla vızıldıyor, her yere yayılıyorlardı.
"Hep böyle olur" Kara arılar savaş alanında canlı hiçbirşey bırakmadılar.
Sonra karanlık bir bulutun daha karanlık gölgesi gibi kuruyup yere dökülerek
toprağı kapladılar. Şimdi sadece her yerde ölüler vardı. Filler ağır ağır
ormanlarına geri dönüyorlardı. Kalın derileri onları korumuştu. Kadın onlarla
birlikte yürüdü, en gerideki büyük fil durunca ahşap bir merdivenden ona tırmandı
ve sürüyle birlikte yavaş bir yürüyüşle ağaçların arasında kayboldular.
Savaş sona ermiş, kılıçlar parçalanmış,
ölüler toplanıp
yakılmışlardı. O gün bildiğimiz anlamdaki dünyanın başlangıcı olan kader gününün asa sahipleri olan bağlayıcılar, olan biten
herşeyi filleri, zürafaları, kaplan postlarını ve tuz madenlerini,
neredeyse kumların üstünde uçan rüzgarı
dahi bağlayıp düğümlediler. Bir
karara bağladılar, bir ölçüsü oldu. Mavi
bir gök altında çimenlerin yeşilliği dışında hiçbir şey üstünde uzlaşamayan iki göçebe kavim arasındaki savaş böylece neticelendirilmiş oldu.
Bugün bu düğümleri hiç kimse açamaz,
yeryüzünden hiçbir bıçak
bu bağları kesemez. Kediler konuşamaz, köpekler ayakları üstünde yürüyemez ve hiç olmayacak şeyler bir daha asla olamaz.
Bağlayıcılar parçalanmış kılıçları bir araya getirip tek bir kılıç biçiminde yeniden
dövdürdüler. Parçalar
ateşte eridi ve yeniden iki yanı da
keskin kılındı. Ejder kafalı adam işini yapıp bitirdikten sonra göğe bakıp; o sırada bulutların arasından geçmekte olan aya fırlattı ve bağlayıcıların hükmüne göre biri gidip onu
oradan çekip alıncaya dek kılıç ay toprağına saplı olarak kalacaktı. Ancak Ejder
Kafalı Adam parçalardan bazısını saklamıştı ve bundan hiçkimseye söz etmedi. Birkaç gece sonra gizlice zarif bronz bir taç yaptı. Bu kimin emriyle yapıldı, söylenmedi, ama tamamlandığı gece, bir atlı
sislerin arasından çıkıp kahverengi bir çaputa sarılı halde onu teslim aldı ve ortadan
kayboldu. Daha sonra tacı büyücüler efsunladı, yeryüzünün kralları kutsadılar, zamanın başından beri
olanları izleyen sessiz ruhlar herşeyin bir karara varıp sona ermesini arzu
etmedikleri yönünde irade gösterdiler ve hükümlerini
bildirdiler: Bu zarif bronz taç kılıca hükmedecekti. Böylece yeryüzündeki son büyük savaşın ardından
göğe dönen
kılıç bir başka arayışın başlangıcı oldu.
Sözün burasında Shivanın masalı sona erdi.
Şimdi ben
burada beklemeli ve kılıcı korumalıyım. Eğer tacın bir sahibi olur ve kılıcı çağırırsa onun peşinden gitmeliyim, kılıcın
kaderini takip etmeliyim. Bir gün gözlerinde ateşler yanan bir kaya seni ona ulaştırırsa
kara saçlı kadının lanetini ve büyük gücünün kaynağını anımsa. Savaş alanlarında konuşmayan
sessiz kadının sırrı bir büyücü hilesinin çok ötesindedir. Kızıl sakallı adamın son sözleri "Bu gök kayığının sallantısında uyu" olmuş. Kız
gelen kayığa binmiş ve aşağı baktığında tepeler ve aralarında akan ırmaklar görmüş. Yolda
sallanırken gökyüzünde dolaşan kargalar kayığın iki yanına karşılıklı
konmuş ve ona kötü kötü bakmışlar. Kız
bu bakışlar altında uyuyamamış, aşağıdan geçen manzaralar arasında evinin yolunu aramış.
Ancak huş ağacından yontulmuş büyük ve uzun
saltanat kayıklarını andıran bu gök kayığının
sallantısında uyurken altında artık
sadece uçsuz bucaksız görünen sular varmış.
Marla "Kızıl sakallı adam onun babasıydı değil
mi?" diye kesti. "Yani Ejder kafalı adamı bulmuştu" "Marla, hikaye aslında ayrıntılarını hiç kimsenin bilmediği uzun bir efsane hakkında ve
muhtemelen burada olmamızın sebebi"
dedim.
Oraya vardığımda öfkeyle kükredim,
göğün kılıçları saplandıkları yerden aşağı
çekildiler
geceler boyu çarpıştılar
Sonra kırılıp döküldüler
ve yeryüzüne geri dönüp parçalarını aradım
Tekrarlanması yasak olan bu kısmı deniz yolculuklarının
birinde hafızama kazımıştım. Kimin söylediği anlaşılmayan bu sözler
hikayenin aslından sağlam kalan tek parçaydı. Geçmişte
olanların üstüne kazındıkları bütün taş tabletler parçalanmış, bir zamanlar kağıt tomarlara yazılmışsa
da daha sonra yok edilmişlerdi.
Geceleri tuhaf seslerden, aç bir ayı ya da kurtla karşılaşmaktan, soğuktan ya
da yağan yağmura hazırlıksız yakalanma korkusundan uyuyamıyor ve patikalar boyunca parlak yıldızların ışığı
altında yol alıyorduk. Karanlığın yuttuğu tedirgin edici dünyanın belirsizliğinde zaman sadece yürürken hızlı geçiyor, gündüzleriyse yorgun bir halde dışardan görünmeyecek biçimde otlarla kapattığımız kalın abadan çadırın içinde
zayıf güneşin içeri
sızan turuncu ışıklarının huzurlu sakinliğinde derin ve rüyasız bir uykunun içine gömülüyorduk. Mağarayı
işaret ettim. Kayalıkların arasından tırmanıp
içeri girdikten sonra kendimizi yukarı çektik. İki büyük penceresi
aşağıda uzanan vadiyi görüyordu. Bizden öncekilerin taşlarla çevirdikleri dar bir çukurluğa yaktığımız ateşin yanında derin ve uzun
bir uykuya daldım. Gökyüzünde değişik ve büyük pek çok balığın yüzdüğü garip bir rüya gördüm. Onları bir fırtına alıp okyanusun sularıyla
birlikte yukarı taşımıştı. Marla'nın ardından kalkıp aşağı baktım. Serbest kalan
at bir süre aşağıda otlayarak dolaştıktan sonra karşıda ağıllarından
çıkan koyun ve keçi sürülerinin sesleri vadide yankılanırken mağaranın
girişine geri dönmüş ve Marla'yı
kendine özgü seslenişiyle uyandırmıştı. Kargalar sürü halinde
havalanıp vadiyi baştan başa geçip, ağaçların sık dalları arasında kayboldular. Dışarıda
yağmur öncesine benzeyen olağandışı bir hareketlilik vardı.
Dar açıklıktan içeri bakıp aşağı atladım.
Tavan kubbemsi biçimde oyulmuştu. "Eskiden kilise olarak
kullanılmış" dedi Marla. İkonların bulunduğu yerler daha açık renkteydi.
Mağaranın derinliklerine doğru daha fazla ilerleyebilmek için
ateşi daima yanımızda tutan, közleri taşıdığımız lambayı getirdim. İçindeki
cinin bütün isteklerini
yerine getireceğini söyleyerek
lambayı fahiş bir fiyata genç ve saraya
girebileceğine inanan hevesli bir hekim yamağına satan adamların yağmalanan
malları arasından elimize geçmişti. Adamlar
lambayı sattıktan sonra her nasılsa yeterince tatmin olmamış, geri dönüp hekim yamağının
evini de soymuş ancak yakalandıktan sonra geride bıraktıkları malları yağmalanmıştı.
Meşaleler için kullanılan sopaları ters çevirip kandil yakıtının içine bıraktık. Paçavraları gergin biçimde sardıktan sonra telle çevirip bağlıyordum ancak yakıtlarını içlerine çekebilmeleri
için beklemek gerekiyordu. Marla kendine yaklaştırmıyordu, kaya oyuklarındaki
kuş yuvalarında hiç yumurta yoktu, av etinin sonu gelmişti. Ateşin içine bıraktığımız yol kenarına yakın tarlalardan
eşelenip çıkartılmış patatesleri soymadan yerken tuhaf bir
baharat gibi içine kattığı eflatun yapraklı bitkiden bulduğumu
sandım ama Marla "Bu değil" anlamında başıyla hayırladı. Başını ezmek üzere elimdeki taşla yaklaştığım etli gri desenli
bir yılan da kayaların arasına kaçıp kaybolduğunda mağaraya dönüp karanlığın içine doğru yürüdüm. Kubbeli dar koridorun sonunda toprağı elimle
temizlediğimde ahşap büyük kalasların
arasından serin bir havanın sızdığını hissettim. Kılıcım kolaylıkla ilerliyordu. "Burada
bir boşluk var" diye bağırdım. Duvarın öte yanında toprak parçaları aşağıya doğru dökülüyordu.
Marla közleri
boşaltıp elindeki lambayla geldiğinde yan duvarda nemli çürümüş bir tahtayı parçaladık. Kale kapılarını anımsatan basit bir
makara düzeni vardı. Demir manivelayı içine
geçirip çevirdiğimizde
önümüzdeki ahşap kapı ağır ağır aşağı doğru salındı ve
boşluğun karşısına çarptığında durdu. Sesin aşağı doğru yankılandığı
boşluğa meşalelerle geri döndüğümüzde gece olmuştu. Açılan ahşap köprüden ilerleyip
karanlık sularla örtülmüş görünmeyen zemine doğru sarmal biçimde kıvrılarak inen dar merdivenlerde bir an
durup uçları kırılmış büyük taş merdiven
basamaklarına baktım. Meşalelerin ışığında gölgelerimiz duvarda hala hareket ederken
"Sular yakın zamanda buraya dek yükselmiş"
dedim. İçeriye bir yerlerden güneşin sızdığını işaret eden yosun kokusu vardı.
Şimdi içinde yürüdüğümüz bordo tepeyi
oluşturan kayadan oyulmuş sayısız dev sütunun altında her yeri kaplayan geniş havuza
indik. Marla kendini suya bırakırken "Burada yaşayabiliriz" diye inledi. Eski unutulmuş bir şehire su sağlayan terk edilmiş bir sarnıçta.
Meşalelerin alevleri duvarlar boyu uzanan suların
yüksekliğinin mevsimlerin içinde değiştiğini gösteren doğal bir hattı aydınlatıyordu. Sular yükselirken
üstüne yol eşyalarını
koyduğumuz geniş dikdörtgen alanı ve
karanlığa doğru dönen aynı yükseklikteki yürüyüş yolunu yutuyordu.
Zemindeki sürgülü taş bir kapağı
güçlükle itmeyi başardığımda aşağı baktım. İçerisi
karanlıktı. Yokuş aşağıya inen kanallar bizi daha geniş bir alana ulaştırdı.
Bu alanda birden fazla karşılıklı yol vardı ve yollar birbirini andırıyordu.
Alana yakın koridorların birinde yürürken aralarındaki
açıklıktan buhar sızan ahşap bir pencerenin
kanatlarını içeri doğru ittik. Seneler içinde kapalı
olan dar bir noktadan sızan sıcak su dev
kayanın içinde doğal mağaramsı geniş bir boşluk açmıştı. Tuhaf kokulu taşları eritmiş ve şimdi
belimize gelen sıcak yeraltı suyunun içinden
geçip yüzeye doğru devam etmesini engelleyen
vanayı serbest bıraktığımızda, su yukarıda taşların arasından geçen gizli bir hattı doldurdu. Ahşap ve demirden
yapılmış vana ağır bir gemici dümenini andırıyordu. Ortasındaki geniş ve kalın
ahşap halkasına saplanıp içinden geçen yassı kılıçların
demir kabzalarından tutularak çevrilebiliyordu.
Kılıç uçlarının buluşmaları gereken orta noktada ise tekerleğin
dönüşünü mümkün kılan daha küçük bir demir halkanın boşluğu vardı. Açık havayla bağlantısı olmayan taşlar ısındıklarında
muhtemelen kış zamanı olan donmayı engelliyor, yatağımızı yanına serdiğimiz sıcak
taşlar, her yanı kaplayan su, dev sütunların
sakin havası ve birkaç gün içinde keşfedeceğimiz
kilere uzanan odalar koridoru shivanın
masalının henüz sona ermediğini hissettiriyordu.
Marla'yı bir rüyanın içinde
kaybeder gibi karanlığın içinde yok
oluşunu izliyor, lambanın kısık ateşinde merdivenlerin birinde otururken görüyor, gölgesinin arkasındaki duvarlara büyüyerek yansıyan
hareketlerini takip ediyordum. Ayaklarından birini yavaşça çıplak bacağına
olan dokunuşunu hiç kaybettirmeden dizine dek sürükleyerek
kendine doğru çekiyor ve üstünden geçirdikten sonra yine aynı yavaşlıkta aşağıya dek
indiriyordu. Kollarını geriye atışını saçlarını topladığı noktayı bulup çözdüğünde saçlarının
narin ve zarif omuzlarının üstüne dağılışını seyrederken "Göğe uzanan ağaçları çevreleyen
toprak evler yapmışlar" diye fısıldıyordu. "Toprak evleri örten sarmaşıklar büyümüş ve bahçeleri
boydan boya geçen asmalar "
Marla bir defasında "Bildiğim bazı şeyleri
nasıl öğrendiğimi hiç hatırlamıyorum" diye itiraf etmişti.
Sabahları dev salonun dik bir dönüş yaptığı kör köşesinden gelen
devrilmiş sütunlar gibi ileri uzanmış kayalarının arasından sızan zayıf ışıkla uyanıyorduk. Tavandaki bu
aralıktan yeşil sarmaşıklar aşağı doğru büyüyerek sararmışlardı.
Dik kayalıkların arasından gün ışığı sızdığında
kahverengiden koyu bir yeşile doğru açılan
hat daha belirgin biçimde seçiliyordu.
L biçimindeki geniş salonun saklı ucundaki başka bir
noktada ise görünmeyen demir
mekanizmaların seneler içinde yaptığı
paslı bir sızıntının duvara lekeler bıraktığını, oradaki duvarınsa taş bir kapı
gibi yukarıdan inerek hızla kapanmış olduğunu zaman içinde keşfettik. Dışarıdan açılması imkansız görünen, başka
başka taşlarla örülmemiş bir
duvardı. Yine sular o yüksekliğe ulaştığı zamanlarda kullanıldığı anlaşılan
şimdi parçalanmış bir sal iskeleti halatlarla asıldığı
yerden düşmüş ve parçaları
havuzun içine dağılmıştı. Ama açılan başka kapılar vardı.
Eski ve unutulmuş kentin bir zamanlar su dağıtmış
olan sütunlu sarnıcı, aşağıdaki sıcak suyu gezindiği
yerlerdeki taşları ısıtan bir mekanizmanın olduğu yeraltı sularıyla beslenen
buharlar içindeki mağaranın ahşap kanatlarının önünden gizli bir
alana, o alansa koridor duvarlarındaki
silindir taşlar yuvarlandığında önce alçak tavanlı girişinde meşale ve kılıç asılabilecek halkaları olan dar bir salona, iki
dev kemeriyle kavisli bir tavana sahip salonsa
uç uca eklenmiş başka odalara açılıyordu. Mağaraları anımsamıştık. Bu defa
kaybolmamak için işaretler bırakıyorduk. Bazı odaların tavanlarından
yukarı çıkılıyor bazıları gücümüzün yetmediği
taşlarla kapalı yan odalara, yerdeki taş kapaklar kaldırıldıklarında aşağı inen
merdivenlere ulaştırıyorlardı. Toprakla sıvanmış taş duvarlar kendi içlerindeki boşluklara doğru çekilerek açılıyor ve alçak tavanlı salonlar dar geçişlerle birbirlerine bağlanıyordu. Sonra giderek
rutubet ve havasızlık arttı, nefes almak güç hale geldi. Duvarlar arasında sıkıştığımı, çıkamayacağım biçimde kapana kısılmış olduğumu düşünerek paniğe
kapıldım. Odanın tavanı sanki giderek alçalıyordu. Marla nefes almayı güçleştirenin kendim olduğunu yavaşlamamı ve
nefesimi bir süre için
tutmamı önerdi. Onu ittim ve duvara doğru yürüdüm. Şu anda yapabilecek hiçbirşeyimin olmadığını anladığım an sebebini
bilmediğim telaş duygusu da azalıp kayboldu.
Dar odanın dibindeki masayı andıran kayanın üstünden yukarıda görünen karanlık
boşluğun içine tırmandım. Yeni odanın duvarları bordo
kayaların parçalarıyla örülüydü. Kolaylıkla
kendimize çektiğimiz ve kendi üstüne yuvarlanan
yarım bir silindir kapı geniş bir kilere
açılıyor, yukarıdan zayıf bir ışık sızıyordu.
Silindirin şimdi görünen düz yarısı yan odanın duvarıydı ve dışarıdan taşın üstünde özel bir noktaya baskı yapıldığında duvarın ses çıkarmadan açılması mümkündü. Değişik baharat
ve kurutulmuş sebzelerin zengin kokuları
rutubetin içinde birbirine karışmıştı. Güçlükle geçilen bu açıklıktan içeri baktık. Sızan zayıf ışığın altında tekir bir
kedi aşağı atlayıp yanımıza geldikten sonra bizi dikkatle ve şüpheyle inceledi.
Kedinin soru soran bakışları altında kurutulmuş meyve, şeker ve şarap alıp
yarım silindiri kendi üzerine
yuvarlayıp duvarın taşını yerine kapattık.
Açılan dar aralığa
yumuşak toprağı elimle sürmeden önce bunu birkaç defa daha yaptık. Geldiğimiz noktayı yan odada
yere çizdim. Bu peşpeşe uzanan aşağı ve yukarı inen
odalar koridoru mağarayı karşıdan gören
tepenin yamacına kurulmuş evlerden birine bize ulaştırıyordu. Bu odaların eskiden yağmacılardan korunmak
maksadıyla yapılmış bir çeşit yeraltı sığınağı olduğunu düşünmek tuhaf göründü.
Sarnıca döndüğümüzde mağaradan
merdivenlere doğru köprü olarak açılan ağır kapının kalaslarından birini söküp aşağı sulara
fırlattık. Salon boyunca yüzüp köşeyi dönmemizin
ardından henüz açılmayan yukarıda
kalan büyük taş kapıya
doğru onunla tırmandık. Sular henüz bordo sütunların yarısına bile yaklaşamıyordu. Duvarda kapının yanında siyah, parlak ve
farklı bir taştan kesilip yerleştirilmiş bir karış boyundaki kareyi ittiğimizde,
aşağıdan bir makara sistemine ait olduğunu sandığım sesler geldi. Muhtemelen
aynı ağırlıkta başka bir taş kütle ya da sütun aşağı inerken önümüzdeki kapı da yukarı doğru yükselerek açılıyordu. Kapının ardında dev bir sütunun yokluğunu anımsatacak biçimde dümdüz ilerleyen taş bir koridor vardı. Ardından kapı açık olarak kilitlendi. Eşikteydik. Yukarıda şimdi
iki tarafta görünen iki siyah
taş, kapının aşağı geri dönüşünü engelliyordu. Fakat tırmandığım ve Marla'yı
yukarı çektiğim bu iç koridorda kapıyı yeniden kapatan ya da açabilecek bir mekanizma, taş ya da başka bir şey
yoktu. O kapının eşiğinde beklerken ben koridorda yavaşça ilerledim ve sonra "Buraya
gelmelisin" diye bağırdım. İleride
geniş bir salonun ortasından tavana doğru yükselen büyük siyah bir
kayadan kesilmiş taşa doğru ilerledik. Üç yönünde de aynı şeyler farklı dillerde yazılmış gibi
görünüyordu. Marla birinin önünde durdu.
Etrafta yerde duvarların önüne dağılmış üç insan iskeleti dışında bir şey yoktu. Aralarındaki
taşları parçalanmış olan kuyu aşağıda sıcak yeraltı suyunun biçimlendirdiği mağaraya dar bir açıklıktan ulaşıyordu. Marla'nın yanına yürüdüm.
Kılıca Hükmeden Tacın Bulunmasının Hikayesi
o karlı dağların başında yaşar
o asa ve mühür sahibidir
ve o karanlık ve kudretli
güçleri kendisinde topladı
ve o karanlık ve kudretlidir
ve o yeşil çayırları
yukarıdan gören bir kartal gibidir
gölgesi akan berrak suların
üzerine düşer
ve o duru içme ve kaynak
sularının da efendisidir
çürümüş ağaçların
devrildiği toprağı bereketli kılandır
ve o geçmişte insanlara
zeytin ve şarap yapmayı öğretti
o insanlara arp çalmayı
ve ağaçlardan başka sesler çıkarmayı öğretti
o insanları çok sever, o
hayvanları da yenilsin yenilmesin sevimli olsun güzel sesler çıkarsın çıkarmasın
çok sever, o ikisi arasında kalanlardan nefret eder, onlara karşı hep
merhametsiz ve katı olur, zalim ve zorba olur, yeryüzünde hiçkimse onun önünde
durmak istemez ve geri çekilirler, izin vermek istemedikleri şeyler de dahi ses
çıkarmaz ve onaylar görünürler, ondan çekinirler
o hikayesinin anlatılmasını
istemedi
o tanınmayı ve bilinmeyi
arzu etmedi
o kirli ağızlardan adı
seslenilsin ismi ünlensin istemedi
o geçmişte yeryüzünü
krallıklara böldü ve kralları başlarına bekçi gibi dikti, onları kral ve
adamlarını yeryüzünde oradan oraya sürdü, zaman zaman yanına çağırdı ve geri
gönderdi, kendi çocuklarını alıp, başka çocuklar veren bir tanrı gibi bazen krallığını alıp
başka bir krallık verdi, bilgide ve hünerde ileri gitmiş kimi üstün yetenekli
insanları saraylarına toplayıp onlara yardımcı kıldı, herhangi bir işaret vermeden sessizce yanlarında kaldı ve bazen
onları sebepsizce çöle sürdü, sürülenin kimi açlıktan öldü kimi yalnızlıktan
delirdi, çok azı şehirlerine geri döndü ama onlar da hoş karşılanmadılar ve
zarif ve güçlü çelik zırhlı meşin mızraklı çokça askerlerin düzensiz eşkiyalar
yahut deniz haydutları gibi gemi ve şehir yağmalamalarına izin verdi, gecenin
ayazını çaldı bahar geldi, güneşin sarı oklarını çekip çıkardı kış geldi, yağmur
yağarken mavi ışığın arkasında hareket eden şeffaf gölge oldu, sarsıntılar
başlarken yeraltından sızan kızıl ışığı gören ve aşağı doğru kalabalık insan
gruplarına seslenerek onları uyarana cömert eliyle altın bağışladı ama
çalkalanan dalgaların arasından sağlam dönen gemileri kendi eliyle batırdı
yahut ateşe verip yaktı, onun zaman içinde herşeyden haberi oldu ama onun geliş
gidişinden hiçkimsenin haberi olmadı, işte o bunlardan başka daha pek çok
yeryüzünde duyanların anlayamayacağı işler yaptı, onun son kılıçları savaşırken parçalandı.
Savaşçılar çoktu,
gece gündüz çarpışmaya devam ettiler, ölen savaşçıların yerlerini yenileri aldı sonra gökyüzü karardı ve sabah aydınlandı, mevsimler değişti
ancak kılıçlar çarpışmaya
devam ettiler, sonunda her ikisi de dağılıp döküldüler. Ancak savaş sona ermemiş, savaşçılar yenişememişlerdi. Dağılan parçalar toplandı, dövüldü, hepsinden bir tek mızrak yapıldı ve
gökyüzüne gönderildi,
gecenin karanlığına. Mızrak yılanın gözüne saplandı ve
kaosu sona erdirdi, savaşların ardından kuraklık ve kıtlık sona erdi, hastalıklar
ve açlık sona erdi.
Parçalarından yine onun emriyle bir tek taç yapıldı ve yeryüzünün derinliklerine saklandı. Verilen hükme uygun olarak o bu tacı bir kraliçeye sundu, kraliçe tacı hiçbir kelime etmeden alıp bir dereye attı.
Sakin akan yeşil derede karanlıkta ışıl ışıl parlayan tacın parıltısına kanıp
nice korkusuz adamlar atlayıp boğuldu, atlayıp çoğu öldü yahut kaçtılar, bu tacı
ben buldum sana getirdim alıp başına tak eğer beğenirsen,
beğenmez istemezsen onu akıntılar arasında denize ya da okyanusa bırak ki karanlık bir lanet gibi zehirli ışıltısıyla
o da kaybolup gitsin suların
derinliklerinde ve bizden uzaklaşsın.
Taş yazıtın güney yönündeki ikinci kısmında yazı burada
sona eriyordu. "Çok güzel"
dedi Marla ellerini harflerin boşluklarında dolaştırırken. "Keşke o kraliçe ben olsaydım" Bronz ancak zarif
sade bir taç sadece uzanılıp alınmayı bekliyor gibi kitabenin altındaki çukurluğa dolan berrak suya doğru boşluğa
uzanmış halde duruyordu. "Ya Kraliçe tacı kabul
etmemiş ya da buralarda henüz görmediğimiz bir başka mezar odası daha olmalı"
diye fikir yürüttüm. Masaldaki kılıçsa gökyüzüne fırlatılan
bir mızrağa dönüşmüştü. "Taç sanki üçüncü defa yeniden sunuluyor" dedi Marla.
"Hikayesi kayalara kazılı olan ilki onu atmıştı, şimdi sözü edilense
reddetmiş olmalı, beklenen de bu sanırım" Etrafa dağılmış üç insan
iskeletinin durumlarına bakarak "Öte taraftan" dedim söylenene doğrudan karşı çıkmak istemediğimi sezdiren bir sakinlikle
"Bizi buraya getiren bir masaldı ve masallarda üçüncü defa da
herşey yerli yerine ulaşır, üçüncü prens geri döner, üçüncü yol doğru çıkar veya handa kaldığı üçüncü günde beklenen gerçekleşir." Her halükarda onu oradan
çekmenin tuhaf
mekanik mekanizmaları harekete geçirebileceği ya da sözü edilen laneti kendi
üzerimize çekebileceğini seziyordum. İskeletlerden birinin bedenini
baştan başa yaran bir kılıç darbesiyle
yaşamının sona ermiş olduğu belliydi, yine de yerdeki halinde bir başkalık
buldum. Kolu bir yöne doğru uzanıyor, parmağı bir yeri işaret
ediyordu. O yöndeki taşları kıpırdatmaya, kenarlarını bıçağımla kazıyarak hareket ettirmeye çalıştım. Sonra paçavraya dönmüş bir kıyafeti taşların arasından çektiğimde ona bağlı bir kutunun aşağıya doğru
sallandığını hissettim. Çok uzun bir
zaman bulunamazsa kendiliğinden kuyuya düşerek tamamen çürüyecek biçimde asılı bırakmıştı. Burası asıl girişini
bulamadıkları sıcak yeraltı suyunun fokurtular çıkartarak buhar saçtığı mağaraya doğrudan inen dar bir kuyuydu. Taş
kapı kapandığında suyu buradan çekmiş olmalılardı.
Kutuyu çıkarıp içinden
çıkan parşömeni yere açtım.
Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla ; tek yaratıcı ve gözetici odur. Yaptığım herşeye Allahın adıyla
başlarım. Düşmanlar türlü türlü olsa da tek
ve gerçek yaratıcının karşısında kim durabilir?
Yeryüzü... Şeytanın kutlu ülkesi. Ben
..... oğlu ..... Kendi topraklarında ona
meydan okudum ve yol beni buraya getirdi. Onları gizli yerlerde saklanırken
buldum. Yan yana gelip önlerine açtıkları ve lanet okudukları kitaplarını yaktım,
dizili iksirlerini kırdım, yan yana dizip tapındıkları insanı andıran büyük putlarını
parçaladım. Kılıç ile kesilmeyen, ateş ile yanmayan zorlu yaratıklarının
kalplerine kazık çakarak öldürdüm. Bunu kötü rüyaları karanlık kabuslara çeviren bazı ölülerin mezarlarını
açıp yaptığımıza uygun biçimde yaptım. Yine de aralarından biri sağ kaldı,
suratı bir iblisin aksinden farksız olan kadın devrilmiş taşlardan birini
işaret edip bu peygamber
efendilerimizden birinin heykelidir deyip bizi zorlu bir durumun içine düşürdü. Heykel ve
ben uzun bir yolculuğa çıktık.
Bulduğumuz silindir şeklindeki kutudan çıkarıp açtığımız
parşömen böyle
başlıyordu.
Parşömenin
kalanından anlaşıldığına göre padişahımız
efendimiz insana haşa çok benzeyen
bir heykel yapmış olan, topraklarında yaşayan bu tuhaf sanaatkarları cezalandırmak
için heykeli yok etmek istemiş ancak uygun olmadığı
yönünde fetva
verilmiştir. Çünkü heykel kutlu ve mübarek peygamberlerimizden birine ait olduğu
rivayet edilmektedir. Böylece ne yok
edilebilen ne de bir yerde tutulabilen heykel başlarına dert olmuş onu padişahın
emriyle okyanusun karşı kıyısında çok
eski insanların eski ülkelerinden
birine hediye etmek suretiyle göz önünden kaldırmışlardır.
Bu hediyenin taşınması ve sunulması sırasında hafiye örgütünden çalışkan
ve ilim sahibi zatlar boş durmamış oradaki halkla ahbaplık edip anlattıklarını
nakletmek üzere hafızalarına kazımışlar idi.
Parşömenin
altında elinde şimşek olan bir suret ve elinde ok olan yaşlı bir adam bir başka
dişi surete doğru dönük çizilmişti. Suları temsil eden dalgalı bir biçimin ardında ise bir başka iri ve uzun saçlı insansı suret elinde bir çatalı
anımsatan savaş silahı ile duruyordu. Aralarına çekilmiş çizgilerin
ve üstündeki
simgelerin evlilik yahut savaş yoluyla birbirlerine bağlanmış olduklarına
işaret ettikleri aşikardı. Bazalt bir kayaya kazılı olarak gördüğümüz [haşa, sözde] bu tanrılar belirli bir olay evreninin
sorumluları olarak tasarlanmış olabilirlerdi. Onları kapalı ve döngüsel bir zaman içinde düşünmüşlerdi ve bu
da olası başka olay evrenleriyle dolu başka kapalı zamanların başka sorumlularını
akla getiriyordu. Çünkü başlangıçta hiçbirşey
yoktu ve 'karanlıklar karanlıkları örtüyor' ya da yutuyordu. Varolacak herşey tek ve değişmez
yaratıcının kalbinde saklı bir sır olarak hayal edilmişti.
Parşömenin Geri Kalanı
Gökyüzünün yapılışı
kalay cinsinden bir madenin eritilmesiyle olmuştu. Gece göğü yıldızlarla
doluydu. Demirci madenini eritince buhar olup uçmuş, havaya karışıp yükselmiş ancak yeryüzü toprağından
yapıldığından uzaklaşamamış, akşamın alacakaranlık göğü böyle oluşmuştu. Bu güneşten çok
önce idi. Krallar ve ordu yönetimde daha fazla pay alınca tanrıların yeri aşağı
inmişti, heykelleri parçalanmış, saygısızlığa
uğramış, yerlerine kralların heykelleri dikilmişti. Onlarsa daha küçük ve uzak alanlara sürülmüşlerdi. Ekme biçme işi yapan birkaç toprak sahibi bulunsa da halk genel olarak yağmalama,
av ve komşu şehirlerle savaş yapıyor, zaman böylece akıyor, hayat bu şekilde
geçiyordu.
Gizlice alıp yanımda getirdiğim silindir şeklinde
bir mühürün üstünde de eski ve şimdi unutulmuş tanrıların
kabartmaları vardır. Balmumu dökülmüş alana bu silindir mühür üstünde
gezdirilerek (haşa) tanrının ismi ve görevi
açıkça okunabilir
biçimde damga
vurulabilmektedir. Tasvirin üç adam
boyundaki büyük taşlara kazınmış
halinde ise diz çökmüş bir kral,
ona arkasını dönmüş başında hare gibi bir çember ve iki yanında kanat işaretleri bulunan bir tanrıya kendi şehir ülkesinin toprağında yetişen çiçekler, onu
adeta bir aslan olarak gördüğünü işaret eden zıplayan ceylanlar ve yeryüzündeki tahtını ve eşsiz kudretini simgeleyen bir
asa sunuyordu. Bununla beraber açık bir aba altından
sopa gösterme olarak tabir edilebilecek biçimde kendisinin yirmibin askeri olduğunu ve bunlardan beşbininin atlı ve tam donanımlı
halde hazır beklediğini işaret eden çeyrek daire ve zırh işareti de kralın yanına çizilmişti. Zırhlar ve atlılarla ilgili tasvirin
altında daha ayrıntılı betimlemelerde de yine bu ordunun en önünde duracak en
az bin tane tekerlekli savaş arabası olabileceği yönünde bir uyarı
da bulunuyordu. Bu ayrıntılar dikkat çekmeyecek
ancak yine de gözden kaçmayacak
bir tasvir biçiminde eklenmişti. Ayrıca buraya gelirken arkasında
bıraktığı ikametgahının görkeminden bahsedilmiş, evinde aslanlı rölyef ve tunç kapı kolları bulunduğu da çizimlerin sonunda kendine yer bulmuştu.
Kader tabletlerinin sorumlusu olan tanrılarının
yerlerinin azalıp onları temsil eden büyük taşların tapınaklardan uzaklaştırılıp kral
heykellerinin öne çıktıkları
bu dönemde, geceleri aşağı inip günlük meselelerinde yargıçlık yapan güneş için
de benzer bir son yaklaşıyordu. Güneşin kalbinin
yeryüzünde kaldığı ve
yeraltından kaynayarak çıkan suların
onun derinlerdeki varlığının bir işareti olduğu kabul gören bir hikayedir. Güneşin hükümdarlık etmek üzere yeryüzüne indiği
zamanlar için anlatılan bir diğer hikaye de şöyledir.
Güneşe
Kurulan Tuzak
Yağmalanan mallar ve savaşlarda elde edilen köleler bir zaman azalınca halkta hoşnutsuzluk
oluştu. Hükümdarlarının
işini ve gücünü küçümsediler. 'Bütün gün gökte dolanıp
durmada, yaptığı önemli bir iş de yok, bize savaşlarda yardım
edecek savaşçı ve hırslı bir hükümdar lazım'
denilip bütün gün göklerde dolaşan
güneşi tuzağa düşürüp cezalandırmaya karar vermişlerdi. Böylece daha sonra hükümdarı beşer yıl
arayla çoğunlukla zehirleyerek öldürdükleri krallarının mezarlarının yanına
defnedeceklerdi ancak imparator yargıçlık
ederken çok güçlü göründüğünden onu güneş halindeyken yakalamaya karar verip, çelikten ördükleri geniş bir ağla günlerin sonunda son göründüğü tepeye çıktılar. Görünen ilk
tepenin arkasına düşmediğinin anlaşıldığı bir akşam bir sonraki
tepeye ilerlemek için başka bir zamana sözleştiler ancak rahiplerinin hainliği onları ele
verip dönüşte meydanda
bekleyen askerler tarafından yakalanıp kurban edilmek üzere tapınağın altındaki hücrelere kapatıldılar. Şehirlerindeki keşif gezisi
önerimizi makul bulan gizemli ve konuksever evsahipleri bize de birer gözdağı olarak bu tapınakların birinde üst üste dağınık biçimde yığılı duran böyle binlerce kurukafa gösterdiler.
Aslında muhtemelen sayı bundan çok daha fazladır. Görünen o ki halk
göğe çıkmış olan
eski hükümdarlarının öfkesini yine de çekmek istemiyor.
Geri Dönüyoruz
Dönüş yolunda
kendi paralarıyla anlaştığımız büyük bir İspanyol
gemisiyle açık denizlere henüz çıkmamışken
kaptanın gördüğü bir korsan gemisini kovalaması, akdeniz limanlarında
ise gemicilerin çokça gelip gittiği
meyhanelerde bazı kadınlar görünmesi dışında önemli bir durum yoktur. Kafirin bütün topraklarında
her zamanki gibi karışıklık ve dağınıklık hakimdir. Uzak yerlere hücum etmiş krallar yorgun ordularıyla savaş
halinde birbirlerine girmiş, başı bozukluk ve kıtlık içindeki toprakları
tek ve gerçek cihan hükümdarının
himayesine ve üstün toplayıcılığına
muhtaç halde saltanatın kanatlarının kendilerine
ulaşmasını beklemektedir. Bu kadınlardan bazısının korsan gemilerinde erkek kılığında
da iş gördüğü rivayet edilmektedir.
Kapı Kapanıyor
Burayı suların kokusunu çok uzaklardan alan aç bir tazının peşinden gelerek bulduk. Kayaların içinde onu ancak emekleyerek takip edebildiğimiz
dar bir tünele girdi. Yukarılardan tepenin dik yamaç kayalarının arasından ışıklanan geniş bir boşluğa vardık. Bu tuhaf
ve serin boşluğun, daha önce tepenin
aksi yönünde rastladığımız
mağaradan kiliseye çevrilmiş yerin aksine büyük ve gizli bir
yer olduğunu düşündüren ruhani bir havası vardı. Bizler altın ya da mücevher peşindeki
basit mezar soyguncuları olmadığımızdan boşluğun zeminini dolduran suda
serinlemek ve araştırma amaçlı içeri girmenin uygun olduğuna karar verdik. Aşağıda
sular biriktiği yerlerden duvarlara yeşil yansımalar yaparak akıyordu. Eskiden
bir su kanalı olduğuna inandığımız harabeleri takip ederek ilerlemiş ve uzun
aralıklar yapan boşluklara rağmen aynı yöndeki izlerin peşinden suların toplandığı bu alanı
bulmuştuk. Bizimle birlikte gelen ve bizim kaderimize ortalık edeceği anlaşılan
yolcunun tazısı da dili damağına yapışmış halde suyun kokusunu alarak önden gitmişti. Burası kaynak olmalıydı. Kanal bir
yerlerden kırılmış, su yeraltına akıyordu.
Ancak aşağıya giden başka bir yol olmadığından kayaların arasından geçip aşağı sallanarak karanlık suların içine atlamak gerekti. Dönmek için
kayalara bağlı bir halat sarkıtıp sütunların yarısına kadar zaten yaklaşmış olan suya
birer birer atladık. Duvarda kare siyah
bir taşı içeri doğru ittirdiğimizde kolayca yukarı doğru
yavaş yavaş açılan ancak
daha sonra arkamızdan kapanacak olan taş kapıya varmadan evvel, dar bir yoldan yukarı sarmal biçimde tırmanıp bir boşluğa doğru çıkan hayli zahmetli ancak gayret-i cahiliye, abes
ve fuzuli bir işe mümasil başka bir taş merdiven gördük. Kafirlerin
yaptığı şeytanca işlerden tanrıya sığınırım.
Kitabenin önündeki tacı
almak üzere çektiğimizde
kapı arkamızdan sert ve gürültülü biçimde kapandı.
Allahın bir işareti olarak görünen bu tacı da yanımızdaki diğer parçalara katıp getirememizin önündeki engel
budur. Buradan çıkışımızın güç olduğu bellidir. Daha fazla hayatta
kalabilirmiyiz bilmiyorum. Bir yerlerden hava tazeleniyor ama çıkışı bulamadık. Pencere ya da gizli bir merdiven
yok. Kapı kapandığından beri içine şeytan
girmiş gibi bağırarak dört dönen
yol arkadaşım da kılıcımın ucunda huzura erdi. Nefsinde telâşın kesilmesi için hâsıl olması gereken kalb huzuru ve sükûneti kaybolmuş, vesvese, tasa ve telâş içinde ızdırab çekiyordu.
Parşömen
"Yolcu kaya duvarı parçalamayı
denemişti ancak toprağa ulaşamadık. Bugün dördüncü gün." diye sona eriyordu
"Büyük kapı o günden beri kapalı olmalı." diye fikir yürüttüm. "Ta ki biz buraya gelene kadar. Bir
başkası dışarıdan içeri girene kadar kapı kapalı kalıyor." Başka
bir yazı ya da gizli bir işaret bulmak için parşömeni
incelerken "Kuyu zaman içinde genişletilebilir, aşağıdan sarnıca geri dönüş yolunu daha önce keşfetmiştik, kapı kapansa dahi tacı alabiliriz" dedim. Marla parşömeni rulo yapıyordu. Tacın bir an mumla
tutuşturulmuş meşalenin ışığında bordo ve turuncu ışıltılar saçtığını sandım. Yaklaştığım bir anda "Ona
dokunursan, bana dokunamazsın" dedi Marla.
Gittiği uzak ülkede latince ile yazılmış eski kitaplar okumuş
ve maksadı bilinmeyen nesneleri efsunlu
yahut lanetli kabul eden batıl bazı itikatlar edinmişti. Dar koridorlar ve alçak tavanlı odalardan geçip kileri yağmalamaya devam etmeyi önerdim. Aklımda tacı yeniden konuşmak için zaman kazanmak vardı. En azından ölüleri gömmeliydik. "Buradan çıkmalıyız" dedi Marla. "Onu alamayız ve
buradan hiçkimseye söz edemeyiz."
Kumların arasında uyuyan
eski şehirlerde kimler dolaşıyor?
Kilitlerini ateşin açtığı mumdan saatleri sen biliyorsun
Mühüre, getirdiği diğer şey neyse ona ve taca
dokunmamaya karar verdik. Yazıya ya da
kayalıklara başka gizli bir iz ya da işaret bırakmadım. Kişinin kılıcını ölenlerin kıyafetlerini meşalelere sarıp yakmak için paçavralara
parçalarken sarnıçta kullandık ancak yanımızda götürmedik. Eşiğe geri dönüp siyah taşı
geri ittiğimizde kapı sertçe aşağı indi.
Suya atladık. Bu tuhaf yeraltı sarnıcı şimdi onu ilk bulduğumuzdaki halinden
daha başka görünüyordu. Ay dolunaya vardığı zaman yeniden yola çıktık. Vadiye geri dönmek için
içeri girdiğimiz yolu kullanmıştık. Mağaranın
sonundaki asma kapı, dümeni andıran çarkı çevirerek yukarı çekilip kapandığında, onu ilk bulduğumuzda olduğu
haliyle toprakla örttük. Yazının içinde yerleri ve yolları değiştirdim. Buranın sözü bir başka
yerde daha geçmedi.
Ruhun sessiz ışığı, an
beni
Dördüncü Bölüm
Zaman yüzümü
gölgeledi ve gerçekte sahip olmadığım karanlık huylarla
dolu kötü bir mizacın çizgilerini yüzüme çizdi. Yüzüm hayat yolunda çektiğim ızdırabı
anlatmaktan iyice uzaklaştı. Bilge insanların öğüdünü tutarak kendime sordum,
kendi içimi araştırdım kötülüğün kaynağı nerededir ? Uzattığım sakalım da sivri
ve düz biçimde çeneme yaklaşarak iyice korkunç bir görüntü almıştı.
Hiçbirşey daha iyi olmadı. Uzun zamandır yazamadığımdan ve ne zaman
yazabileceğimi de bilemediğimden geçtiğimiz yolları ayrıntılarından uzak bir halde kalan
sayfalara not ediyorum. Bir daha yazamazsam buradan sonrasında da önceki üslup
dikkate alınıp korunsun. Olanlar kalanlardan sorulup önce iyice bir araştırılıp
bilinsin. Sonra eli kalem tutan biri tarafından defterler tamamlanılsın. Bu son
dileğimdir. Allah tuttuğumuz yolun yardımcısı ve koruyucusu olsun.
Aşikar olana kararlılıkla bakabilmek için geri dönecek cesareti
toplamaya çalıştığımı hissediyorum. Bazı anlar bir daha dönmemeye
niyetleniyordum oysa.
İstanbul'a vardığımızda sisli bir gündü. Öğleden sonra sandalla
denizin karşısına geçerken puslu kirli bir güneşten başka uzakta sadece kız kulesinde
yakılmış fenerlerin ışığı seçilmekteydi. Yanımızda tam kıyıdan ayrılırken
sandala atlamış paçavra kıyafetleri içinde iyice belirginleşmiş güçlü bakışları
olan tanımadığımız bir adam daha vardı. Sahile yaklaşırken kıyıdaki
ihtiyar adama sandaldan bizi işaret etti. İndiğimizde onun ıslığına yanıt
olarak gelen üç başka adamla birlikte silah tehdidiyle sessizce süslerden ve
işlemelerden arınmış ancak geniş bir faytona bindirildik. Kılıç, silah ve diğer eşyalarımız bizden alındı. Kırbaç şaklamasının ardından
gelen dört atın çektiği faytonun hareketiyle oturaklara gömüldük. Yol boyunca
ne bir açıklama yapıldı ne de başka bir konuşma oldu.
“Bazı rüyaları anlamadığımız için mi sürekli yeniden
görüyoruz?” demişti Marla. Bunu sanki içimde kendimden başka bir ses gibi
duydum.
Serin dar bir pasajın içinde ilerlerken önce gözlerimiz bağlıydı. Kollarımıza
girmişlerdi. Az sonra uzaktan derin bir uğultu halinde gelen çarşının sesleri
de (ya da belki sokaklara kurulmuş bir mahalle pazarıydı) kesildiğinde, gözlerimizdeki
bağı açtılar ve uzun ve boş koridorlardan kendi ayak seslerimizin yankısını
dinleyerek sessizce geçtik. Yüksek tavanlı böyle boş ve serin bir yerden daha
önce bahsedildiğini duymuştum ama kimse tam olarak nerede olduğunu bilmiyordu.
Geniş koridor duvarların yükseğine açılmış dar pencerelerden gelen zayıf bir ışıkla
güçlükle aydınlanıyordu. Birkaç dönüş ve giderek daralan koridorların sonunda
Marlayla beni ayırdılar. Onu bir hücreye kapatırlarken o da artık burasının
Osmanlı istihbaratının sorgu merkezlerinden biri olduğunu çıkartabiliyordu. Dar
bir koridordan penceresiz ve dışarıya hiçbir sesin ulaşmasının mümkün olmadığı
kalın duvarlı bir sorgu odasına vardık. Oda bir sandalye ve eski bir falaka dışında
boştu. İşkence aletlerinin muhtemelen daha alt katlarda başka bir yerde olduğunu
düşündüm. İş oraya varırsa bildiğim herşeyi tüm açıklığıyla anlatsam dahi bunun
üzerinde durmayacaklarını ve hikayeme inanmayacaklarını sezebiliyordum. Yanımda
yabancı bir kadınla tuhaf kılıkta ve müşkül vaziyette dolaşarak şüphe çekmiş
olmalıydım. Ardı ardına soruların geldiği uzun saatler boyunca kimlerden olduğumuz
soruşturulsa da pek çok kişiyle irtibatta olmamıza rağmen hiç kimseden olmadığımız
konusunda ısrar etmem bizi daha da şüpheli bir duruma düşürmüştü. Ne olursa
olsun yalnız kalmalı ve tek başımıza atlatmalıydık. Buna kararlıydım. İstanbul’da
daha önce bıraktığımızdan da gergin bir ortam olduğunu anlamaksa zor değildi ve
saatler ilerleyince şehirde giderek daha fazla söz sahibi olmaya başlayan Kadızadelilerin
ismini vermeye karar vermiştim. Uzaklardan geldiğimizi ve onlardan iş isteyeceğimi,
Marla’nınsa yolda şahadet getirmiş inançlı bir müslüman olduğunu anlattım.
Fakat sorulan soruların garipliği dolayısıyla sonunda ne cevap verirsem vereyim
acayip görünüyordu. Meşhur ve düşmana korku salan dev top güllelerini yürüten
güçlü tekerleklerin aynısını onlara biz mi yapmıştık? Net bir biçimde “Hayır”
dedim. Yapılmasına yardım mı etmiştik ? Kafamı salladım. Öyleyse kim yapmıştı?
Daha fazla bilmiyorum demenin beni iyice kuşkulu bir duruma düşüreceği
ortadayken söyleyecek yeni hiçbirşey bulamıyordum. “Bozgun sırasında, yani biz
kaçarken geride onlardan epeyce bırakmıştık” diyebildim. Herhangi bir
yenilgiden hele ki öylesi bir bozgundan böylesi bir fütursuzlukla bahsetmem
sorgucuların gözlerini beni de dehşete düşürecek biçimde çakmak çakmak etti. İçlerinden
biri işi Fransa kralının yolladığı casusların evlerini göstermemi istemeye dek
vardırınca boş bulunup “Bunu sizin bilmeniz lazım değil mi?” diye densizce bir
laf ettim. Yediğim ters ve sert tokatın etkisiyle sandalyeden yuvarlanıp ne
kadar olduğunu anlayamadığım bir süre taş zeminde hareketsiz yattım. Ardından
geri kaldırıp sandalyeye oturttuklarında daha makul davranmaya karar vermiştim.
Uysal ve korkak. Bu biçimde hareket etmemin sebebi soruşturmayı derinleştirmeye
kalkmamaları, tanıdığım insanları rahat bırakmaları ve Kadızadelilerin ismini
verince de güçlü ve arkası karanlık isimlere bulaşmamak adına bizi kendi
hallerine bırakacaklarına dair duyduğum zayıf umudumdu. Çünkü ilerde sorguya
alabilecekleri pek çok masum şüpheli, sorulan zekasızca sorulara yanlış veya
kuşku uyandırıcı biçimde verecekleri yanıtlarla herkesi güç durumda bırakabilirdi.
Doğrusu paşanın adamlarından da tekkelerden de, diğer tanıdıklarımdan da bunu
yapabilecek tıynette nicelerini görmüştüm. Yapacağım olası bir hata herkesin
kellesini birdenbire tehlikeye atabilirdi. Fakat o sırada onları tanıdığımı
sezdirmeye uğraşırken hesaplayamadığım detay, Kadızadelilerin epeyce bir
süredir saraya da istihbarata da sızmış olabilecekleriydi. Birkaç güne kadar da
sandığımdan daha da güçlü bir konuma ulaştıklarını öğrenecektim. Sorgu odasından
alınıp hücreye kapattıklarında birbirimize seslenmememiz için uyarılmadan önce
Marla’ya nasıl olduğunu sordum. Aynı koridorun karşı kanadında uzakça bir
yerdeydi. Marla’yı her nasılsa ciddiye alıp soru sormamışlardı. Muhtemelen bir
kadını hele ki yeni müslüman olmuş yabancı bir kadını sorgulamak ve ondan bir
şeyler öğrenmek ihtiyacının hissedilmesi gurur kırıcı görünmüş olmalıydı. İki
gün hücrede tek başıma kaldıktan sonra çıkartılıp aynı kara göz bağıyla bağlanıp
aynı serin ve kapalı yoldan sessizce aydınlığa doğru yürüdük.
“çocukluğumda yağmur yağdığında bütün dünyaya yağmur yağıyor sanırdım”
demişti Marla oradan ayrılırken.
Faytondan indirildiğimizde İstanbul’un bilmediğim sakin bir
yerindeydik. Eşyalarımızda eksikler vardı,
silahlarımız alınmıştı. Güneşin altında yalanıp duran tombul alaca bir kediyle
gözgöze geldim. Yanımızdan ayrılırken artık serbest olduğumuzu söylemiş olsalar
da, bırakıldığımız sakin sokakta daha birkaç adım atamadan, önünden geçip
gitmeyi umduğumuz büyükçe bir halıcıdan çıkan kaba ve zebellah gibi dört adam
tarafından önce içeri çekildik, ardından da dükkanın önünde bir anda beliren,
perdeleri tamamen kapalı başka bir faytona bindirildik. Bizi taş duvarlarla
çevrili kalabalık bir tekkeye götürdüler. Çok güçlü ve ne işlerine yaradığını
anlamadığım demir bileklikleri olan adamlardan biri yol boyunca gözlerini
Marla’nın üzerinden çekmemişti. Aşağı indirildiğimizde bizi faytondakilerden
daha az meraklı görünmeyen ancak daha uysal ve merhametli bakan başka gözler
karşıladı. Getirildiğimiz tekkenin geniş bir bahçesi, ortasında şadırvanın
etrafında şakırdayan suları ve taş duvarları saklayan eflatun ve turuncu
ortancaların önünde bolca açelya, biberiye ve lavanta çiçekleri vardı. Kaçmaya
çalışıp çalışmayacağımızı anlamak için bizi bir aralık serbest bıraktılar,
herkes birşeylerle meşgul görünüyordu. Bize yapabilecekleri herhangi bir şey
için onlara yol göstermek niyetinde olmadığımızdan sessizce bekledik. Sonunda
salondan içeri kabul edildiğimizde yaptığımız konuşmalar sorgu odasındakilerden
daha az saçma değildi. Kadızadeliler kendi isimlerinin zikredilmesinden rahatsız
olmuş ve işin aslını öğrenmek üzere bizi istihbarattan almışlardı. Tarikat
ehilleriyle araları hala açıktı. Seneler sürecek yasakların çıkartılıp
uygulanmasının arkasında onların olduğu da açıktı. O sırada benim göremediğimse
tarikat ve yeniçeri tayfasının bazısının ilerde sadrazamlığa getirmeye
niyetlendikleri aklıselim ihtiyar bir adamı yavaş yavaş yukarı doğru almakta
olduklarıydı. Savaştan beridir garip gurbet ellerde gezdiğimizi ve onlardan iş
istediğimi anlattığımda Kadızadeliler tuhaf birşeyler döndüğünden şüphelenseler
de bunun üzerinde durmayıp, tekkelerde yanımda Said denen bir adamla çokça
birlikte görüldüğümü söyleyerek açıklama istediler. Şehirdekilerin Said’in ve
benim onca zamandır nerelerde olduğumuzu bilmediklerini ve bizim uzun zamandır
savaşta öldüğümüzü düşündüklerini çıkartabiliyordum. Said’in İstanbul’a uğrayıp
köylerine at sürdüğünü ve peşinde kara şövalyelerden dördü olduğunu henüz ben
de bilmediğimden onunla yollarımızın imparatorluk topraklarının yakınlarında
ayrıldığını anlattım. Geceyi orada rahatsız edilmeden geçirdiysek de ertesi
akşama doğru tekkede kimden çıktığı anlaşılamayan bir zehir dedikodusu yayıldı.
Buna göre ben, kıymetli Padişahı ve ulema takımını dönüşü olmayacak biçimde
zehirleyecek, bedene girdikten haftalar sonra sinsice öldürecek eski usul fena
bir zehirin sırlarını öğrenmek için yabancı
vilayetlere gitmiş ve Marla’yı getirmiştim. Söyleyecek hiçbir şey bulamamam
durumu kabul edip onaylamama yorulmuş olmalı ki kalabalık mahallede padişah
düşmanlarının yakalandıkları haberi kendi adamları tarafından hızla yayılırken
çöken karanlığın içinde kalabalıklaşan insanların taşıdıkları meşaleler
göründü. Halk kahvelerden ve camilerden çıkıp buraya yürümek üzere toplanıyordu.
Bu hal ve hareketleriyle Kadızadelilerin kendi yapmak istediklerini mahalleliye
yaptırarak olası bir çatışmayı yahut saraya karşı yapmak zorunda
kalabilecekleri olası bir açıklamayı da önleyeceklerini sezebiliyordum. Kafamı
kaldırıp yıldızlara baktım. Kaderin bize çizdiği yolun artık sonuna geldiğimizi
düşünüyordum. Kalabalık içeri girdiğinde yahut bizi teslim etmeye kalktıklarında
bellerindeki kılıçlardan birine atılıp elimde kılıçla dövüşerek can vermeye
kararlıydım. Ama daha önce Marla’yı öldürmeliydim. Ona baktığımda aklımdan
geçenleri anladığını ve bağışladığını duyuran şevkat ve merhamet dolu bir sıcaklık
yayıldığını hissettim. Tekir bir kedi ön patilerini mermere dayayıp olan bitene
aldırmadan şadırvandan su içerken uzaklaştırıldı. Bahçedeki dut ağaçlarının ani
bir esintiyle yavaşça sallandıklarını gördüm. Yakınlaşan kalabalığın yarılmasına
neden olan silah sesleri duyuldu ilkin. Bizi içeri alıp apar topar bir odaya
kapattılar. Zamanında Said’lerin atlarını alan ve evlerinde bir gece konakladığımız
Paşanın adamları tekkeyi sarmışlardı. İçerdekiler önce tüfeklerle direndilerse
de yaralanıp içeri getirilenlerin sesleri dışardan gelen seslere karışırken,
toplanan kalabalığın yeniçeri ağalarına haber gittiğini öğrenince dağılmaya
başlamış olmalarıyla kısa zamanda kuvvetlerini kaybettiler. Paşanın adamları
kalabalıkla tekkedekiler arasında sıkışmaktan kurtulduktan sonra karşılıklı laf
atışmaları seslenmelere ve giderek konuşmalara dönüştü. Yatsı ezanının
okunduğu sırada Kadızadeliler bir bölük yeniçerinin mahallelerine doğru yolda
olduğunu işittiklerinde çatışmayı daha fazla büyütmeden bizi teslim etmeye
karar verdiler. Açılan kapılardan çıkarken beklediklerini bulamamış, yüzleri
karanlık gölgelerle oyulmuş onlarca adam, ellerinde meşalelerle toplanmış
halktan bu son kalanlar da homurtularla sessizce dağılıyordu. Tehlikeli
mahallelerden geçmemek için hızlı adımlarla yürüdüğümüz dar kıyıdan tekneyle alınıp
herhangi bir durumda kayıklarla ayrılmanın kolaylığı dolayısıyla yalıya
götürüldük. Paşa o akşam yine sessiz geçen sakin bir yemekten sonra kahveler
geldiğinde bize, Said’in kendisine, peşinde hayalet
gibi dolaşan ve bir anda ortaya çıkıp bir anda kayboluveren, in mi cin mi
oldukları anlaşılamayan garip adamlardan söz edip, İstanbul’da artık
hiçbiryerin kendisi için güvenli olmadığını anlatarak köye at sürdüğünü açıkladı.
Ancak onun yaptığını yapmamalı ve köye uğramamalıydık. Bizim için başka bir
planı vardı. Gece, altı yedi odalı alçakgönüllü ahşap yalının penceresinden
önümüzde akan denizi seyrederken Marla’ya olanları açıklamaya çalıştıysam da
ilgilenir görünmedi. Hiçbir şeye şaşırmadığı gibi hiçbirşeyden korkmuyor
oluşunu onun tuhaflığına bağlamıştım. “Said zor durumda” dedi sadece pencerenin
önüne çekilmiş sandalyesinden kalkarken. Uzun bir zamandır ilk defa sakin,
derin ve rüyasız bir uykunun içine bıraktım kendimi. Ertesi sabah kahvaltıdan
sonra paşanın adamlarından biri elinde büyükçe bir tomar mühürlü evrakla çıkageldi.
Konuşmalardan anladığım kadarıyla Kadızadelilerin yükselişiyle beraber halkın
büyük çoğu güvende olabilmek adına ve paşaların bir kısmı da saraya daha yakın
olabilmek için uzunca bir süredir onlardan yana tavır almışlardı. Karışıklıkları
dindirecek, kelleler uçuracak, taş taş üstünde komayacak güçlü ve zorba bir
padişah beklentisi şehirde içten içe sürerken artık burada bizim için bir
gelecek yoktu. Paşa evrakları karıştırırken bu kağıtların son dönemde memurluk
eden ve çokça sürülen kendi adamlarından birine ait olduğunu açıkladı. Evrakların
asıl sahibi memleketine sessizce dönerken Marla ve ben onun yerine uzak bir
sürgün bölgesine Halep ve Rakka’dan da öteye denizin olmadığı kurak, çöl kıyısında
bir vilayete gidecektik. Marla’nın da ayrıntılarını birkaç defa ona tekrarlattığımız
artık evlenip müslüman olmuş bir eski esir olduğu hikayesi vardı. Bizimle gittiğimiz
yerde temas kurulana kadar sessizce sıradan bir hayat yaşayacaktık. Ben
elimdeki kağıtlara bakarken Paşa’nın “Atlarınız hazır” dediğini duydum, “Akşam
yola çıkacaksınız.” Şehrin çıkışına dek bize eşlik eden adamlarıyla birlikte at
sürerken muhtemelen öldüğümü sanan annemi, eski masalları, “İstanbul’dan uzak
geçin” diyen Şeyhin sözlerini, korsanlık ettiğimiz ve savaşta geçen seneleri ve
Marla’yı düşündüm. Onu hayal kırıklığına uğrattığımı hissediyordum.
atların
yelelerini ince ince ören peri
sabahleyin atını
pırıl pırıl, yeleleri örülmüş ve mutlu bulursun
o gün bundan
haberin olmasa bile uzun bir yolculuğa çıkarsın
sana eski bir hikaye anlatayım büyücüler hakkında
savaş alanında görünen iblislerle başa
çıkabilmek için
daha büyük ve karanlık varlıkları
çağırmışlardı
tam zamanın çok eski bir varlığında
ancak
iradeleri onları yönlendirmeye ve durdurmaya yetmedi.
işte şimdi bütün hatırladıkların eski unutulmuş bir rüyanın izleri gibi
ve haritaya
ihtiyacın yok kara ejderhanın gözlerinden ışığı kovman için
Marla'nın
şarkısı
Beşinci
Bölüm
Gece çok yorgundum. Sanki
büyük bir gemiyi uzun ve geniş bir nehir boyunca tek başıma bir sandalla çekiyordum. Pencerenin
sürgüsünü çekip açtım. Sıcak ve bulanık hava dışarı savruldu. Kargalar gaklamak
yerine tuhaf ve içli bir konuşma tutturmuşlardı. Herşey geçip gitti ve şimdi
ben buradayım. Neyi başarmam gerektiğini hiç bilmiyorum.
Sabaha karşı girdiğimiz
yeni şehirlerde bizi daima sokak köpekleri karşılar, önce uzaktan havlar sonra
yakına gelip koklar ve ardından neyin onları ikna ettiğini hiç anlayamadan
kuyruklarını sallayarak şehrin çıkışına dek
yanımızda bize eşlik ederlerdi.
Birbirlerine uzun geceler
boyunca bahsetmekten hiç sıkılmadıkları bu havlar gerçekte ne idi? Dünyadaki
herşey küçük ya da büyük havlardan oluşuyor olmalıydı, yeni karşılaşacakları
bir şeyin ismi şimdiden belliydi ve bir daha görmeyecekleri bir başka şeyi uğurlamak
için söylenecek söz aynıydı. Coşkulu havlar, inildemeyi andıran kısıklaşan
havlar ve başka havlar. Yol boyunca karşılaştığımız bütün köpeklerin sade
dünyasına daima gıpta etmiştik.
Akraba evlerinden birine
vardığımızda şekillendikten sonra
kurutulacak hamur yoğuran on kadar komşu kadını
bir araya gelmiş halde bulduk. Güvertelerde kılıç kılıca çarpışarak can verenleri kol
ve bacaklarından tutup sonsuzca uzanan denize doğru savurduğumuz günler, savaşlarda ölen
başka arkadaşlarım, yorgun ve uykusuz
geçtiğimiz yollar, her nedense unutamadığım ve nerede gördüğümü hiç hatırlamadığım
ufka doğru genişçe yayılmış kırmızı gelincik çiçekleriyle kaplı düzlükler, sanki bir hayal perdesinin arkasında usulca
görünüp kaybolan ipuçları ve çıplak ayakla yürünen keskin bir kılıcın
tedirginliğiyle uyandığımız her bir günün öncekinden daha farklı bir ufukta
parlayan ışıltısı vardı aklımda. Köye
girerken gördüğüm henüz olgunlaşmamış kavun tarlasından çorak bozkır yoluna doğru
ite çeke çıkarmaya uğraştığı boz renkli, hüzünlü ve büyük ela
gözlü eşeği ile birlikte, büsbütün kara çarşafa sarınmış Marla'ya ve tamamen
basit ve yıpranmış kıyafetler içindeki bana şüpheyle bakan, vaktinden evvel
derin kırışıklarla oyulmuş bir yüzün arkasında olabileceğine inandığım bir sır
kafamı kurcalıyordu. Öte taraftan İstanbul'da vakitsizce sarsılıp değişebilecek
iktidarların bizim için olası sonuçlarını ve
tehlikelerini düşünürken büyük halamın birdenbire gülümseyerek yüzüme doğru uzattığı reçelli ekmeğe
dikkatle baktım. Geleceğimizi kuşlar söylemişti. Erimiş çilek parçalarının üstünde tek tek
seçilen dengeli dağılmış noktaları anlamaya çalışır gibi seyrederken farkında
olmadan yarattığım şüpheli bir sessizliğin içinde ısrarla ikram edilen kendi bahçelerinin çileklerinden
yapılmış ekmeğin tadına bakarken herşeyin zaman zaman tahammül edilemez biçimde
saçma olduğunu hissediyordum. Beyaz porselen demlikten teneke bardağa çay
dökerken “Sizi akşam alacasında bekliyorduk” dedi halam. Komşu kadınlarsa
çuvallarla döktükleri undan kış için hamur yoğuruyor ve pek çoğu ekmek tahtalarında bıçaklarla
önlerine çektikleri hamurları ince ince şeritlere ayırıyorlardı. Kadınlar uzun süren
sabır
gerektiren böylesi işlerde olduğu gibi masal anlatan ihtiyar bir kadın çağırmışlar, tek gözü kısık
sert ve ketum suratlı nine kendisine ikram edilenleri sağlam azı dişlerinin
arasına yerleştirdikten sonra
keçiler gibi öğüterek çiğnerken bir yandan da masal anlatıyordu. Ondan açıkça hiç
hoşlanmamıştım. Açılan beyaz hamurun önlerinde ince ince şeritlere ayrılmasını seyrederken ilk defa orada unutulma ve tamamlanmanın sanıldığı
kadar hoş ve iyi olanı ayakta bırakıcı bir etki yapmadığını düşündüm. Ketum suratlı ninenin anlattıkları çocukluğumuzda
dinlediklerimizden de yavandı. Kara
peçeli bir adam balkonlardan avlulara, çatılardan çatılara, pencerelerden
yollara atlıyor, sessiz geceyarıları ansızın yakaladığı düşmanlarını hep tek
başına ve tam kalplerine aniden soktuğu kılıcıyla öldürüyordu. Peçesini bir türlü hiç kimse açamıyor ve
peçesi açıldığında neler olacağı ise sürekli bir masaldan diğerine geçerek anlatmayı sürdürse de
belirsizliğini koruyordu. Geçen zamanların sonunda ayakta kalan nihayet burada ayakta kalabilecek olandı. Unutulan
gemici şarkıları yerine her yerde duyduğum aynı acı çeken ve yardıma ihtiyacı olduklarını düşündüren yanık seslerin iç çekişlerle adeta bir ağlayış tutturdukları tuhaf
bir haliydi. Bu kara lanet masalların da başına gelmiş ve iyi olanlar hatırda tutulup
kalacaklarına, dinleyen kalabalıklara daha hoş gelen
basmakalıp kötü tekrarlar sonrakilere
aktarılmaya devam etmiş ve giderek yayılmışlardı. Bahçeye çıktım. Marla güneşin sarı ve
parlak aydınlığında ışıklar içinde ve çok güzeldi. Aklımda sanki böyle bir
güzelliğin tutunabileceği başka hiçbirşey olmadığından, yanımda Marla olmadığında
onun hayali, içinde yaşadığını sandığım masal diyarından uçup gidiyor ve ben
onu her yeniden gördüğümde nasıl bu
kadar güzel olabildiğine şaşırıyordum. Güneş ışığından
kısılmış gözlerle çocukların arasından bir an için bana baktı. Onlara ormanda sazlıkların arasında bulduğu bataklık canavarını
getirdiği değişik meyvelerle besleyen küçük bir kızdan bahsetti. Çocuklar onu
seyrediyorlardı. Sonunda “Bunu bana tırmandığım ağaçta karşılaştığım bir sincap
anlatmıştı” diye bitirdi. Marla çocukların arasına karışıp onlarla geniş
bahçenin bir köşesinden diğer ucuna
doğru çocukları görünmez bir halkayla kendine bağlamış gibi koşuştururken ev
sahibi ve misafirlerinin tedirgin bakışlarını yakaladım. Marla yeni oyunlar
bulmada ve bulduğu oyunları yönlendirmede
öyle maharetliydi ki, gittiğimiz yerlerde onunla çocuklar arasında sihirli bir
bağ kurulurdu.
Ertesi gün yeniden yola
koyulurken cenazede ağlasın diye tutulan yasçı kadınların çığlıkları
köyün öbür tarafından bile işitiliyordu. Yasçı kadınlar dövünerek ağıt yakıyor
ve zaman zaman kimsesi olmayanlara yardım olarak cenazesinde ağlaması için para
verdiğini bildiğim akrabalarımızdan biri de bahçedeki minderlerin birinin üstünde ölünün ardından gelenler için pişirilmiş
helvadan kaşıklıyordu.
Geçtiğimiz
başka bir kasabada öte
beri almak için indiğim çarşıda, kahvenin önünde çay dağıtan bir delikanlının
belli belirsiz işaretini görüp bir çeşit gölge tiyatrosu seyreden kalabalığın arasına karışıp yan yana dizili taburelerin birine
iliştim. Kışları bazı geceler ellerimizle ışığın önünde tuhaf şekiller
yapar ve bu şekiller duvarlara büyük gölgeler halinde değişik hayvanlar olarak düşerdi. Bir kurt,
bazen bir tavşan ya da boynunu ileri doğru atarak ilerleyen mutlu ve halinden
memnun bir deve. Burada ise duvar, oynatıcı
ile bizim aramızdaydı. Işık onunla beraber, karakterleriyse tamamen renkliydi. Oyunun içine dalışımız gece bir yorgunluktan
bir uykuya, bir uykudan bir rüyaya dalar gibi öyle belirsiz bir geçişle
gerçekleşmişti ki perdede yansıyanları dışarıdan seyredenin de biz olduğumuzu
kolayca unutmuştuk. Bunu bana hatırlatan acemi bir karagöz oynatıcısının
gölgesinin perdeye düşmesi oldu. Kendi üstüne katlanıp yeniden
eski haline dönerek konuşan bir tanesi diğerini pencereden çağırıp tekerlemesini yinelerken
oynatıcının gölgesi olmaması gereken biçimde perdede görününce eğlencesine daldığım
oyunu birdenbire çocukça bulup içime bu düşünceler ilham oldu. Oynatıcı belki iki yana sallayacağı tefine uzanmıştı,
belki perdenin arkasındaki mumu devirmek üzereydi, belki de sahnesi gelen başka bir karakteri hazırlıyordu. Kalkarken ordakilerin birinden benim işitebileceğim bir
sesle yanındakine konuşurken Said’in öldüğünü öğrendim. Köye uğramaya karar
verdim.
Çıktığımız
yolculukta tehlikeli olacağını bile bile yolumuzu değiştirip Said’i aramak üzere köye uğrayacak olmamızı Marla hayli manasız ve tehlikeli bulsa da hiçbirşey söylemedi ve eve yaklaşırken
bulduğumuz manzarayı sukunetle karşıladı.
Çocukluğumun geçtiği tekkenin bahçesinde Said’in, şeyhin ve hastalıktan ve
üzüntüden öldükleri söylenen kızlarından ikisinin mezarları yanyana birer büyük
taşla ayrılmışlardı. Said’in atını uzaklarda bırakıp, geceleyin yürüyerek
buraya varıp etraftaki yörük köylülerinden dahi gizlenerek hızla şeyhin evinden içeri girip çıkışının hemen ardından kara gölgeler de tekkeye ulaşmış,
oradaki erkekleri, onlardan Said’in ve diğerlerinin nerede olduğunu öğrenemeyince
kılıçtan geçirmişlerdi. Fakat kızlardan en küçük olanı sakince işaret ettiği dağ
yolunun onları Said’e götüreceğini söylemişti. Ona baktım. Çektiği acı ona
düşünceli bir hal kazandırmamış, döktüğü gözyaşı gönlünü kirinden pasından arındıracağı
yerde sanki bir hatayla çöken karamsarlıkla
birlikte mukavemetini kırmış, içine bir kötülük düşürmüştü. Her daim korunduğunu
bildiği dağ yolunu işaret etmekteki amacının bilgi vermek değil onları kolayca
avlanıp öldürülmelerini sağlayarak intikam almak arzusu olduğunu çıkartabiliyordum.
Bir süredir tekkede yatıp kalkan silahlı ve kalabalık bir grupla birlikte dışarı
çıkıp kayalık uçuruma doğru yürürken hikayenin kalanını dinledim. Kara atlılardan
yalnız biri dağ yolunu tutarken diğerleri onu ağaçların arasından takip
etmişti. Said’in aralarına katılmasından sonra dikkatle yolu gözleyen nöbetçinin seslenmesiyle yolda tek başına
olan gizlenilen pusulardan tüfek atışlarıyla atından aşağı devrilmiş ve düştüğü
yerde ölmüştü. Ağaçların arasından onu izleyenler pusudakileri bulmuş, çatışma
başladığında Said de kılıcını çekip içlerinden birini yaralamıştı. Tüfekler
yeniden doldurulup ateşlenene kadar geride bıraktıkları atlarına ulaşan buradakilerin gölgeler olarak çağırdıkları
herhangi bir arma taşımayan çelik zırhlı kara şövalyeler şimdi bizimde yürüyor olduğumuz uçurumun yakınlarına
dek at sürmüşlerdi. Said tek başına yol üstünde devrilenin atına atlayıp
peşlerinden onları takip etmiş ve şövalyelerden onunla çarpışmak üzere atını
durdurup geride kalan birini kayalıkların yakınlarında kılıç kılıca çarpışıp
öldürmeyi başarmıştı. Kendisi de aldığı ağır yaralarla dağ köyü yolunun
nöbetçileri henüz yanına varamadan düştüğü aralıkta canını teslim etmişti. Kara
atlıların kalan ikisi uçurumun kıyısında atlarını terk edip kayalık açıklıktan
denize atlamış ve sadece biri su yüzüne geri çıkmayı başarmıştı. Oraya vardıklarında
daha ileri atlamış olanın suyun içinde zırhlarından kurtulmuş ve açıklıkta
kendilerini bekleyen yelkenleri açılmış bir tekneye yüzüyor olduğunu görmüşler,
arkasından ok atsalar da yetiştirememişlerdi.
Bekleyen teknenin öteden beridir savaş
içinde olunan, Malta şövalyeleri tarafından gönderildiğini tahmin
edebiliyordum. Rodos adası alındığından beridir düşman buraya
yerleşmiş, açık denizlerde defalarca savaşılmış, manevra kabiliyeti yüksek gemilerle
Akdeniz korsanlarıyla girdikleri çatışmaların ardından nihayet Turgut Reis zamanında dört yandan üçyüz gemi, otuzbinden
fazla adamla kuşatılmışlardı. Şövalyelerse o vakit altıbin kişilerdi. Ne var ki dört kat kalabalık olunsa da savaş sert çarpışmaların ardından
kaybedilmiş, donanma kuşatmayı kaldırıp geri dönmüştü. Şövalyelerin yüzlerce yıl düğün bayram edip
kutladıkları bu zafer aslında dar geçişlerle gemileri zorlayan, kara hücumu olmaksızın
surlara yaklaşılmasını imkansız kılmış olan kale mimarının zaferi idi. Mimar
kalesinin içine de gizli tüneller inşa ettirmiş, tünellerin vardığı
dar mezar odalarında şövalyelerin yığınak yaptıkları, kuşatmanın başarılı
olması durumunda dahi tüneller yoluyla
sırlarını yalnız kendilerinin bildiği dar labirentlere geri çekilip savaşa
buradan aylarca devam etmek üzere saklanmış olan silahları, kılıçları, erzakla dolu
odaları ve kuyuları vardı. Kargaşa ve çatışmanın yeni zamanlarda başlamadığı gibi sona
da ermeyeceği anlaşılıyordu.
Denize
baktım. Ufuk çizgisinin bu denli belirgin oluşunda sanki bir alaycılık vardı.
Uçurumdan denize doğru atlayan diğerinin cesedini ise denizin yüzeyine yakın
duran kayalıklarda parçalanmış halde zırhıyla birlikte bulmuşlardı.
“…suların
altında uyuyan güneş bir gün uyanıp göğe
yükselmiş ve kuşların rahatça uçabilmesi için açılmış gökyüzünü itip daha da
yukarı tırmanmış.” “Neden saklanıyormuş daha önce?” dedi Marla. “Bilmiyorum”
dedim hemen birşey bulamayarak. "Peki gökyüzü açılmadan önce gök boşluğunun
yerinde ne varmış?” "Hiçbirşey yokmuş" dedim köşeye sıkışmış halde.
Bana inanmadığını açıkça belli eder bir biçimde baktı.
Tekkeden aldığımız yeni
atlar, para ve öteberiyle sürüldüğümüz uzak vilayete giderken yine terk edilmiş bahçelerde, ıssız ve bakımsız
mezarlıklarda, derme çatma üç duvar ve
basit bir ocaktan müteşekkil kervansaraylarda, ucuz ve sefil hanlarda ve
başka tanıdık evlerinde konakladık. Kaldığımız evlerdekilere de memur edildiğim
görevi ayrıntısıyla anlatıyor, dinleyenler bunun böyle olmadığını çokça
sezseler de duruma uygun hareket ediyor,
anlattığımdan fazlasını sormuyorlardı. Said’in ve
tekkedekilerin ölümünün haberi bizim geçtiğimiz yerlere başka pek çok haberle
birlikte gelmişse de daha fazlasını öğrenerek bunun bir parçası olmak
istemediklerini hissediyorduk. Artık yazdıklarımla yakalanacağımdan korkmadığımdan
ya da aldırmadığımdan herşeyi olduğu gibi anlatmaya meyilliyim. İstanbul’da
işler sertleşince herkesi bir sessizlik ve çekingenlik dalgası sarmıştı. Gece
yaklaşıyordu. Bahçedeki ağaçların altına atılmış gevşek döşeklerin ve kaz
tüyünden yapılmış yumuşak yastıkların rahatlığına kendimizi bıraktığımız bir
akşam, göz bebekleri her daim efsunlu bir sis içinde kıpırdanan Marla'ya durup dururken, ona göre
geceleri
dolaşan kara peçeli adamın peçesi açıldığında ne olacağını sordum. Hiç duraksamadan “Onu görenler çığ altında
kalmışçasına hissizleşir ve donup kalakalırlarmış acı içinde" diye fısıldadı
Marla. Marla’nın bu gelişigüzel yanıtı,
tek gözü kısık ninenin anlattığı “kara peçeli adam” masalı aklımın içinde dönüp
durmasın diye başından savar gibi verdiğini hissetmiştim. Yeniden hayallere
daldığımı sezince bana uzak bir ülkede hiç çürümeyen bir cesetle ilgili çok
eski bir efsaneden söz etti. Böyle şeyleri önceleri hiç konuşmazdık ama
serinleyen havayla birlikte yaklaşan gecede, o gün sanki başka, büsbütün tuhaf
ve cesaret verici yeni bir şey vardı. "Ölünce ne olacağını sanıyorsun"
dedim. Gergin bir kedi gibi yerinde yavaşça doğruldu önce. "Hali hazırda
ölü olmadığımızı nereden biliyorsun" diye tısladı gerinerek. Belkide
toplandığımız o yeraltındaki yüksek tavanlı geniş ve taş salondan hiçbir zaman çıkamamıştık. Hepsi
hepsi bir rüya yahut anlatıcıları zamanın kumlarına karışmış uzun bir masaldı.
Yerimden doğrulup Marla’nın seyrettiği manzaraya, birbirlerinden kopup seyreldikçe hafifleyen, alev renklerine
harmanlandıktan sonra alçalan bulutlara baktım. Pembe ve turuncuya açılarak
toz gibi dağılıyorlardı. Uzak tepelerin ardında
çakan şimşeklerin ışıkları ve toprağı sarsan çatırtıları geldi sonra. Yaklaşan gri ve ağır yağmur bulutlarının
altında, yamaçlarda kişneyip eşinen atlara baktım. Aşağılarda kalabalık bir sığır
sürüsü ahırlarına çekilmek üzere yavaş yavaş ve sakince yürüyorlardı. Etraflarındaki
neşeli ve oyuncu danaların hareketliliği bir an beni de neşelendirmişti. İlerde
sazlıkların arasında yalnız başına duran bir kayık vardı. Burada artık bulanık
ve dolambaçlı fikirlerle dolu kenttekilerin geride kaldığını düşünüyordum. Güneşin kızıllığı uzaklarda toprak evlerin duvarlarında
pas rengine alacalanmıştı. Bir an, yeşil ve boş vadiler ve gri kayalıklı
tepeler boyunca savrulan rüzgarların hiçbir zaman kaybolmadıklarına inandım.
“…ve bugün hala oradan oraya esip
dolaşan rüzgar, işte yine o ilk rüzgardır. Büyük denizlerin içinde nehirler gibi
akan sulara üflenen o ilk sıcak ruhun nefesi…”
Hiç kimseyi tanımadığımız
ve uzun ağaçlarının altında aniden çöken karanlığıyla garip bir yol üstü kasabasının
mezarlığında uyumak üzere çekildiğimiz başka bir akşamsa sessizdik.
“…ve sonunda hiçkimse
geride bırakılmayacak öyle değil mi ?” diye sordu epey sonra Marla. Yüksek
ruhların neden dünyayı terketmediklerini hiç bilmiyordum. Belki bu bir cevaptı,
ama o an ona bir şey söylemedim.
Yeni bir
masal daha anlatılacak mı? Yoksa hep söylenildiği
gibi ‘hoşça kal’ mı demeliyiz ?
Altıncı
Bölüm
Çorak topraklar aşıp
geldiğimiz vilayet zamanın asırlardır hiç akmadığı bir yerdi.
Hiçbir zaman değişmeyecek ve içine sokulamadığımız katı bir kabuk bizi de
sarmalayıp boğmaya hazırlanıyordu.
Gördüğüm rüyayı anımsadım.
Rengarenk yaprakları olan ağaçlar vardı yol kenarlarında. Ağaçlar dört mevsimi
de yaşıyorlardı. Tuhaf, pırıl pırıl ve canlılardı. O kadar inanmıştım ki ne
yapacağımızı bildiğine. Bu konuda tek bir kelime söylememiş olduğunu çok sonra
düşününce yeni bir şey gibi buldum. Farkında olmaksızın bu konuda konuşmamış
olmasını kendinden ve yapacaklarının kendi zamanını beklediğinden emin oluşuna
bağlamıştım. Bunun başka bir açıklaması yoktu. Elbette sonsuza dek burada
kalmayacak, vakti gelince söyleyeceği biçimde yola çıkacaktık. Oysa senelerce
bekledik, önce bizimle bağlantı kurulmasını sonra doğru zamanın gelmesini.
Gelen evrakları açıp tasnifleme işi
öylesine göstermelikti ki öğleden sonraları yapacak hiçbir şey kalmıyor ve yer
sofrasının başından ayrıldıktan sonra verandaya kurulmuş genişçe sedirden tozlu
yolların vardığı çölün sarı ışığına bakıyorduk. Bazen etkili, sözü geçen
memurlardan biri geldiğinde kendini sevdirme telaşıyla etrafında aniden
beliriveren kalabalıkta bir hareketlenme oluyorsa da çoğunlukla eğlencesiz dar
bir çevrede boğuluyordum. Kendi başımıza alabileceğimiz yollar bitip tükenmiş,
Marlada ise çeşitli tuhaflıklar başlamıştı. İlkin bunun nedenini ben de
bilmiyordum. Çocuklarımız olmadığından bana gösterilen kadınlardan rahatsızlık
duyuyor, hizmetçileri hakaretlerle kovduğundan sürekli değişiyorlardı.
Çok sonraları, tuhaflıklarının
manasına ilişkin işaretler yakaladığımı düşündüğümde ben de onun
söylediği şarkıya eşlik etmeye koyulmuştum. Ancak kimi zaman gerçekle oyun yer
değiştiriyor ve ben neyin gerçek neyin oyunun bir parçası olduğunu çıkartamıyordum.
Yakınlarından birine ilaç yaptığı gerekçesiyle hazırladığı şuruptan, yaşlandığı
için ormana götürülüp öldürülecek bir köpeğin yemeğine karıştırdığını ve can
çekişerek öldüğünü gördüğünü anlatmıştı kovulan hizmetçilerden biri. Bense bir
başka gün eve girdiğinde Marlayı elinde bir silahla yatakta oturur halde
bulmuştum. Başkalarına tekrarlarken ayrıntıları değişmesin diye gerçekten de
yapıyorduk bunları. Bahçemizde gün boyu parıldayan güneşin sıcağından korunup yıldızlar
görününce açan çiçekler vardı. Sonunda sadece geceleri kandillerimizin ışığı
sokağa yayılıp şüphe uyandırmasın diye tahtalarla içeriden kapattığımız üst katımızdaki
odalarımızdan birinde gizlice evde yaptığımız ve bodrumda toprağı kazarak inşa
edip ahşaplarla desteklediğim gizli bir aralıkta sakladığımız şarabı içmeye
başlamıştık. Küplerin içinde bekleyen şarabı tülbendin üstüne kevgir koyup doğru
düzgün süzmediğimizden ekşi tadıyla birlikte ağzına gelen parçaları halıya
tükürüp küfür ettiği gecelerin birinde Marla, daha sonra başkalarının yanında
da sürekli yapacağı gibi kendini öldüreceğinden söz etmeye başladı. Ardından
aniden gelen bir esinle giderek daha da tuhaflaşan masallar anlatmaya koyuldu.
Onu yatıştıramayacağımı bildiğimden hep olduğu gibi sessizce dinlemeyi seçtim.
“…kan bedeli
olarak altı genç adamın kafasının önünde kesilmesini istedi ve
yumuşamadı, merhamet göstermedi. O senelerde cadıların yanlarından ayırmadıkları
kedilerinin şeytanla bir ilişkisinin olduğu düşünülürdü. Cadı, güzel kedisinin
ölümüne çok sinirlenmişti ve tuhaf, kaybolmuş artık kimsenin hatırlamadığı eski
dillerin efsunlu sözlerini mırıldanarak şeytanını yardıma çağırdı. Şeytan !
Tanrının sevgili meleği ve yardımcısı ! İnsana secde etmeyi reddetmiş asi !
Cesur ve özgür lanetli. Ona insanların asıl yüzünü göstermeye niyetlenmiş…”
“Kes şunu” diye fısıldadım. Fıçının üstüne çıkmış, imparatorluk topraklarına
girdiğimizden bu yana hiç giymediği geniş etekli elbisesini çocukların yaptığına
benzer biçimde omuzlarının üstünden geçirip iki kanat gibi açmıştı. “Sonra”
dedi. “Cadı, istediği can bedelleri ona ödenmeyince yaptığı karanlık bir
büyüyle hastalıktan geçirdiği bütün bir klanı yok etmiş, ardından başka klanlar da bu lanetli ölümlerin kendi
başlarına gelmesinden korkarak yakalayabildikleri bütün cadıları yakmaya başlamışlar.”
Yanyana
uzanmıştık. Anlamsızca mırıldandığı bir kedi uykusundan uyanıp ondan o an hiç
beklemediğim biçimde bütün iyimserliğiyle “Bir gün sence herşey çok harika
olacak mı?” diye sordu. Parçalanmış ahşap zeminden fırlamış hızla hareket eden
çok ayaklı böceklerden birini duvarda ezerken “Herhalde hayır” dedim. “Bunun
için hiçbir sebep yok” Ama o rüyasında gördüğü
annesinden öğrendiği çok eski bir efsane anlattı. Marlanın sabahın ilk ışıklarına
dek yavaş yavaş anlattığı bu efsaneye göre, sessizce intikam almak için
yüzlerce yıl toprak altında bekleyen
güzel tanrıça bir sabah uyanacak ve ızdıraplarını dindirmek için onlara
yardım edecekti.
Onlara
tuzak kurdum, karanlık ormanın hayvanlarına
Çürümüş bataklıklarından sürünerek
çıkan zırhlı hayvanlar gibi
yakalamıştım
onları
Marla’ya
hala çok aşıktım ve yapabileceğim hiçbirşey yoktu. Sadece onun tuhaflıklarının dışarıya sızmaması için
gayret sarfediyordum. Birkaç hafta sonra çoğunlukla anlamsız konuşmaların,
yeknesak sohbetlerin edildiği toplantıların birinde aramızda neredeyse asırlardır
kullanılan işaretlerin değişeceği bilgisi geldi. Kendimizi yeni bir hayat
kurmaya başlayacağımız hayaliyle oyalarken gelen bu haber bize belki yine onyıllarca
sürecek bir sessizliğe gömüleceğimizin bir işareti olarak görünmüştü. Hissettiğim
hoşnutsuzluğu gizlemeye çalışarak kendi zamanımı beklemeye koyuldum. Vakti
gelince neredeyse bir ay kadar kaybolacak ve yeni işaretleri öğrenmek üzere
eskileri takip ederek benden başka kimsenin bilmeyeceği Mısır dolaylarında bir
yere at sürecektim.
Beklediğim
gün geldiğinde Marla üst
kata çıkmıştı ve az sonra yatak odasında su dökündüğümüz gömme dolabın içinden
patlayan bir silah sesi duyuldu. Salonda oturanlar birbirimize baktık. Aşağıda
o sırada benimle oturanlardan durumu bilenlerin beklediği çığlıklar ve tartışmalar
gelmedi. Bunun yerine önce büyük bir sessizliğin ardından eşyaların devrilişini
andıran başka sesler yükselirken salondakiler merdivenlerden yukarı koşmaya başlamışlardı.
Bense onun tuhaflıklarından bıktığımı belli eder biçimde herkesin yanından
kimseye birşey söylemeden ayrılmıştım. Ancak atımı eğerleyip rotası henüz
kesinleşmemiş yoluma koyulmuşken içim rahat değildi. Durup durup “Vesvese veren
şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” diye tekrarlarken içim tedirginlik, şüphe
ve kaynağı belirsiz fısıltıların beni adeta her nefeste geri dönme tereddütleri
içinde bıraktığı endişelerle kamaşıyordu. Duyduğumuz ses, beklediğimiz ses değildi.
Marlanın o sırada orada bulunan hizmetçinin ona engel olarak duvara doğru
ateşleyeceği silahı ve karşılıklı bağırışmaların yükseleceği planlanan duruma
uygun değildi. Marlanın ölmüş olabileceği fikriyle ilk defa o an karşılaştım ve
kendi kendime yaşatmaya çalıştığım belirsizliği sonuna kadar korumayı amaçladığım
oyunlar oynamaya başladım. Vardığım yerden aldığım bilgilerse rahatlatıcıydı.
Aramızdan bir kısmını dışarıda bırakmak için işaretlerin pek çoğu değişmişti. İstanbul’da işler yoluna
girmekteydi ve yakın zamanda oraya kendi ismimle tayinim gerçekleşecekti. Fakat
hala Marla’nın yaşadığından emin değildim ve kesin bir cevapla karşılaşmamak
için hiç dönmemeyi düşündüğüm çokça zamanlar oldu. Aklımın içinde ayrıntıları
değişse de hep aynı görüntüler dönüyordu. Silah boşlukta patlamalı ve üst katımızdan
hizmetçinin yardım çığlıkları gelmeliydi. Marla’nın odasından gelen sesse bir
tüfek sesiydi. Yolunda gitmeyen bir şeyler olmuştu ve ben kararlaştırıldığı
gibi evimizden çıkmak zorundaydım ve çıkmıştım. Rahatsız edilmeden ikinci defteri
de ayrıntılı biçimde kaleme almaktan vazgeçip haftalar sonra eve döndüğümde Marla’yı
yatakta yüzünün bir yarısı işlemeli zarif bir maskeyle örtülü olarak buldum. Hayatımın bana geri verildiğini hissettim. Gökyüzündeki yıldızlar tek
tek yerlerine geri döndüler. Bedenimi sarsan uğultu karanlık bir ormanın gece sessizliğine karışıp
kayboldu. Savaşlardan, top patlamalarından, aşklardan, gemilerden, yaban kazlarından,
atlardan ve başka şeylerden yapılmış olan tanıdık dünya yeniden yüzünü göstermişti. Rüyalar, masallar ve
başka yolculuklar vardı bu dünyada. Uyuyan insanlar, çimenler, taş kagir
karışımı evler ve su kuyuları, köpekler vardı. Ona neden öyle baktığımı merak
ediyordu Marla. Tüfekten çıkan kurşun kapıya saplanmış,
saçmalar yüzünün bir yanını parçalamıştı. Maskeyi araladığında
izler gördüm birbirine yakın. Son gölgelerin de dağıldığını hissettiğinde uzun bir
aradan sonra ilk defa gülümsediğini gördüm. Beyaz bir tül onu yapmak
zorunda kalacağı olası açıklamalardan ve meraklı gözlerden koruyabilirdi. Ancak bunun şimdi bir önemi yoktu. Marla'yı
hayatta bulmak, gözlerinden yabancı ve tuhaf bakışların çekilmiş olduklarını
görmek, yol hazırlığının başında olması, İstanbul'da birlikte ve daha
başka bir hayata sahip olacağımıza dair sarsılmayan inancı, olağanüstü ve paha biçilmez bir karşılamaydı.
Geceler boyu yan yana uyuduğumuz, başka başka rüyalar gördüğümüz, baş ucundaki
lambanın kısık alevinde gizli sırların fısıldandığı, o ana dek bilinmeyen
karanlık bir dünyanın bize yaklaştırıldığı ya da bazı geceler dünyanın geri kalanı
tarafından büsbütün unutulduğumuz duygusu içinde birbirimize
sarıldığımız ve yakında terk edeceğimiz büyük yatakta onun yanına oturdum ve kısık bir sesle olanları
dinledim. Planlandığı gibi Marla silahı odasında eline alıp kafasına doğru doğrulturken onu engellemesi
konusunda defalarca uyarılmış olan hizmetçi Marla'nın bunu yapmadığını görünce duvarda asılı
duran ve daha önce kendisinin ateşe hazırladığı tüfeği çekip ona doğru ateş
etmişti. Kurşun Marla'yı geçip kapının kenarına saplanmış ancak saçmalar yüzünün bir yarısını
yaralamıştı. Hizmetçi daha sonra Marla'nın elindeki silahın tetiğine asılmak için atılmış ve aşağıdakiler oraya
ulaşana dek boğuşmuşlardı. Bu, bize istediklerinde ne kadar yakına
sokulabildiklerini gösteren son büyük işaretti. Hizmetçi kadın yatak odamızda
boğularak ölmeden önce uzunca can çekişmesi süresince hiç kimsenin ismini vermemişti. Bizse hizmetçinin
Marla’yı gerçekten kendini vurması beklentisi ve yaptığı hatayı da göz önüne
alarak bütün bu tuhaflıkların iyice düşünülmüş olduklarını bilenler dışında
kalanları şüpheli olacak biçimde ayırdık ve aylarca izlemeye başladık. Marla
uzun zaman sokağa çıkmadı. Kimi ölü olduğunu düşünüyor, kimiyse aklını tamamen
kaybetmiş olduğuna yemin ediyordu. Güçlükle hayatta kalmaya
uğraşan bir insan topluluğunu tamamen ortadan kaldırmaya çalışmışlardı.
Etkisizleştirmiş, aralarındaki bağlantıları neredeyse tamamen koparmış, son
irade ve bilgi sahibi insanların dahi çok yakınına dek şüphe çekmeden içeri sokulmuşlardı.
Onlar bizden hoşlanmıyordu, biz de onlardan. Savaşın bir sonu olmayacağı açıktı. Ardından ne yaptıklarının farkında olduklarından suçu sabit görünenlerin
başlarına tuhaf işler geldi. Kimisi bir yağmurda düştüğü çukurdan çıkamadı, bazısı
sığ bir nehirde yosunlu bir kayaya ayağını basıp kayarak başını taşlara çarptı,
kimisininse at arabası ailesiyle birlikte uçurumdan yuvarlandı (bunun nasıl
olduğunu biz de bilmiyorduk) bazısı da çiçek
hastalığından sürüldüğü bir köyde ya da kumar masasında çıkan kavgalarda
öldüler. Sonunda bizim için İstanbul’a geri dönme vakti geldiğinde ikinci
defterin ilk sayfalarını yazdığım kasabadan getirdiğim yeni işaretler aramızda
yerleşmişti.
Marla, yüzünün hiçbir
zaman tam olarak iyileşmeyecek kısmı için eski memleketindeki tuhaf müzikli toplantılarında
taktıklarını andıran maskelerden birini yaptırmıştı. Bunu bir peçe ile değiştirmeyi kesin biçimde reddetti. Ama canımı sıkan sadece
bu değildi. Said’in hikayenin geri
kalanının ayrıntılarını hiç öğrenemeden ölmüş olduğuna üzülmekteydim. Onun limandaki işaretin sadece göstermelik olduğunu
sezdiğini hissetmiştim ama Marla’yı ararken yolda karşılaştığımız ve hiçbir şey
bilmediklerini söyleyenlerin hemen hepsinden bizi Marla'ya ulaştıracak bilgileri aldığımızı hiç farketmemişti.
Said’le bu yüzden çok tartışmış ve onu gitmemiz gereken yöne çekebilmek için
çok çaba harcamıştım. Çünkü yüzümüze bakıp bilmediklerini söyleyenlerin elleri
de gözleri de kendi tuhaf dillerince daima bize yolu gösteriyorlardı. Said
sadece son anlatılan masaldaki ortaklıklardan bulduğum ipucuna inanmıştı ki bu
da Marla’nın hazırladığı sade bir ‘hoş geldin’ şakası yahut kendi meşrebince
yaptığı bir çeşit selamlamaydı.
İstanbul’a dönmek üzere eşyalarımızı
topladığımız günlerin birinde rüyalarını yorumlaması için kızıyla birlikte
evimizi ziyaret eden kadınlardan birine Marla köylülerin korkularından
beslenerek geceleri canlanan devlerin üzerine giden savaşçılardan bahseden son
bir masal anlattı:
Yolun savaşçıları sade, sakin, cesur
ve iyiymişler. Uzun maceraların sonunda dağlarda karşılaştıkları bir büyücü
onlara üç hediye vermiş: Her attığını vuran sihirli bir yay, zalimleri ayırıp
döven büyülü bir sopa ve atın kendisine ve üstündekine görünmezlik veren eyer.
Ve sonunda büyük dağların
içini
oyup tek gözlü kötü devleri içine hapsetmişler. Ancak oranın köylüleri birgün
dağların içinde neler olduğundan habersiz, ekinlerle yüklü tarlalarından uzak
geçen nehrin yönünü değiştirmek için dağın eteklerine tırmanıp nehrin
yatağına kayalar yuvarlamışlar. Kayalar yuvarlanırken gürültü giderek
artmış, sonra daha da yukarılardan
toprak ve kaya parçaları sökülerek gelmeye başlamış ve en sonunda kocaman dağ
köylülerin üzerine devrilince de devler yeniden serbest kalmışlar. Ama devlerin
ayakları da birbirine bağlıymış ve böyle olduğu için fazla uzaklaşamadan onları
oraya hapseden cesur kahramanlar tarafından çabucak öldürülmüşler. Aslında Marla'nın bu noktada seçtiği kelimeler tam olarak "Kılıçtan geçirilmişlerdi"
Annesiyle gelen küçük bir kız ona masalın
sonunda “Neden artık kahramanlar etrafta dolaşıp kötüleri kılıçtan
geçirmiyor?” diye sordu. Marla ona gülümseyip gitme zamanının geldiğini
anlatmak için kıyafetlerini hazırlamaya koyuldu. Ertesi sabah yola çıkacaktık.
İstanbul’a
doğru yola çıkmadan önce geçirdiğimiz
son gece ben de gördüğüm bir rüyayı sabah Marla’ya anlattım. Dışarda güzel
çocukların sevinçli çığlıkları, çağıldayan ırmak, kuzuların o sırada özleyeceğimi sandığım meleyişleri, cıvıl cıvıl kuş sesleri, yeşil otların üstünde
dolaşan rüzgarın fısıltıları vardı. Gece yağmur yağarken
bahçedeki ağacın geniş
yapraklarında birikmiş sular herşeyi içeriden sessizce
takip edebilir gibi sakin bir esintide yavaşça toprağa geri dökülüyordu.
“Said’i gördüm” dedim ona uyandığımda. “ve tam
olarak nereye gitmemiz, ne yapmamız gerektiğini söyleyen hazine değerinde bir harita” Anlattıklarım
uzun bir rüyadan çok tuhaf bir masalı andırıyordu.
Onunla
birlikte elimizdeki haritanın götürdüğü yere ulaşmak için onlarca gölge savaşçıyla kılıç kılıca savaştık
ve sonunda yüksekçe bir dağın yamacında keşfettiğimiz kayaların önünü kapattığı dev mağaraların
karanlık dehlizlerinde yol alıp, onlarca tuzak, gözleri ölü bakışlı savaşçılar,
loş ve derin kuyuların dibinde büyümüş zehirli ağaçlar gibi keskin dikiklere doğru
sürükleyen hayaller, yükselirken bizi boğacağına inandığımız sel suları ve ağzımızın
içinde çakıltaşlarına dönen böğürtlenlerle yüklü, canlı bir yılan gibi kıvranan
çalılardan geçip kendiliğinden tutuşmuş meşalelerle aydınlatılmış
parlak altınların arasında ufak bir sandık bulduk. Geri dönüş yolunda başka
gölgeler, kanatlı başka tuhaf yaratıklar, arkası karanlık ağaçlar vardı. Ama
yüklendiğimiz altınlar, mağaradan çıkarken birdenbire toz olup rüzgara karıştılar;
mağaranın girişi ise arkamızdan dökülen kayalarla daha önce ellerimizle onları
aralayıp açmamışız gibi kapandılar ve geçtiğimiz yollarda aştığımız gölge
savaşçılar da onları ilk gördüğümüzde oldukları gibi taştan biçimlenmiş halde
yeniden belirdiler. Elimizde kalan tek ufak ahşap sandığı da sonunda
güvende olduğumuza inandığımız bir gece açmayı başardığımızda, içinden sadece
bizi hazineye götüren haritanın tamı tamına aynısı çıktı. Sandığı kırmaya ya da
yakmaya çalışarak başka bir laneti daha üzerimize çekmeden, birilerinin daha
bulamayacağına inandığımız biçimde onu yeniden saklamak için Said yumuşak toprağı
kazmaya koyuldu. Bense sandığın açık kapağındaki kıvrımlı boşluklardan ve oya
gibi işlenmiş zarif kenarlarından sızarak bizi mağaraya götüren haritanın
üstüne doğru düşen -daha önce her nasılsa dikkatimi çekmemiş- soluk oyuntuların zayıf ışığına baktım.
Haritanın kendisindeki rasgele karalanmış gibi görünen eğriliklere denk düşüp
anlamlı kelimeler tamamladıklarında; oluşan harflerin kıvrımlarında saklı olduğuna
inandığım sırrı, ahşap sandığı toprağın altına gömmeden hemen önce ve başka
başka yönlerden esip fısıltıları uzaklara taşıyan soğuk rüzgarlardan çekinerek
sessizce okudum ilk ve son defa :
bir rüya çürüyen ekinlerle dolu
zayıf toprağı yeşertiyor
bir masal kaybedilen ve şimdi unutulmuş herşeyi
geri getiriyor
gece ışıklarının kendi zamanı yaklaşıyor
bu yolda gölgelere
yenilenler onların aralarına katılır
ve başaranlar ellerinde
haritanın kendisiyle başbaşa kalır
SON