Ana içeriğe atla

Tur Dağı Paramparça Volkan Ay [roman]






TUR DAĞI PARAMPARÇA


VOLKAN AY









kitabı satın almak için tıklayın







Uzak göklerde ve tamamlanmamış yıldız atlaslarında aranılan


Marla'ya...


ve toprak parçalarında nefeslenen başka ruhlar da, onun sessiz

ışıltısını görmek, tek nefeste söylenilen adını seslenmek için asırlarca

dolaşmıştılar uzun bir lanete uğramış ya da herşeyi açığa çıkarıp

berraklaştıran efsunlu bir gök yağmuruna tutulmuş gibi



 Tur Dağı Paramparça 

Roman İndir

 





 

Birinci Kitap 

 

HERŞEY VAHŞİ

HERŞEY SESSİZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim;

 

Bu defteri Recebülevvel ayının onyedisi yahut onsekizinde yazmaya başlıyorum. Defter Atlıhisar kasabasının  dağ köyünden başlar, yürüyerek veya at  üstünde geçtiğimiz topraklarda, deve tepelerinde sallanarak aştığımız çöllerde ve yelken açtığımız denizlerde yaşadıklarımızı anlatır.

Yola çıkışımızdan, güvenli taş duvarlarla çevrili  sıcak yataklarımızın huzurlu sıcaklığına varıncaya dek her günü, her yolu, geçtiğimiz her çölün her bir kum tanesini hatırlıyorum; çünkü böyle bir şey yaşadığında - Allah’ın izniyle-  bunu unutmazsın.

Yarım kalmış olarak bulunursa Filibe yolunun üstünde Ramalko tepesine yarım günlük at sürüşü mesafesindeki Bozatlar hanına Said'e ulaştırılmak üzere bırakılmalıdır. Said hikayenin kalanını benim yazdıklarıma dilerse eklesin dilerse eklemesin.

Şayet tamamlanmış halde bulunursa vasiyetim kitap kopyacılarının eline ulaştırılmasıdır. Amacımız kimseyi tehlikeye atmak olmadığından kimi isimler değiştirilmiş, kimi isimler değiştirilmemiştir. Bu sebeple, kitap kopyacılarından dileğim, gelenekleri olduğu üzere kopya ederken kimi yerlerini çıkartıp, kimi yerlerini yeniden yazarken, beğendikleri şiirleri isimsiz biçimde ekleyip, beğenmedikleri dizeleri kaldırırken makul olmaları, ismimin hiçbir yerde geçmemesini bir kusur olarak kabul edip yeni isimler uydurmamaları, şehirlerin ve burada yazılmış başka insanların isimlerine dokunmamalarıdır.

Olaki bu isimler zaman içinde değişirken bir gün gerçeklerine dönüversin.

Gökte ve yerde ne varsa onundur. Allah, Muhammed'in de, Ali'nin de soylarını daim etsin ve mutlu kılsın. Aleme ayna tutan kalplerimiz lekelenmesin, doğruluk yolundan şaşmayan erenler yardımcımız olsun.  Allah, topraklarında gezindiğimiz kutlu ülkenin cihana nam salmış kudretli padişahının saltanatını daim etsin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Birinci Bölüm

 

Berbat bir zamandı aslında. İstediği rütbeye yükselemeyen kaptan'ın, öfkesi burnunda dolaştığı, emirlere itaatsizliği sonuna kadar götürdüğü zamanlardı. Ona göre gemici ocakları bozulmuştu ve onca zahmetin hediyesi olan açık deniz ganimetlerini de bundan böyle paylaşmayacağını uygun olmayan bir dille ulu orta seslendiriyordu. Sakin günlerde üstünde çıplak ayaklarımızla dolaşırken boyasız tahtalarının gevrek ve gevşek huzurlu gıcırtılar çıkardığı narin ve ince çektirimizin kıçında gürültüyle patlayan, yaklaştığımız geniş kalyonun önünden ateşlenmiş isabetli top atışlarıyla sarsılıp ağır yaralandığımız uğurlu günün akşamında; ufak yelkenlerle donanmış, sıra sıra uzun küreklilerin çektiği zarif ve hafif yapılı teknemizi bırakıp,  kaçma ümidiyle fora edilmiş  dört köşe dev yelkenleriyle gökten koparılmış koca bir gri bulutu andıran kalyona geçecektik. Ele geçirmeyi umduğumuz kalyona doğru yönelmiş alçak çektirinin iştahla yukarı kıvrık önünden cenk adamları pruva topunu hazırladıklarını bağırdıkları halde; yüksek güverteleri, sağlam gövdesiyle Kaptan'ı cezbeden kalyonun, yelken ve direk donanımına zarar verme çekincesiyle, beklenen ateşleme emri gelmemişti. Karşımızdaki iri kalyonun, bordasındaki toplarını kullanmak üzere bize yan dönmesiyle birlikte, biz de onun etrafında yarım çember  dönerek manevra hazırlığına giriştik.  Tam karşıdan üstüne doğrudan ilerlenmesi karşısında savunması zayıf, geç farkedildiğimizden geri dönüş manevrası zordu.   Çektirinin uzun oturaklarına üç sıra dizilmişlerin her nefeste kuvvetli 'Haay-daa' nidalarıyla tek elden çıkmış gibi denize batırıp çıkardıkları küreklerle, hızla ve alışıldık bir manevra yaparak önden  yaklaşmış, geminin toplarını etkisiz kılacak denli yakına varılınca da, Kaptan iyi ayarladığı  bir tondan yukarı doğru seslenip ‘teslim olunursa köle alınmayacağını’ ilan etmişti. Bizimle birlikte başka bir çektiri yardımdayken tutulamayacağı açık bu sözler, direnişlerini kırıp, çatışmaya hazırlanmış tayfa ahalisini beklediği gibi birbirine düşürmeyince,   güvertesine tırmanılacak yönden düşmanı ürkütmek üzere birbiri ardına tüfekler ateşlendi. Geminin lumbar kapaklarından dışarı biçimsizce tutulup aşağı rasgele saçılan mermilerin yarattığı telaş arasında, ikinci defa doldurulmaya zamanın kalmadığı tabancaların da ateşlenmeleriyle, demir kancalar yukarı fırlatılmış, tutundukları küpeştelerden güvertelere tırmanılıp,  keskin palaların, geniş gövdeli, kıvrık ve kolay savrulan kılıçların çekildiği ilk hayhuyun ardından konuşmalar kesilmiş, yerini kılıçların şakırtısına bırakmıştı. Kuşatılmış düşmana her yönden hücum edildiği böyle zayıf anda isyana kalkmasınlar diye birkaç denizciyle başlarında beklediğimiz kuvvetli kürekçi köleler de zaman zaman birbirlerine bakıp ortalığı tartar, kendi belirledikleri, bize kapalı işaretlerle harekete geçme zamanlarını kollarlar, onlarca geminin borda savaşına giriştiği büyük çarpışmalarda dahi zaman zaman en güç anda isyan edip kadırgaları, çektirileri ele geçirip denizcileri aşağı fırlatan kürekli köleler, güvertelerde çarpışan cenk adamlarının uğraş verdikleri gemilerin arasından sıyrılıp hızla kürek çekerek açıklara doğru kaybolurlardı. Kefaretinin ödenebileceğinden umudunu kesmiş genç bir kölenin zincirlerinin arasında sakladıkları bir kaç boğma telinin  yahut küreğe vurulduğu senelerin hesabını şaşırmış bir forsada taşıttıkları sapsız kör bir bıçağın etrafında kurdukları planları, günü gelip uygulamaya geçildiğinde onlardan yararlanmaz, mahkum oldukları küreklere sarılarak kılıçlara ve tabancalara karşı gözlerini karartıp karşı koyarlardı.  Kölelerin isyan planlarını, çalıştıkları gemilerden yakalayıp Allah'ın takdiriyle yanyana küreğe dizmemiz gibi normal karşılayan Kaptan onları sıkça aratmaz, gizli işaretleşeni kırbaçlatmaz, bazen küçük bir çocuğu azarlar gibi,  parmağını gözünü kestirdiği birine doğru sallayarak, onu Kostantiniyye'ye götürüp yahudi tüccarlara satacağı tehdidinde bulunurdu. Kan kokusunun yükseldiği gövdeler kalabalığı durulduğunda Kaptan, dövüşmemiş denizcilere ön güvertenin altındaki ambarların kahve sandıkları ve kumaş toplarından müteşekkil yükünü geride bırakacağımız çektiriye boşalttırmaya başladı. Kölelerden birkaçını, güvenilir adamlarını ve  eski denizcilerinden bazısını tutup, yeni gemideki çarpışmadan sağ kalanlarla birlikte uzaklaşmak üzere işlere dağıldık. Açık denizde ve tehlikeli ufak limanlarda ortaklıkların çabuk kurulup çabuk bozulmasına alışkın, uzun tutulan kinin yararsızlığına inanmış, birbirini hiç tanımayan gemicilerin de paylaştığı, otuzlu yaşlarını aşmanın nadir bir lütuf olduğu ortak görüşü; belki tamamlanması gerektiğine inandıkları ritüelleri olmadığından karadaki gibi bir telaş yaratmaz, aksine bütün hafiflik ve oynaklıklarına, kuvvetli bir omurga desteği veren, denizciler arasında paylaşılan ortak bir kalender ruh, alışıldık bir tavır kazandırırdı. Yeni duruma kolaylıkla uyumlanan, geçip yerleştiğimiz geminin eskileri, silahların patlayıp, kılıçların şakırdadığı kalyonun güvertesinden cesetleri bizimle birlikte aşağı fırlatırken; akşam boyunca sukunetini korumuş denize baktım. Cenk adamları burada uğraş verirken  köleler  kazan kaldırmasınlar diye adetten suya fırlattırdığımız kürekleri şimdi kararmış sulardan yeniden topluyor, düzeni değişik yelkenlere beceriksizce hakim olma gayretimiz aşağıdakileri eğlendiriyordu. Yirmi kadar adamın kanlarıyla yıkanmış güverteler, yukarı çektiğimiz kovalarca suyla boca edilip fırçalanırken, yazgının bizi taşıdığı bu değişik akşamın çok öncesinden, daha eski bir zamandan işaret edilmiş olduğunu sezebiliyorduk. Bu, İspanya kıyılarının tenha limanlarının birinde Akdeniz gemicilerine saygısızca konuşan bir denizcinin  okyanusla ve büyük gemileri ehlileştirmekle uğraşmış gerçek deniz üstadı olmakla övünen uzun kafalı patlak gözlü kendini bilmez bir adamın öylesine ettiği laflarının sonunda ortalık birbirine girmeden hemen önce kılıç kılıca dövüşü göze alamayarak arkadaşlarıyla birlikte hızlıca karanlıkta topuklamalarının ardından, kader çizgimizde belirmiş, aydınlanmış, bizi varlığından haberdar etmişti. Rüyasında vatanını görüp çılgına dönen filler gibi, Hint okyanusunda parçalanan donanma gemilerinden bu yana gidilmemiş sularla karşılaşma, çarpışma ve yenme arzusuna kapılmıştı. Rüyasında Hindistanı görünce tepişip türlü çılgınlıkta bulunan  fillerin gönderildiği Gücerat ülkesine yardıma giderken Hind okyanuslarında parçalanan en sağlam kadırgaları anımsayan Kaptan, değişik bir hal, gördüğünden işaret vermeyen tuhaf bir rüya sakinliği içinde, köle ticaretine iyice merak salmış, okyanusu geçerek birkaç defa gidip gelmiş başka gemicilerden öğrendikleriyle aradığı meydan okumanın bu türden bir yolculuk olduğunu hissettirmişti. Gemiyi yönetirken ona göre denizci sezgilerinin zayıflığı, yıldızlar konusundaki bilgisizliği, isabetsiz göz kararını  ve başka her türden deneyimsizliği hatırlattığı için aşağılayıcı bulduğu kağıt kalem ile hesap kitap yapma işleriyle kapalı kapısının ardında uğraş vermekteydi. Denize onlarla çıkmaya ne denli istekli olduysam, o da birgün Akdeniz'i terk edip okyanusa açılmaya o denli istekli ve kararlıydı. Onu, istediği köleleri ormandan kıyıya doğru sürdüğümüz kıyılarda kendi hevesine terk edeceklerin arasında olacağımı ise o sırada bilmiyor, büyük ve tehlikeli olacağına inandığım yolculuğun hayalini kuruyordum. İnce uzun küreklilerle ele geçirdiğimiz yelkenli, top bataryaları pek ufak olmakla beraber iyi bakılmış üç ambarlı bir ticaret gemisiydi. Birkaç hafta sonra güçlü toplara sahip bir başka  ticaret gemisinin, rüzgarı doğru kullanamadığımızdan düşmanı ümitlendiren uzun bir kovalamacanın ardından savaşmadan teslim olmasıyla, onun dört büyük topunu da söküp bu gemiye taşıdık. Denizden sektirerek atış yapan geniş ağızlı, okkalarca  kara barutu  silip süpürecek güçteki tunç topları ilk fırsatta deneme hevesindeydik. Bütün gün süren bu taşıma işi sırasında evvelden kölelik edenlerden seçilmişlerin ikisi belki memleketlerine dönmek arzularından, belki forsalarla kürek çektikleri senelerde deniz yaşamı onlara ağır geldiğinden ortalıktan kaybolup diğer gemiye sıvışmışlardı. Kaptan geminin ambarları boşaltılırken; yazı hesap işi görecek, harita işlerinden anlayan, acayip yelkenleri tanıyan biri olursa gemisinde kendisine çok iltifat edileceğini, adamlarının da saygıda kusur etmeyip, her durumdan onlar kadar istifade edip, ganimetten pay verileceğini ilan etmesinin ardından bize katılanlardan hesabı, becerisi kuvvetli bir gemi subayı, yabancısı olduğumuz bu kalyonun donanımlarını, dengesini yelken ve makaralarını bu geminin eskilerinden daha iyi bildiğini açıkça ortaya koyacaktı. Gemiye gelirken eski kaptanının ateş kusan sessiz bakışlarının arasında onun kamarasındaki harita ve kitapları boşaltmış, gazyağı stoklarının yedek yelkenlerin saklandığı bölmeyi açıp dikkatimizi çeken hayli yeni malzemeyi taşıtmıştı. Ağır gülleleri onun emriyle aşağıya sıralayıp, kara barut çuvallarını boş fıçılara yerleştirip birbirinden ayırdık. Masa başında benimle birlikte birkaç kişiye, tam karşıdan gelen rüzgara karşı nasıl karmaşık manevralarla ilerlenebileceğini anlattığı akşam, Kaptan'ın gözlemci gibi dinlemesine karşın onun da pekçok şeyi yeni öğreniyor olduğunu, bir kısmını ise bizim gibi hiç anlamadığını sezmiştim. Genç subay ilkin heyecan içinde italyanca hızlı biçimde anlatıyor sonra durulmuş halde ispanyolca kelimelerle açıklamaya çalışıyor, ardından umudunu kaybetmiş halde yanyana garip şekiller çiziyordu. Gavurların icadı olan kalyonlara, düşman donanmasının parçası, pahalı ve uydurma bir icat olduğu genel görüşünü paylaşmıyor olsa da Kaptan'ın da bu konularda pek bilgi sahibi olmadığını da görmenin hayalkırıklığıyla, on üç yaşımda yanına ilk vardığım sene seferden geri dönüş yolunda, ilerde baştarda reislerinden aşağı kalmayacağımı söyleyerek beni gururlandırdığı anımsamıştım. Şimdi de eliyle omzuma anlatılanları destekler biçimde sertçe vurup "...işte ya, anlıyor musun, yelkeni bağlayıp hemen diğerine.." gibi yakaladığı kelimeleri vurgulayarak, ilerde korsanlıktan yetişme kıymetli bir denizci olacağımı, balıkçılığı uygun gördüğü bazı yüksek rütbeli deniz adamlarından da aşağı kalmayacağımı yinelediğinde gururla kasılıp hareketsiz kalmamak için yanından hemen kaybolurdum.  Çünkü;

Hafif ve ağır teraziye vurulsa

Hafif üstün çıkıp yukarıda kalır

İşte kitabımı  böyle bilgece sözlerle de süslemeye karar verdim. Deniz ilmiyle ilgilenenler için  vereceğim kıymetli bilgilerle de okuyanlara yararlı olup, içine güzel düşünceler ekleyerek çıktığım yolu doğru bulmayan Şeyhin de rızasını kazanmaya çalışmak gayretiyle yazmaya ne kadar yönelsem de, her daim huzursuz ve sanki sırf dünyada bulunmaklığının kendisinden bile bir sıkıntı, bir öfke çıkartabilen Kaptan'ın, istediğini elde edememenin içini kaynattığı hırsının tek bir nefesi dahi bunları uzağa ötelemeye yetiyor. Kaptan, Afrika'nın güvenli Akdeniz limanlarına gidip döndüğümüz günlerde, rüzgarsız havalarda yürümüyor diye kalyon inşa etmekten kaçmanın, aslında gizlice ve korkak bir tavırla, kalyon vergilerine  huzursuzluk çıkartıp itiraz eden cahil halkın arzusuna boyun eğmek olduğunu haykırırdı. Küreklilerle akıntıya, rüzgara aldırmadan güvenli ilerleyişlerle açığa doğru savrulup, dalgalar belirdiğinde yahut bulutlar toplandığında çektirilerin dar yelkenlerini açıp kıyıya döndüğümüz zamanlarda uyumaya hazırlandığımız barakalarda, böyle konu açıldı mı, zaman zaman gavurları titreten kıymetli padişah yahut güçlü sadrazam kulları hakkında da sanki o an tam karşılarında duruyormuşçasına -haşa- kadın pençesinde kıvrandığı yahut gelin gibi nazlı paşaların elinde oynattığı vezirler misali tehlikeli konuşmalar yapardı. Kaptan'ın kamarasında masaya yayılan yeni haritaları incelemeye koyulduğumda ise şimdiye kadar öğrendiğime inandığım bütün dünya sarsıcı bir hızla değişmeye başladı. Akdeniz'in bir avuç su gibi resmedildiği haritaya hayretle baktım. Afrika çok geniş, Hindistan pek uzak, cihana nam salmış padişahın gücününse  şu halde -haşa- heryere erişmediğini görmekten ürpererek haritayı hemen kapatıp, bulduğum aralığa sokuşturup oradan kaçmak istedim, ancak hala incelemeye devam ediyor, anlatılanları merakla takip ediyordum. Çıkıp geldiğim dağ köyüne bile ilk ne zaman gelindiğini hatırlayan yoktu aramızda çünkü. Köyün en ihtiyarı uzun siyah saçları beyaz sakallarına karışmış dede orada doğmuştu; kendi babasının dahi hatırlamak istemediği bir şeylerden kaçarak tepelere çıkılmış sonra giderek dahada yukarı tırmanılmıştı. Ondan dinlediğimiz savaş hikayelerinde, çok uzaklarda güçlü askerleri ve değişik kadınlarıyla birlikte oturan padişahın  dünyanın en güzel yarısına sahip olduğunu öğrenmiştik. Adaletli hükümdar dünyanın geri kalan yarısını da gavurlara  pay edip dağıtmıştı. Fakat dünyanın kalan yarısında gavurlar kendi aralarında kavgaya tutuşmuşlardı. Bu yüzden adaletin kılıcı çok yakında onların üzerine doğru kalkacaktı. -Çünkü onlar yalnız kudretli padişahın karşısında kavgayı bırakıp bir araya gelirler-  Bu kılıcı bir süre süvariler ve tüfekliler kalabalığının üzerinde havada belirerek gitmeleri gereken yönü işaret eder halde hayal etmiştim. Kılıçsa iki uçlu ve geniş gövdeliydi. Sonraları yanında dededen bahsedilmesini pek hoş karşılamayan Şeyh'ten, bu kılıcın  islamın kılıcı olduğunu öğrenmemle birlikte, onu ordunun önünde atının sırtında giden padişahın kuşağına iliştirmeyi daha doğru bulmuştum. Geminin ambarları yağmalanan mallarla istiflenmiş halde sığ denizin üstüne kurulu çürümüş iskelesiyle eski bir limana yaklaşmıştık, taze su kalmamış, yiyecek tükenmek üzereydi. Yakına demirleyip yedek çektiğimiz kayıklarla karaya çıkan tayfalar limana dağılmışlardı. Kaptanın yokluğunda keçilerin dördünü de güverteye çıkartıp kendimde tavuk kümeslerinin önüne yayılıp liman hareketliliğini seyretmeye koyuldum. Denize çıkmak için ayak direttiğim günleri hatırlayarak, güneşin altında -Allah affetsin- içtiğim güzel şarabın da sıcaklığıyla iyice keyiflenmiştim. Denize çıkmayı dağın başında bir fikir olarak ortaya savurduğumda hiç bir umudum yoktu oysa. Hergelilikle, oyunbaz bir şeytanın dürtmesine uyup söylemiş, karşı çıkılınca da ayak diretmiştim, babamın ölümünden sonra aileye iyice bulaşmış denizin kanını silmeye yemin etmiş amcalarımdan birinin özel olarak bu iş için çağrılıp beni iyice bir pataklamasının ardından bunun olabilirliği de iyice kafama yatmıştı. Yediğim dayaktan yüzüm gözüm şişmiş halde uyumaya gayret ederken işin sadece artık ısrara kaldığına olan inancımla avunmuştum. Çünkü ısrar konusunda hayli yıldırıcı olabiliyordum. Cesaret ya da inattan değildi bu. Kaptanın ruhunu kemiren ateş bana da bulaşmıştı belki ya da başa çıkmakta çok zorlanacağım bir belanın içine savrulup orada  kendimi unutmaya çalışıyordum. Küçük yaştan beri Allah'ın rızasını kazanmak için Kuran hafızlayıp arapça öğrenmeye gayret ederek uzaklığına da aldırmadan tekkeyi andıran şeyh'in evine varıp geldiğim senelerde,  sonu medreselerde tamamlanacak hayırlı bir yola girmiş olduğumu konu komşuya ilan edenler, şimdi beni bu tür bir ters yola sevk edenin şeytandan başkası olmadığına inanıyorlardı. Denizde kadırgalarda cenk adamları, denizciler ve her çeşit değişik milletten kürekçilerle geçirilen ilk zorlu senenin ardından, onlu yaşlarımın henüz daha ortalarındayken kışlamaya gelmiş Kaptan'ın paçasına tutulup yeniden denize sürüklendim. Artık kesinlikle karar vermiştim ki kışlamaya dahi geri dönmeyecek, Cezayir'de başka korsanlarla ya da Fas kıyılarında balıkçılarla birlikte yaşayacaktım. Ancak kaderimde dönüş yolu yazılıymış. Hemen o sene.  Birkaç hafta sonra evde ve bundan pek mutlu bir halde olacaktım. Herşeyin bir anda anlaşılamamazlığı, Allah'ın gölgesinin zaman bakımından üstümüze vurmasındanmış; herşey, sabırla yoğrulan tek bir hamur parçası gibi yavaş yavaş olup biterken, aynı hayatı sadece olanları hatırlar gibi, sanki ikinci defa yaşıyor gibi hiç şaşmadan yaşayanların metanetine birgün ereriz inşallah diye aklımda kalmış ihtiyar bir sesi gösterişli bir biçimde taklitle kendime seslenirken, bir yandan da bunu hiçte istemediğimi şaşırarak farkediyordum. Keçileri elimle kümeslere doğru uzaklaştırıp üst güverteye çıktım. Limanda meyhanenin çıkışındaki topluluğa karşı savrulan bir ceket ve kılıç gözüme çarpmıştı. Birazdan bunların  sahibi ve gavurlar gibi giyinmiş Kaptanın öfkeli gelişini şaşkınca izlerken güvertedeki birkaç kişiyle onu bağrışarak takip eden kalabalığı nasıl durdurabileceğimizi düşünüyordum. Çekiç kafa bana ve ahçıya pistol ve kılıç fırlatırken, kalabalığın öfkeli görünmekten ziyade, Kaptan'ın bu cesaretinin nedenini anlamak üzere bir çeşit merakla geldikleri belliydi. Ona ulaşabilecek kadar yakınken dahi birbirlerinden ayrılmayışlarından seziliyordu bu. Atladığı kayığın küreklerine asılmışken, topların limana çevrilmesini emretti.  Aşağıya doğru koşturup yeni taşıdığımız ortadaki büyük topun doldurulmasına yardım edip ikinciyi hazırlamaya koyuldum. Üst güvertede bir yandan yelkenleri açıp bir yandan da iki kişiyle gemiyi süratle bordasını limana gelecek biçimde çevirmeye çalışmalarını bekliyorduk. Çekiç kafa büyük topa düşünceli halde bakarak 'onu boş ateşleriz' dedi.  Barut ve açıyı göz ayarı hesaplamaya çalışırken "İftar topu gibi" diye açıkladı.  Ardı arkasına ateşlediğimiz diğer topların gümbürtüsüyle geminin  sarsılması kaptanın şiddetli ayak sesleriyle yanımıza gelişini bizden gizlemişti. Yeni taşıdığımız büyük topu kendi eliyle altı okka kadar kara barutu göz kararı doldurup ateşlerken kendimizi geri atıp kulaklarımızı ellerimizle siper ettik. Gümbürtüsü ve geri tepmesinin sertliğiyle gemiyi büyük bir güçle sarsmıştı. Yayılan barut kokusu ve  dumanın içinden  kıyıda yarattığı etkiyi seyretmek üzere lomboz kapaklarına yaklaşırken bize de aynını diğer ufak toplara yapmamızın işaretini  verdi. Mermer gülleler yerleştirip yeniden ateşledik. Lomboz kapaklarının içinden topun hemen üstündeki boşluktan güllelerin yükselip liman yoluna düşmelerinin yarattığı hareketli karışıklığı seyrettik. Bu mesafeden etkilerini hayli kaybetseler de yarattıkları telaşın içinde bağırışan tüccar, denizci ve hamal  ahalisi parçalanan ahşap binaların önünde kaçışıyorlardı. Büyük topun yıktığı şekerleme vitrini, taş binanın kırılan camlarının döküldüğü sokak, yola saçılan ticarethane mallarına çalınmaması için kimin giyeceği beli olmadan dikilmiş biçimsiz elbiselere, örülmüş kazaklara, sapsız çalı süpürgelerine, peynir tenekelerine, deniz bisküvisi kutularına yapışan, keranenin önünü terketmeyen esnaftan yaralananlar iç sokaklara doğru çekildiler. Sokak köpekleri umutsuzca bir havlama tutturmuşlardı. Limanda iskelenin ucuna kadar gelen ve pezevenklerin adamlarıyla  meraklılardan oluşan kalabalıktakiler de bir an bizimle birlikte aynı manzarayı seyre dalmakla birlikte çabuk toparlandılar. Yeni tekliflerini dinlemek üzere kaptan ateşi kesmemizi emretti. Yeni bir ateşleme emri ihtimaline karşın topları soğutup hazırlamak için su çekmeye başlamıştık. Rıhtıma dağılmış adamların bir an önce gelmelerini diliyorduk. Anlaşma olmayacaksa savaş olacaktı. Uğraş zamanı ortada bulunmayan bir korsanınsa değeri yoktu. Sayıca çok azdık ve rüzgar kuru bir yaprağı dalından ancak koparabilecek kadar zayıf esiyordu. Kolay soğumayacağını tahmin ettiğimiz büyük topu yerine çekip, bu yöndeki diğerine gülle almak üzere aşağı inerken Kaptan iskeleye tırmanıp adamlarla pazarlığa başlamıştı. Zayıf yüzlü, yıpranmış bordo renk bir yelek giyinmiş zayıfça  bir adam,  valinin koşarak gelen uzun çoraplı, komik üniformalı iki tüfekli adamını elinin tersiyle geri yolladı. Haftalarca dolaşarak ve savaşarak elde ettiğimiz ganimetlerin pek çoğu yok pahasına aşağı boca edilirken, istenen teçhizat ve erzak tamam edilmeye başlanmıştı. Husumetin kaynağı olan kerane kadınlarının çalıştığı binalarından misafir alınması sorununu akşamın serinliğinde yeni uyanan dümenci çözdü. Kendi kalkmadıkça hiçbir biçimde uyanmadığından nöbet de tutmayan dümenci pazarlığın ardından şarap fıçılarını güvertede yuvarlayıp, gelen hanımlara el uzatıp yukarı çekmeye gayret ederken ben de, Çekiç kafa, Ters ve Yamuk’la birlikte yön değiştiren zayıf rüzgarları yakalayabilmek için direklere tırmanıp değişen durumlara uygun biçimde düğüm çözüp gevşetiyor sonra en sıkı biçimlerde yeniden bağlıyorduk. Gece ve sonraki üç gün boyunca çekildiğimiz ıssız koyda  denizcilerin kaba ellerinde yoklanan, omuzları, kolları, gerdanları çıplak bu kadınların, onların kucaklarında dolaşırken fırfırlı, renkli, parlak, hayli yıpranmış kıyafetlerini de çıkardıklarında bir erkek gibi kuvvetli kulaçlarla yüzebildiklerine şahit olduk. Bu çeşit kadınları ilk defa yakından gördüğüm gibi yüksek sesle kahkaha attıklarında patlayan topların tok sesine aşina kulaklarım tiz haykırışlarından irkiliyordu. Kadınlar, korsan adamların sertliğini kahkaha ve şarapla yumuşatırken, kıyafetlerinin arasından sıyrılıp parlayan etlerinin çıplaklığından tekneye değişik bir hava yayılıyordu. Ters Kara'nın birini tek kolunun altında, diğerini omzunun üstünden sırtına atmış halde getirdiği kadınları aşağı indirip yanımıza bırakınca,  onların da teklif edilen romun sertliğine aldırmadan   denizci milleti kadar dayanıklı halde zevkle iştirak etmelerine şaşırarak tanık oldum. Burada olup biteni fazlaca anlatmak amacı aştığından susmak daha doğrudur. Bazı geceler ortalarda görülmemem için atıldığım merdiven altı hamağından daha çok kaptanın yasak ettiğinden beridir aşağıda  gizlice oynanan  değişik bir zar oyununa merak salmıştım, ortaya koyacak henüz birşeyim olmadığından oyuna giremeden  seyretsem de, bir anda herşeylerini kaybeden kumarbaz denizcilerin sükut halindeki handiyse vakur edalarını  kıskandırıcı bulurdum. Gerçi gemide ihtiyaçlar görülüp eldekiler limana dökülünce pek birşey de kalmamıştı. Bunu, kamarasından çıkan Kaptan'ın, bilinen sözü değiştirerek defalarca 'tekneye hürmet, nefsine zulmet' diye bağırdıktan sonra yanımdan geçerken bereketli bir av, iyi bir ticaret gemisi için dua etmemi salık verdiğinde anlamıştım. Onların arasında olmama rağmen onlardan hala  uzak olan benim dualarımın kabul olacağına inanıyordu. Güverteden suya atlayıp yeşil suyun serinliğinde gördüğüm bu güzel kadınların değişik hallerdeki hayalleriyle yüklü gövdemin yangınını dindirip,  dipte gri gölgeler gibi gözlerimin önünden geçen balık sürüsünün peşinden yüzüp nefes almak için yukarı çıktım. Güneş gözlerimi acıtırken yeniden durgun suya kendimi bırakıp sahile doğru yüzmeye koyuldum. Ayaklarım suyun içinde yumuşak kuma dokunduğunda parmak uçlarımda yürüdüğüm hafifliğin keyfiyle denizin her nefeste yeniden keşfiyle hem hakkım olanı istemek için kadınların sesinin duyulduğu gemiye doğru, hem de derisi yüzülen keçinin sopaya geçirildiği ve gece için ateş yakma hazırlığındaki kumsala gitme arzusundaydım. Sahille tekne arasındaki güvenli sığlıkta yüzerken neredeyse şeytanın dürtmesiyle kalkıp buraya geldiğime şükredecektim. Hareketsiz biçimde sırt üstü yatmıştım, ellerim başımın altında zaman zaman ayaklarımı hafifçe çırparak kimsenin beni çağıramayacağı  uzak sığlığa doğru sürükleniyordum. Aklımda, yollar karlarla kaplandığında Şeyhin evinde kaldığımız haftalar vardı. Benimde onun misal verdiği zindandaki adam gibi kendi zamanım yavaşlamıştı sanki, sakince nefes alıp vererek hareketsiz halde denizin beni taşıdığı hafifliğe kendimi bıraktım.

'Benimle dünyanın arasında ne alâka var! Benim ve dünyanın misâli, bir yaz gününde seyreden bir atlının misâli gibidir. O atlıya bir ağaç görünür, o ağacın gölgesinde bir an uyur, sonra onu terkederek yoluna devam eder'

Buz rengi ışıkların salona sızdığı güneşli bir kış öğleden sonrasında Şeyh bu meşhur hadisi yorumlarken 'Zamanlar türlü türlüdür.' demişti; 'Herşeyin ayrı ayrı kendi zamanı vardır. Sürekli hal’den hale geçen kişi zindanda dahi olsa aylar geçmiş gibi gelir, hayli yol alır; aynı halde durakalan, atının üstünde dört nala koşturuyor idiyse de, geçtiği yolları bir anda almış gibi olur.' Bunlar ilgimi çekmiyordu ama. Kader bilmecesinin, olacak olanın gerçekleşmeyi beklediği kendi zamanı cezbediyordu beni. Gövdemi taşıyan suyla yavaş yavaş sahile taşındığımı hissetmedim. Dirseklerim kuma dokunduktan sonra bütün su altımdan çekildi, ardından geri dönerek bıraktığı dengesiz halden yeniden yükseltti, toparlanıp  kendimi yosunlarla karışmış kumlara doğru ilerleyip  güneşin altına devrildim. Dalgalar birbiri ardına geldi. Birinin getirdiğini diğeri alıp götürdü.  Taşların birbirine çarparak ufalandıkları kumsalda sakin yumuşak bir uykuya daldım. Suyun ufak taşların arasından çekilirkenki şıkırtısını dinledim. Tüm gökyüzünü dolaşan rüzgar, akşam denizin üstünden büyük dalgalar sıyırıp kaldırıyordu. Dalgalar penceresiz, burçsuz sağlam  bir kale duvarı gibi yükselip gümbürtüyle sahile yıkıldılar. Az zaman sonra limana bakan ahşap binalar harabe halindelerdi. Bütün camlar kırık, dükkanlardan saçılan mallar kumaş topları, meyve kasaları, sandalyeler sokağa saçılmış, birkaç kişi kaybolmuştu. Limanda sağlam tek bir gemi kalmamıştı. En sağlamının dahi ana direği güverteye devrilmiş, kalanlar gövdelerindeki büyük çatlaklardan hızla batmış, altları dibe dokunur halde suyun üstünde kalan kısımlarından dalgaların artık yavaşlamış hareketiyle gidip gelişleri seçiliyordu. Sular sokaklardan çekilmemişti. Ufukta doğan beyaz bir çizginin yaklaşarak büyümesini, koşturarak gelen atlar gibi ilkinden daha alçak ve daha az yıkıcı başka bir dalganın patlaması izledi.  Gelip giden hafif dalgalar, orada birikmiş olan suları yükseltip saçılan malları altlarından tartar gibi havalandırıp kaldırıyordu. Sular sert gelen dalgalarla bir anlığına yükselip oldukları yere kapanıyorlardı. Sonuncu büyük dalga devrilmiş şarap fıçılarından birini arka sokaklara yuvarlayarak gözden kaybetti. Bütün bu gördüklerimin aralarında hiç ıslanmadan ve üşümeden dolaştığıma o sırada şaşırmıyordum. Gördüğüm rüyayla sersemlemiş halde haykırışlarına uyandığım dümencinin küfürleri açılıp saçılırken, yine didiştiği eski kölelerden biriyle takıştığını düşünüp, iyi bir dövüş görebilmek umuduyla gemiye yüzmeye koyuldum. Hakaretlerini sarhoş bıçağı gibi hedefi belirsiz biçimde savuruyordu, ip merdivenden yukarı tırmandığımda Kaptan'ın masası ön güverteye çıkartılmış, tayfalar etrafını çevirmişti. Kalyona geçilirkenki çarpışmadan bu yana aksayan dümenciyi dört adam tutmaya çalışıyor, dümenci yarı yarıya sarhoş marangozun testeresinin ucunda can çekişiyordu. Sarıyla yeşil renklere dönmüş bacağı kesmeyi tamamladığında çürümeye başlamış cerahatli kokan bacağı olabildiğince ileri fırlattı. Sığ ve hareketsiz sularda kan cam yeşili suyun içinde yuvarlak bir leke gibi yayılıp uzun zaman hareketsiz kaldı. Dümenci bir ara elinin tekini kurtarıp, adamlardan birini öteye savurunca, koşup, ellerimle kalkmaması için kuvvetlice omuzlarına bastırdım ancak akan kanı ne kadar sıkarsa sıksın kesemiyor, güverteyi sulayan kanı oluk oluk dökülürken, dümencinin rengi soluklaşıp, kuvveti azalıyordu. Nihayet ruhunu teslim ettiğinde ince bir battaniyeye sarıp kayığa indirip, kıyıya doğru kürek çektik, cesedini yanıma bırakıp gittiklerinde, ağacın altında yumuşak toprakta mezar çukurunu yarılamıştım, gece boyu aklımdan silinmeyecek renksiz yüzüne baktım. Gözleri hala daha canlı kalmaya uğraşır gibi iyice açılmıştı. Daha fazla kazamadan merhumun ruhunun kılıfını çukurun içine itekleyip üstünü kapatıp, kürek sırtımda aşağı yürüdüm, ateşin etrafını çevirenlerin arasına katılıp sessizce ateşe ve alazların arasında  kıpırtısız denize vuran ay ışığına baktım. Yoksulluk ve hastalıklardan beslenen kasvetli ve bulanık düşüncelere dalmış olduğuma inanan Eğri burun, kendisinden başka kimsenin duyamadığı bir mehteranın sesini bastırmaya gayret  eder bir uslupta 'Uğraşa düşmüş, tek kara korsan' diye tempolu bir bağırışla geçti, iri ama pek kısa boyluydu eğri burun. Kara korsanın tek başına atladığı geminin tayfalarının yarısını biçtiği, kalan yarısını ambara kapatıp gemiyi ele geçirdiği şarkıdan benimde aklımda daha fazlası yoktu.  Rom fıçılarından birini güvertede havaya kaldırarak kıyıdakilere gösterdikten sonra denize fırlattı, arkasından kendiside atlayıp eliyle iteklerek sahile doğru ilerletip tezahuratın artması için zaman zaman fıçının üzerine çıkıp muzaffer bir kaptan edasıyla dengede kalıyordu. Keçi eti ve rom ikram edilen kadınlardan birinin başladığı şarkı korsanlar için pek ağır kaldığı gibi sözleri de anlaşılmayınca 'Tekneye hürmet, kasvete zulmet' diye bitmiş fıçıları tokatlayan elleriyle tempo tutarak onu kestiler.  Şarkının erkek kılığında gemilerde çalışan efsane bir kadın denizciden bahsettiğini anlatmıştı sonradan eğri burun. Denize çıkıp geri dönmeyen erkeğinin peşinden onu aramak için yola çıkmış,  başka korsanlarla birlikte yabancı bir memlekette bilmediği bir limanda asılmıştı. Kadınları geri bırakmak için limana döndüğümüz sabah ani bir saldırıya karşı tetikteydik, ancak liman sakindi, altı martı boş iskelenin ucunda açığa doğru bakıyorlardı. Ahşap çerçeveler yenilenmiş, camlar tazelenmiş, saçılan mallar toplanmıştı. Malların karşılığı olarak doldurulsun diye verilen çömleğin yarısı İspanyol altın paralarıyla dolu, kalan yarısı boş gelince Kaptan gelecek sefere  limanı yakıp yıkacakları tehdidiyle kamarasına çıkıp kayboldu. Dukaları kumarda birbirlerine kaybetmelerini engelleyebileceği düşüncesiyle  saklasa da gece herkes kendi payını temsil eden kağıtlarla oyuna başlamıştı. Hamağı söküp boş haldeki serin ambara yeniden kurdum. Gece güvertede nöbet için kaldırdıklarında tekrar dönmeyip yıldızlarla ilgili elyazması sayfaları gazlambası ışığında okumaya koyuldum. Hareket eden ve etmeyen yıldızlar vardı. Sayfalarda ilerledikçe kayan yıldızlardan söz edilmediğini anlayıp dışarı çıktım. Denizin yerinde lacivert saydam bir boşluğun hafifliği vardı. Ayın ışığı lacivert  camlardan geçip altımızda avuç açan toprağın boşluğuna yoğunlaşarak dökülmüştü sanki. Gece boyunca deniz, zayıf yıldız ışıklarını bile üstünde gösterecek kadar durgunluğuyla saydam ve kaygan bir boşluk hissi veriyordu. Ölülerin ölü şarkıları, dirilerin diri şarkıları söyledikleri başka kıyıları düşündüm. Gemilerin, kayalıkların koruduğu adalara yakın dönüp daha kuzeye Venedik limanlarına doğru çıktıkları koya demir atıp beklemeye koyulmuştuk. Rüzgarın hafif hafif kendini hissettirmeye başladığı günlerin birinde hafif ve hızlı bir gemiyi iki güne yakın umutsuzca kovaladık. Rüzgarın şiddetini arttırmasıyla aramız açılırken sonunda takip ettiğimiz gemiyi ufukta tamamen gözden kaybettik. Ocak ateşlerine yakın yuvarlanan kervan köpekleri gibi inildeyip duran rüzgarda tedirgin edici bir oyunbazlık vardı. Bu bölgede artık Venedik bayrağıyla ilerlesek de kalın gövdeli çift top güverteli bir donanma gemisiyle borda savaşına girebilecek kuvvetteydik. Günler sonra yaklaştığımız başka bir gemi, içi ve güverteleri tıka basa zayıf ve perişan kılıklı insanlarla dolu olarak geçti. Silahlı oluşumuza aldırmadan dik biçimde suratımıza bakan tuhaf erkekler, kucaklarda hiç ağlamayan çocuklar, paçavra kıyafetli garip kadınlar, duman renkli gölgeler gibi tam bir sessizlik içinde kirli ve parçalanmak üzere olan yelkenlerle geçip gittiler. Bir savaşın, yağmanın yahut salgının vurduğu bir kentten kaçtıklarını hissettiren bir felaket havası taşıyorlardı. Onlarla konuşmak, soru sormak yararsızdı, dövüşecek durumları da kalmamıştı. Silahlarımızı alt güvertenin iki yanındaki merdivenlerin ortasındaki ahşap sandığa geri bırakıp, ne olduğunu anlamaktan çok hayvansı bir sezgiyle kıyıdan uzaklaştık. Ertesi günlerde yunus sürülerinin önünden kaçan balıklara ok gibi dalış yapan martılar haricinde hiçbir değişiklikle karşılaşmadık. Canı sıkkın olduğunda omuzuna koyduğu hayali kemanını çalan  italyanın gezici tiyatroda çadırını parçalayan ispanyollara karşı direnişini anlatmak için çıktığı üst güvertede uyuyakaldığı gecenin sabahında Kaptan'ın boğuk sesiyle uyandık. Akıntıyla karanlığın içinde sürüklenmemek  için açığa demir atılmıştı. Şafak daha yeni söküyordu. Güverte nöbetçileri sızmışlardı. Değişik yüksekliklerden birbirinin üzerine kayan külrengi bulutlarla kaplanmış göğün serinliğinden ürpererek rüyalarımızın bir devamı gibi görünen gemiye baktık. Üstünde ne bir hareket ne de yaşam belirtisi göze çarpan bu garabeti yürüten, çok geniş, kare biçimli,  fırtınanın doğradığı iki kirli yelkenin üstünde de birer büyük kırmızı haç güçlükle seçiliyordu. Kırık ve çürümüş direklerin, parçalanmış gri yelkenlerin, işlemez makara donanımlarının arasında ıslık çalan rüzgarın bize doğru yaklaştırdığı terkedilmiş gemiye tuzak endişesiyle   alışkın olmadığımız bir dikkatle tırmandık. Güvertede açtığımız bir kapıdan fırlayan iri fareler gemiye dağılırken Ters Kara hışımla geri sıçrayıp üstlerine ateş etti. Daha yukarıda, kaptan köşkünün hemen önünde  etrafı koklayarak boğazlarından gıcırtıya benzer bir ses çıkartarak, bizden çekinmediklerini açıkça ortaya koyan  benzer irilikteki başkaları da bulunuyordu. Kaptan onları yeni uyanıp buraya doğru bakan tayfalara gösterdi. İyi yüzebilen bu farelerin kalyona tırmanmamaları için, gözlerini açık tutmalarını söyleyen bir işaretti bu. Aşağı inen merdivenlere yaklaşırken gaz lambasının zayıf ışığını kalyon'dan atılan meşaleyi yakmakta kullanıp ilerlemeye devam ettik. Dar merdivenin yaptığı yarım dönüşten sonra dikkatle alt basamaklarda etrafı gözden geçirmek üzere durduk. Zemin bir karış kadar suyla kaplanmıştı. Karşıdaki kapının içine doğru uzatılan meşale birbiri üstüne yıkılmış kara barut çuvallarının üstüne devrilmiş bir cesedi aydınlattı. Suların altında yüzükoyun kapaklanmış olan adamın  yana açılmış kolunun üstüne denk gelip sulara dokunmadan kalabilmiş ince bir kerestenin üzerinden onlarca iri fare gidip geliyor bazısı iteklenerek suya düştüğü yerin ilerisinden geri tırmanırken kalasa tutunmak için kullandıkları dişlerini zaman zaman birbirlerine geçirip keskin sesler çıkartıyorlardı. Aşağıdaki cesetten ve duvarlarından yayılan küfle karışık çürük korkunç bir koku hertarafı sarmıştı. Bu geminin yükü her ne idiyse artık bizim işimize yaramayacağını tahmin ediyorduk. Yukarıdan sökülüp getirilen mutfak kapısını merdivenin önüne atıp hafif gövdemi üstünde dengelediğimde, uzanıp Kaptan'ın elinden aldığım meşalenin giderek zayıflayan ışığında kırmızı saçlı bir kadın gördüğümü sandım. Merdivenin altında üstüste konulmuş un çuvallarının birinin üstüne oturup dizlerini çekmiş, genç bir kız ona sarılmış haldeydi. Gözlerim loşluğa alışınca bana doğru tuttuğu titreyen namlunun ucunu iki defa öteye sallayarak ses çıkarmadan gitmemi  işaret etti. Bir ayağını yerdeki kapıya koyup dengesini ambar girişine dayadığı eliyle kuran kaptan, kendisine çevrilen silaha aldırmadığını hissettiren bir sesle, iki parmağıyla beni ileri doğru sürerek 'onlara zarar vermeyeceğimizi söyle' dedi. Ortak bir dil arayışına girdiğimiz kısa süre içinde Marla'yı gördüm. Merdivenlerden aşağı atılan her adımda  çoğalan, mayhoş, iç kamaştıran burukluğun,  kar suyunu anımsatan yakıcı serinlik duygusunun yayıldığı kaynağa ulaştığımı hissettim. Yaydığı olağanüstü hava öyle değişikti ki onun etrafında şekillenen dünyanın geri kalanını düşündüğüm zamanlarda aslında onun hiç var olmaması gerektiği sonucuna varırdım. Ancak ilk gördüğümde bende önce sadece büyük bir hayret uyandırmıştı. Kıskançlıkla bahsetmekten imtina ettiğim zehirli güzelliği aslında bizim için değişik bir perdeydi. Bu tuhaf havaya bir kılıf uydurmamıza bir isim bulmamıza yarıyordu. Onu bir an seyretmemi, sersemlememi ve susmamı bekledikten sonra, anadili olmadığını belli eden değişik bir İspanyolcayla "Annem sizden korkuyor" dedi. Bu sözde hem doğrulan silahı aşağı indirirken bir çeşit özür dileme hem de kendisinin bizden çekincesinin olmayacağını belirten bir meydan okuma hissediliyordu. Parlak kızıl saçları omuzlarındaydı. Bulutların mavi ışığı altında beyaz teninin  yüzünde soluk turuncu çillerle lekelendiğini farkettim. Gözleri parıl parıl şeytani bakışlara sahipti. Suratı sert bir kabuğu andıran Kırkayak bu gözlerle karşılaştığında her ikisininde cadı olduğunu, o gemiden sağ çıkmalarının da bunun en geçerli kanıtı olduğunu söyledi. Kaptan, kadının elinden aldığı üçlü döner namlulu değerli tabancayı kendi kuşağına sokup ona ağızdan doldurmalı tek atışlık silahını uzattı. Gemide Kaptan'ın dışında uğraş zamanı haricinde silah taşıyabilme ayrıcağına sahip olmakla ilgilenmediği gibi bu değiş tokuştan da hoşnut değildi. Kendine bakan değişik suratlı erkeklerin arasında bunun anlamını kavradığını hissettiren bir uysallıkla uzatılan silahı aldı yine de. Gevşekçe kavradığı silahı avucunda tartıp  elbiselerinin arasında gözden kaybetti. Kısa zaman içinde  gemi tayfasının güvenilir korsanlar olmalarına karşın denizde ele geçirilen herhangi bir  ganimetten paylarını istemenin zaman içinde tayfaların pek çoğuna  daha adil görünebileceğini seziyordu. Katran fıçısını güverteye devirip leşin ekşi ve sert kokusunun sersemlettiği uğursuz salgın yerinden yeterince uzaklaştıktan sonra tutuşturarak fırlattığımız oklarla tamamen ateşe verdiğimiz gemiyi açıklarda yanar halde bizimle birlikte sessizce seyrederken onların da bizim kadar bu gördüklerinden zevk aldıklarını hissettim. 

 

 

Çürümüş geminin omurgasında  uyuyor

Ateşten ve külden yapılmış parlak gecenin içinde

 

Limanın uyuşuk ışıkları geceyi ateşe versin

Tepeleri saran sis vadinin kadehine dolsun

Parçaları denizin tuzlu dişlerinde şimdi

Kumların arasında dağılmıştır gemisi derinlerde

 

 

 

 

 

İkinci Bölüm

 

Altından geçip gittikleri gemiyi önce yüksek  bir tepeye tırmandırıp, ardından büyük dev bir çukurun içine çeken dalgalar, rüzgar onları birbirine karıştırıp yönlerini yitirdiklerinde  denizi dengesizce çalkalarlar. Ayakların toprağın huzurlu sabitliğini aradığı, iradenin kaybolduğunu hissettiğin o saatte, geminin doğrultusunu belirleyebilme kabiliyeti de elden çıkar. Dalgaların altı yönden sarıp saldırdığı, ruhunun debdebe ve uğultudan sıyrılıp adeta daha uzak ve sessiz bir göğe çekildiği, nefessiz bir hafifliğin içinde kalıverdiğin bu yerde, başka başka yönlerden yaklaşan dalgalar, güçlerini yitirmeden birbirlerinin içinden hayret uyandıracak biçimde muntazaman geçip giderler. Böyle zamanlarda bazı tayfalar kaybolur ve bir daha görünmez. Türlü şeytanlıklar içinde kaynayan bu cadı kazanına düştüğümüzde, bizi bu belanın içine sürükleyen kahredici uğursuzluğu açıklayamasak da dalgalarla savrulurken lanetler ediyor, masumiyetlerini kanıtlamamış efsunlu değişik kadınların tekneye gelişinin mi, yoksa ataların adetlerini bırakıp  kalyon sevdasına düşen yeni kaptanların birinin peşine takılmanın mı  bizi perişan ettiğini bilmiyorduk. Belki sonunda dalgın Şeyhin dediği çıkmış, alınan beddualar hayli birikip üstümüze kara bir yağmur gibi yağmaya başlamıştı. Meraklı bir melek yaptıklarımızın yazılı olduğu defterleri  zamansız açmış,  ortaya çıkan günah bulutu gökten üstümüze, lanet getiren kara bir nefes gibi üflenmişti. Gerçi dalgınlığı açığa vurulduğunda gülümseyerek geçiştiren Şeyh, bunda bir lanet yahut  karalık da bulmazdı. O böylesi erken bir karşılığı adeta bir ödül, neredeyse hayırlı bir olay saydığından, onun bazen -haşa- anlayışsızlığına hükmeder, hikayemin her neresindeysem de anlatma isteğim sanki kapı açıldığında bir an titreyip kısılan mum alevi gibi azalır,  kaybolurdu.

Açıklarda yanan gemi, alevler alt katında barut çuvallarına ulaşmasıyla peşpeşe iki büyük patlama yaparak parçalanıp sulara gömülmüştü. Serin bir esinti, tedirgin edici dengesiz biçimde yelkenleri pır pırlandırıyor; güneş önünde bulutlar, yeni kadın ve kızının saçları gibi kızardıkça kızarıyor, onların açık saçlarının karışması gibi, sanki bize görünenden başka bir göğe bakan lacivertten karaya çalan sular birbirine karışıyor, ölü insan ruhlarının, kara farelerle kaynaştığı gemilerini bize yaklaştırdığı saatteki gibi rüzgar, kızaran bulutları da hızla kalyonumuza, açık denizdeki tek sığınağımıza doğru sürüklüyordu.

Fırtına patladığında ana yelkenleri toplamak için halat çekmeye koyulmuştuk. Ters'in kopardığı bağırtıya yetişip, ince halatın arasına çakılmış tahtalardan yapılmış şeytan merdivenine hızla tırmandım. Direklerin birbirlerine tutundukları yakaya ulaştığımda, yanımdan çektiğim bıçağı ağzıma yerleştirip gövdemi yelkenlerin asıldıkları seren direğinin üstüne yatırıp ilerlemeye çalıştım. Çalkalanan denizin uğultu ve sallantısında ellerimi serbeste çıkartamayınca tek elimle bağları kesmeye uğraşıyordum. Yelkenleri kısa zaman içinde kurtaramazsak, ya direndikleri rüzgarın önünde parçalanacak, yırtılacak ya da bağlandıkları direkleri kıracaklardı. Ana direğe geri dönüp daha yukarı tırmandım. İkinci yakaya ulaştığımda  dengesizleşen tekneyle yana devrilmek üzere olduğumuzu hissettim. Büyük gülleler günler önce aşağı taşındıklarından, o an için kurtarıcımız oldular. Aksi durumda lumbar kapaklarına doğru yığılmalarıyla yeniden doğrulmamızı imkansız kılacak ve gemi su alarak yavaş yavaş batacaktı. Çoğu taştan ve kayadan büyük gülleler en aşağıya dizilmiş haldeyken, yolları demir toplarla  hayli uzağa düşmüşse de kendi ağırlıklarını, tekneyi dengede kılmaya yarayan salmanın ağırlığına katmış, dalgaların ve rüzgarın vuruşları karşısında hırpalanan gemiyi şimdi dengede tutmaya yarıyorlardı, çünki pek çok gemiyi bilinenin aksine hafifliği batırır. Tırmandığım ikinci yakada artık uğultunun boğduğu bağırışları işitemiyordum. Demir halkadan geçmesin diye atılması gereken basit düğüm yerine, halatları birbirlerine bağlamıştı  Yamuk. Çözmek için  bağın merkezine baskı yapan gerilimi azaltıp, yukarı doğru esnetmek lazımdı; yelkenleri indirmek için aşağıdan çekmemizse düğümü iyice sıkıştırmıştı. Dalgalar yaptığı oyuklarla bizi yutacak gibi içine çekerken, bir an sonra hızla köpüklerin arasında yükseltip sağanağın içine teslim ediyor, aşağıda ayakta kalmayı çalışanları deviriyor, eşyaları savuruyordu. Göğün tatlı suyuna karışan denizin acı suyu birleşerek gemiyi ve beni baştan aşağı yıkıyorlardı şimdi. Tırmandığım yükseklikte,  gövdesinden ve gerilen halatlardan çıkan gergin seslerle gemi yana doğru yatarken, sancak yönünden yükselmiş dalga duvarına dokunacak gibi yaklaştığımda, köpüklü denizin yeşil ve mavi karanlığına savrulmamak gayretiyle elimi atıp tutunmaya çalıştığım ne varsa şimdi ham, hantal ve kaba geliyordu.  Kavrayamadığım ana direk  avuçlarımın arasından kayıp giderken, ona tutunmuş serenler, serenlere tutunmuş yelken halkaları, halatların oynadıkları makaralar, iskele babaları kadar biçimsizdi. Parçalanmaya teşne  gözetleme sepetine yapışıp bağları kestiğim halde yelkenler kurtulmuyor, direği zorluyor, gemiyi sarsmayı sürdürüyordu.  Makarada sıkışan bir başka halata uzanıp parmaklarım sıkışıncaya dek bütün gücümle çektim.  Buradaki duruma aklı yetişmeyen Kaptan'ın türlü hakaretlerle yelken halatlarını kestiğimden beridir  kustuğu nefreti, benim gibi o an yukarı tırmanmış olan ön direkteki Yamuk'a doğru aktardım. Ortak sorumluluktaki ana direkte yaptığı hatalı düğümleri  ön direkte de tekrarlamıştı. Aynı yükseklikte bulunduğumuzdan o da benim kadar savruluşları sert hissediyor olmalıydı şimdi. Gemi, eğildiği karanlık denizden diğer yöne yatarken ip merdivenin basamağına sıkıca tutundum. Gerilip patlayacak gibi gıcırtılar yapan gemi yeniden doğrulurken ana direğe çarparak kaymış, olgunlaşıp ağırlaşmadığı halde, sopayla vurulmuş ham meyvalar gibi aşağı düşmüştüm. Gökten gelmediğine emin olduğum tok ve uzun süren bir çatırtı koptuğunda, baş kıç vuran geminin  ortasından kırıldığını ve birdenbire sulara gömüleceğimize olan inancımla denizin dibinde almaya uğraşacağım bir sonraki nefesin tuzlu ve keskin acısını geciktirebilmek için derin bir soluk alıp, başımı ellerimin arasına saklayıp, gözlerimi yumdum.  Baş kıç vururken ortasından çatlayıp suya gömüleceğimiz bu ani  batışta, denizcinin kaderinin görünmez bir zincirle gemisine bağlandığına  inanırdık. Artık kendi zamanımızı doldurmuş, başka bir zamana gidiyor olmalıydık. Belki de içlerini merakla seyrettiğim anlaşılmaz mekanik saatlerin dokunduğu bütün  zamanların dışına kayıyorduk. Denizci, kaderinin bağlandığı gemisiyle birlikte dibi bulmadan, yeniden yüzeye çıkamayacaktı.

Güvertede devrildiğim yerde, yediğim tekmeyle ayaklanıp kalabalığın koşuşturmasına katıldım yeniden. Çatırtı, güneş ve yağmuru yiyerek tahtaları çürümüş  cilası çözülmüş silah sandığını dolu halde sürüklemeye çalışmalarından  kaynaklanmıştı. Sandık gevşek saplarından kaldırılırken sallantıda yere çarparak patlayıp dağılırken muhafaza ettiği silahlar etrafa saçılmıştı. Bir telaş dalgasıyla güverteyi kaplamış tayfalar, başka bir telaş dalgasıyla şimdi aşağı koşarken, dağılanlardan kılıç, pistol, tüfek, barut şişeleri, saldırmalar, kemerler ne bulurlarsa yanlarına alıp merdivenlerde kayboluyorlardı. Ahşap ızgaraların üstünden sıçrayıp ben de onlar gibi karanlığa daldığımda, merdivende bilmediğim birilerinin omuzlarına basıp aşağı atlayıp karanlığa sindim. Işığın geldiği yerden ellerinde kılıçlarla aşağı dökülen tayfalar, geceyarısı gizli bir toplantının yapıldığı kalabalık bir  yeraltı meyhanesini  basan yeniçerileri andırıyordu.  Sığındığımız bu yerde Kaptan'ın hala süren emirlerine aldırmıyor ve giderek ambarlara doğru çekilip az önce üstünden geçilen ahşap ızgaralardan göğe bakıyorduk. Subay, kendi nöbetinde sabaha karşı ayın etrafındaki değişmeyen geniş hareyi görmüş, harenin ortasında ayın içine doğru beliren kırmızı ve mor lekeleri fark ederek ani bir fırtınayı aşağı haber verdiği halde, duvara çakılı yataklarda, gelişigüzel kurulmuş hamaklarda, kumaş sandıklarının tepelerinde, yerlerde korunmasız halde yatanları uyandıramamış, uyanan denizciler de  güverteye sıralanıp büyülenmiş gibi yaklaşan lanetli gemiyi seyretmişlerdi. Şimdi değerli bir kalyonu ellerinde tutan korsanlardan çok, yazılı kaderlerine bilmeden sürüklenen bir köle gemisinde yahut bütün mahkumlarını tek bir gardiyanla taşıyan kervanın zincire vurulmuş kol kol yürüyen acayip mahlukatları andıran mahpusları gibiydik. Fırtınanın şiddeti dinmeden yukarda yapacak bizim için hiçbirşey olmayacaktı, denizin avucunun içindeydik. Son yağmalanan gemiden alınan malzemeler ya da limandan yüklenen turşu fıçılarıyla birlikte gelen kahverengi ve siyah renklerde parlak zırhlar giymiş gibi duran kakalaklar geminin bu kısmında hayli çoğalmış, tutunmak için sıralandığımız köşelerde, ayaklarımızın altında çatırtılarla eziliyor, bazıları dalgın halde dolaşmayı birdenbire hızlandırıp sandıkların arasında kayboluyorlardı. Dizlerimin üzerinde emekleyerek yuvarlak kapı boşluğundan çıkıp, karşı çaprazdaki  ambarın açık kapısına hamle yapmak için geminin o yöne yatmasını bekledim. Hemen yanımdaki dar ambarsa ağzına dek sandıklarla doluydu. Çarpışmanın kenarında dururken daha önce hissetmediğim kadar ölüme yakın olduğum şu an, değişik silahlı kadını ve efsunlu kızını aramak, onlara kurtulabileceğimize dair ümit vermek istiyordum. Gemi şimdi baş kıç vurmaya başlamıştı yeniden. Girdiğim ambarın fıçı ve kolileri birbiri üzerine devrilip boşlukta sürükleniyorlardı. Boyasız tahta sandıklar, birbiri üstüne yığılmış katran sürülmüş halatlar, soyduğumuz son kalyondan gelen hala çamurlu demirleme halatları, yedek direkler ve serenler, içlerinde tavukların oradan oraya savruldukları tavuk kümesleri, başka kalın halatlar, küflü yelkenler, tuzlanmış etler, su, rom ve şarapla  dolu sayısız fıçı arasında telaşlı keçilerin yuvalarının arkasındaki karanlıkta da onları bulamayacağıma inanıp sarhoş gibi savrularak dolaşmayı bıraktım. Sırtımı geriye yapıştırıp,  yeniden dengemi bulduğumda, çarpışıp dağıldıktan sonra hep birlikte bir tarafa kümelenen eşyaların, dansa çok benzeyen iradesiz hareketlerini izlerken, keçi kafeslerinin arkasındaki karanlık boşluktan bana bakıldığını hissettim. Benden saklanmış olsalardı da buna şaşırmayacaktım. 'Kaptanın emriyle durumunuza bakmaya geldim' gibi birşey söylemeyi planlıyordum, oysa içten içe umduğum bu felaket anını birlikte atlatarak  yakınlıklarını kazanmaktı. Açık rom fıçılarından birinin devrilmesi geminin bu kısmında kakalakların sonunu getirmişti. Duvarlarda yan yan yürüyerek terk ettikleri ambara bir hafta kadar bir teki bile yaklaşmayacak, rastlantı sonucu devrilen bir başka fıçıdan sonra kaptan'ın kamarasına yerleşeceklerdi. Annesi ve Marla elbette. Kakalaklara karşı yürüttüğümüz tutkulu ve disiplinli mücadeleyi ise kaybedecektik. Ambarlardaki yayılışlarına uyum gösterdiğimizde güverteye tırmanacak,  tüm geçiş yollarını kapattığımız, tahtaların arasını katranladığımız halde el atılan kıyafetlerin arasından dökülüp, yemeklerin içinden fırınlanarak çıkmaya başladıklarında, güvertede bizi koruması için birkaç iri  kedi  beslemekten, başka bir gemiye geçilmesine kadar pek çok olasılık hararetle tartışılacaktı. Ancak o sırada dökülmüş romun iç bayıltıcı kokusu henüz büyük nefretimizi kazanacak kadar çoğalmamış kakalakların fırtınaya aldırmaz görünen neşeli yürüyüşlerinden daha hoş gelmiyordu.

Sakin ve duru yüzünün karanlıktan bana yaklaştığını hissettim. O an zayıf kuşkularım da güneş önünde eriyen bulut misali yok oldular. Hatırladığımdan çok daha olağanüstü bir güzelliğe sahipti. Söylemek üzere hazırladıklarım şimdi sadece güçbela hatırladığım eski ve başka bir dünyaya ait kalmışlardı. Daha önce görülmüş hiçbir şeyle bağ kuramadığımdan, bir yerlere tutunup, aklımda yer etmeyen tuhaf havası, alışık olmadığım türden bir çaresizlik duygusu yaratıyordu. O, bir toplulukta bulunduğu zaman bu duyguya kapılan pek çok kadın ve erkeğin bu çaresizliği o an o orada  hazır bulunmuyormuş ya da olduğu şey değilmiş gibi, gözlerine hiç bakmadan çözmeye gayret edişlerine tanık olacaktım.

"Marla" dedi yüzünü yaklaştırarak. Boşluğa fısıldamıştı ismini. Herşey aslında bu kelimede düğümlenip kalır. Alışkın olunmayan türden bir iltifat gibi tonladığı 'Marla' da. O an varlığından habersiz olduğum kapıların anahtarının sunulduğunu hissederim. Bu, ne anlama geldiğini bilmediğim bir müzik, ikinci kaptan'ın kulağını dayayıp sanki kendi duyuyormuşçasına çaldığı hayali kemanı gibi, keman hali hazırda yoksa da ona mutluluk veren, kendinden başka hiçbir varlığa yer açmayacak denli de varolan garip bir sırdı. Onu ararken aslında onu yeniden görmeyi hiç beklemediğimi hissederek "Marla" diye sevinçle tekrarladığımda, ne söylemeye çalıştığını anlayamadığımı düşünmüştü. Gözlerini kırpıştırıp, saçlarına dokunarak "Marla benim adım" diye güldü. "Bizi satacak mısınız?" Hayatta kalacaklarına emin olmaları beni de neşelendirmişti. Telaşımı hafifletmiş ve bu saf güvenlerini paylaşmamı sağlamıştı. Dışarıda kaynayan bela denizinin fokurtuları, kütüklerle gövdesi dövülüyorcasına dalgaların her  çarpmasıyla her tok sesle sarsılıp yana yatışımızda, inleyip gıcırdayan teknenin omurgasından gelen seslerle, bütün tekne bir sızlanma ve yakınma halindeyken, sakinlikleri ve durulukları bana, ilk defa deniz yolculuğu yaptıklarını düşündürüyordu. Yolcular sert bir fırtınayı uzun bir yolculuğun değişmez  parçası saydıklarından yahut denizle ilgili duydukları fırtınaya yakalanıp kurtulan gemicilere dair oluşundan olsa gerek, eski ve sert durumlara alışkın gemicilere iltifat kabul edilen deniz kurtları kadar başlarına geleni metanetle karşılarlardı. Şiddetli biçimde sarsılıp geminin altının yeniden denize çarptığı an  dalgaların gövdeye şiddetini arttıran bu koçbaşı vuruşlarına  ahşap kalemizin daha ne kadar dayanacağı meçhuldü. "Ne kadar değerli olmanızla alakalı" dedim Marla'ya. Yakınlığının, kendilerine çizilen kaderin yanıtını araştırmak için yapılmış bir hamleyi andırması beni sinirlendirmişti. Benim yanıtı bildiğim ve uygun biçimde hareket ederse benden öğrenebileceği zannındaydı. Bu onunla ilgili ilk yanıldığım şeydi ve elbette o sırada farkında değildim. Kötü zanna sahip olduğuna inanmak beni ondan uzağa sürüklemişti. "Kaptan çok değerli olanı kendine ayırır" diye devam etmem iyice soğuk bir hava yarattı. Kendi aralarında anlayamadığım bir dil tutturmuşlardı şimdi. Nihayet Marla "Annem senin kaba biri olduğunu düşünüyor" dedi hayli mesafeden. Kendi hissettiği uzaklığı dahi bana ulaştırmak istemediğini düşündüren saygılı bir uslupla söylemişti bunu. Sıkışmış halatları hızla gevşetirken soyulan ellerimin hala üstümden dökülen deniz suyuyla sızlayıp yandıklarını duydum. Marla! Anlatmak istediğim yalnız o, ama ona dair anlamlı tek bir söz söylemekse ne zor! İçinde yazanların çoğunu onaylamadığından Şeyhin saklı risalelerinden birinde bu türden bir çaresizlik duygusunun hakim olduğunu anımsıyorum. Nasıl bilebileceğimizi anlatan diğerlerinin aksine, neden bilemeyeceğimizi anlattığından ilgi çekiciydi. Başka tekkelere günlerce yoldan taşıdığım, getirip götürdüğüm mühürlü mektupları açmasam da,  çoğu pek kısa olan bu risaleleri nehir geçişlerindeki sığ kumluklarda, ağaç altlarında, yol kenarlarında  defalarca okurdum. O eski risalenin söylediği gibi, kainatta en ufak parçanın dahi anlamını yerini, ona dair herhangi bir şeyi, layıkıyla söyleyebilmek için, nasıl  aslında bütünün amacını, anlamını kudretini bilmek zorundaysak; ve nedenler nedeni de daima gizliyse, çözümsüz ve çaresizdik. Herşeyin bir an'ın içinde anlaşılamamazlığı ve Allah'ın dünyaya düşen zaman bakımından gölgesi bilmecesinin anahtarı kayıptı, belki yok'tu. Yani herşey böyle ışıl ışıl bir görünüp bir kaybolurken yavaşça gözlerimizin önünden geçirilen bütün bu şeyler; yavaş yavaş olup bitmeden aslında tek bir anda zaten saklı olanın görülememesi bilmecesi. Ne söylemek istediğim  başka bir zamanın içinde kendini  belki bana da gösterir. Belki de kaptanın  öfke nöbetleri gibi anlaşılmazdır bu da. Aşağı doluşanlar dümenden seslenen kaptanın bağırmalarına ve emirlerine duymamazlık ediyordular; çünkü artık zamanın bizi savurduğu bu yerde iradelerimizin alındığını, denizin ortasında yalnız başımıza ceviz kabuğu misalı sarsılıp sallandığımıza inanmıştık. Kaptan'ın sesinde şimdi ardarda sıraladığı küfür salvolarının ardından, tutulmayacak yeminler ve adaklar arasında tanımadığım bir zayıflık vardı. Onun yanına vardığımda kendini dümenin altına bağladığı halatı gevşetiyordu. Fırtınanın sertliği kırılıyordu. Beyaz gökyüzü altında köpüksüz dalgaların çalkantısıysa geceye dek devam edecekti. Haritadaki işaretler fırtınadan sonra kaybolmuş, nerede olduğumuzu bilmeden, tahmini bir görüşle ilerliyorduk. Gözetleme sepetinde yalnızdım, aynı fırtınada Yamuk'ta sulara karışmıştı. Demir halatını etrafına dolayıp topladığımız ırgatın ayaklarından biri yerinden kurtulmuş, çapa serbestçe aşağı akmaya koyulmuştu. Çapanın ucunda ağırlık veren zincir halkaları sona erip halat kısmı başlayana dek hızla denize akarken Yamuk yetişmiş, zinciri çekemese de o haliyle sağlam bir bağla daha fazla akmasını önlemişti. Kaptan bu sırada dümenden hayli seslendiğini tekrarladı anlatırken, ancak onu duymadığımıza inandığından "İçine tükürdüğüm..." diye hırlamıştı  rüzgara ve denize. "Karadakilere kızıp öcünü bizden alır'

Bizden büyük gemileri erken fark etmemize yarayan tek göz dürbünü yüzümden çekip denize çıkalı kaç gün olmuşsa olsun gemidekilerin duymaya can attıkları biçimde sonunu uzatarak "Kara göründü!" nidasını kopardığımda evvelden de görülen gri dağları uzun zamandır bulut saydığımdan karaya hayli yaklaşmıştık. Pek çok değişik  bayraklı geminin demir atıp sandallarıyla kıyıya çıktıkları büyük limanda tedirgin edici bir hareketlilik vardı, İmparatorlukların yeni bir savaşa hazırlandığı, uzaklardan  çağrılan gemilerin istihbarat topladıkları, kara barut istifleri, yenilenen toplarla  savaş konuşuluyordu ve limanda kalmanın bela aramak olacağı, çok kalınamayacağı karaya çıkılan saatte anlaşılmıştı. Çoğu zaman savaş sohbetleri aylarca konuşulduktan sonra unutulur giderdi Akdenizde eskisi kadar güçlü sayılmadığımız ve gavurların eksilen kuvvetimizi kısa zamanda bize görünür kılmak için ellerinden geleni yapmaya hazırlanacakları muhtemel savaş bizim için de çok zamandır  sır olmaktan çıkmıştı. Böyle bir zamanın er ya da geç geleceğini biliyor ve bunun konuşulmasını doğru bulmuyorduk. Kendi aramızda yaptığımız konuşmalar, tedirgin bakışlar ve fısıltılar büyüttüğünde Kaptan İspanyolca 'Kendi halindeki kumaş tüccarlarına artık eski saygı gösterilmediğini' bağırdı. Açıklarda her ne olursa olsa da limanlar savaş zamanları dışında bir dokunulmazlık zırhı içindeydi. Herkes herkesi tanısa bilse de kimse birbirine ses etmez, işler zora koşulmazdı. Kara  ve deniz dünyası sanki gök ve yer gibi ayrılır limanlarda. Denizci milletinin ait olduğu yerle karanın buluştuğu güneşin ateş renklerinin birbirine karıştığı ufuk çizgisiydi limanlar. İhtiyaçlar tedarik edildiği halde kaptanın son fırtınada savrulurken karaya ayak bastığında kırk fakiri sevindireceğine dair ettiği yemin içimizde saklı bir sıkıntı ama gün gibi de açık ve parlak duruyordu. Eğri burun meyhanenin etrafını çevirmek üzere takviye kuvvet isteyen askerleri haber verdiğinde, oynadığım tek göz dürbünü elimden çekip iç cebine yerleştirirken "İşler zorlaşacak" deyip benim de içime bir sıkıntı düşürdü. Kaptan'ın hep birlikte kılıç kılıca uğraşa girmekten çekinmekten değil, yeminini tutamadan yeniden denize açılmaya mecbur kalmanın canını sıktığını hissediyordum. Sonunda pek çoğu pespaye kıyafetler içindeki yarı aç yarı tok dolanan korsan milletininde fakir insanlar olduğunda karar kılıp,  geleneklerine uyarak lezzetli bir şarabın fıçısına – Allah hepimizi affetsin- on duka tokalayıp  yuvarlaya yuvarlaya sokağa çıkarttım ve gelip geçene dağıtmaya koyuldum. Sonuçta  gemici milletinin hepsi toptan aşağılık kötü ve cahil değildir. Hatta öyleleri vardır ki sürekli toprak tutkusuyla yanan kara adamlarından, her an herhangi bir şey için ölmeye hazır olmalarıyla üstün giderler.  Onlarıda Allah'ın gariban kullarından saymak gerekir. Karşı meyhanelerden çorba taslarıyla başımı çeviren kalabalığa şarap dökerken, dalgın halde hala denizlerin bir yerinde açıklarda savrulan dalgaların hepbirlikte avlanan büyük ve saldırgan hayvanlar gibi saldırılarıyla çarpışanları hayal ettim. Yamuk, serbest kalışını fark ettiği zincire bağlı halata can havliyle yapışmamış, ince yelken halatları için çakılmış demirlere tutturup sağlam şekilde defalarca etrafına dolaştıramamış olsaydı çıpanın takıldığı derinliğe kuvvetle çekilip parçalanacak ve  hepimiz şu an onunla birlikte çimlenmiş ovalar gibi yeşil ve sakin titreyen denizin dibinde yatıyor olacaktık. Öte yandan, yazgımızda bunun olmadığını da yaşayıp görmüştük. Beni boş hayallerle, yersiz kuruntularla oyalayan şeytana küfredip boş fıçıyı hergelelik olsun diye yolda yuvarlaya yuvarlaya gemiye doğru yollandım. Beklediğim biri gelmemiş gibi üzüntüye kapılmıştım. Aklımda hala nöbetleri paylaştığımız Yamuk vardı. Pek çok insanın neden öldüğünü anlamak kolay değildir. Onlarla konuştuğunuzda daha yaşayacak pek çok günleri olanlar gibi şen şakrak kahkahalar atar, şu ya da bu konu üzerine uzun uzadıya fikir yürütürler. Ardından öldükleri haberi gelir. En son hali aklınıza gelir de şaşırdıkça şaşırırsınız. Yamuk böyle değildi. Fırtınanın çıktığı sabah onu geminin kıçında kusuyor sandım ama neredeyse boğula boğula ağlıyordu. Böyle nöbetlere alışık kaptan karı gibi kıkırdayan dümenciyi gönderip dümene geçmiş, ona dönüp bakmamıştı, ben de orayı terk edip güverteye indim. Marla'yı gördüğünde onda da ilham verici harikulade bir etki yarattığını keşfetmiştim. Çakalların parçalamaya şimdiden gönüllü oldukları taze etin kokusunun daha ötesinde kalan,  Marla'nın olağanüstü varlığından yayılan, aramızdaki  sonsuz görünen mesafenin sarhoş edici ve nefes kesen yolun, can yakıcı ve kapanmayacak  uzaklığını duyuran etkiydi bu. Üstünü rüzgarın sıyırdığı çekice benzer kızıl bulutlar sert fırtınanın sağanakla birlikte geleceğini haber verse de hangi çekiç, hangi suları parçalayabilmişti.  Bu yolda ölenler kaybedilen savaşlarda şehit düşenler gibi buruk hatırlanır. Kendi katılığımızdan başka hiçbirşey bu felaketin sorumlusu değil. Yamuk kaybolup gitmişti, belki böyle bir vesile olmasa da kendini öyle bir gecede denize atacaktı. Yalnız ölülerin yolu katidir. Onların tuttukları yolun yanılmaz, şaşmaz ve tek oluşu ilham vericidir. Allah gittikleri yolda onları muzaffer kılsın. Bizimse gittiğimiz yolun nereye varacağı her an belirsizliğini korur. Allah hayırlı yollarda gidenleri muzaffer kılsın.

Kara lekeler belirip de geldikleri karanlıklara canlı adamı söküp götürdükleri kara ölümü anlattı o akşam Marla'nın annesi. Kaptan'ın kamarasında yemek yemekteydik.

Kara ölüm, yaşadıkları kasabayı kuşattığında arazilerini ve evlerini kısa süre önce kiliseye bağışlamak zorunda kaldıklarından ellerinde kalan birkaç parça altını gizleyerek gitmek üzere hazırlık yapmış, kervan olup uç uca eklenmişler. Gittikleri yerlere de bu ölümü taşımışlar, sonra öyle zaman gelmiş ki kara ölüm onlardan daha önce varır olmuş. Böylece hastalığı yayanın gezici bir tiyatro topluluğu olduğu anlaşılmış. Çünkü onların uğradıkları her kasabada er geç bu illet beliriyormuş ve aksi gibi bütün kasabalara, en ücra köylere dahi uğrayarak dolaştıkları kısa zamanda anlaşılmış. Onları kimisi boynuzlu ve kuyruklu şeytanlar kimisi yanlarında getirdikleri hayvanlara kutsal ilahiler okutarak kiliseyle alay eden şarlatanlar olarak anlatıyormuş. Geriye doğru dans ederek kurban etmek üzere istedikleri bebekleri vermeyen köylüleri lanetliyor, geceleri süpürgelerine binip  köyün etrafında dolaşarak  kara ölümü masum insanların evlerinin üstüne saçıyorlarmış. Marla'nın annesi, onların sadece bütün seyircilerin oturduğu tiyatrolardan kurmak için para biriktirdiklerini söylemişti sonradan. Hayli yeteneksiz ama çok hevesli oyuncular şehirde temsil verdikleri soylulardan herhangi bir aileyi arzu ettikleri salonu açmaya ikna edemeyince kendileri yola koyulmuşlardı. Şeytan ve yanında gezdirdiği cadıların etrafta uçup, mezarları bozup, şarkı söyleyerek ölüm saçmalarından kurtulabilen bir avuç insan böylece terkedilmiş limana inmişti. Burası hastalığın ilk görüldüğü günlerde tamamen boşaldığından kapalı kapıları kırıp, evleri ve mahzenleri yağmalayarak buldukları işe yarar birkaç parça eşya ve biraz yiyecekle denize açılmışlardı. Gemide ölümler pek çok kişide aynı anda hızla başlayıp yayılmış, iki haftayı bulmadan yaşayan hiç kimse kalmamıştı. Son adamlardan biri ölümün gemiden yayıldığına inanıp karısını da alarak sandalla onları terk etmişti. Gemiyi yöneten hiçbir yelken, hiçbir kürek kalmadığından nehire bırakılmış tahta sandık misali ilerlemiş, kalan yiyeceği yanlarına alıp sandalla  ayrılanların ardından biz onlara rastlayana dek yalnız kaldıklarını anlattı. Kaptan oluşan ilk sessizlikte onları köye yerleştireceğini ve güvende olacakları haberini verdi.  Fırtınalı çok zor geçen günün ardından karadan yeni ayağımızı kesmiştik oysa. Fırtınayı atlatırsak kırk fakiri sevindireceğine dair ettiği yemin dahi henüz usulünce tutulamadan denize açılmanın sıkıntısına garip kadın ve kızının birkaç hafta daha gemide kalacakları haberi çoğunluğu huzursuzlandırmıştı. Kasnaklarını dağıtmış eski ahşap şarap fıçılarından  ikisini çıkartıp sokakta gelen geçene dağıttığımı, sonuçta gemici milletinin toptan aşağılık ya da kötü sayılamayacağını, onların da Allah'ın en gariban kullarından olduğunu tekrarlayıp dursam da, akşam liman geride kalırken yaptığı işteki haksızlığı ve saçmalığın felaketimize yol açacağını ileri süren gemi adamlarından biri kavga etmek istediğini belli etmek ister gibi göğsünü iyice şişirip öne çıkarmıştı.  Bundan destek alarak Annesi ve Marla'ya  yaklaşmak istiyordu. Kuşağına koyduğu saldırmasına el atıp Kaptan'a hitaben konuşmaya girişti. Diğer tayfalardan da bu fikirde olanların çokluğu ancak sessizce vaziyetin gidişatını izledikleri belliydi. Adamın ağzı iyi laf yapmakla beraber çekincesi yoktu. Sözün ucu giderde gitmemesi gereken yere dokunur diye sakınma göstermedi. Birkaçının arasından itekleşerek geçip onun arkasında bekleyenin yanına iliştim.  Kavga çıktığında böğrünü deşmek üzere gözüme kestirmiş halde sessiz bekliyordum. Hali hazırda destekleyici bir söz söylememiş olmasına rağmen, tayfaları canlandıran oydu. Kötü bir adam olduğunu açıkça ortaya koyan garip gülümsemesine eşlik eden iyice belirgenleşen sinsi ifadesinin kıvrandığı kıvrımların belirip kaybolduğu, kısa boynunda taşıdığı  dengesizce sonradan eklenmiş gibi duran hafif eğik büyük kafasıyla, küçümseme dolu bakışımı değiştiremediğim için uzun zamandır yanındayken saygıdan bakmıyormuş gibi yapıp başımı kaldırmadığım bir ihtiyardı; otuzunu aşabilmiş kaptandan başka sadece o vardı gemide. Zeka gerektirmeyen küçük kötülüklerin adamı. Durumun nereye varacağını kontrol ediyordu. Kaptan iyice dinlediğine kanaat getirdikten sonra “İçinizde de benzer fikre sahip olan var mı?” dedikten sonra ses çıkmadığını görüp kılıcıyla adamın gövdesini aşağıdan yukarı öyle hızlı biçimde çizdi ki neler olduğunu gövdeyi parmaklarının ucunda yükseltip küpeşteden denize fırlattığında tam olarak anladık. Kara, uzakta sayılmasa da ona tutunması için boş fıçı fırlatan ahçı da farkındaydı ki çiziklerin açtığı yaradan fışkıran kan onu kıyıya ulaştırmayacaktı. Haftalar sonra karaya çıkmamızın ardından an be an, Kaptan'ın öfkesinin de işini bitirmiş bir erkeklik nişanesinin hissizleşmesi gibi sakinleşmesine tanık olduk, böylece köye vardığımızda onu tanıdığım haline kavuşmuştu yeniden. Yolumuzu kestiklerinde 'sakalımın suyunu daha yeni sıktım' deyip sarıldığı, dağın aşağılarında dolaşarak hem soygunculuk yapıp hem de ani baskınlara karşı köyün güvenliğini sağlayan bazısı yakın akrabalarımız olan haydutlara hazırladığı parçaları dağıtırken neredeyse neşeli bir hali vardı. Fakat Kaptanın kendi içinde yaptığı gizli pazarlık sonuç vermedi ve karısı onu ikinci bir eş olarak kabul etmeyeceğini kesin biçimde bildirince, -Ondan hastalık saçan gavur kadın diye söz etmişti- zaten bu olanlar hakkında o sırada hiçbir fikri olmadığına inandığımız kadın da tandırda pişirilmiş yufka ekmeği, keçi peyniri ve bir kısım yolunmuş ot ve çaydan ibaret mütevazi sofrayı işaret ederek kendi dilinde alçakgönüllülükle şükranlarını iletti. Bu dağ yollarından, nehir kenarlarından yolunmuş otlar başka başka isimler alarak değişik biçimlerde bütün bahar mevsimi ve yaz boyunca karşımıza çıkartılırdı. Kaynatıldığında  duruma göre çay ya da çorba ismi verilse de tatları hayli kötüydü.

Dağ köyüne  birkaç günlük tırmanışla varılır ve atlar yarım gün aşağıda kalırlar. Onlara burada kış yaklaşırken bir ev inşa etmenin zorluğu böylece kolayca anlaşılır. Yaş odunların sızlayıp çıtırdadıkları demir maşayla karıştırdığım ocağın kırmızı aydınlığının başında onları bırakıp serin ve yarı aydınlık geceye çıktım.

'Bu benim kaderim' diye iç çektim. Hayıflanmak ve değerli bir hazine gibi taşıdığım ve paylaşmaya yanaşmadığım üzüntümün verdiği sarhoşluğun hoşluğuyla  yer yer parçalanmış eski bir balık ağıyla yaptığım hamakta, karanlığın içinde sallanarak uyuyakalmaktı niyetim; ama esen rüzgarın yumuşak hafifliği ve gökyüzünü aydınlatan parlak yıldız ışıkları yüzünden istediğim gibi kederlenemedim. Yanımda getirdiğim tek göz dürbünü göğe çevirip, kendi kendine sıkışıp patlayan un barutları gibi dağınıkça uzunca bir yola saçılmış yıldızlara baktım. Kaderin sırlarını yalnız kendilerine ayırıp boş gecenin karanlığını aydınlatan tehlikeli parıltılar saçarken, bazen aralarından biri yerinden ayrılıp biraz ileri kayıyor, çok geçmeden onu bir başkası takip ediyordu.

 

 

 

 

 

Üçüncü Bölüm

 

Rüyamda gökyüzünü gördüm. Değişik renkli yıldız ışıkları, berrak ve şeffaf bir ıslaklığın içinde  yumuşak parıltılar saçıyor; sabah, çiy damlaları ağaçların yapraklarından titreyerek düşüyorlardı. Rüzgar, balıkçı ağından hamağımı salladığında bağlandığı ağaçlar da kıpırdanıp silkindiler. Güneşi görmek için açılıp ileri uzanan yapraklarında birikmiş  çiy taneleri de birbirlerine dokundular. Yumuşak ve sakin bir ışıkta parıldayan tek bir damla, kendi ağırlığıyla esnettiği yaprağın ortasından, ince bir çizgiden akıp aşağı düştüğünde uyandım ve yüzümdeki ıslaklığı sildim. Belki hiç uyumamıştım. Yaklaşan alçak  bulutları yeşil ve çıplak tepenin yamacında biriken sisle birlikte sürükleyen serin esintiye gözlerimi yumdum. Baharın gelişiyle açan çiçeklerin kokuları arasında seçilen nergis ve papatyaların baygın ağırlığı da kaybolmuş, ferahlatacak kadar tazelenmişlerdi. Soğukta ve alacakaranlıkta özlediğim çayırlarda dolaşmak üzere yürüdüm. Tarlaları geçip derin bir boşluğa bakan kayalıklara oturduğumda  güneş sanki buradan karşımızdaki dağın arkasından  ikinci defa doğardı. Gökyüzünden yansıyan aydınlıkta Kaptan, taş evinin önünde toprağın üstüne devrilmiş, kollarını ve ayaklarını iki yana açmış halde gürül gürül horlayarak yatıyordu. Belki yataktan kovulmuş, belki duvarlardan daralıp kendini dışarı atmıştı. Bütün dünyayı tekmeleyip sırtına çıkmaktı onun dileği. Şimdide burdaydı.  Sert köşeli kestiği gür kara sakalları heybetli göbeğiyle zaman onun için bir kabuk, bir heybeydi. Allah elinde ne var ne yok hepsini içine döküp şöyle bir sallamıştı da bize düşen elimizin yettiğini uzanıp almaktı sanki. Kırılan kabuktan ne çıkacağını fazla düşünense aç kalırdı, önündekini iştahla başkaları yerken o bakar bakar dururdu. Kukumav kuşu gibi düşüncelere daldığım bir gün  "Boş cevizi hafifliği ele verir" demişti. "Salla at gerisinden sanane." Gemiye dönerken bunu hatırlatmak istediğinden belki göbeğine büyük bir şaplak vurdu da "Boğazına bak" dedi. "Yemekten kaçma." Cevizi kırmalı, kabuğu açmalı ve kendimi beslemeliydim. Ona göre kabukları dişleyip ısırıp durmak ne kadar da boş bir işti.  Sanki şeytan sakalını gizli bir ateşle yaktığından hiç bir yerde duramayan Kaptan, sakallarını göbeğinin üzerinden iki yana savurarak gittikten sonra bizden ve köyün geri kalan altı hanesinden daha uzakta iki kaya arasındaki boşluğu derinleştirerek yaptığımız geniş ve karşı dağın kayalıklarına bakan evlerinde yanan ilk ateşin çevresindekilerdendim. Marla ile kısa zamanda iki dilin kelimelerinden oluşan değişik bir dil icat edip konuşmaya başlamıştık. Onların köyün geri kalanıyla bağlantısını kurmama da yarıyordu bu. Marla da benim gibi herşeyi uzun uzun seyretmekten hoşlanıyordu. Terk ettikleri gemiyi yanarken hiç konuşmadan seyrettiğini gördüğümde onunla çok iyi anlaşacağımızı anladığımı söyledim. Baharın ilk günlerinde aralarındaki boşlukları sis doldurduğunda daha yukarı tırmanıp kızaran dağlara, gelincik tarlalarına, gri kayalıkların arasında tutunmuş yosunlara  bakarken ona yabani dağ keçilerini yakalayıp sürüsüne katmaya çalışırken dik kayalık yamaçtan aşağı yuvarlanıp ayağını kırdıktan sonra yukarı çıkamayan çobanın hikayesini anlattım. Birkaç gün ileri uzanmış bir kayanın üzerinde aç susuz kaldıktan sonra, keçi yukarı tırmanmış, çobansa uykusunda dönüp dururken aşağı  düşüp ölmüştü.  Bunu geceleyin köy uykudayken yapmıştı ve düşerken uyanıp attığı çığlığının yankısını köyde duyanların sayısı günden güne artıyordu. Karısının kör olduğunu evlendikten dört ay sonra fark eden şeyhin daha sonra ardı arkasına altı kız çocuğa sahip olmasıyla, ava çıkıp birbirlerini vuran kardeşlerin hikayesinide anlattıktan sonra köye ve yarım gün mesafedeki aşağıdaki kasabaya dair söyleyecek yeni ve ilginç bir şeyim kalmamıştı. Babam  gördüklerini anlatmayı kadınlara özgü bir meşgale adlettiğinden denizlerle ilgili deneyimim birkaç mevsimlik yolculuklarla sınırlıydı. Böylece ona rüyalarımdan bahsettim. O da bana masallar anlattı. Bu masallar annesinden ve babaannesinden dinlediği ve gerçek olduğuna yürekten inandığı hikayelerden, anlaşılmaz gariplikte ve olağanüstü  rüyalarından, ama asıl başka bir kaynaktan, içinde, derinlerde bir yerden fışkıran, gökkuşağı renklerinden bir şelale misali saçılan bir kaynaktan geliyordu. Gözlerine o parlaklığı aramıza değişik bir perde gibi çeken o kaynak bütün anlatılan hikayenin nedeni, başlangıcı ve sonudur.

 

 

 

 

 

 

 

 

  

 

'varlığın çaresi, yokluktur'

 

Dördüncü Bölüm

 

Marla'nın hiçbir korkusu yoktu, çünkü babası yüzlerce yaşındaki bir cindi ve ihtiyacı olduğunda etrafta olup onları korurdu. "Bir varmış, bir yokmuş" diye anlattı babasını Marla.  Annesiyle evlendiği ilk senelerde herşey çok güzelmiş ve karısının yanından bir an olsun ayrılmayan oyunbaz cin ona pek çok yararlı büyü de  öğretmiş. Fakat aradan  seneler geçtikçe babası başka cin kadınlarıyla da gizli gizli evlenmeye kalkmış ve annesi de buna çok kızmış. Yoldan geldiği bir akşam ona hissedemeyeceği bir tuzak hazırlamış. Yıkanacağı suya ondan öğrendiği büyüleri okumuş ve yıkandıktan sonra suyu alıp ocağın ateşini söndürmekte kullanmış. Cinlerin sezgileri çok kuvvetli olduğu halde babası annesine çok güvendiğinden suyu hiç koklamadan içine girmiş ve su alınıp ateşe dökülünce hemen o anda alev renklerinden bir horoza dönüşmüş. Salonun içinde koşuşturmaya başlamışken annesi onu yakalayıp kümese kapatmış. Büyülü suyun lanetli tuzağına yakalandığı o günden sonra Marla, babasını sorduğunda annesi kümesi işaret edip oradaki babacan horozlara seslenirmiş. Horozlardan biri annesinin sesini duyunca kendini sağa sola fırlatır, tuzağa düşmesine çok sinirlenir, derhal bağırmaya başlayarak karşılık verirmiş. Bulunduğu yeri öfkeyle eşeleyip, başka horozları gagalayan babası kendisinin öğrettiği büyülerle ona  tuzak kurulup horoza çevrilmesine öyle çok içerlemiş  ki bir gün Marla ve annesini terk etmiş.  Düştüğü halden kurtulup, büyüyü bozup kümesinden çıkıp gitmesi karşısında cinin kendisine herşeyi öğretmediğini anlayan annesi ise bu duruma  daha da çok sinirlenmiş. İkisi de birbirlerinden çekindiklerinden babası artık onlara nadiren görünüyormuş. Şeyh'e göre cinlerle insanların evliliği doğacak çocukların durumunun belirsizliği yüzünden aslında uygun görülmüyor, doğru karşılanmıyordu, ama Marla'ya bir şey söylemek istemedim. Gözlerindeki değişik parlaklığın nedenini öğrenmekten memnun onunla sedir ağacının gölgesinde oturduk. Bu mevsime uygun olarak sisin olmadığı ender günlerden biriydi, zaman zaman kayalığın ucuna oturup boşluğa bakardık.  "Saçların çok güzel" dedim onun dilinde. Köyden uzaklaşınca usulen taktığı örtüyü de çıkartırdı. Yazla birlikte kızıldan açılmıştı. Eliyle uslu duran bir kediyi onaylar gibi iki defa saçlarına dokundu. “Turuncu” dedi. “Ben mutlu olduğumda hep böyle oluyor.” Yalnız olmadığımızı, sedir ağacınında bizimle birlikte orada olduğu aklıma geldi. Hiç olmadığı kadar görkemli ve sessizdi. Kara ölümün haberlerinin alındığı ilk günlerde, annesinin de cadı olduğu dedikoduları yayılınca evini ve toprağını kiliseye bağışlayarak kasabadan ayrılanlara katılmışlardı.  “Hem biliyor musun?” dedi. “Aslında cadılar hiç uçamaz”

 

Marla'nın hikayesi

 

"Annem, babamla dev bir şatonun içinde büyük bir aileye hizmet ederken tanışmış." diye anlattı Marla. "Babam o sıralar evin güzel, ele gelir ve pek zengin hanımının aşıklarından biriymiş, sadece evin güzel hanımı ile ilgileniyormuş. Ancak her soylu ve onurlu kadın gibi evin hanımı da kocasından başka erkeklerle yattıktan sonra gözyaşları içinde pişmanlık acısı çekiyor, ağlayıp sızlayarak kendini yerlere atıyormuş. Bazen bunu o sırada hazır bulunan aşığının yanında yaparak hem onurlu oluşunu ispat etme zevkine kavuşuyor, hem de nükseden vicdan sızısını bir nebze olsun hafifletebiliyormuş.  Böyle acı dolu durumlarda kaldığında daha anlayışlı davranabilen başka bir aşığı tarafından teselli edilme zorunluluğu da doğduğundan, çileden çıkan aşıklarından birini ah vah edip bunalttığı birgün evin soylu hanımına hizmetçilik eden anneme kaptırınca hırsından yorganlarını dişleyip durmuş. Çünkü her bakımdan annem ondan çok daha güzelmiş ve babamı geri alması artık mümkün değilmiş.  Onların aşkını görmezden gelirken sessiz bir intikam da almaya  girişen soylu  hanım, annemi evin en ağır işlerine koşmuş, başkalarının yanında onu çağırarak aşağılamış ve ağır işler yapan tehlikeli adamların yanına göndermiş, kömür taşıtmış,  ahıra yollayıp seyislerle birlikte arabasını hazırlattırmış, hatta yüzyıllardır kimsenin girmediği çatıkatını temizlemesini istemiş. Annem bunlara hep sessizce katlanmak zorundaymış çünkü dünyanın kalbinin bu şatoda bir yerlerde olduğunu biliyor ve onu bulmaya çalışıyormuş. Orada bulunmasının asıl anlamı buymuş. Başka cadılar ve bilge büyücüler onu bu kutsal amaçla görevlendirip şatonun yeni sahipleri olan soyisimleriyle dahi etrafı titretip şehirlerine korku saçan büyük ailenin içine bırakmışlar. Günler, haftalar ve aylar geçmiş, şatoda yaşayan hiç ama hiç kimsenin dünyanın kalbinin nerede olduğunu bilmediğini gizlice dinlediği konuşmalardan anlamış. Çoğunun böyle bir şeyin varlığından  haberi bile yokmuş. Tek bildikleri, layık olmayanlar, onun varlığından haberleri olduğunda peşine düşmesinler diye tuzak olarak anlatılıp yayılan sırlarını örtüp gizleyen bir efsaneymiş. Birgün yine onun görevi olmamasına karşın evin hanımı eski paçavraları yere atıp bunlarla yerleri silmesini söyleyince annem ölçülü bir itaatkarlıkla "peki efendim" diyerek sessizce boyun eğmiş. Yatak odalarının kapılarının açıldığı ve büyük balkona varan koridora geldiğinde, sildiği yerin ahşap tahtalarından bazılarının yerinden oynadığını farketmiş. Bütün işini sessizlik içinde bitirip kimseye görünmemek için geceyi beklemiş. Karanlık gecenin içinde yerinden oynayan tahtayı çıkarmış ve elini içerisinin karanlık boşluğuna sokunca, yerinden kımıldamayan  büyük bir sopa hissetmiş. Çıkartamadığı bu sopayı ileri geri çekip oynatınca çatı katında bir tıkırtı duymuş. Bu tıkırtı sanki bir kapının açılıp, ahşap gövdesine çarpmasını andırıyormuş. Karanlık aralığı kapatıp çatı katına tırmanmış. Gaz lambasının ışığında üst üste atılmış eski eşyalar arasında emekleyerek dolaşmış ve çatıkatını temizlerken orada olmayan, az önce açılmış olan küçük kapıyı bulmuş.  Kapıdan emekleyerek geçip geniş bir koridora ulaşmış, koridor boyunca iki yana sıralanmış tozlu heykellerin arasından yürümüş ve sonunda geniş ahşap bir masanın üzerinde, uzun ve çok büyük bir parşömen ruloya ulaşmış. Ruloyu yere devirip geldiği koridor boyunca açmış da açmış. İçinden tuhaf ejderhalar, narin prensesler, fillerin üzerinden ok fırlatan adamlar, birbirleriyle dövüşen güçlü savaşçılar, üzüm bağları için kavgaya tutuşmuş yılan kavimleri, taş kuleler, yıkılmış köprüler, tahtlarında asalarıyla oturan krallar, harikulade kadınlar bir bir ortaya çıkıp lambanın ışığında görünüp kaybolmuşlar.  Her resmin altında ikişer dize bulunuyormuş. Annem önce onların birer büyü olduklarını sanmış, anlaşılmaz ve çoğu anlamsız görünen dizelerin ilgili oldukları şeylerle birlikte resmedildiğini düşünüyormuş. Büyük ve gizemli parşömen rulonun masal anlatıcıları için hazırlanmış paha biçilmez bir oyuncak, bir sırlar hazinesi olduğunu bilmiyormuş. Ruloyu açarak ve resimlere bakarak koridorun sonuna vardığında parşömenin en altında dünyanın kalbinin nerede olduğunu da okumuş. Oysa şatonun erkekleri aylar önce toplanıp tuzak olan efsaneye inanarak çok uzaklara gitmişler.   'Bu herkesin bildiği eski bir efsanedir' dedi sözün burasında Marla. Bilmediğimi söyledim. Dünyanın kalbinin büyük gücü   ona layık olmayanların eline geçmemesi için uydurulmuş ve uydurma olduğu da kısa zaman öncesine dek korunmuş bir sırmış. Efsaneye göre dünyanın kalbi bundan binlerce yıl önce şelalerinin sesinin üç günlük yoldan duyulduğu geniş ormanda dolaşan büyük bir kaplanın gölgesine saklanmış. Bu ormanın pekçok yeri öyle karanlıkmış ki gölgeleri kaplanlarından ayrı dolaşır, ayrı avlanır ve bir ağaçtan diğerine kükreyerek ayrı ayrı atlarlarmış. Onun gölgelerinden birini öldürüp kalbini eline alan kişi arzu ettiği şeylere de kavuşacak, mutlak ve büyük bir güce sahip olacakmış. Bu efsaneyi duyup denizler aşıp bu ormana giren talihsizleri, hükmetme isteğiyle güç arayan hırslı savaşçıları ormanın ruhu parçalar ve kaplanlarla gölgelerine yem edermiş. Gerçekte ise annemin bulduğu gizli parşömen rulonun sonunda yazdığı gibi bu ahşap bir  kapı tokmağıymış ve  şatonun iç merdivenlerini çevreleyen ahşap korkulukların en başında, büyük salona inen son merdiven basamağının üstünde ufak bir elma büyüklüğünde yuvarlak bir başlık biçimine şekillendirilmiş halde öylece duruyormuş. Annem hemen koridoru terk edip çatı katından aşağı inmiş ve merdivenlerden en alt kata, ahşap korkuluğun sonuna varıp  dünyanın kalbini çevirerek yerinden çıkarıp almış ve hemen cebine koymuş. Böylece annem için şatodan gitme vakti de gelmiş ama ağır işlere zorlandığı bu evde hanımının kalaylanmış kaplarına öyle bir büyü yapmış ki hiçbir su onları yıkayamamış. Yemekleri kalaylanmamış bakır kaplarda soğutup ince porselenden yapılmış, içine zehirli bir şey konunca çatlayacağına inandığı büyülü taslardan yemek yiyen evin hanımı yavaş yavaş korkunç karın ağrılarıyla kıvranarak ölmüş. Bu öyle yavaş biçimde gerçekleşmiş ki zehirlendiğini hiç anlayamamış. Dünyanın kalbini ele geçirip kaplanın gölgesinden söküp alabileceklerine inanan şatonun erkeklerinin peşinden ise babam gitmiş. Çünkü o da ormanın ruhunun bir parçasıymış. Kendilerine tuzak olan efsanenin peşinden ormana dalanlar, kalbi yerinden sökerek yeni zamanın sahipleri olacaklarına inandıklarından neşe içinde günlerce yürümüşler. Ellerinde hem kılıçlar hem de her çeşit demirden yapılmış ateşli silahlar varmış ve kendilerini bu yüzden çok güçlü hissediyorlarmış. Şatonun sahipleri kaplanı bulmanın sadece çok zor olacağına, bu zorluğunda, sahip olacakları olağanüstü gücün bedeli olduğuna yürekten inanıyorlarmış; oysa arzu ettikleri gücün mümkün olmadığının ayırdında değillermiş henüz. Babam, onların yanında onlardan biri gibi yürümüş, şato sahibi baron bir kaya tırmanışında düşüp yaralanınca topraktan ve bitkilerden merhem yapıp sıyrılan yarasına sürmüş ve sihirli sözler mırıldanmış, oysa zehir merhemin kendisiymiş. Sıyrılan yara açılıp büyümüş ve baronu öldürmüş. Sonra sihir gücü ile elde edilmiş çelik uçlu oklar ve sivri mızraklarla ava çıkıp, geri dönmeyip ormanın içine doğru yürüdükleri için geri kalanları da zehirlemiş.  Sihirli mızrağıyla uzakta duran ceylanı hiç kovalamadan atıp vurduğunda zehir, mızraktan, onu yiyenlere yayılmış. Ceylanı öyle açgözlülükle saldırıp tüketmişler ki onlara bu tuzağı hazırlayanın  ondan yemediği  hiç akıllarına gelmemiş. Böylece babam sihir gücüyle ve tek bir mızrakla bir düzineden fazla adamı öldürüp şatoya geri gelmiş. Annem şatonun önünde elinde dünyanın kalbiyle onu bekliyormuş. İkisi birlikte köyden köye dolaşarak köylülere yatıştırıcı, canlandırıcı ya da mutluluk verici değişik iksirler satıp, kasabalıların birbirine çok benzeyen rüyalarını zengin bir düş gücüyle yorumladıkları,  bazen babamın da yardımıyla geleceklerini merak eden genç kızlara bir bir çıkan fallar baktıkları uzun bir seyahate çıkmışlar. İnsanlar çoğunlukla babamı göremediklerinden  annem rahat edebilmek için onu çirkin gösteren uzun külahlı kara şapkalar takıp, suratına yara  izleri çiziyor, bazen kömür çekip mürekkep emdirdiği taç yapraklarından benler takıyormuş. Onu seyahat ettiğimiz at arabamızın içinde bu tuhaf süslenişle meşgulken aynanın karşısında hatırlıyorum." diye güldü Marla. "Çirkinleşmesi çok zor oluyordu ama işini bitirdiğinde tam bir kötü  cadıya benzediğinden tehlikeye düşmememiz için vardığımız kasabalarda oyalanmadan hemen yola çıkmamız gerekiyordu.  Bu senelerde ben de başıma silindir bir şapka takıp parlak ve renkli kıyafetler içinde cüce kılığında annemin yanında yerimi alıyordum. Annem iksirlerin yarattıkları şaşırtıcı hızlılıktaki etkileri benim üzerimde gösteriyor, iksirlerden birini içince yatıp uyumaya başlıyor, birini içince kalkıp ortalıkta hızla koşturmaya başlıyordum. Fısıltılar başlamamışsa annem elindeki çubuğu sihirli sözlerle çeviriyor bende gözlerimi  yukarı çevirerek çığlıklar atıp kendimi yere bırakıyordum. Seyredenlerden biri bunun hileli bir gösteri olduğunu,  başıma takılmış olan silindir şapkayla cadının beni istediği gibi kontrol ettiğini söyleyiverince, şapkayı ve çubuğu meraklılarına yüksek bir fiyata satıp kentin dış mahallelerinde sokaklar arasında ortadan kayboluyorduk. Saçlarım uzayıp kıvrılıp, memelerim çıkmaya başladığında Annem ve babam hala beni yetiştirebilecekleri sakin bir kasaba arıyorlardı. Ancak dolaşmalarının  asıl  amacı her sene kurulan büyük panayırın yerini ve zamanını  çoğalan karalamalar, idamlar ve yayılan cinayetler karşısında yeraltına çekilmiş tüm cadılara ve büyücülere ulaştırmaktı. Kasabalıların ve köylülerin etraftaki herşeyi sıradan hatta önemsiz gösteren perdeleyici kalabalığını da panayırlara çekerek kendilerini saklamak zorunda olduklarından, çağrılarını gizli biçimde yapmıyor, alanen;  büyük panayırda ateş yutanlardan, uçan adamlara, sihirin büyük gücüyle o yana bu yana dönen ağaçlardan, sihirle ortaya çıkıp sihirle kaybolan dev hayvanlara, ateş edilince uçup giden hedef kuşlarından, şarkı söyleyip danseden kısa etekli kızlara tüm harikulade ve acayip mahlukatların orada bulunacağı ilan ediliyordu. Sınırların kalktığı büyük karnaval adeta büyülü bir rüyadır diye seslenirdi annem, orada sizin için herşey mümkündür. Sihirli aynalar koridorlarına haç çıkarmadan girince çadırdan  ucube olarak çıkan hilkat garabelerine çamur atmak, sudan korkan lanetlenmiş adamları ıslatmak, düdükler çalınınca çember olup dönen köpeklerle dönmek, geleceğinizi söyleyen çingenelerden geleceğinizi duymak için gelin; rüyasında bile kendini gören masalcı babanın çadırında masal dinlemek, Afrikadan bir fıçı içinde yüzerek gelmiş adam yiyen vahşi  siyah adamın yedikleri adamları görmek, sayıları toplayıp çıkaran atlara soru sormak, göz açıp kapayıncaya kadar kaybolup Hindistan'dan top top ipek getiren tüccarlardan top almak, kendi kendine şarkı çalan laternaları duyunca hoplayıp zıplayan maymunlara para atmak, dumanlı tünelin pamuk tarlasında sizinle konuşan acayip mahlukatlarla yürümek, demir zincirini ağzında çiğneyip koparan dev adamla dövüşenleri izlemek ya da anılarınızı derinlerden geri çağıran sudan yudumlayıp kaybolan değerli eşyalarınızı, sakladığınız altınları bulabilmek için gelin. Sihirin gücünün zayıfladığını hissedenler de değişik maharetleriyle ekmekçinin çadırında kurabiye yiyecekler diye  bağırıyor, bu sonuncuyu duyup yaklaşan bazıları "Ne çeşit bir kurabiye olacak bu" diye sesleniyordu. Annem de "Ne çeşit olacak a aptal adam, Portakallı olacak değil ya, elbette zencefilli" diye karşılık veriyordu. Etraftaki kalabalık daldıkları hayal dünyasında  bu aptalca konuşmalara bir anlam veremiyor, zencefilli kurabiyeyi ekmekçinin çadırından soracaklarını anlayan büyücü yamaklarıda ortadan kaybolarak haberi yayıyorlardı. Her sene uğradıkları kovuşturmalardan yorulduklarından, işkence masalarında ya da bağlanıp yakılarak öldürüldüklerinden yahut mallarını mülklerini kaybetmekten üzüntüye düşüp uzun yol aşmaya kuvvetleri kalmadığından  gelenlerin sayısı giderek azalsa da büyük festival hala cadılar ve büyücüler için kalan son zayıf umuttu. Gerçi bazı büyücüler sırlarla birlikte taraf değiştirmiş olduklarından toplantıların gizliliğini sağlamak giderek daha güç hale geliyordu. Yamaklardan biri "Zencefilli kurabiyenin hayli bayatladığını yakında boğazımızda kalacağını" söyleyerek bizi güç durumda bıraktığında da aldırmamıştık. Çünkü artık hiçbir yer  güvenli  sayılmıyor, bizim zamanımızın kapanmakta olduğunu seziyorduk. Çok yakında dağılacağımızsa sır değildi ki öyleyse ne önemi var diye düşünüyor olmalıydılar bu parolaları uyduranlar.  Beklenen kehanetin birkaç sene önce yapılmış olması durdurulamayacak olayların gerçekleşmeye başladığının da açık bir kanıtı sayılması büyücüler arasında yaygın bir inanıştı. Annem uzun yolların sonunda birgün beni yetiştirmeye ikna olduğu sakin kasabaya nihayet vardığında maharet sergilemek üzere halktan  eski  çivilerini istemişti.  Uzatılanları aralarında dolaşıp topladım, annem de paslı çivileri kendi hazırladığı gençlik sıvısına daldırıp bazı anlaşılmaz şeyler mırıldandıktan sonra çıkartıp kalabalığa gösterdi. Gençlik sıvısının içine daldırdığı kısmın yenilendiğini, ilk yapıldığı zamana döndürüldüğünü gören konuşkan kalabalığa, kasabalarına gelen bu şifacının kendisine gösterilen sevgiyi karşılıksız bırakmayarak artık onlarla kalacağını duyurdu. Ancak kasabanın eski ihtiyar şifacısı bu haberi  adeta bir meydan okuma kabul edip işi yarışmaya çevirince güç bir durumda kaldık. Şifacı önce çivileri yutmak, cam bardakları dişleriyle parçalayıp yemek gibi yararsız ve korkutucu denemelerden sonra bir gün iyice ileri giderek heyecan uyandırmayan gençlik iksirinin yerine yıllardır aranılan ölümsüzlük iksirini ürettiğini söyleyerek kalabalığın karşısında bir dikişte içip bardağını da içişinin hemen ardından parçalayıp yemesiyle etkisini arttırdı. Kendini çok güçlü hissettiğini söyleyerek bir pazar günü kilisede mihraba çıkıp sonsuza dek yaşayacağını ilan etti. Yediği onca çivi ve cam kırıklarına rağmen kara ölüm kasabaya varıncaya kadar da hayli destekçi edindi ve çevre kasabalardan onu görmeye gelenlerin sayısı arttı. O ve ona destek olan heyecanlı erkekler yüzünden annem, geceleri arkadaşlarıyla bir araya gelip geriye doğru dans etmekten suçlanınca aldığımız araziyi çıkan ekinleriyle birlikte günahın kefareti ve dindarlığımızın bir nişanesi olarak kiliseye bağışlamak zorunda kaldık.  Ancak daha sonra çocuğu olmayan kadınlar bir araya toplanıp annemi erkeklerin erkekliğini kurutmak ve vafdiz edilmemiş bebekleri çiğ çiğ yemekle suçlayınca acil bir durumda hızla yola çıkmak üzere gizlice  hazırlanmaya başladık. Arazimizi kiliseden  alan çiftçilerden biri ineklerin sütünün hep birlikte kesildiği bir mevsim, bizim kaynayan kazanlara ot ve yılan atarak büyük felaketleri çağırdığımızı öne sürdü. Kentte diz çöküp dua ettiği büyük kilisenin mihrabında kendisine görünen kutsal Meryem'in, annemin masumiyetine tanıklık ettiğini anlatıp, suçlamaları durduran genç papazın olağanüstü çabasıyla o gün bizi tutuklamasalar da üzerimizde ciddi bir şüphe oluşmuştu. Artık kimse bizimle görüşmüyordu. Sonunda sağlıklı erkekleri bedenlerini içinden yiyerek yavaş yavaş öldürdüğümüz şikayetiyle çağrıldığımızda da  bu aptalca iftira ispat edilemeyip serbest bırakıldığımız gün, etraftaki pek çok cadılık suçlaması hakkında da pek çok şikayete rağmen hiçbirşey yapmayıp sadece insanların mallarını ellerinden alan bir kilisenin tatmin edici olmayacağını düşünen büyük kilisenin adamları, çok uzaklardan durumu denetlemek ve  gerekli cezaları uygun biçimde dağıtarak adaleti sağlamak için iki adam boyunda ve özellikle kadınları zincirle yanında getirdiği tuhaf ahşap mekanizmalı aletlere bağlayıp işkence etmekten zevk alan  canavar suratlı, sakin soğukkanlı bir adamı göndermişlerdi. Kadınların vücutlarını baş ve ayaklarından gererek çığlıklarını dinlemek ve kasabaya dinletmek ona saklamaya gerek görmediği bir keyif, tuhaf bir tatmin veriyordu. Elindeki cadıların işaretleri kitabına göre şeytan acı içinde kıvranan  bir bedende barınamaz, işkencenin sonunda çıkıp giderdi. Bu yüzden kişinin iyiliği için büyük acılar içinde kıvrandırmak şarttı.  Aynı kitaba göre cadıların çocukları da iflah olmaz biçimde cadı olacaklarından, annemi işkenceden sonra meydanda yakarlarken aynı anda benim de   çırılçıplak bağlanıp dövülmem gerekiyordu. Neredeyse her nefesinde şeytanı anan, şeytanı çağıran, her daim şeytanı arayan bu cadı avcısı papaz geldiği ilk hafta suçlayıp sabaha dek çığlıklarıyla kasabayı uyutmadığı kadınlardan birinin kocası tarafından tecavüzle suçlanıp öldürülmüştü. Cinayetin hemen ardından kara ölümün kasabaya ulaşması kiliseden birinin öldürülmesiyle ilişkili sayıldığından dinden dönüp şeytana yandaşlık ettiğine inanan birkaç kasabalı meydanda toplanıp cinayeti işleyen kocayı öldürdüler. Fakat kara ölüm çok hızlı yayılıyordu ve kimsenin kendinden başkasıyla ilgilenemeyeceği bir felaketin içine düşmüştük. Kaçmak üzere yaptığımız hazırlığı da saklamamıza gerek kalmadı. Ardı arkasına toprağın içine indirilen irili ufaklı tabutlar herşeyi unutturmuştu ve hep birlikte yola çıktık. Kara ölüm, cehennem ruhlu bir tazı gibi peşimiz sıra koşturuyor, hastalık tüm kentlere yayılıyordu. Birkaç hafta sonra vardığımız kasabalarda ölümlerin bizden önce  ulaştığını gördük. Yollar boyunca Tanrının yükselen öfkesini yatıştırmak için büyük haçlar ve kilise bayraklarının arkasında birikmiş  kefaret ilahileri söyleyerek yürüyen  kalabalıklara rastlıyorduk. Herkesin öldüğü ceset kokan bir kentten elinde şampanya şişesiyle yürüyerek çıkan sarhoş bir adamın efsanesi yayılınca bizde gemide annemle birlikte sadece rom içmeye karar vermiştik. Sarhoş adam kara ölüm yüzünü gösterir göstermez şatosuna kapanıp herkesi kovmuş ve penceresinden yakılan ahşap evlerle dolu mahalleleri, sütleri sağılmadığından böğürerek koşturan inekleri, yağmalanan binaları, düştükleri yerlerde kalan ölüleri, kedileri çevirip parçalayıp yutan fare çetelerini seyrederek şampanya şişelerini bir bir içip kulenin odalarına fırlatarak ölümü beklemeye koyulmuştu. Gece ışıkları bir bir azalıp  uzaklarda keman çalan adamın da sesi kesilince aslında yaşamaya devam etmek gibi bir niyeti olmadan sadece büyük bir hazine karşılığında yapılmış şampanya istifinin boşa gitmesini sindiremediğinden içmeye başlayıp, günlerce devam edip sonunda ölmeyince bunun uğur getirdiğine inanmış olan yaşlı adam kentin ağır ceset kokusuna dayanamayıp ilahiler söyleyerek yollara düşenlerin arasına katılmıştı.

Marla bunları anlatırken oturduğumuz kayalıkların önünde açılmış büyük boşlukta berraklaşan havayla birlikte manzaranın bütün detayları seçilir hale gelmişti. Kırmızı gelinciklerle beneklenmiş yeşil tepeler, yumulup açılan eller gibi etrafındaki çoban köpekleriyle dağılıp toplanarak ilerleyen sürüler, tek tük büyük ağaçlar, yanyana kurulmuş birkaç ev,  giderek incelen ve sonunda denize varan toprak yol. Ayaklarım boşluğa sallanır haldeyken geriye uzandım, ağzımdaki çiçek sapını kemirerek hayallere dalmıştım. O da aynı biçimde sırtını kayanın sıcaklığına bırakarak uzanınca, birlikte bulutsuz mavi  gökyüzünün açıklığını seyre koyulduk. Dünyanın kalbini uzattı. Bende ona dizeleri sordum. Annesi şatoda hizmet ederken Çin'den gelen ve içine zehirli bir şey koyunca kırılıp çatlayan mavi porselen kaselere karşı büyülü sözleri ararken yeniden çatı katına çıkıp koridor boyunca açılmış tomardan birkaçını ezberlediğini söylemişti.  Ancak bunların büyü için yararsız oldukları, sadece masal anlatıcılarına ilham olmak üzere yazılmış dizeler olduğunu  büyük panayırın gizli toplantılarından birinde öğrenmişti. Bütün bir masal başlangıç ve son olarak iki dizeye indirilmişti ve dizelerin yerleri de sabit değildi. Masal anlatıcılarına hem büyük bir özgürlük sağlıyor, hemde ilhamdan yoksun heveslileri bu değerli meslekten uzak tutmaya yarıyordu bu mısralar. "köye lanet saçtı ve nehirle geri döndü, yol boyunca ilerleyen" mısralarının altında, borular çalarak etrafta dolaşan cinlerin resmedildiğini anlatmıştı annem. Masal ilk anlatıldığı zamanlarda muhtemelen şimdi anlatılanlarla da hiç ilgisi yoktu. Dizelerin esiniyle çizilmiş kalabalık ve ayrıntılı resimde kambur sırtı ve kolları tüylerle kaplı kel ve kocaman gözlü patlak burunlu adamların etrafında dönen cinler, yeşil yılanlara dönüşmüş kuru ağacın uzun dallarıyla kavga ediyorlardı. 

 

Marla'nın masalı

 

Zamanın birinde herşey iyi giderken güzel prenseslerden bir prenses sarayı terk etmek istemiş. Babasıyla vedalaşmış ve ona kısa zamanda döneceğini söylemiş. Prenses günlerce nehir boyunca yürümüş. Az yemiş, çok yürümüş, az uyumuş, çok düşünmüş, nehir ona rehberlik etmiş. Ayakkabıları aşınınca çıkartıp nehire atmış, susadıkça eğilip nehirden su içmiş.  Ayların sonunda nehrin suladığı genişçe uzanan pirinç tarlalarına ulaşmış. Burada nehir sona eriyor, tarlalarda yarı bellerine kadar suda olan köylüler hala onun dilini konuşuyorlarmış. "Ayaklarım çıplak ve uyumak istiyorum" demiş prenses. Köylüler onun acınası halini görüp "Sen sürüdeki hastalıklı koyunsun, buradan hemen git uzaklaş" diye seslenmişler. Bunun üzerine prenses ağlamaya başlamış ve son bir umutla "Hem aç hem de yorgunum" demiş gözyaşları içinde. Ama köylülerden en katıyüreklisi  "Baban karanlık ve kötü, buraya lanet getirdin" diye bağırmış, diğerleride sessizce onaylamışlar. Böylece prenses geri dönmüş, yol boyu prensese eşlik eden nehir de onunla birlikte geri dönmüş.

Köylüler yüzlerce yıl sonra bile hala ekinlerini susuz, topraklarını verimsiz bırakan laneti getiren bir prensesle ilgili bir hikayeye gönülden inanır ve kışa girerken, yaptıkları pek çok güzel yemekle doldurdukları bir kazanı bütün iyi dilekleriyle nehire dökerler.

Ezberinde olan mısraları okuduğunda bazen çok  merak ettiğim birini anlatıyor, başka bir gün yeniden dinlediğimde başı sonu aynı kalsa da masalı epey değişmiş buluyordum. İki mısralık kısa şiirler halinde taşınan masallar, anlatıcısının dilinde esniyor, özgürce genişliyor ve değişiyorlardı. "Çok eskiden" dedi birgün Marla. "Masal anlatıcıları masalları şimdiki gibi neredeyse duyduklarının aynı biçimde nakletmezlermiş, haftanın hep aynı günü kurulan pazarların sonunda etraflarına pazardan çıkan kalabalığı toplayarak anlatır, parası kalmamış insanlar da anlattıklarının sonunda açılan pazar filesini tek tek attıkları patatesler, patlıcanlar, bazen kırmızı tek bir domates  ya  da kuyruktan kesilmiş ağır kokan beyaz bir yağ topağı ile doldurarak gönlünü hoş ederlermiş. Masalcı sığındığı bir odada ya da yatıp kalktığı  bir duvarın dibinde bunların hepsini bir arada kaynatır ve çorba niyetine içer, yeteneğine duyduğu şükranla, sanatını nasıl daha ileri götürebileceğine kafa yorarmış. Böylece masallar günden güne öyle değişirlermiş ki her yeniden dinleyen bir daha dinlemek istermiş. Kimi zaman tanıdık yerel yöneticilerin atlarını dile getirip sahiplerinin sırlarını döker, kimi zaman herşeye uzak imparatorun bahçesinden gelen dedikodular meraklılarına fısıldanır, yakın zamanın savaşlarında ölenler yeni bir masalın içinde kahramanlıklar yaparak ortaya çıkar, kötüler kötülükleriyle, iyiler iyilikleriyle anılırlarmış. Masalcı, entrikalarla dolu sürükleyici  aşk hikayelerinin heyecanlı bir yerinde tam da 'sarı benizli akıllı tüccar mısır püskülü saçlı sarı dilberin  nöbetçilerini atlatmışken ya da çatılardan dilberin ayaklarının ucuna  yuvarlandığı sırada,  gökyüzünden  ona bakarken nasıl düştüğünü  açıklamak üzereyken' birdenbire  anlatısını kesip haftaya geleceğini söyleyerek ortadan kaybolurmuş.  Bu belirsizlik birilerini rahatsız etmiş olmalı ki yazıya geçirip herşeyi tam bir kesinliğe uydurmak istemişler. Oysa eski zamanın ustaları, masalların, zorunlu durumlarda ve iki dizeyi aşmamak kuralına uyularak sadece şiir olarak aktarılmasına izin verirmiş; çünkü eski masal anlatıcılarına göre yazı cinayettir ve bütün anlamı öldürür. Uzak ülkelerde bazı rahipler sözün de cinayet olduğuna inanır ve susma yemini ettikten sonra ölene dek bir daha hiç konuşmazlarmış. Ama bundan  yüzyıl kadar önce dünyadaki herşeyi  lazım olunca oradan çekip almak için kütüphanenin rafında bulundurma zorunluluğu hisseden  bilginler, akademilerinde masal anlatıcısı yetiştiren bir bölüm açmaya karar vermiş ve anlatıcıları tek tek bulup hepsini konuşturarak bir bir yazıya geçirmişler. Bölümleri hiç mezun veremeden bilinmeyen bir nedenden kapatılmışsa da herşeyi mutlak bir kesinliğe vardırıp bir yere yazma tutkuları baki kalmış. "Bu onların kendilerini güvende hissetmelerini sağlayan en zayıf yanları" diye açıklamış büyücülerden biri büyük festival kalabalığında gizlenen toplantıların birinde.  Büyücüye göre yeni bilginler  yaptıkları ve söyledikleri herşeye hayli kalın ve sayısız olaylarla dolu kitaplardan kılıflar uyduran rahiplere benziyormuş. Pazar yerinde dikkat çekmek için tezgahtan tezgaha atışan pazarcıları andıran tartışmalarını kısa süre önce sona erdirip, biri meyve diğeri sebze satmaya anlaşan bu neşeli pazarcılar, iki dost ülke gibi sınırları çizmekten memnun el sıkışıp bütün dünyayı tek bir lokmada ısırmaya çalışan açgözlü ejderhalar gibi hayalciliğe kapılmışlar. "Çiğnemeleri çok uzun zaman alabilir" demiş bir gün büyücülerden biri umutsuzlukla "Ama durdurulamazlar." Kendilerinin tek yapabileceği bir kapıyı açık tutmaya çalışmakmış ama bu kapının nasıl açık tutulacağı konusu da tamamen belirsizmiş.

Marla'nın masallarının getirdiği uykular, uykunun içinde görülen rüyalar, rüyalarımızı anlattığımız bahçeler, bu bahçelerde dinlediğim başka masallar arasında yazın geçip gitmekte olduğu dünyayla olan tüm bağlarımızı koparmış halde, bu bağların koptuğundan da çokça haberimiz olmadan ağaçların altında ve çiçeklerin arasında birbirimize sarılıyor ve yaklaşıyorduk. Zaman, gündüzü geceye örttüğünde tarlaları geçip, yeşil ve alçak  tepenin dik yamacından hızla aşağı iniyorduk. Nehir sularının yeşil ufak bir gölde toplanışını, devrilmiş büyük lacivert kayaların yosunlu yüzeylerine çarparak kendi etraflarında dönüp,  kayaların arasından fırlamış gibi duran ağaç dallarının sulara dokundukları yerden aşağı döküldüğü, dik ve mor kayalıkların gölgelediği serinlikte, tuhaf rüyalarla dolu her uyku bir masaldan sonra geliyor ve hatırlanan her rüya yeni bir masalın başlangıcına dönüşüyordu. Bu dik kayalığın ve  tepenin çevrelediği bahçede başlayıp yine aynı bahçeye dönen halkanın ne zaman kırıldığını ve hep olacağını sandığım gibi hatırladığım rüyalardan sonra neden karşılığında Marla'nın bir masal anlatmayıp, gördüğüm rüyayı yorumlayarak bizi yeniden bahçenin dışındaki dünyaya geri  götürdüğünü anımsamıyorum. Hissettiğimiz yoğunluktan gözlerimizin yaşardığı ve çok geçmeden ormanın uğultusunun kulaklarımıza dolduğu,  koparabileceğimiz bir elması olmayan tehlikesiz büyük sedir ağaçlarıyla sonsuza dek kalacağımızı sandığım cennet bahçesinden kovulmuştuk. Herşeyin bir kaç gün sonra yumuşak bir mevsim geçişi gibi sona erebileceğini aklımıza getirmiyorduk.  Ölüm son bir uyku gibi yumuşak sakin bir havada bizi sarana dek kalbimize konulmuş olanla yıldızlardaki kader yazgımızın farklı çizilmiş olabileceğine inanmamız için o an  hiçbir işaret yoktu. Rüyanın yorumlanmasıyla, tek  nefeste bazen tek bir anın  içine duygu olarak çözülmüş sonsuzluğu da arkamızda bırakıp yeryüzüne döndük ve endişeli tavuklar gibi zamanı eşeleyip geçmişte olan şeyleri karıştırıp, henüz gerçekleşmemiş olan geleceğin olaylarıyla ilgilenmeye koyulduk. Sonsuzluk da belki zamanlar içinde bir zamandı ve sonunda bizde onun içinden geçip gitmiştik.  Ona korku içinde fırtınada sürüklenirken neden bir şey yapmadıklarını içtenlikle sorduğumda "Rüzgar büyüleri büyük bir irade gerektirir" diye açıkladı böyle bir günde. "...ve gerçekleştirdikten sonra büyücüyü takatsiz bırakır, günlerce uyuyabilir. Zaten bildiğim tek bir rüzgar büyüsü var ve o da kuzeyden esiyor." "Orada ölebilirdik" dedim öfkeyle "Nasıl durdurulacağını bilmiyorum" diye sessizleşti. "Aynaların hiç kimse ona bakmadığında da birşeyler gösterdiğini biliyor musun?" dedi başka bir gün. Tepelerin etrafına toplanan kat kat bulutlara benzeyen yaşlı sedir ağaçlarının aralıklı dallarından yabani at sürülerinin dolaştığı ovayı seyrettiğimiz güneşli bir gün "Bundan bindört yüzyıla yakın bir zaman önce" dedi Marla. Çok uzaklarda bir tilki dikkatle bizi izliyordu. "Doğuda onbinlerce savaşçının katıldığı Büyük imparatorluklar savaşında kara bir büyü kullanıldı. Parçalanan kayalardan dökülen insan bedenleri askerlerin arasına karışıp günlerdir geri çekilmekte olan orduya katılıp onları cesaretlendirdiler. Kayalardan dökülerek eski savaşçıların ruhlarını taşıyan askerlerle birlikte bütün bir ordu, son ve büyük bir saldırı için hazırlanırken, yayıldıkları ovada büyük filleri, dev askerleri ve savaş arabalarıyla geniş manevralar yaparken, diğer ülkenin büyücüleri karşı koyamadıkları bu büyüye karşı yapabilecekleri tek şeyi yaptılar, büyücülük sanatının tüm sırlarına ihanet ederek kırmızı ve kara büyünün dünyaya açılan kapısını kapattılar. Böylece taştan askerler yeniden kaya parçalarına ufalandılar ve bu imparatorlukta yeryüzünden silindi ve unutuldu. Efsanenin başka bir devamına göre yok edildiği zannedilen ordunun bir kısmı ve imparator taşa dönüşmüş halde bugün hala savaş meydanının altında yeraltında gizlenmekte ve kendi zamanını beklemektedir. Ancak kapıları kapatan biz değildik, bu yüzden yeniden nasıl açılacağını bilmiyoruz. İğne batırılan bez bebekler, savaşçının elbisesini kaçırıp bunu bir kadına giydirmek ya da koparılan saç telleriyle yapılan en yaygın ve basit kısırlık büyüleri bile o günden beri doğru çalışmamaktadır ve üstadların sözüne riayet edilmese de uygulanmaları yasaktır. Bugün açık kalan son kapı kapanma tehlikesinde ve yeni kehanet böyle bir kapının kapandığında bütün toprakların kirleneceğini ve  havada uçan kuşların konması için dahi hiç ağaç kalmayacağını söyler. Kehanet 'Sular zehirlenir ve rüzgarlar sadece ölüm dağıtan lanetli bulutlar taşır.' diye tamamlanır. Bir damla zehir elde etmek için bitkilere türlü cambazlık ederken bu kadar bol suyu kirletebilecek zehirin nereden bulunacağını söyleyemiyordu elbette kehanetleri. "Bu kapı tokmağı da açık kalması gereken kapıyı mı açıyor" dedim. "Hayır" dedi şaşırarak. "Sen ne kadar garip bir insansın?" "Ama ahşap bir kapı tokmağı neden bu kadar önemli olsun ki?" diye ısrar ettim. Gitmelerini hiç istemiyordum. "O elbette sadece bir sembol" dedi Marla.  "...  sembollerin en güzel yanı karşı tarafın eline geçse de hiçbir işine yaramaması. Dünyanın kalbi onların eline geçene dek tamamen kaybetmiş sayılmayız ve eğer birgün ele geçirirlerse başka bir sembol yaratırız. Bizim kazanmamız nasıl mümkün değilse onların da  kalbi ele geçirmeleri hiç mümkün değil. Kehanette sadece ateşten bahsedilmemesine dikkat ettin mi? dedi. Ateş hiç kirletilemez, yaratıcıdan çok yokedicidir ve bazen ateş, sudan daha berrak ve arıtıcı olur, ocağın külleriyle temizlik yapan nehir kenarındaki  çamaşırcı kadınları düşün. Sonunda kehaneti belki durduramayız" dedi Marla.  "Ama orada olmalıyız"

Kaderinin daha yüksek bir amaca bağlandığına inanmıştı. Yaşlı sedir ağaçları altında anlatıcısına rüyasında yakaran bir masal kahramanı gibi umutsuz bir halde dua ettim. Annesinin karşısında Marla'nın gösterdiği biçimde diz çöktüm ve onlarla gelmek üzere izin istedim. "Şövalye olabilecek kadar iyi kılıç kullanamıyorsun" dedi. "Büyücü olabilecek kadar bilgili de değilsin."  "Ateş edebilir  ve masal anlatabilirim" dedim. "Dilimizi çok komik konuşuyorsun, bizi sadece tehlikeye atarsın" dedi. Kara ölümün sardığı kasabalarından çıkan felaket kervanıyla ilerlerken, yağmalanacaklarından korkan pekçokları gibi onlar da altınlarını  kendi özel işaretlerini çizip yol kenarında mezarlıkların birine gömmüşlerdi. Altınlarına kavuştuklarında terkedilmiş evlerden birine yerleşecek, festival zamanına dek  bağlantı kurmaya çalışacakları hayatta kalanlarla birlikte kaderin onlara sunacağı belirsiz yazgıya boyun eğeceklerdi.

Bunları,  birlikte kalabilmek için çok geç olduğuna inandığında anlatmıştı Marla. Neyse ki o kadar da geç değildi. Ancak bunu görmek zorunda kalması, yaptığı zamanlama hatasını da kabullenmek zorunda bırakacağından onu kuvvetinden ve öfkesinden çekindiği annesine karşı güç bir duruma sokacaktı. Bu yüzden yeterince geç olduğu konusunda beni de ikna etmeye çalışıyordu. Sanki ikimizde aynı şeye yeterince ikna olursak o şey hemen gerçek oluverecekmiş gibi garip bir inancı vardı. Saklandığı yüklük dolabının içinden 'Beni bulun' diye bağıran çocukların halini gördüm onda. Güneşe yeterince ibadet ettiğine inandıktan sonra, artık ondan bir şeyler istemenin de  zamanının geldiğine inanan bir kafir körlüğüne ve inatçılığına sahipti. Yanından ayrıldım ve tepeyi aşıp yeşil nehrin yanında geride bıraktığımız bahçeye dik uzanan kayalığın yolunu takip ederek Şeyh'in evine vardım.  Nehir  buradan aşağı doğru inerken yumuşak ama kararlı bir akış tutturur, gürültücü taşkınlığından ve dengesiz savruluşlarından yorgun halde kıvrılır giderdi. İşte Marla’yı köyü çevreleyen topraklara bağlayacak olan duaların yazılı olduğu kağıdı üç kenarlı katlanmış halde alıp kalın bir deri kılıfın içinde buraya gömdüm.

Akşam  kuşların dolaştığı dağların arasındaki geniş açıklığa, büyük beyaz bir bulut gelip yerleşti ve rüzgar nasıl eserse essin gitmedi, çekilmedi. İnce tozumsu sis aşağıda ardarda duran boş ve  yeşil tepeleri seyrettiğimiz gök boşluğunu perdeledi. Yukarıdan seyrettiğimiz bulutun üstünde yumuşak kıvrımlara yuvarlanan parçalar bazen kopup eriyor ve soluduğumuz havanın ılıklığına karışıyordu. Karşımızdaki yüksek dağın yörüklerinin adam boyundan yüksek çadırlarının önünde yakılmış ateşleri seyrederken, küreklerini ölü insanların çektiği uzun gövdeli bir geminin serin sisin üzerinden yüzerek  gelip bizi alacağı hayaline kapıldım.  Kürekleri sislere dokundukça sisler havalanıp eriyen bulutlar gibi göğe karışacaklardı. Köpüklü bir deniz her yanı doldurmuştu sanki; bir balıkçı kayığını kayalık uçurumdan aşağı ittirebilseydim sisin üzerinde yüzebileceği hissine kapılmıştım. Marla'ya kalması için toprağa dualar gömdüğümü söyledim. Köyde kimsenin öğrenmeye yanaşmadığı garip bir sırdı onların gidecek olmaları. Ertesi gün hastalandı ve birkaç gün içinde geceleri köyün kalabalığının elinde yastıklar, bal, keçi sütleri, ilaçlı bitkilerle sökün ettiği, gelen çıralarla ateşin canlı tutulup çay, çorba kaynatılan evlerinde toplanıp sabahladık. Gitmemeleri için toprağa gömdüğüm kağıtla, güzel Marla'nın hastalanmasının birbirini çabucak izlemesi etkilerin daha yavaş gerçekleşeceği beklentime uymadığından aralarında bir bağ olabileceğine inanmıyordum. Seneler sonra bunu düşündüğümde kimsenin bana böyle bir şey söylememiş olmasına rağmen, ikisi arasında bir ilgi görmek için kağıdın toprağın içinde erimesi fikrinin çekiciliğine kapıldığımı anlamıştım.  Oysa beklentilerimin gözlerimin önünde olanları perdelemesi de, başka bir fikirdi ve ondan kurtulmak daha da zordu. Ama Marla soğuk terler döküp sayıklarken hiçbir güzel fikir ya da harika masal onu avutacak halde değildi. Yumuşak tozumsu kar yağarken, zirveleri kaplayan beyaz ve yumuşak örtü aşağılara yayılıp köyün dar yollarına inip bayırlık tarlalarımıza ulaştığında Marla'nın yüzünün sıcaklığına sürmek için temiz kar toplamaya çıkıp ayağım bir şeylere takılınca yere kapaklandım. Kalkmayıp yüzümü karların içinden çekip, ellerim dizlerimin arasında yatıp kaldım. Marla iyileşirse hekimlik yoluna girmek üzere yola çıkacak, bu ilmin tüm sırlarına   hakim olmak için Harran, Bağdat, Şam gerekirse Buhara'dan İstanbul'a kadar dolaşıp, ilaçlarımı en sarp yollardaki en çaresiz hastalara ulaştıracaktım. Belki onu görmeyecek ama onun kalbime koyduğu ateşin ilhamıyla nice dermansızlara şifa dağıtacaktım. Hakimlerin bilgisini de ulu orta saçmayacak, Şeyh'in yolundan gidip ruha şifahen, medrese ve ulema taifesinden de uzak duracaktım. Bana alkış tutulacak ana yollardan kaçıp mağrur sessiz  bir halde bazen hor ve hakirde görüleceğim ara sokaklara, sarp yollara yürüdüğüm hayali içinde bir an öyle kurumlanıp kibre kapıldım -şeytan hepimizden uzak olsun- kendi canımı da öyle değerli buldum ki Marla'nın eşsiz ruhuna denk görüp onun ruhunun Allah'ın huzuruna kabul edilmeye hazırlanıldığını sanarak bu minvalde dileklerde bulunmaya giriştim. Bir yandan ahdettiklerimin hiçbirini yapamayacağımı biliyor, yolumun daha farklı olacağını derinlerde bir yerde seziyordum. Yine de bir anlık ilhamla gelen içtenlikle yapılmış iyi dileklerden ötürü iyimserliğe kapılmış halde şimdiden içim sevinçle kıpırdanıyordu. Marla'nın iyileşeceğini hissediyordum. Bunun nedeninin bir önemi yoktu. Annesinin uydurduğu yeni bitki karışımları tarifi tutabilir, küçük ayaklarına  güzel yüzüne konulan karlar ya da karabiber ve kekik kokan lezzetli bir çorba birdenbire iyi gelebilirdi. Buz yeşili gökyüzünün altında büyük ve yuvarlak beyaz bulutlar rüzgarın uçurduğu karlı bir nehir gibi hızla geçip gidiyorlardı. Kavurucu ateşin hissizleştirdiği Marla'nın ölümün kıyısına yaklaştığı, geçmeyen saatlerin tesbih taneleri gibi ucuca eklenip sonsuz bir döngüye kapılmış gibi en başa döndükleri zor geçen gecenin sabahında kapısında lekesiz bembeyaz bir keçi yavrusu kesilirken, sürü köpeklerinden birini yanıma alıp köye indim. Karlı toprağı kürekleyip kağıdı bulup deri muhafazasından kurtarıp yırtarken içinde hiçbirşey yazmaması ilkin mucize gibi göründü. Köpeği bağlayıp şeyhin kapısını çaldım. Kapıyı kızlarından biri açtı, içerde hararetli konuşmalar yapılıyordu, normal bir zamanda buyur edilince neler yaptığımı çıkarmaya uğraşıyordum ama mucizeye olan şaşkınlığımdan hareketlerim tuhaflaşmıştı, kızıl kuru ellerimi ovuşturup ortaya kurulmuş sobaya yaklaştım. Konuşmalar duymaya alışmadığım gergin bir tondaydı. Tanımadığım insanlar görmediğim yüzler vardı. Saraya bağlı ulema takımı ile tarikat ehli gönül erleri arasındaki uyuşmazlık keskinleşince, senelerin kafir yılına göre uğursuz sayılan şeytan sayısına tekabül edişinin  yaklaşması gerekçe gösterilip tüm tarikatların kendisine özgü törenleriyle yasak edileceği konuşuluyordu. Zaman çözülüp dağılma zamanı değildi;  düze çıkana kadar birbirine daha çok el verme ve gizlilik salık veriliyordu. Başımı çekindiğimden ocaktan kaldırmadığımdan, benden yana Şeyhten onay alındığını hissettiğim kısa sessizlikten sonra İstanbul'dan haber taşıyanlardan birine rastlamış güvenilir bir zatın, -bu çoğu zaman konuşanın kendisi anlamına gelirdi- Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye'nin,  sultan kadınların, mal biriktirme sevdasına kapılmış ağaların paşaların elinden daha henüz yeni çekilip alınmışken, endişeli, tedirgin tayfayı ürkütüp öfke çekmemek hususunu her yerde tatbik etmenin dillendirildiğini söyledi.  Cihan sarayının etrafına ayağını atabilmiş her baş, karnının acından ya da cahillikten ayaklanan halkı, kendi neye düşmanlık ediyorsa onunla birlikte anıp  kudretli padişahın sadrazam kulunu kuşkuda bırakıyordu. Bu kuşkular yüzünden gövdesinden çekilip alınan kelleler, Girit sevdası yolunda dökülenlere yaklaşır olmuştu. Hava karardığında dağ yolunda kalmamak için yola çıkmak zorunluluğundan  kağıdın içine konması için kesilmiş üç kenarlıklı deriyi masaya bıraktığımı göstererek selamlayıp çıktım. Getirdiğim köpeği çözüp kaybolmuş yazının mucizesinin hayretiyle ayrılmak üzereyken Şeyh'in kendisinden kağıda değil sure hiçbir yazı yazılmadığını öğrendim. Boş bir kağıdı toprağa gömmüşsem de edindiğim endişe yerindeydi ona göre, kuvvetli istek ve inancım onu da yol kenarında kurumuş duran bir yaprağı havalandırıp geçen arabanın varlığına katan rüzgar gibi yolu şaşmaz ve sarsılıp değişmez kaderin yazgısına bağlamıştı. 'Büyücüler uzanabilecekleri her şeyi elde etmeye kudretlidirler ve bu kudreti arzu ederler'  demişti. Dervişlerse hiçbirşey istemezler ve hiçbir şey istememeyi arzu ederler, yine de onların kaderlerini birleştiren bir ortaklık vardı Şeyh'e göre. Kağıdı bana katlayıp uzattıktan sonra uzun uzun hayırlısının olması için dua ettiğini söylemişti. O an isteğimi yerine getirmemiş olmasına duyduğum öfke alazları henüz yatışmamıştı ve bir şey söylemeden elini öperek oradan ayrıldım. Eve varınca heyecan içinde anneme karnımın acıktığını bağırdım. Marla kendine gelmişti ama tereddüt safhasındaydılar, böyle nice ağır hasta son saatlerini yaşadığının farkında olmadan, birdenbire allanıp canlandığı bilindiğinden, fazlaca neşesi ve ayağa kalkma isteğiyle etrafı şüpheye düşürmüştü. Ben tereddütsüz bir sevinç içinde çorbayı kaşıklarken annem yanımdan ayrılmadan beni izledi bir süre. İştahla soluk almadan yediğimi görünce soracağı neyse sormaktan vazgeçip kışları pencerenin önünden köşeye çekilen sedire gitti. Annemin o akşam bana ne soracağını,  Marla'nın anlatacağı ilk masalın sonunun ne olduğu gibi asla öğrenemeyecektim. Sanki hayatım boyunca bir şeyin daima kabuğunda kalacağımı hissettirdikleri garip ketumlukları onları aklımın içinde birbirine bağlıyordu.

Marla’nın Masalı

Küçük kanatlarıyla uçan ve ağızlarından alev püskürten ejderhayı yere deviren genç şövalye onun bir avuç pulunu, köpürüp çalkanan denize saçınca  deniz birdenbire durulmuş ve suların ortasından yeraltına dökülen bir şelaleye benzeyen bir yol açılmış. Tepesinde dönen kara kargaların fısıldadığı sırlarla yeraltındaki tuzaklardan kurtulmuş ama hain bir büyücünün kaçırdığı prensesin şarkısını duyunca kılıcını yere düşürüp büyülenmiş halde rüyaya dalmış. Rüyasında kolyesinin içinden çıkan dev bir kartal onu uyandırıp kanadının üstüne koyup günlerce uçtuktan sonra  büyük taş bir kapının önüne bırakmış.

Kapının iki yanında duran iki aslan varmış. Bunlar ateş renginde taş heykellermiş. İsimleri söylenirse canlanacak ve kapıdan geçenlere rehberlik edecekler, biri yolu gösterecek biri koruyacakmış. Tam burada durup "Sonrasını yarın anlatacağım" dedi Marla.

 Ceplerimi karıştırıp tek gümüş sikkeyi pantalonuma sürterek parlatıp ona gösterdim. “Nereden buldun onu?” dedi. 'Savaşa giden bir atlı haydi davranın kılıçlara düşman bekler deyip atını şaha kaldırdığında düşürdü' dedim. Buna o kadar çok güldü ki doğrusu şaşırdım. "Sen çok garip bir insansın" dedi yine. "Onu ben gördüm ve ben aldım" dedim. Kente indiğim bir gün harcayacaktım ama bugün onu sana verebilirim. Masalın hepsini bir gecede anlatman için. Elleri açık halde saçlarına iki defa dokundu.  "Ne yapayım ki onu?" dedi. "Hem herşeyi dinlediğinde ne olacak?" Elimdeki taş parçasını toprak topaklarına vurarak ufalıyordum. “Rahat uyuyacağım” dedim.  Anlatmadı ama. Seneler önce gördüğü tuhaf bir rüyasını anlattı mağaraların açıldığı yeraltı tünellerinde ilerlerken.

Asmaların altında bir gece gizlice buluşmuştuk. Az uyumuştuk. İhtiyacımız olduğuna inandığımız zamanı kazanmak için erken yola çıkmalıydık. Bahar geldiğinde eriyen kar sularıyla birlikte  düz bir duvara benzeyen yamaçtan aşağı dökülen suyu kısık bir  şelale belirir, mağaralardan içeri ilerlenirse yamacın oradan yeniden açığa çıkan bir yol olduğuna inanılırdı. Yüzyıllar önce bizim gibi başka saklananların sığınağı olmuş yeraltı tünellerinde gezinirken zaman zaman karşımıza çıkıveren gizlice oyulmuş küçük kiliselerden birine sıkışıp işeyiverdiği için çıktıktan sonra çok geçmeden ormanda dolaşırken delirmiş ve bir daha normale dönememiş  yörük çocuklarından birini anımsadım. Denilirdi ki savaşta çıplak bir atın sırtına bindirilip ilk atakta gürültüyle salıverilen diğer delirmiş arkadaşlarıyla birlikte şehit olma şerefine nail olmuştu. Tünel daralmaya başladığında taşların arasında sıkışan yosun parçaları gibi, karanlığın içinde birbirimize dokunup yürüyüşümüzü durdurduk. Bu yolu izleyen sular aşağı dökülüyor olmalıydı. Uğuldayan ve karanlık bir boşluğun içinden yankılanan sesin kısılmasıyla birlikte geri dönerken,  duvarları ıslak ve erimiş  geniş geçişlere varan yolların birden fazla olduğunu fark ettik. Tavanlarındaki sarkıtları ve pas renginden turuncuya lekeli  duvarlarıyla birbirini andıran koridorların  hangisinden çıkıp geldiğimizi anlamak olanaksız göründü. Katı yağ topaklarına saplı fitilin alevleri zayıflayıp söndükten sonra karanlığın içinde yavaş hareketlerle adımlarımıza dikkat ederek ve sessizce yol aldık. Yeniden ışığın sızdığı bir nokta görünene dek boşluğun içinde,  yeraltında geçmişini arayan kaybolmuş ruhlar gibi dolaştık. Bazı ruhların geçmişte kim olduklarını  hatırlamadıkları ve kendilerine ait olduğunu sandıkları izleri takip ederek yeniden dünyaya geri dönmeye çalıştıkları söylenirdi.   Mağaralar ve yeraltı tünellerindeki tuhaf koridorların serin karanlığından, güneşin tanıdık aydınlığına geri dönerken Marla, seneler önce gördüğü garip bir rüyayı anlattı. İnsan kendi gördüğü rüyalara dahi çoğu zaman inanamaz; ama onun yatışmamış heyecanında, yaşadıklarından daha farklı bir şey bulamadım.

 

Marla'nın rüyası

 

 Kasabadan kasabaya dolaştığımız zamanların birinde annem arabamızı  sürerken, kıyafetlerimizin hepsini askılarından aşağı indirip, yolun tıngır mıngır sallantısında, üst üste duran elbiselerin yumuşaklığının verdiği hafifliğe kendimi bırakmış, sığ çay geçişlerinde, yolun akışındaki sert dönüşlerinde ya da  taşlıklardaki sert sarsıntılarla rahatsızca kıpırdandığım sıkıntılı bir uykuya daldım. Rüyamda avlular, koridorlar ve odalar dolusu insanların can sıkıntısından birbiri ile konuşmayıp hiç yerlerinden kımıldamadan kendi kendilerine mırıldandıkları çok katlı büyükçe dev bir şatonun içinde dolaşırken eski bir arkadaşıma rastlıyordum. Arkadaşım, beni diğerleri gibi keyifsiz biçimde karşıladıktan sonra  şatonun koridorlarında dolaştırıp üst kattaki büyükçe  boş bir odaya çıkarttı. Odanın ortasında üst kattan aşağı inip demirleri ahşap tabana saplanmış dev bir kafes içerisinde duran rengarenk ve çok karışık bir tablo vardı. Yer kırmızı bir halıyla kaplı, duvarlarsa bomboştu. Tek  pencerenin ışığı da tablonun üstündeydi. Arkadaşım kapıyı kapatıp açıkladı: "Bu büyük evin tek eğlenceli yeri ve en tehlikelisidir. İlk bakışta gördüğün rengarenk desenler gerçekte hayvanlarla doludur. Resmin içine bakıpta göreceğin ilk hayvan tablodan çıkıp seni parçalayıp yemek üzere saldırır. Zarara uğramak istemiyorsan resme yeniden bak. O resmin içinde az önce çıkan hayvanı öldürebilecek kuvvette bir başka hayvanı bulup görmen gerekir ve bu böyle  gider." Marla'nın soru sormasına fırsat bırakmadan "Seçme şansın olmadığından sana sadece iyi şanslar dileyebilirim" dedikten sonra karşısındaki ikinci ve son kapıdan çıkıp gitti. Tabana varan demir kafes de kapının kapanmasıyla kayboldu. Uzun zaman boş duvarlara bakarak düşündüm. Tehlikeli yırtıcı bir hayvan görmemeye çalışırsam ilk onu göreceğimi seziyordum.  Sonra ağır ağır ve merakla 'canımı acıtmayan ve karanlık olmayan' diye  garip bir ezgiyle korku içinde  yöneldiğim tablonun içinden  ama şeffaf bir camın içinden süzülen bir ışık gibi gelen hayli ufak bir tırtıl düşerek, aşağıda sürünmeye başladı. İçim bir an hafiflemiş olarak yerdeki tırtıla bakıp onunla ne yapacağımı düşünürken onun şimdiden bir yılan boyutuna ulaşmış olduğunu ve giderekte büyüdüğünü farkettim. Tavanda dolanıyor ve tüylü ağzını bana doğru açarak tıslıyordu. Yeniden resme dönmeden kapılara yöneldim. İkisi de kapalıydı.  Tavandan yere doğru inen yılanın az önce bıraktığımdan çok daha büyük olduğunu farkettim. Tırtılla yılan arası garip yaratık açılan gözbebeklerinin içinde büyüyor, üstündeki kıllar uzayarak iğrenç bir hal alıyorlardı.  Bana doğru gelen yaratığın karşısında çığlık atarak yalvaran gözlerle resmi incelerken koyu renklerin yoğunlaştığı bir bölgede kara bir örümcek belirdi. Örümcek aşağıya düşerken akrep kadar büyümüştü.  Akrep halinden de hızla irileşirken uzun bir yılana benzeyen yaratığa doğru ilerlemeye başlamıştı. Resme yeniden yöneldiğimde o ikisinin çıkarak boşalttıkları bölgelere hemen yeni renklerin doluşmuş olduklarını gördüm. O an bunun bir sonu olmadığı fikri aklımın içinde yanıp söndü. Akrep, yılanını öldürmüş halde geri dönmüş bana doğru ilerlemeye başlamıştı. Dev bir akrebin üstesinden ne gelebilir diye aklımdan geçirerek resme bakarken önce gözlerini sonra büyük kafası ve parlak pençelerini gördüm. Pençeleri kafasından çok daha ilerde atlamak üzere gerilmiş vahşi suratlı turuncu bir kedi, bana mı yoksa ona mı ait olduğunu anlayamadığım bir çığlıkla üstüme atlamış ve beni yere devirmişti. Dişlerinin sivriliğini görüp, sonumun geldiğini düşünürken kedi kulaklarını dikti ve akrebe doğru baktı. Aynı boya gelinceye dek geriledi ve sıkıştığı köşeden üstüne atlayınca boğuşmaya başladılar. Dev bir akrebi andıran örümceğin onu çok fazla oyalayamayacağının farkındaydım. Turuncu kedi, dev bir kaplanın büyüklüğüne ulaşmıştı şimdiden. Onlar odada boğuşurken hem büyük resmi yeniden görebileceğim bir yer bulmaya çalışıyor, hem de bunun sonunu nasıl getirebileceğimi düşünüyordum.  Aniden kafasını eğip pencereden içeri giren aslan kafalı ve alev renklerinden dev yeleleri olan bir adam bana hiç konuşmadan bir şeyler söyledi. Söylediklerini kelimelerle olmasa da her nasılsa kafamın içinde duydum  ve aslanın söylediğini yapıp tablonun tamamına bakıp, ilk defa herşeyi görünce, bütün renkler canlanacaklarmış gibi parlayıp ıslak bir esneklikle kımıldadılar. Böylece ani bir ilhamla kalkıp koşmaya başladım  ve bir sirk aslanı gibi tablonun içine atlayarak renklerin içinde kayboldum. Renkler birbirlerine karışıp beni kabul etmeyecekler gibi bir an esnediler, hareketlendiler, sonra bir suyun içine dalar gibi orada uyandım. Etraftaki herşeyin de tablodaki renklerden yapılmış olduğunu gördüm.  "Bunlar ışığın renkleri" dedi Marla sonra. "Başka renkler de vardı ama şimdi hatırlamıyorum"

Bense Marla gibi kendimi rüyalardaki ilhama doğrudan kolaylıkla ve cesaretle bırakamadığım için bütün bir gece elimde dünyanın kalbini tutarak akıllıca bir masal kurmuştum;  ama ona anlatmaya başladığımda söylediğim kelimelerin dün gece aklımda dolaşanlarla hiç ilgisi olmadığını farkettim.

Ona bu değişik masalı anlatırken birgün beni ona ulaştıracak anahtarı da oyup biçimlendirmekte olduğumu ise hiç bilmiyordum.

 

 

 

Marla'ya anlattığım masal

 

Bizden çok uzak bulutların, çok uzak gökleri kapladığı, kuşların ruhundan üflenmiş gemilerin yıldızlarda uçuştuğu, evlerinse  gemiler gibi suların üstünde yüzdüğü tuhaf ülkelerin birinde unutulmuş bir masal kahramanını arayan genç bir adam varmış. Çünkü o kendisine günün birinde anlatılan olağanüstü bir masalın sonunda daha önce yapmadığı bir şeyi yapıp şöyle sormuş "Peki ama daha sonra ne olmuş" Masalı anlatan peri "Birbirlerine sarılıp atın üstünde kimsenin onları bulamayacağı yerlere gitmişler işte" diye şaşırmış. "Peki çok çok sonra" diye uzatmış adam. "Sonsuza dek mutlu olmuşlar" diye yarım yamalak bağlamak istemiş peri ama bu unutulmuş masalın kaybolan kahramanlarını aramaya o gün karar vermiş. Farelerin, bulutların, çimenlerin konuşupta hepsinin sesinin birbirine karışmadan duyulduğu bu yerde kimse ona ne olduğunu bilmiyormuş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş, birde dönüp bakmış ki, bir arpa boyu yol gitmiş. Yeniden yola koyulmuş dağlar tepeler aşmış, ovalar, nehirler geçmiş, sonunda kaybolan şeylerin kaybolduğu ülkeye gelmiş. Bu ülkede dümdüz uzanan çimenliklerde günlerce yürümüş. Güneş bir an kaybolmamış, havada ne tek bir kuş ne de bir bulut görmemiş, çimenlerin yeşilliği azalıp çoğalmamış, hiçbir ormana varmamış, alabildiğine uzanan çimenlikte günlerce yürüdükten sonra bir su birikintisine gelmiş, ancak sular buradan sonrasını ufka dek kapladığı halde  derinliği ayağını dahi aşmıyormuş. Varsın aşmasın demiş yürümeye devam etmiş, suların üstünde uyuyup, kararmayan gök altında suların üstünde koşmuş, sonunda kaybolan şeylerin burada da kayıp olduklarını anlayınca demek ki şimdi gerçekten de kayboldum diye iç geçirmiş. O ana dek esmeyen rüzgar, o anda esmiş gürlemiş ve onu uçurup  bilinmeyen ormana taşımış. Rüzgarın fırlattığı yerden doğrulurken etrafını saran renkli kıyafetli flamalı ve zırhlı süvariler 'Ne işin var  bu yerde' diyerek onu alıp  padişah'ın karşısına çıkarmışlar. Padişah bu yabancıyı sabırla dinledikten sonra 'Böyle boş işlerle uğraşanların sonu iyi olmaz' diyerek aklı başına gelsin diye zindana attırmış. Taş zindanda bakmış ki bayat bir yarım somun ekmekle su var. Uyuyup uyanınca yerim diye haline çareler aramaya koyulmuş. Aradan on yıllar belki yüzyıllar geçmiş, sakalları uzamış, beyazlaşmış, beli bükülmüş, gözleri çökmüş ama zindana attıklarından beridir onu yoklamaya gelip giden olmamış. Böylece geçen zamana yenilip uykuya dalmış, uyanınca yanıbaşında hala yarım somun ekmekle su bulmuş, onları yemiş, sabah olduğunu anlayıp zindancıya seslenmiş ama ses çıkmamış. Kapıyı ittirmiş ki açık. Zindancının baltasını sırtına vurup, taş zindanların içinde rüzgarın uğultusu arkasında kendi ayak seslerini dinleye dinleye yürüyüp çıkmış ki dışarıda sadece harabeler var. Yıkılmış evlerin arasında devrilmiş kuleleriyle saray kalıntıları bile ancak seçilebiliyormuş. Bütün yıkık duvarları yosunlar, ağaçlar kaplamış, türlü değişik hayvanın yuvaları olmuşlar. Geçen zaman içinde büyüyen ormansa her yanlarını çevirmiş, herşeyi çepeçevre sarıp kuşatmış.

Yaklaşan geceden korunmak için zindancının baltasını harabeler meydanında kuru bir ağaca vurmuş, ağaç devrilmiş, üstüne oturup dinlenirken mavi şekerkuşu görünmüş eşiyle birlikte, 'Sen yuvamızı yıktın, yuvamızı niye yıktın?' diye sormuş mavi şekerkuşu ona. Masalın kahramanıda o ana dek başına gelenleri bir bir sayıp dökmüş. Mavi şekerkuşu bu ak sakallı beli bükülmüş adamın haline acımış ve ona şu masalı anlatmış:

 

 

Mavi şekerkuşunun masalı

 

Gayet ölümcül bir hastalık olan ihtiyarlığa tutulup ölmek üzere olan zengin bir adam doktorlardan umudunu kesince karısı ona uzak diyarlardan bir çingene çağırmış. Çingene zayıf ve süslü atlarının çektiği arabasının arkasında uzanan yakışıklı genç bir delikanlı ile çıkagelmiş. Cinler çingene aracılığı ile ihtiyarla konuşup ona şöyle demişler; işte sana karasevdaya düşmüş ve ölme arzusuyla yanıp tutuşan bir delikanlı getirdik, böyle bir arzu ile bu beden nasıl uyuşabilir? Sense ne kadar yaşam dolusun ve güçlüsün oysa bedenin çürüyor çok yakında seni terkedip toprağa karışacak. Bu garip çingene kuluna bir küp altın verki ruhlarınız genç adamla yer değiştirsin, senin yeni bir yaşamın olsun, o da arzuladığı ölüme yaklaşsın, isteğine kavuşsun. Çingeneyle birlikte dışarı çıkan genç karısı, arabada boylu boyunca uzanmakta olan titreyen bir deniz gibi ışıldayan, nadide taşlar gibi parıldayan bu genci görünce birdenbire aklı başından gitmiş. Bu öyle yakışıklı öyle zarif ve güzel yüzlü bir delikanlıymış ki hemen kocasının hasta yatağına koşup derhal bu teklifi kabul et sevgili kocacığım diye seslenmiş. İşte dualarımız kabul oldu sonunda, işte kader bizden yana döndü, bu bizim için düğün şenlik günüdür, demiş. Ancak ihtiyar adamın içine karanlık bakışlı çingeneden de karısının bu sevincinden de bir kuşku düşmüş. Yinede ne yapacak ne kaybedecek bir şeyi kaldığı için gözlerini yumarak razı olduğunu bildirmiş. Karısı çingeneye bir küp altın vermiş, çingenede getirip genç delikanlıyı yatak odalarına yatırmış. Çingene kırbacını şaklatmış atlarıyla uçup gitmiş, yaşlı adamda onun önünde mutlu halde birbirlerine sarılan bu çifti görmeye dayanamayıp ölmüş. Genç karısı delikanlıyla gününü gün etmekte, adamdan kalan paraları bolca saçıp dökerek  eğlenmekte imiş. Birgün şarabı fazla kaçıran yakışıklı delikanlı çalgıcıları gönderip genç kadına "Ey güzel sevgili" demiş "bu kahır içimi fena yakıyor, doğrusu çingene seni kandırdı" diye itiraf etmiş. Genç kadın da adamın sözünü tamamlamasını beklemeden kıkırdayarak "Yüreğini ferah tut yakışıklı delikanlı zaten ben ayağı uğurlu  çingene bir küp altın ister istemez bunu anlamıştım, ama arabada seni görünce içim içimden geçti bir hoş oldu, böylece sana sarılmaya razı oldum" demiş. "İçim bu kelimelerle iyice dağlandı hanımım" diye sızlanmış genç adam. "Bil ki Allahın bir hikmetiyle çingene seni kandırıp gitmiş olmasına rağmen bütün dualar kabul oldu. Kara sevdaya düşüp ölümü dileyen genç adam benim bedenimle mezara gitti, bende onun bedeniyle hayata döndüm, çingene altın küpü aldı, sende görüp beğendiğin gence kavuştun" dedi. Genç kadın ona inanamayınca eskiden birlikte yaşadıkları pek çok olayı saydı döktü de sabahın ilk ışıklarında genç  kadın yalvarıp yakarmaya kendini affettirmek için değişik hileler, oyunlar oynamaya kalkıştı. "Sen bu girdiğin yoldan sıkılır da vazgeçersin, gönül darlığına uğrar da sızlanmaya girişirsin diye seninle birlikte oynadım güldüm çaldım söyledim ama gerçekte içimden kanlı yaşlar aktı, sana güzel bir dille işin doğrusunu anlatayım diye söze başladım ama lafı da ağzıma tıkayıp herşeyi bir bir anlatıverdin, doğrusu senin yerin cinlerin elinde oyuncak olmuş olan çingenenin yanıdır" deyip onu üç kuruşa çingenelere satmış. Onlarda panayırlarda onu çadırın içine sokup bir küp altına kocasını satan kadın burada diye ilan edip kalabalıktan para keserek erkekleri eğlendirmişler.

"Peki sonra ne olmuş" dedim mavi şekerkuşuna.

"Adam hızla yaşlanmış" dedi şekerkuşu. "öyle hızlı yaşlanmış ki bunda bir gariplik olduğunu hissetmiş. Oturmuş hesaplamaya girişince de geçmişinde kayıp yıllar olduğunu fark etmiş. Bazı seneler hiç yokmuş, hiç yaşanmamış. Hayatı bir tarihten belirsiz bir tarihe birdenbire atlıyormuş. Buna hayli şaşırıp dalgınlaşıp hesaba oturunca tam tarihleri çıkarmış ki neredeyse ondört seneye tekabül ediyormuş. Hemen kasabanın büyücüsüne gidip durumu anlatmış, büyücü, kara bir büyücü olduğu için ona şunları söylemiş: Bu durumda olanların çoğu böyle şeyleri hatırlamaz, o yüzden o seneler onlardan alınıp karşılığını ödeyen başka müşterilere satılırlar.  Senin kaldığın durumda düzeltemedikleri bir hatadan ötürü  onları geri alamıyorlar, belki sonsuza dek orada kalabilirler.  Yine büyü yapılırken muhtemelen katılmayan eksik bir şeyden kaynaklanan aynı hata; senin de bu kayıp seneleri farketmene yolaçmış olmalı. Sana başka seneler verebilirim, bedeli ödenebilirse elbette. Böylece ihtiyar adamı anlattığı herşeye kolayca inandırıp uyuttuktan sonra kalan tüm parasını çalmış, sonra onu uykusunda öldürüp arka bahçeye gömmesinin ardından onun evine gidip değerli eşyalarını ve küp küp altınlarını toplamış.

Masal bitince yeniden genç haline döndüğünü uzanan ak sakallarının kaybolup, belinin doğrulduğunu görerek kaybolan senelerin kendisine verilmiş olduğunu anlayıp mavişekerkuşuna teşekkür etmiş. Şekerkuşları mavi parıltılar saçarak ortadan kaybolurken yer yarılmış, topraklar ikiye ayrılmış, ortasından ışıltılar içinde aydınlık mavi bir nehir akmaya başlamış.  Gençliğine dönen, nehri takip etmiş ve ormanın kenarında  karanlık, ıslak topraklı serin bir bahçeden geçip ufak bir eve girmiş. Burası yola çıktığı evmiş ve peri ona hazırladığı çorbayı karıştırırken "Bu defa ne getirdin?" diye sormuş. Genç adam elindeki kapı tokmağına benzeyen ahşap merdiven korkuluğu başlığını raftaki  yıpranmış parmaklıksız deri eldivenler,  hiçbir yeri göstermeyen parşömen haritaya sarılı duran kırık bir bahçivan makası, eski kılıç kabzaları, kaybolmuş bir ineğin boyun çanı, yırtık ve mekanizması bozulmuş kırmızı bir şemsiye, temiz bir mendille örtülmüş çürümüş bir elma, çelik mızrak uçları, tavşan kulakları, paslı anahtarlar ve  başka tuhaf ve yararsız eşyaların arasına bakır kapaklı renkli kurabiye kutusunun içine dağılmış kirli ve kırışık, bazısı katlanmış haldeki son birkaç renkli iskambil kağıdının yanına yerleştirip çorbasını içerken, yeşil peri de açtığı pencereden uçup gitmiş.

Anlatıp bitirdikten sonra bir an durup "Ben" diyebildim bir rüyadan uyanır gibi. "Bu masalı hiç bilmiyordum"

"Birgün" demişti Marla bedenini kavuran ateşin, ruhuna çöl rüzgarı gibi üflediği tuhaf rüyalarında sayıkladığı sesiyle; "Bu toprakları terk edeceksin.  Seni ay ışığında yürürken gördüm." Gözlerini açtı. "Gölgeden başka hiçbirşeyin olmadığı serin ve karanlık ama uçsuz bucaksız bir yerdeydin ve seni  adım adım takip ettim ama ben yoktum, sadece seni izleyen bakışım vardı; hiçbir nehrin susuzluğunu gidermediği bir ülkenin sokaklarında dolaştım ve seni buldum, eğer bütün kalbinle ararsan beni orada bir yerde yeniden bulacaksın, buna eminim" dedi. "Bahçedeki su sesi ve çiçek kokuları da kaybolmamış olacak" Kaderin yazıldığı mürekkebin rüyaların ve masalların yazıldığından daha başka olduğunu sanıyordum o yıllarda; insan bir rüyada hiçbir şeye şaşırmamalı, ama dalgın bir hale gelmiştim. Bana söylediklerini seneler sonra sanki uyuyunca gördüğüm bütün rüyaların bizi kumlardan koruyan çadırın içine doldukları tuhaf bir çöl gecesinde anımsadım. Yola çıktığımda ise aklımda bunlardan hiçbiri yoktu.

 

 

***

yeryüzü kendi sessiz gecesini uyuyor

sabah gri gölgeler karanlığı parçalayacak mı?

 

***

donmuş suların başında oturuyorum

uğuldayan rüzgar kar tanelerini taşıyor

 ateşin son alazları da sızlanıp sona eriyor

uçsuz bucaksız toprakları kaplayan

soğuk beyaz bir örtü artık tek görünen

herşey vahşi herşey  sessiz

 

***

geçmiş ve geleceğin kader yıldızlarının saklandığı

puslu göğün altında

hayvanlar kuytularda

rüzgar soğuk  toprağın kalbine kükrüyor

 parçalıyor ve kendine katıyor taşları

 herşey vahşi herşey sessiz

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

Beşinci Bölüm

 

Kederli gök boşluğunun iyice zayıflamış yıldız ışıklarının altında uyanık ve dikkatli bir kedi gözlerini anlayışlı biçimde  kapatıp yavaşça açtıktan sonra aşağıdaki vadinin değişmeyen manzarasını seyretmeye koyuldu. Bana öyle gelmişti ki bu seyir zevkinde  hoş ya da elem verici vakalarla dolu misal aleminin de içinde başka ve daha yüksek bir alem olduğunu akla getiren, büsbütün bize özgü olduğunu sandığım bir keyif vardı. Herşeyi kendime daha açık hale getirmeye  uğraşırken, düşünceler birbirine dolanıp beni de   kendi doğdukları sisli alacakaranlığa çekip yaklaştırdılar. Marla ve annesi aylar önce gitmişlerdi. Sabaha karşı çarşaflanıp, yüksüz halde ama arzu edilen her ne varsa yanlarında söküp götürerek ortadan kaybolmuşlardı. Onlar gözden yitince ben de yalnızlığa çekilmiştim. Bütün tozlu gri kayalıklar,  rüzgarlı bahçe, aşağı varan ırmak,  dağ ve gökyüzü hala yerli yerindeydi, ancak onları birbirlerine bağlayan bir şey, bir fikir birdenbire kaybolmuştu. Herşeyi  karanlık bir mahzenin köşelerine fırlatılmış topraktan yapılma  eşyalar gibi tek tek ve birbirinden ayrı halde buldum. Hiçbiri keşfe değer ve yeni değildi. Hiçbiri tanıdık değildi. Eski ve bulanık düşünceler başka köklü ve yerleşik düşüncelerden süzülerek geldiler. Toprağa sıkı sıkıya tutunmuşlardı. Berrak fikirlerse hiçbir işaret vermeden  ve köklerinin kendi bahçemde olmadığını hissettiren bir ağacın tatlı meyveleri gibi birdenbire kaynağı belirsiz bir ilhamla ortaya çıkıp suyun üstünde parıldayan yıldız ışıkları gibi kayboldular. Fısıltılara karşı tetikte  ve yarım uykuda olan yarı vahşi kediye uzandım. Sıradan insanların daha berrak ve yalın fikirlere sahip olmaları dünyanın garip işlerindendi. Soğuk bir akşam, eve dönmemi söyleyen değnekli yaşlı teyzeye el salladım. Gitmeleri ona göre iyi olmuştu. Onlarda tuhaf haller vardı. Sert yer yatağının soğukluğuna devrilip yattığım gece rüyamda uysal bir at gördüm. Gür yeleli kahverengi tüyleri ışıl ışıl bir at ardımsıra geliyordu. Dağ yolundaydık ama otlar öyle bir yeşildi ki kendiliklerinden zümrüt gibi parıldıyorlardı. Boynuna sarılıp onu yakalamak istediğimde kişneyip şaha kalktı. Dönüp yürümeyi sürdürdüğümde kestane dorusu at da yanımda yürüdü. Gölün içinde, uzağında ve en derininde büyük bir ateş yakmışlardı. Alevlerin alazları tutuştukları dipten suyun yüzeyine köpükler halinde çıkıp parıldayarak kayboluyordu. Kıvılcımları gölün yüzeyinde tek tek belirip zayıf mehtap ışığıyla karışıyordu. Karanlık bir gecenin içinde yalnız başıma yürüdüğümü anımsadım. Geçmiş ve gelecek  duygusu kaybolmuştu. Ateşin başında yüzleri görünmeyen pek çok kişi hareketsiz ve konuşmasız duruyorlardı. Yaklaştım ve yanlarına oturdum. Gölün derininde yakılan ateşi tepe yamacından seyreder gibi görmem gerekirdi fakat yaklaştığımda aynı toprağa dokunuyorduk, gölün içindekilerle ben aynı yerdeydik; rüyanın içinde buna şaşırmamıştım. Tıpkı toprağın içinden kıvrılarak çıkan bir ağaç, büyük lacivert bir fil ya da yarısını koparıp oltanın ucuna taktığım halde diğer yarısı kaçıp giden toprak solucanları  gibi önce biraz şaşırmış sonra hemen yeni duruma alışmıştım. Geçtiğim ormanın kenarında olduğumu ise ateşin yanına yaklaştığımda fark ettim. Mavi göl şimdi hemen önümüzden başlıyordu ancak otlar eskisi gibi parlak değildi.   Ateşin başındakiler hareketsizdiler. Beni takip eden kahverengi at tekrar kişnedi ve toynaklarıyla gevşek toprağı eşeleyip neşeli bir tavırla üzengisi eyeri takılı halde olduğu yerde dönüp arka ayakları üzerinde hafifçe doğruldu.

Şeyh'e göre zan ifade edildiğinde hükmünü yitirir, rüyalar yorumlandıklarında işaretlerini kaybederlerdi. Gördüğüm rüya sahih, anlamı benim için açıktı. Rüyalara sadık kalınırsa  sabit ve hakikat olacağı aşikardı. Bu yüzden Şeyh'ten yola çıkmak için izin istemek üzere kapısına gittim. "Batan güneşin peşinden koşacak denli sabırsızsın" dedi. Yalnızlığa çekilişimse, riyazetin hoşluğunu keşiften değil, güneşin kuvvetini kudretini idrakten uzaklığımdandı. İçimdeki ateşin kalabalıkla sönebileceği vesvesesi cahillikti. Evinin arka bahçesinde teras teras aşağı inen topraklara bakan çardakta, geniş yapraklı ağaçların ördüğü gölgelikte belki başka hiddetli sözlerde edecekken, yanındaki tanımadığım çoğu ihtiyarlara 'bu böyledir' gibilerinden bir işaretle  çokça yaptığı gibi Basra'da geçirdiği senelere döndü. "Halkın nefesiyle kuvvetlenen yanmanın hoşluğuyla kendimden geçtiğim bir vakit" dedi. "öyle bir sarhoşluk anında, onların da yanıvereceğini ağzımdan kaçırıp bunu böylece söyleyiverince bunda bir kötülük var sanmışlardı. Sonra orada tehlikeli hale düşünce, beni taşlayıp ezmesinler diye Basra'dan kaçtım. Şiraz'a yürüdüm. Ulu bir şeyhin methini duyup ona iktisab etmeye yol arardım. Kaçmak zorunda kalışımı kendime vesile edip onun izini sürüp Bağdat'a vardım. Kente girmeden nehirde yıkandım, kıyafetlerim kuruyunca öğle vakti sora sora namaz kıldığı camiyi buldum, onu bekleyen pek çok kişi vardı. Bazısı halini arz edip dua ve öğüt almaya, bazısı sadece görmeye gelmişti. Nihayet camiden çıkıp evine gidecekken lutfedip bize döndü sonra beni işaret etti de "Ona ne istiyorsa verin" diye buyurdu. Yanındakiler hareketlenince aralarından sıyrılıp mübarek elini tuttum, dizlerimin üstüne çöktüm de "Beni böyle kovma" diye gözyaşlarımı yoluna serdim. "Ben ne isteyeceğimi nereden bileyim"  Sonra beni kabul etti ve ardına düşüp Nişabur'dan, Herat'a, Belh'e dek gezip durdum. Sana git desem parmakların ucunda sıçrayıp at bineceksin ama  ben seni daha baharda Payitaht şehrine göndereceğim" dedi. Karışıklıkta asilik eden iki beyin at binip kılıç kuşanmış erleri büyük ve süslü çadırlar kurdukları ovada mağlup olmadan evvel, Kırman aşiretini basıp ehlileştirilmiş yılkı atlarını  çalmışlardı; etraflarına toplayıp silahlandırdığı adamları  kaçırdıkları atların üstüne bindirip  cenge çıkarmışlardı. Beylerin kuvvetleri akşama varmadan mağlup edilip dağıtılmıştı ancak Payitahtın gönderdiği Sinan Paşa, geri dönerken aşiretin atlarını da yanında alıp götürmüş, seksenden fazla at Payitahtın sınırlarında ortadan kaybolmuştu. Said'le beraber  atların akıbetinden haber sormak için yola çıkacaktık. Sinan paşanın adamları tarikatten yollanan ulağa durumu arz etmek için zamanın geçip ortalığın yatışmasını bekledikleri haberini göndermişlerdi. Velhasılkelam Şeyh, bahardan önce yola çıkmamıza rıza göstermeyecekti.

O yıl kış erken başladı ve çabucak bitti. Bunaltıcı bir sıcak ortalığı kavuruyordu, sıcaktan gevşemiş ve pörsümüş meyvelerle dolu tabağa uzandım. Aklımda vadiyi geçtiğimizde önümüze açılacak geniş sarı bozkırlar, kestane dorusu atlar, Marla'nın çizdiği özel bir işareti arayacağımı sandığım liman iskeleleri, yüksek ağaçlı yeşil geniş ormanlar, biçimli taşlarla örülü dar yolların vardığı geniş meydanlar, yanmakta olan ahşap binalardan ateş açılan sokaklar  vardı.  Vadiden yol için hazırlığın tamam edildiğinin işaretleri, belli sayıda yanyana  ot demetleri yakıldığında Şeyhin karşısına çıktım. Serin gölgelikte ikram edilen şerbeti yudumladım ve hemen konuya girdim. Bizi bir aralık yalnız bıraksa da henüz on yedisine yeni vardığını söylediği büyük kızının yüzüne bakmayı daha önce yaptığım gibi reddettim. Son haftalarda oluşan sessizliklerimizden kendince bir mana çıkarmaya yaklaştığından parmağımı kulağıma götürüp dikkatle karıştırdım, hep yaptığım işmiş gibi kendiliğinden kuşağıma götürüp parmağımı sildim, halıda dolaşan  ayağı çabuk kalın kara kabuklu bir böceği halının üstündeyken ezdim, nihayet ahşap dar pencereden verimsiz ince fidanın cılız meyvalarına baktım da "Ayvalar olgunlaşsa artık" diye densizce bir laf ettim. Ettiğim laftan çok memnun olmuşum gibi yılışıkça gülünce iki eliyle üstünden, karnına yapıştırarak tuttuğu boş tepsiyi, yarı dolu soğuk çay ve köpükleri ağızlarına yapışıp kurumuş ayran bardaklarıyla donatıp çıktı. Alçakgönüllü kavalımı görmek istemediğini açık ve sert biçimde söylediğinden beridir bu konuyu hiç açmıyordum. Kaynağından içtiğim acı ve soğuk su dişlerimi acıtıp, ayaklarımı uyuşturmuşken, 'Çok ufaklar' deyip ağlamaya koyulmuştu. Eğer o tarafa bakarsam kamburlaştıkça kamburlaşıyor ve ben neye benzediklerini anlayamıyordum. Şeyh, ahırından seçtiği  sağlıklı, güçlü atla  birlikte, vadiye indiğimde aşiret büyüğüne sunacağım ince bir pirinç ibrik, iş görür büyük bir bıçakla, bir tekini bile harcamanın  nasib olmayacağı birkaç kese altını da  eyerin yanına gelişigüzel astı. Uzun ve hayli müphem ifadelerle süslenmişse de icazetname yerine ancak geçebilir mektubu katlanmış halde elden verirken,  imparatorluk topraklarında çoğu tarikatın evinde konaklayabileceğim ve yardım edileceği hususunda güvence vermekte sakınca görmedi.

 "Yalnız başına kalıp insanlardan uzakta okuman için verdiğim risaleleri anımsıyor musun?" dedi.  Onları anımsıyordum. "Mektupları ulaştırırken gizlice ve büyük bir merakla okuduğumu sanırdım" dedim. 'Herşeyin zamanın içinde ortaya çıkıp zamanın içinde çürüdüğüne' dikkat etmiş miydim? Hayır anlamında başımı salladım.   Hatırlamıyordum. Bu değişik fikrin içinde doğup çok ötesine varan başka bir söz söyledi.  Eğer zamana bağlı kalırsam zaman içinde çürüyecektim. Her nasılsa zamanın dışına çıkmak zorundaydım. Kendi zamanımın. Dışına çıkmalıydım. Orada saatlerin olmadığı tam bir sessizliğe ve boşluğa açılan,  bütün varlığı taşıyan zamansız bir kapı olmalıydı. Birgün belki hiç birşeyi yadırgamadan içinden geçip gidebilirdim. Şeyhi o gün son defa gördüğümün ayırdında değildim. Aklımda yan yana tutuşan kuru ot demetleriyle, güçlü  kara  atın sırtına vurulmuş sade ve sağlam bir eyer vardı.

Acele etmemden rahatsız halde kaderimizde ne yazıldıysa onu yaşayacağımızı anımsattı son defa kısık, dalgın, tanımadığım bir sesle. Buna benden daha fazla inanıyor olması garip görünmüştü o gün. "Zamanının kalmadığını düşünüp dört nala geçtiğin pek çok yolun sonuna varabilirsen" dedi. "Öyle bir anda geri de dönemezsin. Allah seni heryere bir an önce varmak isteyen endişeli insanların huzursuzluğundan korusun. Onların içlerinden çürümüş bir kararsızlık ve bozgunculuk havası tüter. Hırslarından gözleri yaşarır da, imanlarından ağladıklarını sanırlar." Kulağımı iyice açıp dinleseydim o gün daha pek çok güzel şey duyabilecektim. Ancak aklım Marla'daydı ve güzel Marla uzaktaydı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Altıncı Bölüm

 

Çıplak ve serin ovaları arkamızda bırakırken gün ağarmaya başlamıştı. Altımızda ağır yüklenmiş olmaktan gergin ve uzun yola alışkın olmayan kestane dorusu genç atların huzursuzluğuyla, kıyıları taşlıklarla çevrili serin ve yeşil çaylardan geçtik. Uzun zamandır indiğimiz yokuşun sonuna vardığımızda, büyük ve sessiz bir kayanın üstüne oturup pişirdiğimiz ekmeğe kalan son keçi peyniri topağını da katık ettik. Etlerini sıyırıp ağzımızda çevirip durduğumuz iri ve kart kara zeytin çekirdeklerini dilimizin üstünden çayın köpüklü sularına savururken ağırbaşlı  ama çok kirli büyük bir inek sürüsü suyun berrak aktığı sığ kumluktan çayın karşısına geçiyordu. Umutsuz, kabullenmiş bezgin bir havadaki sürünün çobanına yolu sormak için seslensekte halimizden ürküp duymazlıktan geldi.  Said belindeki geniş yüzlü palayı çekmiş, ocağın kütüklerine savurarak saplayıp geri alıyordu. Sakin bir yürüyüşle konuşmasız geçtiğimiz turuncu yumuşak toprağa namazlarda yüz sürüp, dökülüp ıslanmış güneş parçalarının arasından sürdük. Bir ara Said'e Marla'dan bahsetmek istedim ama onun hakkında ne diyeceğimi hiç bilmiyordum. Marla'nın yüzünü aklıma getirdiğimde bir zaman özlemle kamaşan ruhum şimdi sanki yatışıp umursamaz yahut unutkan bir hale gelmişti. İlk fırtınada parçalanmış geminin kara demir çapası derinlerde gevşek kumlara saplı kalmıştı da ne  tutunabileceği bir gemi gövdesi ne de suyun içinde salınıp durabilecek demir zincirin ucuna bağlı  lif lif olmuş halat parçaları vardı artık.  Neler olduğunu anlayamıyordum. Marla'nın benim için ne anlama geldiğini belki unutuyordum ve yokluğuna alıştığımı hissettiğim böyle zamanlarda  gök boşluğunu dolduran bütün o değişik yıldızların ve denizlerle ayrılıp dağlarla yükseltilmiş yeryüzünün geri kalanının neden var olduğu benim için hiç açık değildi artık ama bunları düşünmüyordum da. Hissettiklerim çözülüp sanki yokluğa karıştıkça yola çıkmamın vesilesi olan at sürüsünün akıbetini araştırmak beni, asıl amacım olan Marla'nın izini sürmenin ve birgün belki yeniden onu bulabilecek olmanın yerini almaya koyulmuştu. İçimde olup biteni değiştirmeye yanaşmadan sadece güvenli bir mesafeden merakla ve anlamaya çalışarak seyrettiğim günlerin birinde Said, at yetiştiriciliği ilminin inceliklerini öğrenmek üzere gidip aralarında  yaşadığı araplardan gördüğü  garip bir oyunu biraz da dalgınlığımdan sıyrılıp meşguliyet kazanmam için bana da öğretmeye çalıştı. Paşa'ya giden hediyelerin arasından bir avuç  biçimli mermer taş çıkarıp toprağa çektiği uzunca düz çizgilerin içinde beliren yanyana karelere  taşları dizip yerleştirdiği  bu tuhaf oyunda hoplayıp atlayan atlıların, üstünde ok atıcılarının bulunduğu fillerin, bir yolunu bulunca hemen kalelerinden fırlayan savaş arabalarının,  ön  saflarda çarpışan cesur piyadelerin gidecekleri ve gitmeyecekleri yerler hep belliydi. Onların bu  sade halleri ve basit yaşayışları öyle hoşuma gittiki mermer taşları toprağın üstünde oynatıp dururken bu hareketleri sonunda ne için yaptığımızı  aklıma getirmeden gelişigüzel oynanılan hamlelerin sonunda daima şahımı Said'e kaybettim. Uzun ve az yapraklı pek çok ağacın birbirine geniş aralıklar bırakarak hayli mesafeli ve tek başlarına durdukları sararmış bozkır sona erdiğinde, sıcak öğleden sonlarında altlarına çekilip gölgeliklerinde uyuduğumuz  alçak tahta çitlerle birbirinden ayrılmış geniş bahçeler içinde meyve dolu ağaçlar başlayıp dar aralıklarla sıralandılar. Bazı ağaçların rüzgarı beklemeden silkinip, iki yana sallandıklarını ilk Said görüp bana işaret etti. Yolun sol yanında keskin kenarlı tozlu mor kayalıklar başlamıştı. Yorgunlukla devrildiğimiz yerden paramparça olup aşağı dökülmüş sivri kaya parçalarının ve düşerken kopardıkları bir zamanlar kendilerine tutunmuş  toprakların ve kurumuş ağaç köklerinin vardığı  yığıntının önünde genişçe yayılmış beyaz ve gri kumlu boş ve lekesiz kumsalı seyrettik. Aşağı inen ya da yukarı varan hiçbir yol yoktu. Sular boş beyaz kumsalın pürüssüzlüğünde ilerleyip  genişçe yayılıyor sonra derin bir nefes alır gibi ya da gizli bir el onları yeniden toplar gibi arkasında ıslak geniş bir yay çizilmiş halde bırakarak denize doğru geri çekiliyordu. Bazı geceler etraftan gizli bir yere kapatılmış insan haykırışlarına ya da bazen yankılanan  heyecanlı fısıldaşmalara benzeyen tekin olmayan seslerin tedirginliğinden ay ışığı izin verdikçe kalkıp yavaşta olsa at sürmeye devam edip, gündüzleri gölgelerde uyuyorduk. Eşkiya korkusundan tehlikeli dönemeçlerle kesilen asıl yolu yarım gün için terk edip ormana daldıysakta yüksek ağaçların kapattığı loşlukta erken gelen gecenin içinde yaktığımız ateşin etrafından avlanmak için dahi ayrılamadan, her nefeste tedirgin edici sesler doğuran ve sanki ormanın içinden yayılan ve geri çekilmeyen koyu  karanlığın ardından güneşin üstümüzdeki sık dalların arasından sızdığı ilk saatte yeniden yola koyulduk. Burada avcılara alışkın gri kurtları barutu bol birkaç gürültülü tüfek atışıyla kovaladığımızı görünce vurduğumuz iki iri tavşanı da çevirip hemen pişirebilmek için bir geceyi  daha ormanda geçirmeye razı olduk. Said, aşiretlerinin bir araya toplandığı cirit oyunlarının birinde  yakın savurduğu mızrağıyla atından düşürdüğü genç bir adamın apar topar taşındığı çadırında birdenbire öldüğü haberini aldığında akrabalarının hışmından korunmak için daha önce de ormana kaçıp günlerce tek başına kalmıştı. Kuru dalların ateşi büyüdükçe kırılıp birbirlerinin içine yıkıldığı, kozalakların çatırdayıp açıldığı, çamların ince iğne yapraklarının köklerine dek kızıldan kırmızıya  yaklaşıp sızladığı gecenin içinde, neden önemsediğini anlamadığım cirit oyununun değişik inceliklerini dinledim. Ertesi sabah yüklerin tamamını benim atıma yükleyip tek başına dört nala ileri sürdüğü gür yeleli küheylanının bir yanından öbürüne yatıp, zaman zaman  yere dokunacak kadar aşağıya çekilip tekrar eyerinin üstüne geri geldiğinde bunun benimle ilgili olabileceğini düşündüm. Çocukluğa uzanan arkadaşlığımıza karşın onunla çokça konuşmadığımdan  hayli  ciddiye aldığı marifetindeki üstünlüğünü kanıtlama gayretine giriştiğini üstünkörü sezebiliyordum. Atın üstünden hareketli haldeyken isabetli ok fırlatabileceği iddiasının içinde, birkaç yaşta benden büyük olduğunu şöyle bir geçirip işi kılıç kılıca çarpışmaya dökmek üzere uzun palasının keskinliğinde, benim için de birşeyler aranmaya başlamasından hayli rahatsızlık hissettim. Sonunda yayımı güçlükle geri alıp palasını da kuşağına geri sokmaya ikna edince yeniden yola devam ettik.  Sürdüğümüz patika, tamiratından umut kesilmiş eski tekerleklerin, bulanık acı sular çekilen çıkrıksız dar toprak kuyuların, küllerin arasına gömüp yemek pişirdikleri kırık testilerin sıralandığı  yıkık dökük bahçelere yayılmış,  tedirgin ve yaşlı insanlarla dolu ufak bir köyün ardından kıyı şehirlerine götüren geniş yola vardığı sabah, billur çiy taneleri, çınar ağaçlarının geniş yapraklarında, çimlerin üstünde ve  sert toprağı işlerken paralanmış çiftlik malzemelerinin soğuk demir kenarlarında, uğraş meydanında çekilmiş kılıçların kutsal ışıltıları gibi parlıyorlardı. Sahile yakın kasabaların büyük ve çiçekli bahçelerine bulutlu, gri ışıklı serin öğleden sonralarında çıkarılan bakır renginde semaverleri gördüğümde gözlerim gerçekleşmesiyle hiç ilgilenmediğim değişik hayallerle yüklü çocukluk günlerimize özlemle buğulandı. O zamanlarda kardeşlerimden çok uzakta, bulanık bir su birikintisinin başında,  tarladaki ekinlerin arasında ya da ormanın yaşlı ağaçlarının kalın ve pütürlü kabuklarının içinde hareketlenen karıncaların bazen sert kabuğun ufak tünellerinde kaybolup ellerinde dikkatle taşıdıkları parçaları düşürdüklerinde bütün yolu yeniden geri dönmelerini seyrederken, hiç düşünmeden hemen ve her zaman bizi mutlu eden saflığın ve yalnızlığın sırrını hiç araştırmazdık. Çocukluk günlerinde bırakılmış olan herhangi bir anın tamlığı ve arayışsız mükemmelliği şimdi, bir zamanlar tatlı bir keyif içinde kurulmuş düşün sonradan hatırlanması gibi uzak ve imkansız görünüyordu. Yine de zamanın genişleyip yavaş ve berrak aktığı o anların geçmişte bir yerde değişmeden kalacaklarını bilmek, erkenden ölen ve şimdi Allah'ın yanında ve esenlikte olduklarına inandığım kardeşlerim gibi gönlümü hoş tutuyordu. Bize alışmış ve hayli uysallaşmış atlarımızla  yeşil dar patikalar, sarı bozkırlar ve ilerledikçe iki yana savrulan sığ ve yeşil çaylardan geçtiğimiz yolun son günlerinde denize varan derince  bir nehrin iki yanına balıkçıların kayıkları  çekilmişti. Nehrin vardığı kumsalın yanındaki yol ilerledikçe genişleyip yukarı doğru yüksekçe bir patikaya savruldu. Atların önünde yürüdüğümüz zor yolun yukarı tırmanan her adımında tek ya da iki katlı mavi pencereli küçük beyaz evler başlayıp aşağıya deniz kıyısına dek dizildiler. Toprağın geniş teraslarına yayılmış ufak evlerin pencereleri geç saatlere dek gecenin içinde yıldız ışıkları gibi göz kırparak parıldadılar. Derme çatma kurduğumuz kalın çadırı söken rüzgara karşı ince battaniyelerimize sarılıp bütün gece oturduk. Sabah uykusuz ve yorgun halde yürürken karşılaştığımız insanların yüzleri sanki daha tanıdık geliyordu ve sabah vakti liman yolunun sakin düzlüğünde at sürerken sıcaktan bunalıp girdiğimiz denizden daha  aç ve sersefil halde çıkmıştık. Payitaht şehrine varan yolun uzunluğundan ötürü, doğru düzgün birşeyler yemek üzere kesemize el atmayı hiç aklımıza getirmiyorduk. Akşama varmadan ulaşacağımız şehirde bizi misafir edecek bir isim vardı sadece dilimizin ucunda. Şehir küçük, yıkık dökük surlarının içinde kalan ahşap evleri birbirine yakın, sessiz sokaklarında dolaşan  köpekleri  korkak ve temkinliydi. Ulaştığımızda hava çoktan kararmıştı. Nöbetçiler iç surların büyük kapılarını arkamızdan yeniden kapattılar. Geç varmış olmanın utancıyla misafir edileceğimiz evin ahırında yatmak konusunda diretsekte, atlarımızı bağlayıp yemledikten sonra içeri kabul edildik.  Burada yemek yenilen yerden, çay içmek üzere geçtiğimiz cumbalı terasa  dek herşey bel seviyesinin epeyce altındaydı. Konuk olduğumuz evlerde görmeye alışkın olduğumuz sedirler   burada bulunmuyordu. Sohbet arasında bu biçimde oturarak Allah'ın takdirini kazanacaklarına inandıklarını anlayıverince  minderlerde oturup boş duvarlara bakarken memurlukların parayla satılmaya başlamasından çıkan tartışmadan sonra evin sahibi canı sıkkın halde arkasına yaslandı. Kendisi de eski evini bağışlayarak böyle bir memurluk edinmişti. Memurluğun kıymetinin bilinmesi için bu çeşitten işleri hayli uzun süren yemek merasimi boyunca övüp durdu. Said havayı yumuşatmak için bir iki defa ard arda yerli yersiz gülünce, bana dönüp "Arkadaşın hep böyle şen midir, ne iyi ne güzel aman maşallah" diye mırıldandı.  "Onla yolculuk pek hoş olsa gerek" Başımla onayladım. Ağzımı yersiz açmaktan da çekinmeye başladım. Açlığımızı unutturan garip bir sessizlik o andan sonra içimize çöküp yerleşti. Çocuklar, kadınlar ve kızlarının yanında, onlarsa mutfakta yerde oturuyorlardı. Bir ara ayaklanıp destursuz kapıya el atınca ortalıktan ince hafif bir çığlık atarak kaçışıverdiler.  Bahçede hacetimi görüp gelince içeri hayli ses çıkartarak girdim. Edilen kelamlar her günkünden daha fazla ölçüle biçile sonunda öyle bir hale ulaştık ki, bir cümle tamamlandığında ikincisi hazırda bulunmadığında sıkıntı içinde bekliyor, akla gelen yeni cümleyi ilkinden daha ağır bulmazsak ağzımızı açmıyorduk. Evin sahibi bu sessiz gerilimi, bir çeşit huzur ve sukunet belirtisi saydığından yüzünde asılı memnuniyet belirten gülümsemesiyle bir gün kavuşacağına inandığı sakin ve duru halini şimdiden taklit ederek sabırla ve onun anlayışından yoksun olanlara tahammül gösterdiğine inanarak duruyor ve bekliyor, arada sırada çocukların sesi gelir gibi olsa da, çimdiklenerek kısa bir çığlıkla susturuluyorlardı. Öncekinden daha hafif bir laf etmeme telaşının getirdiği ölçüp biçmeli sözler arasına kuşku verici ve söylenenin anlamını çarpıtıcı suskunluklar giriyordu. Evin sahibi bir ara kalkıverince konuşanı fısıldamaya zorlayan gerilimin içinde Said'e doğru "Kalk gidelim yürü" dedim sessizce. "Kötü olur, iyice şüpheli bir hale düşeriz" diye fısıldadı Said. Kapıyı da duvarları da dinliyor olabilirlerdi. Uyuşan bacaklarımı hareket ettirip oturma biçimimi değiştirmek için beklediğim uygun zamanı ev sahibinin konuşmasının hararetli bir anına rast getirdim. Ona göre ezanın yahut kitabın belli bir ezgiyle hele makamla okunması caiz değildi, çatal kaşık da bidattı, camileri süslemek hiç iyi değildi, sonunda işi minarelerin birini bırakıp kalanını yıkmaya vardırınca, Said'in renginin kaçtığını görüp konunun değişmesi için ortak bir düşman arayarak yeniden yaklaşıp dostluğu pekiştirme gayretiyle 'Çember yapıp kız erkek ateş etrafında dönerlermiş" diye fısıldadı.  Suratına geniş bir sırıtış yayılmıştı. Said bir şey söylememem için sertçe baktı. "Bunlar" dedi   "İsyanların da haydutlukların da  hep başını çekerler ha, vurursun kellesini gene biterler, ısırgan otular mübarek, ama çok yakında kökleri kazınacaktır inşallah"  Temennisi karşısında sessiz kalıp, tavşan kürklerini hediye  sunup ormanda geçirdiğimiz ilk geceden söz etmeye koyulduysam da ev sahibi yataklarımızı açıp yanımızdan kalkarken "Burada güvende olursunuz nihayetinde" diye tuhaf bir söz etti. Neden böyle bir şey söylemişti. Ev sahibinden öğrendiğimiz gibi sininin üstünde kalan bakır tepsiyi de kapının önüne yere bıraktıktan sonra kapıyı geri kapatıp, içerden birkaç defa çalıp tepsinin geri alınmasını beklememizin ardından Said destur çekip dışarı çıktı. Dönüşünde ev ahalisinin koridorlardan can havliyle kendilerini yeniden odalara atıp kaçıştıklarını  görünce  yanıma gelip "Nasıl bir delilik, gece olmuyor" diye fısıldadı. Kalabalık kentin iç surlarının da içinde kalan en saklı yerindeydik. Güvenliğin içinde güvende olacağımıza, korkunun içinde daha da korkulu hale düşmüş, kapana kısılmış gibi içimiz sıkılıyor, bir an önce buradan çıkmak, belki ormanın yolunu tutmak, karşılaşacağım yaşlı  ağaçlara tek tek özlemle sarılmak istiyordum. Gökyüzüne bakıp öğleden sonra gittiğimiz yöne yağmur geleceğini görmemize rağmen gündüzü gece gibi karartan bulutların arasında ilk ışıklar gidip gelmeye başladığında yola çıktık. Kırmızı gökyüzü altında şafak vakti seyrettiğimiz büyük ve belirgin gökkuşağının haber  verdiği yağmurdan sakınıp sığınmak üzere hırsızı uğursuzu uzak tutmak için fakirlik alameti dışarıda bırakılmış kırık dökük paslı eşyaların bahçesinde çürüdüğü perdeleri kapalı bir evin kırık kırmızı kiremitli damının altında çökmüş bir verandaya geldik. Göz ucuyla yaptığımız tetkikle sığınabileceğimize karar verip atlarımıza döndüğümüzde az önce önümüzden geçip giden çocuklardan birinin çekip aldığı atın yanına astığımız av tüfeğinin bize çevrili olduğunu gördük. Sarı kafalı gür boğuk sesli veledin biri atın üstüne sıçrarken yerden çektiği ayağından alması gereken kuvveti eyeri kendine çekerek almak isteyince at böğrünün acısıyla hareketlendi. Hergelenin atın üstündeki dengesiz duruşu atı huzursuzlandırmıştı. Eli tüfekli başka arkadaşları da onun kadar genç olduklarından eşkiyalık edebileceklerine ihtimal vermeden eşyalarla fazla oynamayıp yerlerine bırakmalarını bağırsam da, atları, eşyaları ve Said'in nispeten daha iyi durumda olan esvaplarını da yanlarına alıp yavaş yavaş ve kendi aralarında konuşarak gittiler. Arkalarından  işlerine yaramayacağını söyleyerek sadece yayımı geri isteyince sarı kafalı insaflı davranıp aşağı fırlattı. Sütübozukların gözleri cin oğlu cin gibi parıl parıldı. Dağa doğru tırmanışlarını seyrederken "Besbelli bu muhitin sıçanları" dedi Said. Niyetimi anlamış olduklarından okla yüklü sadağı da yedeklerinde tutup, dökülmeye başlayan yağmura aldırmadan ağır ağır ilerleyip kayboldular. Damın altına geri döndüğümüzde parçaladığı toprağı gerisin geri çamurun içine gömen sağanak gökten kopup boşalmaya başladı. Said'in hayli afili ve sağlam kıyafetini almışlarsa da, yolda defalarca yere yuvarlandığımdan eskiliği bir kat daha artıp  paçavraya dönmüş olan benimkilere dokunmamışlardı. Ona kıyafet bulmak için kafamızı pencerelerden içeri uzattıysak ta evin daha önceden tam takır edildiğini görüp perdeleri kuvvetle çekip aşağı indirdik. Evin içinde hiçbirşey yoktu. Tozlu perdelere sarılıp yağmura bakarken elimizde basit bir eyer dahi kalmamıştı. Çocukluk zamanında ayaklarımızı vura vura kişneyerek dönüp durduğumuz hallerimiz aklımda dolaşınca 'Yürüyüş sopalarımıza at biner gibi binip uçar gideriz artık' diye hayıflandım. "Nasılsa bütün yükten kurtulduk." Verandada bırakarak kurtardığı palasını parçalanmış ahşap çitlerden birine sapladı. "Şimdi geri de dönemeyiz" dedi Said. Yağmur hem buraların hem mevsimin adetinden kısa zamanda durulup kesilmişti. Bulutlar çabucak çekildi ve güneş yeniden açıp olanca kuvvetiyle parlamaya koyuldu. Gün boyunca yürüdük. İçimde sadece sessizlik ve rahatlık kalmıştı. Parlak ve yoğun bal rengi  ışıklar içinde ırmaklar, toprağın üstünde genişleyip yayıldıkça  yavaşlıyor, ağır ve durgun akıyorlardı. Kıyıya doğru beliren ufak girdaplarında   telaşsızlık ve hafiflik su içmeye eğildiğimde dudaklarıma dokunan serinlik gibi sanki hissedilebilir ve zaman kadar eski birer ruhtu. Sonra onlar da dönerek uzaklaşıp kayboldular. Kurumuş çiçeklerden ufalanmış tozlar da  meltemin içinde gözümüzün önünden uçup gitti. Toprağın üstünden süpürülmüş başka başka renklerde kelebek kanatlarından parçalar, kavak ağaçlarından hafif bir rüzgarla ayrılmış yavaş yavaş yağan pamukçuklara karışıyor, yere dökülmekten çok havada dolaşmaya meyilli kar tanelerini andırıyorlardı. Kırmızı gelinciklerle kaplı geniş kırlar, toprağın eğimiyle dalgalanıp laciverte çalan ufka dek uzanan turuncudan sarıya açılmış sık ay çiçeği tarlaları gördük. Birbirlerine sokulmuş iki yana sallanıyorlardı.

Nehre bakıyordum gece, ahşap köprünün üstüne oturmuş.  Seyrelmiş ve yeşile yakın buzların renginde sakin uçan bulutların aksi düşmüştü sulara. Ay, gökyüzünde büyükçe bir yay çizip öte tarafa kayıyordu. Önceleri canım hiç sıkkın değildi, kırgın da değildim. Marla'yı özlemiştim, sonra o da geçti. Kırların içinden yürüyüp gitmek, sadece masallarda anlatılan uzak ülkeleri keşfetmek isterdim. Belki Said ya da başkaları da böyle günler yaşamışlardı da daha sonra hayatlarına devam edebilmek için karşılarında bildikleri bütün varlığı eritmiş bir  zamanı unutmuşlardı. Hep geri kalan saatlerin bir gün zamanı gelmiş çiçekler gibi açıldığı ve içine baktığın bir an'ı. Nasıl çalıştığını öğrenince asla geri kapatamayıp yeniden hareketlendiremediğim bozuk bir cep saati vardı hediyelerin altında bir yerde. Tamir edebilecek birilerini bulmayı umut ediyordum. Ama böyle saatler elbette başkalarında da olduğunda işe yararmış. Tik tak çalışan küçük büyük bütün saatler birbirleriyle çok iyi anlaşır ve aynı anda hep aynı rakamları göstererek kendilerinden daha da emin olur, sonra mutlu bir hale gelirlermiş. Saatlerin beş ya da altı olduğunu düşünmenin o saatin insanına hep kendini güvende hissettireceğini sanırdım. Bu yüzden karşılaşmadan çok önce de arada çıkarıp bakabileceğim cebimde duran zincirli kapaklı ufak bir saatin hayalini kurmuştum, belki o gün geçen zamanlardaki yaşanılan gerçek şeyler gibi kurulan hayallerin de kalıcı bir şeylere tutunamazlarsa kaybolup gideceklerini görmekten üzgün ve karamsardım. Dalgın halde ve perişan kılıkta yürüyüp vardığımız bir başka şehirde esnafların bazısı yanımıza gelip aç olup olmadığımızı sormadan yemeğe davet ettiler. Akşam keçe külahlı ağır ve sakin edalı ihtiyar bir adamın kapısında durup bizi karşıladığı kardeşliğin tekkesine kabul edildik. Ortası boş, kenarları sedirlerle kaplı genişçe bir yerdi. Said selam saygı belirtmek üzere eğilip iki parmağını önce dudaklarına sonra alnına götürdü. Bunu yapmakla elini öpüp alnına koymuş kadar oluyordu. Böyle dalaverelerle de halktan biri olduğumuz halde halktan biri olmadığımızı, davet edenlerin kılığımıza bakmadan bizi  büyük özenle ağırlaması gerektiği hakkında onlara bir fikir vermiş bulunuyordu. Said'in tutturduğu bu havadan ötürü bizi önemli bir görevle dolaşırken soyulan yüksek  memurlar zannettikleri çekinceli bir yakınlıkla karşıladılar. Said'in bu dümenlere aklının nasıl erdiğini hiç bilmiyordum. Civarda esnaflık eden yalın ve mütevazi bir hayat süren sade ve sakin insanların arasında takdir toplayan bir sukunet içinde uysal bir havaya büründük. Hayatın aslında saçma denebilecek kadar basit olabileceği ilk orada aklıma geldi.   Sonraki gece devrilmiş iri ve uzun gri sütunların arasında kamp kurduk. Şehiri adım adım arkamızda bırakmış, deniz kıyısından da epeyce uzaklaşmıştık. Harabelerin arasında dolaştım durdum. Bu tavanı çökmüş, duvarlarının pek çoğu yıkılmış binaların, örülü taşlarının yerlerinden oynayıp birbirlerinden ayrılarak dağılmış yolların üstünde dolaşmış bu eski insanlar kimdiler? Neye benzemişlerdi? Açıklıkta yalnız duran irice bir taşın üstüne takdire değer bir çaba ve sonuna dek kaybolmamış bir hevesle büyük büyük birşeyler kazımışlardı. Ancak bu dilden anlayanlar da bulunmuyordu artık. Buralarda yaşamış, bu yakınlarda bir yerlere gömülmüşlerdi. Etrafında dolaşıp bir yararı olup olmayacağına aldırmadan altına bakma arzusuyla taşı itekleyip devirmeye uğraşırken, onların niye yaşayıp öldüklerini düşünmeye başlamıştım. Taşı yerinden kımıldatamadım ve düşünmeye başladığım şeyde aynı cümleyi tekrarlamaktan ileri gitmedi. Niye yaşayıp ölmüşlerdi? Sonra bizim de isimsizlerin yanlarına uzanma vaktimiz gelince aynı biçimde unutulacağımız fikri bende haksızlığa uğradığıma inandığımda yaşadığıma benzeyen bir sinirlilik hali uyandırdı. Üstlerine zaman içinde serilmiş olan toprağı kaldırdıkça altından desenler, yazılar ve başka  insanlar görünüyorlardı. Küçük taşları dağınıkça yanyana dizerek ördükleri tuhaf zeminler. Bizler ölünce de insanların çalgı çigan, güle oynaya yaşamaya devam ettiklerini hayal edince anlaşılmaz bir telaşa kapılıp Said'i uyandırmak istedim.  Ama ne diyecektim Said'e ? Boş bir vesveseye kapıldığım muhakkaktı ancak boş olduğu hükmümü geri tutup vesvesimi ayrıntısıyla Said'e anlatma ihtiyacı hissediyordum. Peki başkaları arkamızdan yaşlar döküp, feryat figan kahrolsalar ne olacaktı? Ben bunu da hiç istemiyordum. O zamana dek bir gün ölünebileceğini aklımın ucuyla bilsem de aslında buna da pek ihtimal vermiyordum. Geçmişi hatırlamaya çalıştığımda bazı belirsiz kesintilerle de olsa  kendimi bildim bileli ve uzunca zamandır hayatımın sürüp gidiyor olması aldatıcı bir sakinlik ve güven vermişti. Yıkılmış bir duvarın üstüne oturup aniden bastıran nedenini anlayamadığım telaşı geçirmek için ne istediğimi bulmaya çalıştım. Beni ne mutlu edecekti? Ne istediğimi bulsam, onu gerçekleştiremesem dahi, içine düştüğüm durumdan kurtulabilecekmişim gibi geliyordu. Manastır bahçelerinde dolanan, sürekli bir cenaze alayının arkasında yürüyormuş gibi hareket eden garip gudubet keşişleri anımsadım. Onlar da belki böyle bir dertten muzdariptiler de sadece şifa bulabileceklerine dair umutları kalmamıştı.  Bu gibi meselelerle çokça uğraşmamamı ikaz eden şeyhimin yolundan çoktan çıktığımı hissederek "Said, şş Said" dedim. Ses vermedi.  Sadece uyanık olup olmadığını anlamaya çalışmıştım. Biraz daha yaklaşıp, tedirgin, korkulu, kısık bir sesle hızlıca "Said!" diye fısıldadım. Hemen uyanıverdi. Onu uyandıranın ben olduğunu anlamadan şaşkınca etrafına bakınırken "Şimdi biz ölmüş olsak" dedim heyecanla. "Ne olur?" Söylediğime bir mana veremediğini görünce "Şimdi mesela  burda ölüverdik diyelim" Onu canlandırıp uyandırmanın bir yolunu arıyordum. Kırıştırdığı yüzünde açık tutmaya gayret ettiği gözleri güçlükle seçiliyordu. "Burayı haydutlar bassa, boğazımızı kesip görünmeden kayboluverseler, ne olur?" Said palasına uzanıp yerinde olduğundan emin olunca "Orası öyle kolay değil" diye büyüklenip, kafasını yeniden atlardan çektiği yulaf torbasına gömdü. 

İşte bu yararsız düşüncelerin ilham ettiği bu defteri seneler sonra Bozatlar Han'ın yolcularını misafir ettiği ikinci katın dar odalarının birinde bundan birkaç gün önce yazmaya koyuldum. Aynı dinden ve aynı mezhepten oldukları halde gemicilerine fetva çıkartıp başka milletlerin gemilerini soyduran kralın yaşadığı o büyük adada da buna benzer bir kitabın yazıldığını orayı basıp Cezayir'deki tersanelere çalışmaya getirilenlerden işitmiştim. Fakat, kendi başından geçmemiş olayları, kendi başından geçmiş gibi anlatan bu zat, olayları anlatan adama da kendinden başka bir isim uydurmuştu. Olayları yaşayan, yazan ve kitabın içindeki adamlar hep başka başka zatlardı ama yazarken de bunu saklı tutmamıştı; elindeki sayfaları yüzüne tutup oradakileri zihinlerinde canlandıran insanlar, benim bildiklerimi kelimesi kelimesine biliyorlardı. Oysa hikayesinde kendini saklamasını gerektiren bir durum da bulunmuyordu.  Yakzan oğlu Hay gibi ıssız bir adada kalmışsa da talihi onun kadar yaver gitmemiş  adada bulduğu yerliyi de köle edinip belli bir rahatlığa kavuşmuşken kazaya uğradığı  geminin bir benzeri onu alıp götürerek adada düştüğü halden kurtarmıştı. Vakalar ayrıntılı ve gerçekte oldukları gibi tasvir edilmişti. Gerçeğin de  olduğu gibi  yazılabileceğini  ilk o zaman düşündüm. Herşeyin ne ise sadece o olduğu, kendilerinden başka hiçbirşeyi temsil etmedikleri, masallarda anlatılanlar gibi sadece, öylesine ve belki de yararsızca ortaya çıkıp kayboldukları bir dünya.

Yazılanlardan başımı kaldırınca epeyce bir sayfanın birikmiş olduğunu gördüm. Mürekkepleri kurumuş olanları üst üste koyup ocağı eşeleyip ateşi canlandırdım. Alevlerin sarı ışığı odada dolaşırken uyuyan  güzel Marla'yı seyrettim. Gri kumsalda parıldayan ıslak renkli taşların olağanüstülüğüne sahipti Marla. Uyurken içinde ışıklar yanan sıcak bir eve benzerdi.   Bizden hayatlarımızı geri alabilirdi, geçmiş ve geleceğin içine sıkışmış kumları çöle geri savurabilirdi, aslında onun yanında herşeyi unutabilirdik ve dünyanın kapılarını bize yeniden açabilirdi. Karanlık ormanda geceleyin dolaşan rüzgarı anımsatan nefesini hissedene dek yumuşak yorganın ılıklığına uzanıp yaklaştım. Sabahın beyaz ışığı odaya sızmaya başladığında pencereyi araladım, ahşap çerçeve kendini gıcırtıyla koyverip kalın derisi pul pul dökülen eski bir kitap kapağı gibi açılıp duvara çarparak durdu. Yolu perdeleyen ardıç ağaçlarının birbirinin içine girip dolaşmış dallarından kalabalık bir karga sürüsü havalanıp çığlık çığlığa yükseldikten sonra geniş bir yay çizip yeniden dalların üstüne dağınıkça yerleştiler. "Burada yanyana duran ağaçlar zamanı durdurabilir." dedi Marla. "İnsan burada öldüğünde bunu farketmeyebilir." Marla'nın yanında olmak sadece biz geçtikçe kaynağı belirsiz tuhaf bir parıltıyla ışıklanan kalabalık ve renkli bir sokakta yürümeye benzerdi. İnsan şimdi bedenini kaybettiğinin henüz farkına varmamış ruhların buralarda dolaştığına inanabilirdi. Yumuşak rüzgarın biçimlendirdiği eflatundan laciverte koyulaşan bulutlar hiç kıpırdamadan kuşlardan kalan bu kararlı gök sessizliğini tamamladılar. Sabahın serinliğinde boş ve yeşil tepelere yürüdük. Yumuşak toprağın üstünde kıpırdanan yarım daire kanatlı böcekler, ince belli iri karıncalar, kıçlarından yapışmış ters yönlere birbirlerini çekmeye uğraşan siyah benekli kırmızı gövdeli böcekler çürümüş ağaç kabuğunu çatırtıyla açtığımda aşağı döküldüler.

Pütürlü ağaç gövdeleri, bakır rengine çalan kökleri yer yer topraktan çıkıp, yine toprağa dönerken griden kahveye koyulaşan pütürlü kabukla örtülmüşler, ağaçların yapraksız dalları sanki taşıyamadıkları bir acıyla incelip kıvrılmışlardı. Bu ağaç artık hiçbir yuvayı barındıramayacak kadar biçimsizleşmiş, kimseyi dallarında taşıyamayacak kadar kırılgan ve hastalıklıydı. Rüzgarın kuvvetine esneyip eğilemeyecek kadar yaşlı ve hantal. Sert esen kuzey rüzgarından sonra önce birer ikişer dallarını kaybedecek, ardından tüm boşluklarından içeri sızan karınca ve başka kırmızı böcek kavimleri tarafından içi oyularak boş bir kütüğe dönecek, etrafındaki sarmaşıklarla kaplı, yükselmiş otların arasında kaybolmaya yaklaşmış diğer ağaç gövdelerinin yanında yerini alacaktı. Birkaç gün sonra hafif rüzgarda sarsılarak devrilen ağacın yanına gittik. Çatırtıyla bir başka ağacın gölgesine yıkılmıştı gece. Gövdesini böceklerin kemirdikten sonra terk etmiş olduklarını gördük. Marla'ya, Said'le seneler önce harabelerin arasında kaldığımız o gece gördüğüm  rüyayı anlattım. Kırık beyaz taş kafasını gövdesinin üzerine yerleştirdiğimde canlanan heykelin rüyasını. Canlandığını görüp hareket etmeye kalktığında paramparça olup dağılmıştı.

Bu kafayı toza toprağa karışmış halde sütunların birinin yıktığı duvarın dibinde bulmuştum. Çakıl ve iri kum tanelerini avuç avuç yüzüne sürüp ovaladım. Boş gözler, kırık bir burun, beyaz bir yüz. Gövdesini  toprağın kavisinden seçtiğimde puta tapan kavimlerin putlarından birini bulduğumdan emin halde kırık kollarını da araştırmaya girişmiştim. Gözbebeklerinin olmaması dışında hayli bize benziyordu. Hiç yaşamadığı için hiç ölmeyecek garip bir insan. Mermerden oyulmuş gövdesi soğuk ve hareketsizdi. Vahşi ve yorgun bir hayvan gibi toprağın üstünde uyuyakaldım sonra. O zamanlar gördüğüm rüyalardaki insanların hiçbiri konuşmazdı. O da birşey söylememişti.

Gün ağarırken Said'le beraber çağıldayarak taşkınlar yaparak sert akan nehiri köylülerin gerdiği kalınca bir halata tutunarak güçlükle geçtik.   Ateşin yanına dizdiğimiz ıslak kıyafetler yakına sokulunca yanıp sertleşmişti, üstümüze giyilince kimi yerlerinden yırtıldı. Kalacağımız evi ararken eski kıyafetler iyice parçalanıp paçavralara dönünce  camiye ilerlediğimiz dar sokakta hocanın biri çevirip, "Bu kılıkta camiye girmeyin gidin ilerde dilenin" diye kendince yol gösterdi. Hocanın bizi zahit sanmasının garipliğine şaşmayan Said, paçavra kıyafetleri içinde dahi olsa ulvi halini hissettiren her ne varsa kurtulmaya çalışarak oyunbaz bir sesle "Biz zahit değiliz babalık" dedi. Kemal reisi ararız." "Reis teknesiyle denizde" dedi camiye bitişik tekkeyi işaret ederek. "Gidin orada bekleyin bir kaç güne gelirler" 

Sonraları 'reis' bana ruhani bir sıfat gibi görünmüştü, oysa paşa ne kadar ruhanilikten uzaksa reiste o derece uzaktı.  Zannederim bende bu fikri oluşturan yüzünü daha evvel hiç görmediğimiz Kemal Reis'i tekkede beklediğimiz bu birkaç gündü. Aklımın içinde koca bir kovuk oturtup  ikide uzun sarık sarmış babayiğidin gür sakallarını  çeke çeke kadırganın güvertesinde gidip gelen hali vardı. Her bir küreği üç babayiğit kürekçinin çektiği uzun küreklerin yanı başındaki  omuz hizasında dar bir yoldan ibaret güvertenin ortasında gidip gelirken reis de "Ha benim aslanlarıma, ha benim yiğitlerime" der dururdu.

Mahalleleri ortadan kaldıran büyük yangınların, sokakları dolduran kalabalıkların birlikte sabahladıkları zelzelelerin sonrası birdenbire ortaya çıkıp kaybolan kara ölüm salgınları,  yanlış bir yerinden  kuyruğuna basılan arkası karanlık adamlar tarafından suçlanma çekinceleriyle yapılan ürkek konuşmalar, yahut meyhanelerde, kahvelerde toplanıp saraya, meydanlara yürüyen asker yahut esnaf kalabalıklarından biri gibi yok yere saraydan çağrılma korkusuyla sürekli ipin ucunda yaşayanlara çöken rehavet, endişe  ve korkuyu aşmış, kadere teslimiyet ve rıza havası,  sadece tekkeye değil, bulunduğumuz bütün muhite sirayet etmişti. Birkaç gün içinde  biz de, isyan etmek için toplanmaya bahane olan meyhane kahve türünden yerleri kapatmak konusu açıldığında ardı arkasına destekleyici sözler etmeye başlamıştık, evine giderken kaybolan yahut çağrıldıktan  uzun zaman sonra geri gelmeyen biri hakkında fazla konuşmanın iyi olmayacağını anlamamızsa uzun sürmedi. Sadrazam'ın gölgesi alınan her nefesin üstündeydi. Dindirdiği çalkantılarla memleketi yeniden eski huzuruna kavuşturduğu için yüksek sesle ona da dua ediyorduk. Artık daha kıymetli bulunduğundan aleni ve hep beraber.

Geceleyin, zar atmak günah olduğundan altıgen bir sayı fırıldağını çevirip fırıldağın durduğu yerdeki noktalar sayısınca ilerlenen yılanlar ve merdivenlerle dolu bir oyunla oyalandık.  Merdiven başına rastlayınca merdivenin sonunun bulunduğu yukardaki karelere tırmanıyor, yılanların başının bulunduğu karelere gelince kuyruğuna dek iniyorduk. Belalı düşüşlerin, talihli tırmanışların sonunda yüzbirinci kareye ulaşmaya çalışıyorduk ama oyun tahtasına böyle bir kare konulmamıştı. Oyun bittikten çok sonra tahtayı incelerken iyi kötü her karenin bir anlamı olduğunu farkettim.  Merhamet'e kadar yetişemeyen nifak karesine denk gelip düşmanlığa kadar düşüyor, gurura kapılan neredeyse en başa dönüyor, mahva rastlayan itibara tırmandığı gibi, cefadan sefaya, mecazi aşktan ilahi aşka, sadakatten feraha merdivenler çıkıyordu. Said kendine geniş bir oyun tahtası bulmaktan memnun   kırahathanelerin birinden yürüttüğünü düşündüğüm ufak satranç taşlarıyla geldiğinde ceplerinden çıkardıklarını karelerin üzerine tek tek dizdi. Çiseleyen yağmurun çivit mavisi alacakaranlığına dek satranç oynadık.

Sinan paşa'nın konağında misafirliğimiz sıcak karşılanmış, kalışımızı uzatabilmek, gidişimizi geciktirebilmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Sonunda açmamız gereken konuyu açmak icap edince Paşa'ya neşeli bir hal geldi. Cömert bir bağışa hazırlandığını zannederken "Allah'ın güzel bir lütufla herşeyi ihtiyaç sahibine dağıtması yerli yerine koyması Allah'ın sıfatıdır"  diye konuştu yumuşak bir sesle. "Tarikat ehli de bu sıfatlarla sıfatlanmak ister elbette ancak  ben aciz bir kulum,  bu atları da bana hiç kimse vermedi, ben de size vermeyeceğim" Burada durmaktaki yararsızlığı görüp karşılıklı konak bahçelerinin birbirine baktığı sakin ve büyük  caddeden, Kemal reisi selamlamak üzere bağlı olduğu tekkesine oradan da ne yapacağımızı bilmez halde bir umutla kışlaya girdik. İşbilir genç bir memur bizi dinleyip saatlerce beklettikten sonra gitmeyeceğimizi anlayınca yanına çağırıp karmaşık yazı ve rakamlarla dolu defterine bakarak "Kayıtlarda at yazıldığı görünmüyor" dedi. "Ama hakkınızı aramak için defterdarla görüştürürüm, o da belki vezirlerden birine iletir" Yüklerle geldiği yeni şehirde mallarının tümünü tek elden iyi fiyata satmayı başarmış talihli bir tüccarın ruhani olmaktan büsbütün uzak olmakla beraber ruhani bir nura çok benzeyen aldatıcı bir parlaklık yayılmıştı yüzüne. Çağırdığı süvarilerin ortabaşısına "Bunlar Sinan paşanın yolladığı atlarını almak isterlermiş, vermez de ayak diretir isek buranın ahırından kendileri toplamak isterler" dedi. Kellelerimizin tehlikeye girdiğini hissedince Said oraya ilk vardığımızda bize söyleneni anımsayıp atlardan gayet iyi anladığımızı ve sefere seis olarak yazılmaya razı ve ricacı olduğumuzu açıkladı. Gündeliği dört akçeden. O kışın büyük kısmını kışlada ve tekkede geçirdik.  Soğuğun bizi alçak tavanlı dar bodrumlara kapattığı ocağın başından ayrılamadığımız ve hep gri  beyaz ışıklar içinde anımsadığım günlerin birinde av seven haşmetlu padişahımızın bir parsla bir yaban domuzu avladığı haberi kışlada dolaştı. Müneccimbaşı bu işaretleri baharda yeni bir sefer yapılacağına yormuştu.

Uzunca taş bir köprüyü yüklerle geçen  develer vardı bu uzun yürüyüşte. Batağa saplanan topları çeken filler. Terlemiş atlarımızı sudan geçirirken inip yıkardık, mehteran bölüğü şehirler geçilirken susmaz, duacılar pencerelere ve sokaklara çıkar, mahşer kalabalığının yürüyüşünde bir düzen belirirdi. Geniş çayırlığı tırmanıp mola yerine erken varıp çadırları tepelere kuranlarla beraber yol aldık. Seyrettiğimiz hareketliliğe rağmen yamaçlara tırmanmakta olanların seslerinin buraya gelmemesi bana Sinan Paşa'nın evinde sessiz yenilen yemekleri anımsatıyordu. Sürekli yoklamalar yenileniyor, yol boyu kaçıp kaybolan yeniçerilerin, yoklama listelerinden isimleri çizilip maaşlarının kesildiği ilan ediliyordu. Düşmanın ileri birliklerinin çarpışmasız kovalandığı günlerin ardından nihayet kaleye doğru sert hücumlar başladığında yivli tüfeklerden de etkili süvari oklarının zırhlarını parçalayıp düşürdükleri genç askerler, kaleden atılan top mermilerinin açtığı çukurlardan püsküren ateş ve toprak parçalarının arasında düşüp inleyenlerin ve çığlıkların sesini mehteran bölüğünün gümbürtüsü güçlükle bastırabiliyordu. Duvarların önünde biriken ölülerin üstünde parçalanıp saçılan ıslak topraktan ve dökülen kandan kalın bir örtü renkleri artık seçilemeyen üniformalarının üzerine çekilip katılaştı. İnşası üstünkörü olduğu  için korunması da güç olacak kaleyi  parça parça Mur suyuna yıktıktan sonra geri çekildik.

Marla'nın bıçağıyla kesip uzattığı turuncu saç tutamı yeleğimin iç cebinde mendile sarılı halde durur ve koşarak girdiğimiz muharebe meydanlarında beni koruduğuna gönülden inanırdım. İlk atılıştaki Allah Allah nidaları ve  sert geçen çarpışmalardaki kılıç şakırtılarını kesen haykırışların, inen topuz darbelerinden patlayan feryatların, gövdeleri parçalamaya çekilmiş geniş yüzlü palaların arasında herkesten fazla yaşamak istesem de kalkan, zırh ve kılıç şakırtılarından işitilmeyen ahlarla yere düşenlerin yanından savaş nağralarıyla meydana atılanları gördüğümde bazen ben de cesur ve korkusuzca hareket edebilmeyi arzulardım. Cesaretimizi birbirimize kanıtlayabileceğimiz hayli kuvvetli olduğumuz uygun durumlarda saldırganca davranarak bunu zaman zaman başardığımı da sanıyorum. Oysa tekkede oynadığımız oyundaki gibi cesaretten şehitliğe varan bir yol olduğuna  ve  aniden bastırıp hızlanan sağanakla Raab suyu taşarken süratle dar köprüsünden karşıya geçebilenlerin oraya vardıklarına gönülden inanıyordum. Sel olup köprüleri parçalayan Raab suyunun ötesine  geçip düşman karşısında yalnız kalanlara erişme gayretiyle yalınkılıç nehire atlayanlar da muhakkak bu mertebeye erişmişlerdi. Bizse düşman birliklerinin toprak mevkilere yerleştirdikleri hafif topları atışa başlayınca Sadrazam kuvvetlerinin hemen arkasından büyük çadırları dahi söküp toplayamadan geri çekildik. Çekildiğimiz mevkide birkaç gün içinde yeniden yayıldığımızda Said yeni birliklerin geleceği, anlaşma yapıldığı, padişahın birkaç gün içinde buraya varacağı yolunda dedikodular dolaşırken bizi Girit adasına gideceklerin arasına sipahi olarak yazdırmaya uğraşıyordu. Onyıldan fazladır Kandiye kalesi kuşatmasında bekleyenlerin arasına katılarak her gün için altı akçe alacağımız adada sakin bir zaman geçireceğimizi umuyorduk. 

Top atışlarıyla selamlanarak karşılandığımız Girit'te Sadrazam'ın da varmasıyla, toprak, kan ve barut kokan şiddetli hücumlarla surlara yüklendiğimiz kuşatma kanlı çapışmalarla şiddetlendi. Her iki yönden de akan kum tanelerinin dar bir boşluğa doğru ilerlediği hatalı bir kum saatinin içine kıstırılmış gibi kaledekiler sona erdiğinde  surların arkasında kalan limandan yeni gemilerle değişik milletlerden pek çok savaşçı beliriyor, padişahın safları kale önünde eridikçe çoğu yeni toplanmış genç askerler top atışlarıyla selamlanıp mevzilere gönderiliyorlardı. Kaledekiler halimize yukarıdan bakıp gevşek bir hava, çözülme yahut dinlenme anının dağınıklığını yakaladıklarına inandıklarında kalenin kapıları açılıyor ve atlarla hızlıca çıkış yapan gruplar kamp halindekilere saldırmalarının ardından hayatta kalabilen son birkaç atlı da dört nala kaleye geri dönüyordu. Gece gündüz toprağın altından tünellerin kazıldığı, çarpışmaların yerin altında ve üstünde durmadan sürdüğü top mermilerinin karanlıkta havada uçtuğu  gecelerin birinde kazılan tünellerden çıkanlara doğru burçlardan fırlatılan oklar birbiri ardına aşağı döküldü. Said "Sıra bize geliyor" diye huzursuzlandı. Ay ışığında yerde yanyana duran tekerlekli kulelerin arasından geçtik. Uzun ahşap merdivenlerin taş surlara dayanmasıyla başlayan bu yeni safhada kalenin düşeceğini sanıyorduk ancak  yirmi ay daha çarpışmalar şiddetle sürecekti. Karanlıkta kalkıp kulelerin yanından koşmaya başladık, yukarı bıraktığım atlar ürküp kaçmışlardı. Geceleri ay ışığında rüzgarsız serinlikte yol aldık. Gözlerimiz karanlığa nasıl alıştıysa, bir süre sonra yolun öte yanından gelen tepe yamacına doğru gizlenmiş suyun uğultusuna, cırcır böceklerinin cırıltısına, puhu kuşlarının boğuk ve kısık seslerine, ormanın içinden gelen uğultuya karışan yumuşak zemindeki ayak seslerimize de öyle alıştı. Tüm bu sesler önce birleşip tek bir ses, sonra belirginliklerini yitirip bir çeşit sessizlik haline dönüştüler.

Limandaki, iskeleye bağlı gemilerden birinde yatıp, bir başkasıyla yola çıkmak üzere anlaştık. Yakında öldüreceğimizi bilmediğimiz Kaptan ve levazım subayı siyah bir beze sarılı iki silah getirdi. Bezi öpüp başımıza koyduk ve tayfaların önünde uğraş başında onları yalnız bırakmayacağımıza hemen orada yemin ettik. Ancak iyi  harita okuyup, mesafe hesaplayamayan kaptan, çalkantılı bir gecenin sonunda yolunu yönünü yitiriverdi. Korsanlıktan     yetişme denizcilerle başa çıkamayacağı gibi kaptan olmaya da vasıfları yetişmiyordu. Onun altında olmaktan ondan emir almaktan hoşnut değildik. Kamarasında yalnız başına içtiği, dışarı çıkıp korsan eskilerini malları tırtıklamakla suçlayıp, limanda dolaşma izni vermeyeceği tehdidini savurduğu bir gece, levazım subayını da yanımıza çekerek hem kuvvetli bir düşmandan kurtulup, hemde basiretli bir baş kazanmak üzere konuşmaların yapıldığı   rutubet kokulu çürümüş tahtaların arasına indik. Yeniden yukarı çıktığımızda silahların bulunduğu kilitli sandığın güverteden alınmış olduğunu gördük. Böylesi bir kalkışmanın nihai bir neticeye varması için işin başında en aşağı iki silah doldurmanın gerekliliğine inanmıştık.  Toplardan birini sabaha karşı güverteye taşıyıp kaptan köprüsünü tamamen havaya uçurmayı teklif etti biri. Birdenbire yapmakta olduğum şeyin anlamsızlığını farkettim.  Herşey yeni ve değişik göründü.  Yoğun ve bulanık gecenin içinde kaptan ve dört adamını katlettik.

Denizi, güvertelerden, dolambaçlı yolların sonunda vardığı rıhtımlardan, yaşadıklarımızın hikmetini bizden gizleyen kalın bir perde arkasından  seyreder gibi, tanıdığıma inandığım dünyanın içinde biçimlerini kaybetmiş haki ve boz renklerini dahi seçemediğim, keskin çığlıkların boğularak ve manalarını yitirerek geldikleri, sanki masalcıların pek çok garip olayı ard arda sıralayarak hızlıca söyleyip geçtiği  tekerlemelere dolanmış ve senelerce çıkamamıştım. Karpuzu açarken çakım içine kaçmış, çakımı ararken elimi kaybetmiş, elimi ararken kolum içine kaçmıştı. Sonunda kendim de içine kaçıp karpuzun içinde diyar diyar dolaşmış,  büyük bir ağacın tepesinde tarlalara tırmanıp,  bir yumrukta kopmuş kafamı toz toprak içinde bir mezbelelikte bulmuş, onunla 'kafamsın, kafan değilim' minvalinde tartışıp, sürüşüp kadı'nın önüne varmıştık.

Kara sakallı, çocukluğumun efsanevi dev korsan kaptanını sakin ve sanki ihtiyarlamış halde kışladığımız büyük limanların birinde buldum. Korsanlık için elverişsiz hayli görkemli üç güverteli ve güçlü toplarla donatılmış, açık lumbar kapakları Portekiz donanmasına özgü işlemelerle süslü direklerinin haçlarına gerilmiş perdeler gibi duran dev yelkenleri göklere çeken onlarca adam, hayli erzakla Akdeniz'i terk ederken üstüne ölçüp biçme aletleri çizilmiş yeşil bayrağı indirip yerine kara bir bayrak astırdığında nedenine "Hiç" demişti. Fazlaca konuşmuyorduk artık. Said'se eski gemide kalmıştı. Okyanusun karşı kıyısına taşıyacağı siyah adamları yaşadıkları ormanlardan sahile doğru sürdüğümüz uzak ülkede kaptanı ve üç güverteli dev gemisini terk edenlere katıldım. Geceleri yıldızlara gündüzleri güneşe bakıp yön bulup ilerlediğimiz açık düzlüklerde geçen haftaların ardından hala çölün gizli işaretlerini tanıyan bedeviler gibi yağmurun hangi zeminde biriktiğini sezip kumu ya da gevşek toprağı eşeleyerek bir kaç karış aşağıda bulanık da olsa içilebilir su bulabilen vahşi bakışlı yarı yarıya kör olan Arap ve iki adamının birbirine anlatacak pek çok hikayesi vardı. Benimse yalnız bir taneydi ve o hikayenin de sonunu bilmediğimden yol boyunca susuyordum. Gri şafağın ayazında aydınlanan çorak ve taşlık arazilerden geçen, karanlıkta pulları parıldayan büyük kertenkelelerin ve yılanların yaşadığı geniş ve boş düzlüklerden geçen ya da büyük ağaçların yeşil aydınlığında alınan uzun ve sessiz yollarda. İyiliğin, saflığın ve masumiyetin  güzel Marla'sının ismini sanki unutmuş gibiydim. Onunla herhangi bir öğleden sonra su kıyılarında başlarını eğmiş beyaz zambaklar arkamızdan kıkırdayıp gülüşen genç kızları andırır; bu dünyaya ait olmadığını sandığım bir ışıkla yıkanmış yeryüzü, kuşlarını sanki birdenbire gelen bir ilhamla aniden uçurur ve geceyi yaklaştırırdı. Sonsuz yıldızların gecesini. Uyuyan tilkilerin ve sessiz avcıların gecesini. Kuru yapraklar, yosun ve bazen ağaç kabuğu taşıdıkları evlerinin kapısından bakan kızıl sincapların yaşadığı büyük ağacın gölgesindeki o vakitlerde herşey bize ve birbirlerine sıcak ve yakın olurdu. Ama ormanın içinde ilerlerken akşam alacasında herşey yabancıydı. Yalnız kendi bildiği sebeplerden bizi belirsiz bir sınıra dek uzaktan takip edip sonra görevini bir benzerine devreden büyük turuncu kaplanlar, tüfeklerin nasıl çalıştığını iyice anlayana dek üstümüze koşmaya devam eden yarı çıplak adamlar, su içmeye gelirken sürekli duraklayıp havayı koklayan ürkek ceylan sürüleri, ağaçlardan ağaçlara cayırtılar kopararak atlayarak hep birlikte yer değiştiren kara tüylü, uzun kuyruklu renkli burunlu acayip maymunlar görür, birdenbire çöken geceden kaçınmak için açıklıklarda büyük ateşler yakardık.  Dalların arasına yerleşip gözlerini büyük büyük açan iri ve gri bir  baykuş boğuk ve ulvi bir tondan şarkısına başladığında herşey vahşi, herşey sessizdi.  Baykuş bilgeliğini gündüzleri olan bitene gözlerini kapamakta bulur ve gece sessizliğinde gözlerini açtığında uğultulu  sesi, çekirgelerin sızlanışlarının arasında  toprağı örten yağmur suları gibi belirirdi. Yaralayıcı keskin kenarlı kart yapraklı çalıları saklayan gür çimenlerin yetiştiği toprağa uzanmışken onun sesinde buradan çok uzakta yaşayan bir başka baykuşun şarkısından daha değişik bir şey bulamasakta sanki bu derin ve içli seste ormanın ruhu bizimle konuşur ve cahilce atıldığımız tehlikelerden bizi korumaya çalıştığını anlatırdı.

Bir defasında yarı kör Arabın adamlarından biri ağaçların arasında ağır aksak ilerleyen kendi halinde bir ayıyı geri çağırmak için ‘tuzaktaki yaralı tavşan çığlığı’ dediği gerçekten  acı duyduğunu düşündüren bir ses çıkartmaya koyulmuştu. Bunu yapmadan önce  yüzünü iyice ekşiterek hazırlanıyor, biz de “ha gayret ha” der gibi yüzümüzü hafifçe buruşturup ona bakarak destek veriyorduk. Ayı geri dönmediği gibi eğer tırmandığı kayalardan bizi gözetlemeye koyulduysa onun nazarında epeyce itibar kaybettiğimiz de ortadaydı. Büyük ağaçların altında elimizdeki ateş alıp almayacağı belirsiz kötü tüfeklerle böyle bir sesten medet umarak umutlanmış olan bizlerin üzüntü verici ve çaresiz bir halimiz olduğu muhakkaktı. Birbirimize cesaretimizi kanıtlamaya çalışırken gerçek amacımızdan epeyce uzaklaşmıştık.

Ama ormanın ruhu, okyanusun taşkınlığını gördükten sonra ihtiyarlığını bahane edip karada aramızda kalan  Arap beyinin oğullarından birini koruyamamıştı. Yeniden imparatorluğun topraklarına varmak için yaptığımız yolculukta onunla birlikte aynı toprağa basıyor, aynı suyun çağıltısına eğiliyor, aynı kurumuş ekmekle karnımızı şişirip, aynı manzaraya bakıyorduk; ancak rüzgarla dalgalanan genç ağaçları seyrederken onunla aynı yerlerden aynı adımlarla geçmemize rağmen sanki onun ayak bastığı her toprak parçası onu daha fazla aşağı çekiyor, içtiği her yudum su zehir gibi içini parçalıyor, gülmeye çalıştığı her şaka onu daha fazla yoruyordu. Ayağında çıkan yaralar bebek benek çoğaldı.  Ormanı arkamızda bırakıp deve tepelerinde çöl rüzgarının kuruttuğu çorak topraklardan geçerken  turuncuyla kahve renklerinde kurumuş et parçaları artık dökülecekler derken içlerinden kanlı yuvarlığımsı birer göz açtılar. Kendinden geçmiş halde onu taşırken bilmediğimiz bir yerlere geri dönmekten artık söz açmadığında içinden çekilen hayattan, candan da pek bir şey kalmadığını anlamıştık. Bıçağın ucuyla dokunmaya kalmadan patlayıp dağılıyorlardı. Böyle böyle hepsinin zehirini, irinini iyice dışarı saldık ancak buna rağmen sabaha doğru yüzü yeşile döndü, soğuk terler içinde uykusunda sayıklayarak çokça acı çekmeden -Allah onu huzura kavuştursun ve toprağını bol etsin- ruhunu teslim etti. En son ne söylemeye çalıştığını anlamaya çalışarak yaklaşınca fısıltısı hırıldamaya dönüştü. Suratına baktığımda şaşırmış bir ifade buldum. 

Vardığımız kentin kalabalık hanlarından birine içim  acıyla kasılmış halde çökmüşken, her nefeste yorgun bedenimi sarsan ağrıyla inlemeye koyuldum. Kısa boylu ihtiyar bir adam yanımda ayakta durmuş bana bakar halde epeydir konuşuyordu ama söylediklerini yakalamak güçtü. Sonra bir an nefesimi tutmuş şaşkın halde etrafa bakındım. 

 "İşte babacığım diş ağrısı böyle bir şeydir, adamı tutup tutup duvara duvara vurur, gece boyu kuzu yutmuş kurt gibi inletir. Duyanlar zevkten mi acıdan mı bağardığını anlayamazlar. Adamın biri dişi ağrıdığı için kendisini vurmuştur. Bu gerçekten yaşanmış bir olaydır. Dinledin mi babacığım, adam ağzını açıp azı dişine ateş etmiştir de kurşunu dişine dokunmadan yukarı çıkıp kafasını dağatmıştır. Evet babacığım dişin ağrıyorsa işte bu halde olursun ama herşeyin hal çaresi vardır. Ragnaktus vilayetinde hiç kimsenin dişi ağrımaz. İşte bu kesinlikle doğru bir şeydir babacığım, herkesin güçlü at dişleri vardır. “Orasıda neresi hiç duymadık” diye inledim. “Anlatayım babacığım …” Anlattıklarına uygun biçimde bir fareyi ya da yılanı andırır biçimde eklemsizmiş gibi kıvranıp duruyordu. Sanki ayakta durmak için sürekli bir çaba içindeydi. Alaaddin'in lambasından çıkan cin gibi acı içinde çenemi ovuşturup durunca birdenbire ortaya çıkmıştı. Ayıp olmasın diye yüzümü gözümü ondan ayırmadan kuşağımın üstünden kesemi yokladım. “Orası buraya en aşağı iki ay uzaklıkta bir vilayetin büyükçe bir köyüdür. Oraya varmak için iki büyük nehirden dağdan ve düzden  geçersin. Derdi tasası olmayan insan gene yoktur nereye gidilse ama dişten yana hiç şikayetleri olmaz çünkü neden, orada bulunan bir ağacın yaprakları iyi gelir babacığım" “Ver bakalım deneyelim” dedim kısa keserek. “İşte üzüyorsun beni babacığım, bana rastladın ama o yapraklar heryerde bulunmaz" Sonunda gidip getirdi. "Dişinin üstüne koy   çiğne tükür ki iyi olsun. Tam bir uyuşukluk hissettim ki o halimden faydalanıp dişimi de söküp attılar. Eklemsiz adam "Kalan yaprakları da sana sadece oraya gidip dönme parasına vereceğim" deyince yol arkadaşlarımın keselerine destursuz el attım. Başımda sadece hala zonklayan dişlerimin sancısı vardı. İçimde kara kara  öfkeli dalgalar çalkalanıyor,   tepelerinden kızıl ateşler kusan volkanlar yüreğimi titretiyorlardı. Onları yok yere öldürmek istiyordum. Kılıçlarını çekmişlerdi. Aceleyle dışarı çıktık. Üstlerine savurduğum kürekle birlikte yere devrildiğim, dövüşü kaybettiğimi sandığım güç bir anda altın paraları vermeye niyetlendiğim garip adamlar silahlarını ateşlediler. Kovalanan eski yol arkadaşlarımdı ve koluma girenlerle ocağa yakın bir masaya çöktüm. Dizlerim parçalanmıştı ama altınlarını kuşaklarından çekip almıştım. Ocağın içinde parlayan kızılca bir demir çubuğu ağzımın içine sokup yarayı dağladıklarında kopardığım feryatla birlikte çıkardığım rezaleti taçlandırdım. Dövüşmek üzere dışarı davet ettiğim pek çok adam   yemeklerini alıp başka masalara geçiyorlardı. Araplardan birinin 'Köleyle şakalaşmayacaksın' minvalinde birşeyler mırıldandığını işittim. '...şakalaşırsan, açar sana  kıçını gösterir' Deyişlerindeki bilgeliğe uygun bir serinkanlılık ve sakinlikle "Onun şakası budur"  diye bitirdiğinde kaçtığı masalarına gidip sert bir tekme yapıştırdım, saçılan yemek ve şarap taslarının titremesi durulmadan onları da masalarıyla birlikte ikiye biçmek üzere geniş yüzlü kılıcıma el attım.  Sonra kitlendiğim dar bir odada etli bir kadının bacaklarını sıkıştırıyordum, kalçalarını avuçluyordum hırsla. Çiğnediğim yaprakları yutuyor, yuvarladığım şarapları ağzımın içine döküp çalkalıyordum. Ne neye yarıyor umrumda değildi artık. Nedenlere itikadımı kaybetmiştim. Hiçbir nedenin hiçbir hükmü yoktu. Herşey vasıtaydı. Dünyanın saçmalığı ve bizim boş hayatımızı yüzümüze her adımda çarpan vasıtalar. Hiçbirşey umurumda değildi.

Oysa bir şarkı dinlemiştim kısık bir sesle sakin mırıldanan belki  garip bir ninniye benzeyen. Güneşin altında uyuyakalmış bir kızdan bahsediyordu. Uyandığımda hatırlayamayacağım kadar güzel, sarı ışıklar yüzünde, gövdesinin kıvrımlarında geziniyordu. Ona en yakın olduğumu hissettiğim an, kaybolup gözlerimin önünden gittiği bir andı. Rüyalar gibi hiçbir tarihe işaretlenmeyecek zamanlardan bir zamanın içinde bir vardı, bir yoktu, dünya tatlı bir sallantıdaydı. Söylenen şarkıyı dinlediğimi unutup bunları hayal ettiğimi sandım. Çölün garip adamları çevirmişlerdi etrafını. Uyandırmak istememişti  hiçkimse. Böylesi bir güzellik mümkün değil dedi aralarından biri, belki yoktu. Sarı kumların etrafında bakar dururlardı hayret içinde birbirlerine.

Uyanırsa güzel dilber güneşin ışıklarında gözlerini kırpıştırıp,

Kaybolurduk o vakit  hepimiz birdenbire  çölün sessiz kumlarına.

Kaçıp gitmişlerdi sonra oradan, çünkü varolmak güzel. Çöl adamları ihtimal vermezlerdi yok olmanın da çok güzel olduğuna ve uyandırmadılar. Dilber rüyasını gördü ve çölün garip adamları yürüyüp gittiler. Rüyamda bana söylenen şarkı sona erince, onun Marla olduğunu sandım ama o değildi. Marla hala çok uzaktaydı. Renkler bulanıklaşmıştı, biçimler eğrildi. Karanlıkta gördüğüm şeylerin rüya olduğunu sandım. Hiç uyanamayacak kadar çok rüya görmek isterdim. İnce sesli bir kadının şarkısı sancı verici derin bir uğultunun içine dalıp giderek kayboldu. Pencereden irice bir balya samanın üstüne yuvarlandım. Büyük  bir ineğin ıslak burnunu öptüm. Gevrek, gevşek bir ifadeyle “möö” der inekler. Benim haritamın çölde ayna yapıcılarından birinin çadırında olduğunu söylediğini duydum. Fır fır eteklerini ıslak suratımdan çekti. Sabah uyandığımda gitmişti, sadece yedi altın param kalmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yedinci Bölüm

 

Çöller birşeyler aramak için harika yerlerdir. Geceboyu ay ışığında yürürken efsunlu bir gök yağmuru boşanıp kumların içinde  akıp kayboldu. Rüzgar, kumlara üflediğinde ortaya çıkacak gizli bir şehiri saklar gibi  yumuşak, ılık ve sokulgan etrafımızda dolaşırken sanki hep bir rüyanın devamını görüyordum da ilk ne zaman uyuduğumu unutmuş gibi herhangi birini görebilmek için bile günlerce yürünen tuhaf bir ülkede, kervan yollarına uzak kurulmuş ayna yapıcısının çadırına  günlerdir yol alıyordum. Meltemin sıcaklığından, güneşin parlak ışıklarından kısılmış gözlerle arkamdan seslenenler muhtemelen bana işaret ettikleri kızarmış kumların koynuna doğru hızla ilerleyişimde kaçmaya çalışır bir hal, belki makul görünmeyen tehlikeli bir yan bulmuşlardı. Kervanın takip ettiği yolu çizen ince sırttan inerken toynaklarına çaputlar bağlanıp geceyarıları ahırlarından kaçırılan atlar gibi ayaklarıma sarılı paçavralar altında dağılıp çekilen gevşek ve yumuşak kumlarla sendeliyordum. Gün batımında turuncuya alacalanan serin kum tepelerinin arasında ardarda belirip çoğalan boş düzlükleri, ardı sıra gittiğim kervandan ayrılıp yalnız başıma yürüyerek aştım. Çölün kıvrımlarında yükseğin alçağın herhangi bir varlığı saklamaya hükmü kalmayınca aradığım çadırın da yakınlarda kurulmadığını görerek umutsuzluğa kapılıyor, yürüyüşüm uzadıkça uzaklaşıyor olma korkusuyla yıldızlara bakıyor, keçeyle kapladığım kırbamdaki ılık suyla dudaklarımı ıslatıyordum. Ay ışığında ilerlerken önümde dalga dalga genişleyip çoğalan düzlükler sanki yeni bir kelam etmeden önce uzun uzun susarak  mısralarını kuvvetlendiren çöl şairlerini andırıyordu. Bunlardan biri şöyle demiştir;

 

peçemi çepeçevre sardığım

cılız ateşin sızladığı keşif gecesinde yalnızım

kumlar içeri doldu gözlerimi kısıyorum,

 

yolcu tam ve kesin yok oluşu sormaya geliyor 

bana inanmıyor ve söylediklerimi duymayacak

 

ateşten aldığım halde yanmaya devam eden

ince ekmeğimden yesin

 

Birbiri üstüne örtülmüş kat kat etekler gibi rüzgarla değişen kum dalgalarının bitimsiz uzanıp gitmesindeki sessizlik bazen dayanılmaz hale geldiğinde onun  yanan bağrında helak olup giden, adı sanı kalmamış pek çok yolcunun aralarına paralanmaktan çekiniyordum. Bütün bunlar belki birini ararken kaybolan bir başkasının hikayesiydi. Vahalar birbirine çok uzak değilse de ya develerden başkasının eğilmediği tuzlu sularla kaplı, ya kavurucu kumların boşluğu ve sessizliğiyle öyle birbirlerinden ayrılardı ki hiçbir sözün ve hiçkimsenin hatırlanmadığı güneşin sarı çölünden ayna yapıcısı ihtiyarı bulmaktan ümidimi kesmiş halde artık sadece dışarı çıkmaya çalışıyor, kum denizinin kıyısına varmaya uğraşıyordum.

 Çölün hafızası aynalardı. Aradığım ihtiyarı kumların içine gömülmüş taş bir ocağın başında cam olmaya karılmış yarı saydam kara bir bulamacı ateşin üstünde çevirirken buldum. Yarı bükülmüş beliyle kollarını geriye bağladığında kanatlarını saklayan papuç gagalı bir leyleği andırıyordu. Ak sakalları tütün rengine sararmış,  gevşek  kurulmuş buz mavisinden yeşile değişen çadırının yama tutmamış kaba yarıklarının önünde yalnızdı. "Arap atıyla mı geldin" dedi bakmadan. "Uzun yolu deve kervanıyla aldım" dedim. "Kalanı epeyce yürüdüm tek başıma. Çöl beni de yutmak üzereydi, kaybolduğumu sandım"

"Bazısı da tahtiravanla gelir" dedi böyle şeylerden konuşmaya alışkın olduğunu hissettiren bir sesle. "Tahtiravanı kölelerinin omuzlarından aşağı iner, çöl sıcağından ve kuvvetli ışıktan onları ayıran perde böylece aralanır" Nezaket gereğinden sessizliğimi korudum. Manasız bir gevezeliğe dönüşecek sohbete anlam veremediğimi belli edercesine susunca ayna yapıcısının sesi de saklayamadığı alaycı bir tonla titredi. Hafifçe öksürüp "Tuhaf oyuncaklar" diye gülümsedi. Yuvarlak bir gövdenin üstünde sallanıp dönen muhtemelen demir tozlarından yapılmış bir ayı kafasına bakıyordum. Aralarında bir boşluk vardı. Gökyüzündeki yıldızlar gibi pusulaları yanıltan bir hileyle havada duruyor, kulaklarından tutup çevrilince bir süre kendi etrafında dönüyor sonra kafasını öne arkaya onaylar gibi hafifçe sallayarak duruyordu.  "Kaça bu?" diye sordum. Kafasını kaldırıp gövdesinin içindeki boşluğa geri yerleştirirken "Beni aşağılıyorsun" dedi adam. Ancak gücenmediği de belliydi. "Farkında değilim" dedim dalgın bir tonda. Ondan hiç beklemediğim bir kahkaha attı. "Şimdi iyice kötü oldu" dedi umutsuzca.  Kahkahasının sesi sanki ayının kafası gibi nedensizce boşlukta asılı kalmıştı. Şakasına anlam veremediğimi fark etmişti. Kafasını iki defa onaylar gibi belli belirsiz salladı. Güneş yüzündeki kırışıklıklara derin gölgeler çizmişti. Başka bir açıklama yapamayacağını belli eder biçimde "Yarenlik etmeye çalışıyorum" diye gülümsedi. Çadırın dışında kumlara gömülü demir direklerden birine dayanmış geniş ahşap bir çerçeve içinde duran, üstü sanki kara bir balla kaplanmış kalın  levhadan ateşe atılmış çıralar gibi çıtırtılar geliyor, zaman zaman kıvrılıp soğuyan bir topak aşağı dökülürken, altından, içiçe girmiş kavisli kıvrak   desenleriyle kalın bir cam beliriyordu. Eğilip  yaklaşınca kırılmaya benzeyen çatırtılarla soğuduğunu hissedebiliyordum. İlgilenmemden hoşnut halde "Kapının üzerine takılacak  sisli bir pencere camı" dedi. "Işık içeri sızar ancak dışarıda neler olup bittiğini göremezler" 

"Buraya seni bulamayacağımdan emin halde geldim." dedim. Sürmem için tarla toprağından bulamaç hazırlarken "Ayaklarının altı nar kabuğu gibi olmuş" dedi. Berrak bir ışıltıyla belirip ağaçlarından düşen turuncu portakallar, sarıya dönmüş olgun muzlar, kaygan ve sert kirazlar kesmişti daha önce akan sıcak camlardan ama nar biçimlemek ona göre hayli zordu. Kızaran bir nar sanki ağacın dalına asılıyken gördüğü rüyaları unutamamış, uzun bir yolculuğun izlerini  hala taşıyan ihtiyar bir adam gibi rasgele çizgiler ve hiç tekrarlanmayan gelişigüzel desenler içindedir. Sanki çok eski unutulmuş bir adanın gizli haritası gibi ya da istiridye kabuklarının içinde derinlerde büyümüş gerçek incilere benzeyen yumrularıyla bize çekici gelen tuhaf bir biçimsizlikleri vardır. Sonra az önceki konuşmamızı unutmuş halde çatırdayan levhanın üstünden süpürgeyle  geçip kuru bir kabuk gibi ayrılan pütürlerini aşağı dökerken "Deve kervanları hayli uzak geçer buraya, gemiyle gelseydin yol kısadır" diye söylendi. "Kent buraya aslında çok yakın" Kuzey yönünde uzanan sırtı işaret etmişti. Uçsuz bucaksız her yöne uzanan sarı kumların sonsuz çölüne baktım çadıra girmeden.  İçerisi yörük çadırları kadar yüksek ve genişse de içindeki yıkık dökük eşyalar karmaşa içinde bir arada bekliyordu. Yer döşekleri, ocakta bırakılmış teneke bir demlik, kurutulmuş aslan pençeleri, ayrık otları, anason ve amber çiçeği tohumları arasında tuhaf baharatlarla yarı yarıya dolu kavanozlar, ahşap kutulara yığılmış bez keseler içinde iyi cins tütünler, uzun marpuçlu kırılıp ufalanmış turkuaz ve lal taşlarıyla süslü bir nargile, kalın örtülerini kaldırınca gövdeleri kuma gömülmüş, un ve suyla dolu iki fıçı buldum. Herhangi bir harita çizmeye ne mürekkep ne kağıt  yoktu görünürde.  Hayli yorgundum ve uykusuzluk sarhoşluğuyla çöküp bağdaş kurdum. "Uzun yoldan gelmişsin" dedi. "Önce çay içelim" Tenekenin içine dökülen bulanık kırmızı çaya uzandım. Başmakçının sohbeti kunduradan açılır misali uzun uzadıya aynalardan söz etmesini sabırla dinledim. Ona göre, aynaların kimisi geçmişte yaşayan eski insanları, kimisi uzak yerleri ama çoğu bugünü hatta şimdiyi gösterirdi. "Eski ustaların yaptığı bazı çeşit aynalar uzun seneler önce geleceği de gösterirdi" dedi. "...fakat ustalar bugünleri gördüklerinde ilimlerinin inceliklerini yazmayı da aktarmayı da reddedince sırları kayboldu, bu yüzden bazı çeşit aynalar geçmişi, bazı çeşit aynalarsa şimdiyi gösterirler, nereye tutulurlarsa orayı gösterirler. Aynalar, gelmiş ve gidecek olan, geçmiş ve gelecekteki herşeyden bir parça taşır, onlara bakarsan parçalarını görebilirsin. Çünkü herşey  sonunda kül ve kum olur. Evler ve hanlar parçalanıp dağılır, insanlar toprağa karışır, tüm ağaçlar ve çiçekleri, toprağın altında ve üstünde ne varsa sonunda kurur ve parçalanır, ateşle karşılaşırsa yanar, dumanları göğe yükselir ve geriye külleri kalır. Kum ve kül  ateşte karılıp birlikte piştiklerinde  cam olur. Camlar esrarını sadece ayna yapıcılarının bildiği bir sırla kaplandıklarında aynalar belirir ve aynalarda bu dünyanın bütün görüntüleri saklıdır. Aynadaki saklılığın karanlığından çekip alan bakışın sırrıysa sadece sendedir"

"Ben bir harita arıyorum" dedim. "Aynalara ihtiyacım yok"

"İki gözünü dört açıp bakarsan belki bulmak istediğin harita da oralardadır" diye ısrar etti. "Belki ihtiyacın da kalmaz. Ama geçmişi karıştırıp durmamalısın." Sonra başından savar bir halde "Geçmişi gösteren aynaların sırrı ayna yapıcılarıyla birlikte kayboldu." diye yineledi ısrarla. "O yüzden çölün bütün aynaları sadece şimdiyi ve burayı ama çok azı buradan çok uzakları, bazısıysa aynaların pişerken harcına katılan yosunların büyüdükleri derinlikleri gösteriyor artık"

 "Büyücülerin kullandığı bu çeşit kürelerden bahsedildiğini işittim" dedim. Hiç görmediğim bu kürelerin esrarengiz havası ilgimi çekiyordu. "Küreler efsunlu bir parıltı yayarlar" dedi kürelerle ilgilenmemden rahatsız halde. Bunlardan bahsetmekteki isteksizliğini saklamadan "Aynalara çok benzeyen kürelere bakanlar eğik görüntülerle çoğunlukla kendileri de eğrilip acayip hallere girerler. Sonunda herşeyin kumlara ve küllere karışması aynalar ve ayna yapıcıları için de geçerli kesin bir kuraldır. Ayna yaparken kum ve kül katılmasının nedeni budur, ancak karılan harca yosun ve barut gibi başka bazı şeyler de eklenir. Aynaların sırrı budur. Aynaların içinden kapılar görünse de içinden geçip gidemezsin ama onları seyredebilirsin. Aynaların karşısında duran biri başka bir gözle onda başka zamanları seyredebilir. Bunu yapanların bazısı dalgınlaşır ve başka yerde, başka zamanda kalırlar. Bazısına ise bu yaptığı bir üstünlük duygusu verir, boş bir böbürlenme ve kibir içinde kalırlar. Kime ne olacağı önceden kestirilemez, bu yüzden aynalardan uzak durmak, çokça bakmamak daha doğrudur. Eski insanlar aynaların üstünü örterler, sadece bakmaları gerektiğinde açarlar. İnsan bir aynanın içine bakarken çoğu zaman  onu hiç göremese de sadece bir aynaya bakmakta olduğunu unutur ve gördüklerinin içinde kaybolur. Sonunda ayna da, yansımalar da kalıcı olamazlar. Hatta yansımalardan kendisini göremediğimiz  halde her nasılsa içinde kaybolduğumuz aynanın varlığı da şüphelidir. Işıkta da birşeyleri görebiliriz ama ışığı hiçbir zaman göremeyiz"

"Yine de göremediğin  bir aynanın olmayabileceğini düşünmek tuhaf"  dedim.

"Gördüğümüzün ışıktan ayrı bir varlığı yoksa"  dedi telaşsız ve sakin. "Pek tuhaf sayılmaz" Yüzeyde kalmaktan ve anlattıklarının arkasına sokulamamaktan çekiniyordum ve bunu kuvvetle inandığı hikayesini anlayabilmek için  değil, bana karşı hissetmeye başladığına inandığım ölçülü bir yakınlığa ve saygıya zarar vermemek, sevdiği yalnızlığın mahremiyetini benimle paylaşan ihtiyarı ikna eden sebepleri ortadan kaldırmamak, pişmanlığa itmemeye uğraşmaktan ötürü yapıyordum. Yoksa hiçbirşey  anlamak istediğim de, ihtiyacım da yoktu. Ben Marla'yı arıyordum ve o da burada değildi. Ancak anlattıklarında bir boşluk, açık bir aralık bulduğumu hissederek "Ya rüyalarda görülenler?" diye sordum içten bir merakla. Çünkü orada hiç ışık yoktu.

"Rüyalar hiç karanlık değil, çünkü bakış oradadır" dedi meseleyi kendi yönünden kapatmış olmaktan memnun olduğunu hissettiren bir rahatlıkla. Son çivisini çaktığı ahşap tekerleğini bitirip dışarı yuvarlayan çalışkan bir arabacının çocuksuluğuyla kalkıp yuvarladığı tekerleğinin peşinden gidiverecek sandım. "Çocukluğumda her penceresinden başka bir şehir görünen büyük bir evde yaşadığımı hayal ederdim"  dedi. "Sonra bir gün oyun oynarken çöle bakan bir pencereden çıkıp geldim, ardından o ev bir hayal oldu ve  ben de senin gibi denizlerde epeyce dolaştım, bu garip çöl ülkesinin topraklarına geri döndüğüm bir bahar genç bir kıza heveslendim, öğle vakti gençliğin düşüncesiz cesaretiyle onu kandırmanın karanlık hileli yollarına dalmışken 'Sana kaçarım' diye haber gönderdi; tehlikeli bir aşiretin kızıydı.  Kaçtı da. Ama o nasıl kaçmak ki  elma sepetini ağaçtan aşağı sarkıtıp öyle koyup gelmişti. Çitlerin üstünden kucağıma düştükten sonra akşama varmadan  söyledikleriyle içime endişeler düşürüp korkular saldı. Derhal hocaya götürüp nikahını kıymazsam ailesine  dönecek, onlara elma toplarken, zorla kaçırılıp uzaklara götürüldüğünü anlatacaktı. Beni böyle sıkıştırınca saklı sapa patikalardan açığa çıkmaya mecbur kalıp komşu yakın köylerden evvelden gözümü kestirdiğim bir hocanın yolunu tuttuk. Hızlı varalım diye açıktan geçtiğimiz  dönüş yollarında bizi bulmaları da uzun sürmedi. Etrafımızı çevirdiklerinde aşiretin kızını kaçırmış ve aynı gün nikahlanmıştım.  Düğün dernek eğlenerek evlendiğimiz gece hanımımın aslında bunları çok öncesinden tam da şimdi olduğu haliyle planlamış olduğunu keşfettim. Oysa ki yanına da giden bendim. Ne var ki artık yapacak hiçbirşey yoktu. Denizden, gemiden ve uzun yolculuklardan artık ayrılmıştım. Yine de hala limanda dolaşırken bocurgatların gıcırtılarını, rüzgarın serenlerin arasında çaldığı ıslığı duyduğumda içim titrer ve kendimden geçip sanki bilinmeyen uzak bir dünyanın kutlu günlerinin parıltılı anılarına geri giderim. Onu ilk defa görüp de bana varıp varmayacağını bilemeden tereddütlerle içim kıyılarak sabahladığım deniz kıyılarındaki tatlılık başka hiçbir şey de yoktu." Anlatıp bitirdiğinde "Şimdi konuştuklarımızın  konuşulabilir şeyler olduğunu bilmiyordum" dedi. "Bunları belki bir rüyada görmüşümdür, çok tanıdık, belki benim başımdan geçmişti" Sonra onu ilk gördüğümdeki uzak haline geri döndü. Birazdan göreceğim rüyalara beni hazırlamaya gayret ederken sakin ve dikkatli bir hali vardı. "Rüya ile bir kuyu boyunca çekiliriz." dedi. Açık ahşap kırık bir meyve kasasında duran bez keselerden kurutulmuş otlar alıp çaydanlığın içinde kaynayan  suya atarken, "Her rüya ile aynı sudan içemeyiz" diye devam etti. "Ve eğer kuyunun dibine inildiyse, bütün kuyular aynı sulara açılır. İçildiyse bütün sular hep bir yerden birbirine dokunur. Suya dudakları dokunanlar birbirlerinden bilgiler taşırlar. Bu bilgi onların rüyalarına yazılır. Ancak taşıdıkları bilgiyi okuyacak yetenek onlarda bulunmaz. Böylesi onları telaşsız ve vesveseden uzak kılar. Böylece onlar da yanılgıya düşmezler."  Karşıma geçip bağdaş kurup oturmuştu yeniden. "Ben" dedi yaktığı nargileden çektiği nefesi henüz  dışarı üflemeden,  çadırdan kesilmiş geniş pencere boşluğunu kapatan ince tülün arkasında uzanıp giden kumlara bakarak "Rüyalara  çok inanıyorum."

Çay içtiğim tenekeyi kumlara döküp içine şarabı andıran ama sirkeden de keskin kokulu burnumun direğini sızlatan tuhaf bir içecek uzattı. Tiksinerek baktığımı görünce "İç" dedi. "Ölmezsin."

Gideceğim yer kumların geçebileceği, çölün zamanının akmaya devam edebileceği bir yer değildi. Kumların aşağı dökülemeyeceği  kadar ince, gıcırdayan kumların sıkışıp geride kalacakları bir noktaydı. İhtiyara göre oradan sadece zihnin saf ışığı geçebilecekti. "Geri gelmezsen bunu anlarım" dedi. "Ve bedenini kumların arasına bırakıp örterim."

Tozlu döşeğin üzerine uzanıp, yaklaşan gecenin serinliğinden kalın keçe battaniyeye sarıldım. Gözlerim kendiliğinden kapandığında karanlıkta, ilkin gri baykuş'un sesini tanıdım. Mükemmel bulduğu şarkısını değiştirmemişti. Boğuk, derin ve yürekten. Vakur, kısık ama duyulur bir sesle. İç geçirdiği boşluk sonrası ağacın dallarının arasına sakladığı kendini göstermeden, yıkık viranelikleri kutsayan derin uğultusunun içinde sanki bütün bir ormanı dolaşıyordu.  Karanlığa gömülmüş saklanan baykuşun anlayış ve kabullenişle yüklü kısık sesinde  elem verici hiçbirşey bulamadım. Ona Marla'nın nerede olduğunu sormak isterdim. Eğilip ağacın dibinden düşürdüğü tüylerinden birini alıp çocukluğumda yaptığım gibi kulağımın yanına sıkıştırdım. Aydınlık gündüzler gördüm. Sincapların koşuşturmalarını, su içmeye gelen ceylanları, onları kovalayan kurt sürülerini, parçalanıp rüzgarla dağılan pamuk toplarına dönen  karahindiba çiçeklerini sonra tek tek dolaşan kara arılar gördüm. Balık avlamaya gelen ayılar. Nehrin dar kısmını hızla geçmeye çalışan büyük kırmızı balıklar. Suyun şıkırtılı sesini, içinde yürüdükleri devrilmiş yosunlu boş kütükten boğularak işiten karıncalar gördüm. Baykuş bütün bu hareketlilikte durdu, görmek istedikleri bunlar değilmiş gibi gözlerini kapadı ve kendi sessizliğinde dinlendi. Başka soğuğa dayanıksız ya da sabırsız kuşlar gibi uygun başka topraklara farklı iklimlere gitmeye de uğraşmadı. Sakince durdu, ormanın yatışmasını, kendi zamanının gelmesini bekledi ve gece geldiğinde baykuş gözlerini açtı. Ona yeniden baktım. Gece ormanı karanlığın arkasında daha sessizdi. Hareketlilik ve çırpınışlar geride kalmıştı.  Ayıların ağzındaki balıkların çırpınışı, dişisini dürtmek için kuduran tosbağaların çırpınışı, büyük cevizleri nasıl kıracağını bilemeyen sincapların çırpınışı. Ve şarkısına başladı o da. Tok, yönsüzlük duygusu veren, bir defa söylediği ve tüm gece boyunca tekrarlayacağı üç heceye yayılmış tek bir  sesin içinde kendinden önceki binlerce baykuşun sesi duyulur, bizi kendi duru bakışına yaklaştırırdı. Kurumuş sazların içinden üflenen, tuhaf ve uçucu, nemli mağaralarda karanlığın içine yürürken kendi adım seslerini dinlemek gibi. Sular ayaklarımın altından çekilirken gıcırdayan kum taneleri. Birbirine çarpan çakıl taşlarının tıkırtısı, kapının çalınmasına dönüştü. Loş bir odada kapalı kalmıştım. Toz ve kan kokan bir karantina odasıydı. Tek başımaydım. Aşağıya inen merdivenleriyle dar bir tecrit hücresi. Kara ölümün yaşayanların bedenlerine sirayet ettiği sokaklardan geçmeden nasıl ormana ya da denize varabilirim bilmiyorum. Ölenleri gömecek insanlar da kalmadığında açıklarda yanyana çürüyen cesetler. Kitlediğim ve yeniden açamadığım odanın içindeyse sadece bir ceset kaldı. Yavaş yavaş çürüyen ve kolayca parçalanan bedenden kopan bir parçayı daha pencerenin aralığından aşağı bırakıyorum. Böyle böyle hepsinden kurtulacağım. Kara ölüm farelerle yayılıyor, onlar da vahşileşip birbirlerine saldırarak kanlanmış gözleriyle geri kalanları da daha da vahşileştiriyorlar. İçlerinde kaynayan nefret ve el atılmamışlıktan yontulmamışlıktan kalplerine kasvet olarak çöken karanlığı, hüzün olarak yutturmak için kendilerine söyledikleri yalanlar kalbimi, midemi ve aklımı bulandırıyor. Hava karardığında camdaki kararmış  yansımama bakıyorum, eğer çıkamazsam çok yakında onlardan biri olacağım. Kapının arkasına pencerenin önünden çektiğim sandalyeyi yerleştirip yatağın altında uyumaya uğraşırken elimdeki meşaleyi geride tutup, hafif kılıcın sivri ucunu ileri uzatarak geminin nemli loş koridorunda ilerliyorum. Dolaşmalarım  martıların gevrek seslerle alçaldıkları sakin bir kıyıda neticelenince gemileri yeniden görmenin mutluluğuyla keyif içinde ıslık çalarak güvertelerinde hepbirlikte söyledikleri şarkıya katıldım. 'Kürekleri karıştırıyor denizi, kürekleri karıştırdığı zaman, Salda uyuyor bir adam, salında tek başına uyuduğunda' Karşımda geride bıraktığımı sandığım cadı kazanına sokulup çıkartılmış gibi lanet dağıtan çirkin bir yüz beliriyor. "Gece gece şeytanı çağırma" diye ıslık çalmamı engelliyor. Devam edince ensemden tutup yuvarlanıp güçlükle durduğum kayalıklı sert bir yamaca savuruyor. 

Yamaçta, uyuşukluk içinde geçen, kaybettiğim çokça zamanın ardından kesikler ve ezikler içinde canım yanarak, kayalara tutunarak güçlükle kalktım. [Kayalara tutunup güçlükle kalkardım, kayalara tutunup güçlükle kalktığımda]  Uzaklarda üstünde ıslak bir sisin dolaştığı sık ağaçlıklı bir orman genişliyordu.  Kafamı kaldırıp güçlü çenesiyle üst dişleri arasına boynunu sıkıştırdığı, kan içindeki avını sürükleyerek yürüyen turuncu bir kaplan, sık ve yeşil  ağaçların başladığı sınırda dolaşıyordu. Kaplan, dişlerinin arasındaki ceylanın garip haline üzülen beni gördüğünde bir an durdu. Boğazından yakalamış olduğu cansız hayvanı bir anlığına toprağa bırakıp  "Bundan çok uzun zaman önce"  diye hırladı. "Pek çok ruh vardı ve her ruh bir kaderi izledi. Olanlarsa oldu ve bitti. Acıdığın ceylan  aslında çok önceden ölmüştü ya da şimdi hala sonsuza dek yaşayacağı bir evdedir"  Kaplan,  avını parçalayıp güzelce mideye indirmek için zarif, hoşça bir masal anlatıyordu belki, ama bunu bir kaplana söylemek akıllıca olmazdı. Düşündüklerimi benden önce düşünmüş gibi yeniden ceylanın boğazına dişlerini geçirmeden önce derin bir hırıltıyla “Buna karşı elimden bir şey gelmez” dedi. “İnançsızlığını kendin aşmalısın” Kaplan ve avı ormanın içine dalarken sesini duymaya devam ediyordum, kendi hayal ettiğim bir rüzgarla ürperir gibi, derin hırıltının içinde ürkütücü bir yan bulmuştum. "Ama işe yaraması için uyandığında hala rüyalarını anımsamalı ve rüyalarındaki işaretlere inanıyor olmalısın. Rüyaların içindeyken asla yaptıklarını anlamaya çalışmamalısın çünkü bu seni zamansız bir uyanışa yaklaştırabilir ve aslında yaptıklarının zaten çok az bir kısmını seçebilirsin."

Aklımda hikaye anlatmakla ilgili bir soru dolaştı. Galiba gördüklerimi onun anlatıp anlatmadığını soracaktım. Ama sorum da duyulmuyor ve  ihtiyarın eğik bir aynaya yansımış görüntüsü gibi kumların arasında kayboluyordu, sonra kulaklarımdaki uğultu giderek rüzgarın kumların üstündeki fısıltısından, çadırın yer yer sökülmüş yamalarını ve açık kapısının iki yanını pırpırlandırmasından, ocak ateşinin çıtırtısından, ayna yapıcısının öksürüklerle kesilip hırıltılara karışan sesinden yapılmış, neredeyse huzurlu bir sessizliğe tekabül eden karmaşayı bastırdı. Başka evler gördüm daha önce hiç görmediğim, başka ormanlara saklı kalabalık insan grupları, sanki birşeyden kaçıyorlardı, denizin üstünde güneş parçaları, bir ara annemi gördüğümü sandım. Sonra yine onun sesini duydum. Hala çadırın içinde bir yerdeydi. "Bütün zamanı gördüm" dedi. "Bütün herşeyi gördüm ve sana senin zaten hali hazırda bilmediğin bir şey (Birer mısra halinde yazılan masalların anlamlarını şimdi kim biliyor?) söyleyemem. Bütün bunlar sadece can sıkıcı bir yalnızlık duygusu veriyor. (Şeytanın sürüklediği kilitli kalplerden misin? Neden dinlemiyorsun?)  Çünkü çok fazla tekrar var. Bu yüzden başını eğip sunulan çayın kırmızı rengini gör ve bundan mutluluk duy. Öğrendiğin zaten bildiğin olacak. (Avuçların içinden geceleri göğe yükselen kağıt fenerler vardı. Birbirlerine yaklaşıp göğü aydınlatırken) Nereye bakarsan orayı göreceksin, nasıl bakarsan öyle göreceksin.  Sonunda kalbinde ne varsa onu göreceksin. Buraya belki bana da ihtiyacın olmadığını öğrenmeye geldin. Kumla dolu yastığa başımı koymaya çalıştım. Bana yardım edemeyeceğini anlamıştım. Daha fazla kalmak için de bir nedenim yoktu. Ama kendi sınırlılığımızı bilmenin bizi boş düşüncelerden kurtaracağı gibi yararlı da olabileceğini işitmiştim. Belki ben de bunu yapmaya uğraşıyordum. Kendi sınırlılığımızı bilebilmek için sınırın nerede bittiğini bulmaya girişmiştim ki burası da hayli belirsiz bir bölgeydi. Ancak buraya daha önce başkalarının da gelmiş olduğunu ve onların söylediklerini dinler ya da yazdıklarını okursam bana yardımcı olacakları fikrine körü körüne bağlanmıştım. Çölün ihtiyar ayna yapıcısı çadırın içinden  "Okumak bazı şeyleri iyice anlamama yaramıştı." diye hırladı. "Ama o bazı şeylerin bana hiçbir yararı olmadı. Arap şiiri, tarih, dilbilgisi, cebir ve halka hikaye edildiği kadarıyla gerçeğin değişik yorumlarını içeren nice kitaplar devrilip gittiler. Şimdiyse elimde boş bir defter var ama ne yazacağımı hiç bilmiyorum. Onu sana vermemi ister misin? Eksik bilgi anlatma ihtiyacı verir." Uzattığı ruloyu açınca beni bilmediğim karanlık  bir dünyada yalnız bıraktı. Birdenbire kararan yeşil göklerde rüzgarın önünde şişerek büyüyen gri, haki ve pas rengine kirlenmiş bulutlar gökte patlayıp üstümüze tüylü ve dev kanatlı karga sesli tuhaf yaratıklar püskürttüğünde yanımda beliren ayna yapıcısıyla birlikte  koşmaya başladım. Sararmış çimenlerin üstünde koştum, rüzgarın ağaçların arasından kopan ıslığını işittim. Rüzgar sanki böyle bir ıslıkla öfkeyle çalkalanan denizi karaya geri çağırıyordu. Bitimsiz göğe baktım umutsuzluk içinde. Sığındığımız bir aralıkta yere devrilen ayna yapıcısının gözlerindeki zayıflamış ışığa baktım sonra. Güçlükle nefes alıyordu. Yumuşak bir sonsuzluk duygusunun onu sardığını  hissettim. Öleceğini anlamıştım. Gözkapaklarını son bir gayretle açıp, gökyüzünün hala açık yarısına bakarak “Hiç iyi olmadı” ya da “Bu hiç beklediğim gibi olmadı” gibi bir şey söyledi. Huzurdan rahatsızlığa, acıya ve beklentisizliğe değişen yüzündeki çizgiler söylediğine yakın bir ifade de karar kılıp hareketsizleşti. Kar yağmaya başlamıştı. Kayaların arasından başımı uzatıp bedenlerini sürükleyen yaşayan ölülerden ya da kanatlı yaratıklardan bizi takip eden başkalarının yakınlarda olmadığını görünce hızla açığa çıkıp koşmaya başladım. Kar hızlanırken adım atacak kuvvetimin kalmadığını, boşluklara birikmiş karın  yumuşak batağında nefesim kesilip devrildiğimde yüzümün eriyen karlarla yanmaya koyulduğunu hissettim. Kargaya benzer ancak daha uzun keskin çığlıklar atan kanatlı ve gri gagalı yaratıklar alçalırken, iki yanı ışıksız ve harabe haldeki dükkanlar, terk edilmiş imalathanelerle dolu taş bedestene girip kapıları hızla yoklayarak, ses çıkarmamaya gayret ederek dükkanları birbirinden ayıran yüksek sütunlar arasında dolaştım. Kendiliğinden yıkılmış, parçalanmış kapıların yanında nihayet sağlam ve açık bir tane bulup kendimi içeri attığımda gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Yeniden etrafa bakındığımda burası şimdi ağıl gibi kokan eski bir çörekçiydi. Devrilmiş çuvalların arasında gezinen farelerin hızla kaçışıp deliklerine sığışmalarının gıcırtıları hala dinmemişken  kapıyı kapatıp yukarı çıkan dar merdivenlerin dibinde bir karanlığa sığındım. Basamaklarda duran yedi kollu altın renklerinde parıldayan eski bir şamdana saklandığım yerden yavaşça elimi uzatıp mumlarından birini kırıp, çekip aldım. Marla'yla konuştuklarımızı anımsadım. Zorda kalırsam çağırmam için bana birkaç cadının ismini ezberletmişti. Bunlardan şimdi tek hatırladığım Beneruth'tu. İsmini üç defa yüksek sesle tekrar edip, muma üfledim. Beneruth sadece karanlıkta gelir, titreyen bir sesle konuşurdu. Bedestenin dışından gelen keskin çığlıklar uzaklaşmış, farelerin gıcırtısı sona ermiş, sadece derinden uğuldayan rüzgara odaklanmış haldeyken camın tıklanmasıyla içimin kopup gittiğini, karın yumuşaklığına yuvarlandığımdaki gibi kafamı karıştıracak hiçbir düşüncenin artık kalmadığı sessizlikte bedestenin dışındaki buz saçaklarından birinin daha kırılıp kara saplandığını hissettim. Sesim artık çıkmadığından dışarıdan tıklanan cama içeriden tıklayarak yanıt verdim. Onunla konuşurken bir ara "Artık kimse ölülerle konuşmuyor" demişti. Aklıma bir an bir ölüyle konuşuyor olabileceğim geldi. Geldiğinden beri hiçbirşey yiyip içmemişti. Biri daha yanımda olsa ona soracaktım ama böyle şeyler hep yalnızken olur. Beni hala tedirgin eden şey aslında onun gölgesinin olmadığını farketmem olmuştu. Konuşması sona erdiğinde bunu ona soracaktım. Uzun zaman önce yapılmış bir haksızlıktan söz ediyordu. Yumuşak sakin bir sesle ismini fısıldayıp kapıyı açmamı söylediğinde gözleri kanlı değildi ve makul tavırlarıyla bir an rahatlayıp onu içeri aldıysam da mumu yeniden yakmama izin vermeyip fısıldayarak konuşmaya devam edince, bir süre sonra kendi yaktığı gaz lambasını fırlattığı ocağın küllerinin arasında harlanıp titreyen son birkaç alaza hareket etmeden bakıp, başıma geleceklere rıza göstermeme yarayacak birdenbire belirivermiş bir sukunetle bekledim. Göremesem de şimdi bana baktığını hissedebiliyordum. “Marla” diye fısıldadı. “O, buralarda bir yerde” Ama gözleri kızarıyordu ve halinin tuhaflaşmaya başladığını sezdiğimde dar merdivenlere kendimi atıp hızla yukarı çıktım ve eşikten içeri girdiğimde kafamda patlayıp bütün bedenime yayılan kuvvetli bir acıyla yere devrildim.  Yarılan başımdan sızan sıcak kanların ahşap zemine dökülüşünü duyarken, kapının kapandığını, buranın az önce gördüğüm tecrit odası olduğunu ve parçalanıp aşağı fırlatılacak odadaki tek cesedin de benim şu an içinde bulunduğum gövdeye ait olduğunu anladım. Yerdeki kan genişleyip yanağıma dokunduğunda ayna yapıcısı beni sarsarak uyandırdırdı. Yorgun gözlerle etrafa bakındım. Yaktığı kısık gaz lambasının ışığı ay ışığıyla dengelenmiş gibiydi. Gölgesi çadıra sızan ay ışığının yarı karanlığına karışıp kayboluyordu. "İkisini kervancılara verdim" diye sızlandım benden istediği altınları uzatırken. "Tamam" dedi. "Ne kadarın varsa o kadar, ne daha az, ne daha fazla. Eh, şimdi..." diye iç geçirdi, "...o dipsiz karantina odasından çıkmazsan gün ağarırken yeniden geceye dönen karanlıklar ülkesine şeytanın yanına gidip kaybolacaksın."

Uyandığıma sevinmiştim, Hafif rüzgarla dalgalanan çadırın kubbesinde daha önce farketmediğim yırtıklar vardı. Nereye gideceğimi bilmiyor olsam da onun yaşadığına ve bir gün onu yeniden bulabileceğime inanmıştım. Altında hareket eden sert kabuklu, zırhlı bir hayvan olduğunu sanıp keçe battaniyeyi sertçe   çekince  parçalanmış döşeğin üstünde 'Herşey hakkında bütün bildiklerimiz' yazılı tahta ciltli büyük bir kitap buldum. Sayfalarını bir arada tutabilmek için bağlanmış kurdelayı çözüp, ahşap oymalı kalın kapağını yavaşça ve dikkatle açtım.  İyi korunmuş bu sayfalar, sabır ve özenle hazırlanmış, diplerinden birbirine tutturulmuş, içinde değişik insanlar ve olağanüstü olayların saklandığı bir rüya defteriydi. Ancak tuhaf olan maddelerin karşısında görülen rüyaların anlamlarının değil rüyaların kendilerinin yazılmış olmasıydı. Defteri tutan her kimse pek çok maddeyle ilgili hiç rüya görmemiş, o da bu kısımları  rüyaları anımsatan hikayeler yazarak geçiştirmişti. Bunlardan birini okuduğumda ihtiyar “Bir tane daha oku” dedi, ben de bir tane daha seçip okudum.

Hamak: Her iki yanına da güzel ve büyük açılmış gözler oyulmuş geniş ahşap bir geminin önündeyim. Pruvasının altındaki zaman zaman öteberinin içine atıldığı ağ hamaktayım, yukarı tırmanamıyorum, denize de düşmüyorum. Gemiye ait bir parça mıyım bunu da bilmiyorum. Sular çalkalanırken boğulmaktan korkuyorum. Nefesimi tutmuş halde uyandım.

Ejderha: Bir masal dinlemiştim küçükken, bir kasabanın üstünde uçup acıktığında aralarından birini yedikten sonra mağarasına dönen büyük bir ejderhadan söz ediyordu. Rüyamda şövalyelerin ejderhanın mağarasına yürüdüğünü görüyorum ama kasabalılar karşı çıkıyorlar, ejderhanın onları koruduğuna inanıyorlar. Daha büyük tehlikelerden. Çarpışmalar gördüm. Büyük parlak altın balığın saati yaklaşıyor, Ejderhanın büyük gözlerini uyuşukça açıp kapatarak olanları izlediğini görüyorum. Dövüşmek için güç toplamalı, şövalyeler canınıza dokunmayacağız diyorlar, sadece ekinlerinizi alacağız. Ejderhaya bakıyorum. Ona efsunlu bir şeyler koklatmışlar, değişik rüyalar içinde. Uykusunda keseceklerini anlıyorum ama korkunun nefesini hissederse yanımızda belirecek, dişlerinde kurumamış kan izleri. Nefesimi yavaşlatmaya uğraşırken uyanıyorum yeniden. Kalbim deli gibi çarpıyor. Uyandığımda şövalyelerin mi, kasabalıların mı yoksa mahmur ve uykulu bir ejderhanın mı daha ürkütücü olduğuna karar veremiyorum.

Taş : Taştan evler. Hiçbir okun dokunamayacağı kadar yükselmiş pencereleri ve yanyana, büyücü külahlarından şapkaları olan kuleleri vardı,  kıvrılan kayalık yolların kapılarına vardığı ve içlerine hayaletleri andıran garip varlıkların girip çıktığı. Çirkin bir cadı, prensesin saçlarını kesiyor ve yanında hiçkimse yok, ama pencereye doğru sürükleniyor ve güzel prensesin pencereden atladığını görüyorum. Bu, uyumadan önce bize anlatılan masal değildi. Sadece karnımda bir sıcaklık hissediyorum, ormanın derinliklerinden buğulanıp titreyerek gelen bir ses var. Lir çalan meleklere tecavüz edebilen korkunç tipler olan cadının adamlarının kalplerini yumuşatmaya yakılmış bir ağıt yükseliyor. Onları durdurabilecek hiçkimse yok. Sadece yas ve ağıt. Kulaklarımdan kan sızarken uyanıyorum, gözlerimde yaş.

Rüya : Kelimeleri birbirine bağlayıp yazı yazmak kadar  akıl işi bir uğraşın  içinde söylediğim kaybolur gider mi bilmem ama onun efsunu belli bir yere ya da sınırlı zamana sığamazdı. (Bu cümleyi bana onun varlığı ilham etti) Şairin şiiri sadece aşığın kalbini oyalar. Yine de başka şiir duymak istediğim yok. Bir hal’in içinde sonsuza dek kalmak istiyorum. (Bunu bana onun varlığı ilham etti.) Onu tanıyordum, şimdi yeniden gördüm ve bir başkası gibi sanki ve başka bir zaman yine bir başkası olacaksa (Sadece kendi geçmiş yaşantısından yapılmış başka insanlar gibi ya da büsbütün benim uydurduğum  bir şey gibi) Boşluklar var. Anlatırken uydurulan, kapanan boşluklar asıl gerçeği bozuyor.

Ama hep başka şeyler görsek te hep aynı gökyüzüne bakarız. Sabahki rüzgar karanlık bulutları uçurmuş ve yerine de bir şey getirmeyince mavi göğün lekesiz boşluğu altında yalnız kalmıştık. Tuğlaları her an yıkılabilir gibi araları ayrık ve karanlıktı taş bir duvarın önünde bağdaş kurup ellerini birbirine kavuşturmuştu Marla.

"Dört yüzyıldan beri seni bekliyorum" dedi.

"Bu çok saçma."

"Seni hatırlıyor muyum?"

"Hayır" dedim. Hatırlamıyordu.

"Ben şimdi buradayım."

"Sen şimdi burada değilsin" diye gülümsedi.

"Beni hayal ediyor olmalısın. Bir kitabın içinde ya da rüyalarının birinde olabilir."

Etrafa bakınca içeri girebileceğim bir kapının olmadığını da anlamam zaman almadı. Geniş tavanlı olmasına karşın, büyükçe bir yer değildi.

"Seninle gelemeyeceğimi görüyorsun" dedi.

“Burada ihtiyacım olan hiçbirşey yok." Bunu daha çok “Burada hiçbir şeye ihtiyacım yok” gibi mutlulukla tonlamıştı.

Kitabı kapattım. Orada kalmak istediğini hissetmiştim.

Kitabı kapattıktan sonra bunun bir rüya olduğunu anımsadım. Çünkü benimle konuşmaya devam etti ve rüyadan uyandığımda da içinde bulunduğumuz türden bir gerçekliğe geri döndüm. Çocuklara anlatılacak türden bir masal alemi. Ancak ya masal yarım bırakılmıştı ya da belki yanlış bir zamanda uyandırılmıştım.

Marla'nın bana sarıldığını hissedince yazdıklarımdan başımı kaldırdım. "İnsanın kendi ölümüne ilerlerken tutkulu bir hayat yaşaması ona komik görünmüştü" diye açıklamaya çalıştım.
Masanın çürük gövdesinin pütürlerinin içine dalıp kaybolan karıncaları incelemeye vermişti dikkatini daha çok. "Öyle mi? Ah ne hoş!" diye kesti. Anlatılanları dinlemeyeceğini farkettiren bir dikkatle sayfalardan başını kaldırdıktan sonra merak içinde ona yeniden baktığımda kaşları çatılmıştı.

"Benim yerime konuşmamalısın"

Ona aslında söylemediği kelimeler yazmaya kalktığımı farkettim alışkanlıkla. Çünkü o rüyadan, tabi bu bir rüyaysa, hatırladığım şey belirli kelimeler değil de, değişik, sanki karnımı ve kalbimi ısıtan bir duyguydu, ama ne söylediğini anımsamıyordum. "Şöyle demiş olmalıyım" dedi gözlerini kısıp anımsamaya çalışır halde; "Tek bir an'ın içinde bütün zamanları bulabileceğine inandığında,  o an'ı ne kadar beklediğinin bir önemi kalmıyor. " Ona göre biz ölünce de birbirimizi daha ne kadar çok sevebileceğimizi anlayacağımız zamansız bir yere gidiyor olmalıydık.

Geçici olsa da elde etmekten hoşnutluk duyduğum  ve bana güven veren bir belirginlik duygusu hissettim.  Peşinden koştuğumuz  şey belki bir belirginlik duygusuydu.  Saf ve tam olan herhangi bir şey. Ama yaklaştığında bir serap gibi kayboluyordu. Serabı yok etmek için üstünde düşüncelerinle dolaşırsın, tahtadaki tebeşir tozları gibi karışır ve  silinirler. Sonra ya bilir ya da bilmezsin, çünkü artık tahta boştur. Sayılar ve başka şekillerle doldurmak için yeterli bir boşluk. Başından beride aradığımız o belirsiz şey  buydu belki, ama şimdi ne olduğunu anımsamıyorum, sadece bir fikir, belki bir eşitlik. Harizmi'nin kitabındaki toplayıp çıkarınca herşeyi birbiriyle aralarındaki ilişkiyi işaret eden bağların gereğini yerine getirince sıfıra eşitlenen bir denklem ya da bire ya da sonsuza. Ama cebrin eşitlikleri zamanda çözülmez, yanlış bir düşünceye dalmıştım yine. Sonra ihtiyarın söyledikleri aklıma takılınca belirli bir zamanın da olmayabileceğinden korktum. Zaman da yoksa o zaman ne anlamı var ya da zamanın içinde de onu bulamadığımda ne fark ederdi ? Işıkla görüp ışığı görememek. Kapıların hem ardına kadar açık hem de sımsıkı kapalı olması anlamına da geliyor olabilirdi bu. Ne göreceğimiz nereye doğru ilerlediğimizle mi ilgili ? Ama kapılar aralık.  İçeri sızan ışığı hissediyorum. Onu hala seviyorum, hala geçmişi gösteren aynalar ya da rüzgar biriktiren makineler yapılabilir. Nesnesi olmayan deneyimler olabilir mi? Başka hiçbir şey anımsamadan günlerce rüyalar içinde uyumak isterdim. Ölümün mükemmel bir son olmayabileceği düşüncesi bazı günler beni ürkütüyor. Acı çekmenin hiçbir zaman son bulmayacağı ve bunun değişik biçimlerde sonsuza dek sürebileceği fikri. Bir gün durup dururken bitebileceğine ise hiç inanmadım.

Marla : Kelimelerin karşısına onun anlamının değil görülmüş rüyaların yazılmış olduğu, yazılan kelimenin anlamının açıklanmadığı sadece içinde görüldüğü rüyaların alt alta sıralandığı rehberlere benzeyen bu kitapta okumak için beşinci bir madde, Marla, daha aradım ki yoktu. "Sen" dedi “Neyi aradığını bilmiyorsun.” "Hayır" dedim. “Sadece aradığım burada yok” “Orada olmayan hiçbirşey yoktur” dedi anlayışsızlığıma şaşırmış halde. "Aynanın göstermeyeceği bir nesne bulduğuna inanan bir çocuk gibi hayalcisin." Oturup bu garip rüya defterinin tahta oymalı zarif cildine dokundum. “Anlamaya başladığını zannediyorsun ama hiçbir fikrin yok” Ona baktım. “Bir fikir sahibi olmaya çalışıyorsun sürekli” diye açıkladı. Böyle bir meşgale için fazla özenli tutulmuş deftere döndüm yeniden. Ciddi görünmeye gayret ettim. Bana bir yararının dokunmayacağını anlamıştım. “Bez haritayı verecek misin sen bana?” diye sordum sabırlı olmaya gayret ederek. “Öyle bir şey yok” dedi. “Muhtemelen seni iyi tanıyan birisi seni buraya kadar getirebilmek için uydurmuş. İyi de yaptıkları anlaşılıyor, sadece öğüt almaya gelmeyeceğini çabucak kavramış olmalılar ama görülüyor ki yapabileceğim çokça bir şey yok. Saygısızlığın, kaba oluşundan değil, anlayışsızlığından ve bönlüğünden kaynaklanıyor. Affedilebilir. Yine de bir fikir sahibi olmaktan vazgeçip, bir bakış kazanmaya gayret etseydin... Peşinde olduğun şeyin bir durum, bir olay ya da kişi değil bir hal olduğunu unutmuşsun. Bu aklından çıkıp gitmiş. O hali makama çevirecek anlayışta da değilsin henüz. Bu ateş seni pişirecek neviden değil, sen git de kendi ateşinin peşine düş,  aradığın şey için bir harita çizemem, ama belki bu rüyalı uykunun içinde çölün zamanının kumlarından pişirilmiş aynasında neyi aradığını görebilirsin. Sana bir yerlerde bir kapı aralık bırakılmış, kapatılmamış. O yüzden kesin bir şey söylemem doğru olmayabilir ama bönlüğün kırılır gibi gözükmüyor ya da bunu ben başaramadım. Belki buraya sadece bana ihtiyacın olmadığını anlamak için geldin, çünkü sana yararlı olamadım, bunu görüyorum. Sonra derin bir nefes alıp bir ilhamla umutlanmış gibi; "Ama yine de bir tuhaflık yok mu?" dedi. Kırıştırdığı yüzünde çenesiyle birlikte kır sakallarını oynatıp duruyordu. "Bana buraya nasıl geldiğinle ilgili anlattığın şu hikaye mesela, yani hayli uzun bir yol, iki değişik savaş ve gemiler..." "Ne varki eğer başaramasaydım bunları zaten konuşmuyor olurduk değil mi?" "Hayır hayır" dedi "Belki kolay olmamıştır ama yine de sanki bir boşluk eksik bir parça var." "Hayır hayır" dedim, "Söylemeye çalıştığın buysa, burası az önce görüyor olduğum rüyaların bir devamı değil, ben buranın sadece bir parçasıyım çünkü az önce uyandım." Yatağa baktığımda kafamı kum yastığa koyup uyumuş halde olan kendimi görünce onunla rüyamda konuşuyor olduğumu anladım. Muhtemelen çadırın içinde de büyük dikkat ve özenle  tutulmuş bir rüyalar rehberi de yoktu. "Rüyada, tüccar malını görür, kaptan yürüttüğü gemisini görür, savaşçı kılıcının kestiği başı, aşık maşukunu görür. Şu halde gördüğümüz rüya nasıl bizden ayrı olsun?"

Canım sıkılmış halde neler olacağını görmek için çadırdan dışarı çıktım.  Sarı kumlar vadileri kaplayan sabah sisleri gibi dağılıp kaybolmuş,   çöl rüzgarı ben uyurken süpürdüğü kum tepeleriyle, unutulmuş kalabalık bir kenti sarı kum taneleriyle çevreleyip yutarken, bir başka kenti de aynı gün aynı saatte uyandırıp canlandırmıştı. Ufuktaki keskin biçimli şekiller yerini kum tepelerinin kavislerine bırakmış, zamanın kumlarından silkeleyerek kısa bir süreliğine de olsa arınıp gün ışığına çıkan taş evler, kırılmış ve kaidelerinden devrilmiş meydan heykelleri, iki katlı binaların önünde sıralanmış sütunlar ve ne amaçla yapıldığı artık bilenemeyecek haldeki kaybolmuş hayalet binalara ait uzun pencereli duvarlar  gözler önüne serilmişti. Ağzına kadar kumla dolu olan su kuyularının yanına devrilmiş cılız köpekler yaklaştığımızla geriye çekildiler. Kendi üstüne sarılmış ince bir zincir kuyunun içine doğru boşalıp akmıştı. Kırmızıyla yeşil bir pas arasında gidip gelen pütürlü dokusuyla bu ince ve yassı demir halkaları sağlam biçimde iç içe geçirilmişti. Said, zinciri kumların içinden çekerek aldığında uzunluğunun kırk kulacı geçtiğini hesapladı. Ayın ışıklarını arkasına almış ağaçların karanlık gölgelerinin dalgalandığı sarı bir nehire yaklaştım ki serinliğini daha ona dokunmadan bana ulaştırdı. Eğildim ki nehrin içinden bir başka nehir daha akıyordu. Yüzeyinden serinlik saçan,  ufak taşlara çarptıkça  dalgalanıp köpüren, sert toprakların üstünde ilerleyen yatağının iki  yakasına sıçrattığı yeşil sularla sakin bir nehir. Dibindense daha ağır, sanki birazdan katılaşıp sönecekmiş gibi duran alev renklerine kızarmış lavdan bir ırmak. İnsan öyle uzaktan uzağa seyredince gördüklerinin ay ışığı olduğunu sanardı ama gün ışıyınca ağaçların karanlık gölgeleriyle beraber bu derinden akan lav sarısı ırmakta kaybolup gitti. Yalnızca yaklaştığımızda yüzümüze serinliğini üfleyen yeşil, ışıklı, pırıltılar saçarak ve kıvrılarak giden yer altı sularının dondurucu serinliğinde akan yeşil bir ırmak kaldı. Soğukluğundan kaynağının çok uzakta olmadığını düşünüyorduk fakat biraz daha içmek ve suları doldurmak için kaynağa yaklaşmaya karar verdiğimizde suyun üstünde yüzen inek boku parçaları görmüştük. Nehrin lanetli olduğuna dair birşeyler uydurmam da kuşağına el atmış olan Said'i ikna etmeyince nehre işemeye kalkanların başına gelen kazaları sayıp döktüm. Bunların birinde sıcak suya çekilip şelaleyi tırmanan ufak balıklar, insanın orasına varınca sıkışmaktan korkup yelelerini gergin yelpazeler gibi aniden açıyorlardı. Yakınlarda bu neviden kazalardan muzdarip pek çok yarım adamın dolaştığına ikna olmuşsa da bizi dışarıdan gören suların koruyucusu kara tüylü iki goril bizi gövdelerinin üstüne heybe gibi vurdukları gibi  yanlarındaki uysal büyük fillerin tepesine fırlatıp karnaval kalabalığının içinden önce alçak havuzlu geniş bir avluya sonra sedirine yayılmış kırmızı kuşaklı, alaca kıyafetli dev sarıklı Sultan'ın karşısına çıkardılar. Said gözünün ucuyla bizden aldıkları kılıçlarla aramızdaki mesafeyi tartıyor, bunu yaparak işimizi iyice zora sokuyordu çünkü ben onun bunu yaptığını Sultan'ın birdenbire küçümsemeye varan rahatlığıyla geriye yaslanış biçiminden çıkarmıştım.  Sonunda Sultan kılıçların bize geri uzatılmasını işaret ederken "Sormuşlar ey Ebu Hasıl" dedi. "Bir adamın başına tüm korktuğu şeyler gelirse ne olur? O zaman Ebu Hasıl şöyle cevap vermiş : Adam korkusuz olur. Sormuşlar : Peki bir adam nasıl cesur olur? Ebu Hasıl şunları söylemiş: O adam ki kılıcını yanında taşır, zamanı gelince kınından sıyırır, zamanı gelince kınına sokarsa işte o adam cesurdur." Ebu Hasıl'ın sultanın kendisinden başkası olmadığını kısa zamanda eğilerek gidip gelen hizmetçileri ve dalkavuklarından öğrenirken, Said de kılıcını yavaşça kınına yerleştirdi. Bizi buraya kadar getiren uzun yolu dilim döndüğünce anlatıp bitirdikten sonra "Allah sizi dost ederek ikramda bulunsun, anlattıklarınız  zarif ve tatlı, hatırda tutulması da kolay şeyler fakat bu yaptığınız nedir?" dedi. "Suya işemek  nerden çıktı? Hem bu Said kim,   yer yarılıp yere mi girdi, gök alçalıp göğe mi uçtu?" Oturduğu rahatlıktan keyifle gıcırdayan sedirde bağdaş kurmuş sağ avucunu sözünü söylerken bize doğru zarif biçimde açıp göstermişti. Aşağı doğru bakan parmaklarını yeniden avucuna doğru yumdu ve elini yeniden geri çekip kollarını birbirine kavuşturduğunda, toprak sarayının önünde yere inip kanatlarını sert patırtılarla kapatıp  içeri doğru koşan şahin kafalı iri bir adamın uzattığı zarfı, üzerindeki balmumunu koparıp okumaya hazırlandı. "Kötülükle dolu çıkar düşkünü bir topluluk... Bu onun yazısı değil" diye derhal okumayı kesip bize döndü. "İyi" diye gülümsedi "Çıkıp dansedin, henüz davullar çalmadayken" Sonra gizli bir sırra vakıf olanların saklayamadığı kibriyle "Sabah kumlara karışacağız" diye fısıldadı. "Kumlara karışmayacağım" dedim. "Ama sizi güzel hatırlayacağım" Eliyle beni kovalarlarken şahin kafalı adama "Bu yazışmanın bizim elimize geçmesini kendisi istemiş, ancak her zamanki katibine de yazdırmayarak benim bunu da anlamamı istemiş. Yani neredeyse dalga geçiyor ve bununla tatmin olmayarak bizimle  dalga geçtiğinin de bizim tarafımızdan iyice anlaşılmasını istiyor. Kendini tatmin edecek inceliği bu nedenle yeterli bulmamış. Bir çeşit eğlence, bir çeşit sihir... Onlar hakkında daha fazla bilgi istiyorum ancak öyle yap ki bilgiyi kendileri hazırlayıp sana teslim etmesinler"

Duvarları halılarla kaplı tül peçeli cariyelerin hizmet ettiği toprak saraydan çöle döndüğümde sarı kumlar, bildiğimiz anlamdaki dünyanın sonuna geldiğimizi hissettiren eski topraklar; çaputlar bağlanmış karanlık ağaçlar, dallarına asılı gaz lambaları, rüzgarla hareketlenen dallarının altına kurulmuş geniş sedirler, dumanı tüten sıcak ekmekler ve şarap testileriyle yüklü mermer masalar, açılmış çiçeklere benzeyen kıyafetler, sararmış otlar, iyi huylu köpekler, çölün içinden koşarak gelen eyersiz atlar ve başka insanlar olarak yeniden karşıma çıktılar. Rengarenk paçavralar içinde danseden karnaval kalabalığına karıştım. Dış duvarları yıkılmış iki katlı taş binalarda deve derisi gerilmiş büyük davullar gümbürdemekte, kayalarla çevrili dev bir çukurda yanan ateşin kızıl renkleri dansedenlerden davul  vuranlara dek yayılmakta, alazlar rüzgarla etrafa saçılmaktaydı. Elimde yürüyüşten gelen atların birinin sırtından çektiğim yaramaz parçalardan dokunup birbirine dikilmiş bir battaniyeyle deniz kıyısına indim. Çölün yumuşak tozsu sarı kumlarına hiç benzemeyen aralarında henüz kuma dönüşmemiş renkli taşlar da barındıran kumsalın gri kumları çıplak ayaklarımın altında gelip giden sularla kımıldadılar. İnce yüzlü ihtiyar bir kadın biz etrafına toplanırken bağışlayıcı yumuşak bir sevgi ve muhabbetle baktı. Başında çiçek  saplarından örülmüş tacının  gri baykuş tüyleri ve yaydığı leylak kokular arasında üstündeki paçavraları gibi savrulan ak saçlarıyla, önündeki iki parmak  suyun örttüğü gümüş teknesine avuçlarında ezdiği boyaları serpmeye koyuldu. Tozlar suya dokundukça çözülüp birbirine karışarak yüzeye yayılıyorlardı. Işığın değişimiyle başımızı göğe çevirdik. Suyun üzerindeki kıvrımlı desenler, alacalı renkler de  gök kubbede belirip oynaşarak, birbirlerinin yarattığı boşlukların içine dolarak yayıldılar. Desenlerin dağılırken genişleyip değiştiği gök kubbenin altında yeşilden mora savrulan bulutlar büyüyüp rüzgarla iç içe girerken gökyüzü ışıklarla kaplanıp ufuklara doğru gerinip açıldı ve sanki bir an taşlaşıp duruldu. Ak saçlı kadının avucunun sıcağında renk değiştiren taşlardan işlenmiş gibi saydam, parlak ve renkli dev kubbeyi seyrettik. Kuğuyu andıran kıvrımlarıyla dar boyunlu kalın camlı şişelerin birinden avucuna mavi tozlar döküp suyun üzerine serptiğinde  parçalanıp ufalanan taşların yanyana parıldadıkları ışıklar içindeki gök kubbede kaynayan göğün tehlikeli renkleri de birdenbire uysallaşıp  güneş önünde eriyen bulutlar gibi uçuşup kayboldular. Tül kanatlı  kelebeklerin hafifliği ve mat renkleriyle kubbeye yayılıp kaplayan sular sisler gibi dalgalanıp   ışıklar içinde kaybolunca gök yeniden açıldı ve güneşi gördük. Hiçbirşey daha güzel değil şimdi  korkunun tehlikeli aracı ve neden tutunmaya çalıştığımızın henüz cevabı yokken, çıkmamak için taş merdivenleri ısıran bu  inat niye, bizi getirdiği denizin kıyısında sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya yemin etmiş  aklın telaşı neden? Sonra fırlatılmış taşlar gibi tuzlu sulara düşüp kumlara gömüldük. Leylak kokulu ak saçlı ihtiyar kadın  su teknesinin üzerine gri kalınca bir kağıt yayıp bekledikten sonra bir ucundan yavaşça çekip  geri aldı. Üzerindeki desenleri seyredip kağıdı bana göstermeden kuruması için aşağı bıraktı. "Şimdi sulara bak" dedi. Desenleri hala kaybolmamış suya baktım ve içimden sonsuza dek bana ait olduklarını sandığım pek çok şey bir anda kaybolup gitti. Bir başkasına bu biçimde bakabileceğimi bilemezdim. Ona hemen oracıkta aşık oldum. Zaten sevgiyle uysallaştırılabileceği türden bir aşkta değildi bu. Hayli dengesiz ve sarsıcı. Çok kolaydı ona bir defa baktıktan sonra günlerce onu düşünmek ve ondan söz etmek. Dünyanın bir anahtarı vardı ve o da anahtarın nerede olduğunu biliyor fakat içeri girmeme izin vermeyecek. Bundan sonra sadece dışarda kalabilirim. Beni fark etmesine yetecek kadar bir süre baktım. Ve kapı hala kapalı olmasına rağmen gözlerinin içlerinden tuhaf ve tehlikeli bir aleme daldığımı hissettim. Yine de yakınlığına kabul edilmediğim, izin verilmeyen bir kapıya yaklaşıp anahtar deliğinden gizlice içeriyi seyretmek gibi kaçak bir çabaydı bu. Hem bir an onun da Marla olduğunu sandım. Ama Marla değildi, seziyordum. Marla uzaktaydı. Zaten onun Marla olmadığını şöyle anladım: Bu dünyada herşey büyük ve parlak, güzel şeylerden oluşmuyor, karanlık ağaçların tepeleri bile yumuşak  bir ışıkla parlamıyordu. Bu dünyada herşey tehlikeli ve uzaktı. Tutunabileceğim hiçbir yer yoktu. Benim için değildi ve beni kabul etmiyordu. Güven duygusunu tamamen ve herşey için kaybettiğimi sandım. Başka pek çok şey sonradan ve yavaş yavaş geri geldiyse de insanın başına gelecekleri bilmeden kendine tuhaf biçimde güvenmesinin yararsız hoşluğunu, cehaletin uyuşturan tatlılığını hissettim. O ana kadar bir hayatım vardı. O andan sonra artık başka bir hayatım olacağını, ona yaklaşamayacağımı, ona yeniden bakamayacağımı ancak bir şaka gibi herşeyde onun dünyasından bir parçanın bana görüneceğini oradan ayrılmadan sezmiştim. Bundan böyle daha fazla acı çekmekten gocunmayacaktım ve daha fazla mutlu olacak, dünyaya bir süre için  daha iyimser gözlerle bakacak, Marla'yı arayacak ve onu daha çok sevecek, rüzgarı daha fazla hissedecektim. Kendimi yakınlarında bulduğum ana caddeleri birbirine bağlayan çok katlı taş binaların sıralandığı dar sokağı adımlarken bir martının alçalıp çok fazla yakından geçeceğini hissettiğimde bir an bana doğru bakmasını diledim ve siyah gözleri büyük büyük açılırken onun gözlerinden kendime baktığımı gördüm. Çok sonra yapacağım gibi ani bir kararla atladığım attan dar sokağa açılan bina kapılarından birine doğru koşuyordum. Martı gevrek bir çığlıkla yeniden yükseldi. Sokakta hiç kimse yoktu. Zemin katın da altında kalan açmaya uğraştığım demirliksiz dar pencereyi zorlayınca içeriden kendiliğinden açıldı. Korkuyla geri çekildim. Sokağa doğru yukarı bakan yorgun tavırlı donuk teni derin çizgilerle oyulmuş sert bir yüz  tereddütsüz ve  yatıştırıcı bir sesle "Burada görülecek başka bir şey yok" diye seslendi sakince. O sokağı daha sonra defalarca gördüm ve nerede olduğunu onu bulana dek hep merak ettim.

"...herneyse kum fırtınası yaklaşıyor" dedi ihtiyar. "Çadırı uçurup götürürse uyanırsın zaten. Rüzgarın hali hiç belli değil"  Acıyıp sızlayan gözlerimi araladım. Yeniden derinlere dalmamam için çocukluğunu geçirdiği çöl kavminin hikayelerinden birini anlattı. 

"Kavmimin gönülden bağlı olduğu veliaht prensi bir gün Sultan babasından izin alıp işte böyle bir rüzgarda atının hazırlanmasını istemişti" dedi. Belki aklında boylar arasındaki savaşı durdurabilecek bir yol aramak belki yaklaşan hortumu yönlendirip kavminden uzaklara taşımak vardı, çünkü kavmi her daim savaştaydı ama ne cihat ne zenginlik elde etme ihtiyacı ne de özgür olmak için yapılan savaşlardı bunlar. Hükmetme isteği, şan ve şeref arayışıydı belki. 'Kanlarının gevşekliğe alışık olmaması' diye açıklardı kendince Sultan babası ona. Savaşsız geçen bereketli ve ılık bir yılın ardından boylar arasında çekişmeler artar, yarışmalarda dostluk etsinler diye bir araya getirilmelerinden bile sonu gelmeyen kavgalar, kuşaklar boyunca sürecek kan davaları, sonu yaralamalar yahut ölümlerle biten kavgalar çıkardı. O zaman sefer zamanı gelir, kanları kaynar, ilkbahar zamanıdır. Böyle zamanda muhakkak toplanıp biryerlere hücum etmek gerekirdi ki prens yola çıktığında, o vakit de yaklaşmaktaydı. Çölün hayal etmesi kolay ayrıntılarla yüklü bir efsanesi, cesur bir savaşçının kaynayıp köpürerek ilerleyen kum fırtınasının gözündeki hortumun içine hızlı bir arap atıyla  dört nala ve hiç tereddüt etmeden ve korkuya kapılmadan sürebilirse fırtınadan dışarıya savrulmayacağını anlatır. Atıyla dört nala fırtınanın gözüne dalan cesur bir atlı, geçtiği çölün kumlarını içine çekip hızla çeviren hortumda yukarı doğru tırmanabilir, hatta onu yönlendirebilir ve bu dünyada aradığı zenginlik, cariyeler veya aradığı her neyse ona kavuşabilirmiş. Prens, atıyla yola çıkıp yaklaşan hortuma sürmüş sürmesine ama hortumun içine girdikten sonra gözden bir anda kaybolup bir daha da görünmemiş. Hortum kavimlerinin topraklarını vurup savuracak yerde yön değiştirip uzaklaşmış ama prensin geri dönmediğini görenler sultan'a veliahtı yolladığı için kızdıkları fırtınadan aylar sonrasında bir zaman, prens gittiği yöne ters bir yönden dört nala çıkagelmiş. Hortumun içinden yukarı tırmanıp her tarafın çöl olduğunu gördüğünü, çölün her tarafını seyrettiğini sonra başka kavimlerin yaşadığı başka zamanlara gittiğini ve oradan yanında geleceği gösteren bir aynayla döndüğünü söyleyip büyük aynayı çadırların önüne asmış. Bu ayna bulutsuz bir göğün maviliğini gösterebilir, çünkü ateşin yükselen dumanı da vardır onda." demiş. "Herşeyden bir parça onda vardır." Onun düşüncesine göre artık savaşacak boylar aynada belirdiğinde boy beyleri kimlerin öleceğini önceden anlayıp savaşçılarını meydana çıkarmayınca  akan kan da sonunda durulacakmış.

"Getirdiği ayna bir işe yaramış mı bari?" diye sordum merakla. "Hayır" dedi. "Efsanenin gerçekleştiği dilden dile yayılınca çölün bütün kavimleri kılıçlarının tüm kudreti,   gergin yaylarına takılı oklarının tüm keskinliğiyle veliaht prensin getirdiği sihirli aynayı elde etmek için savaşmaya girişmişler. Ayna da savaşların içinde oradan oraya taşınırken parçalanıp dağılmış. "Ama" dedi kalkarken."Bende hala o kaybolduğu sanılan aynanın parçalarından biri duruyor. Bizim için geçmişi gösteren aynanın bir parçası. Gelecek içinse beklemek gerekli, ne kadar zaman sonrası görülmek istenirse o kadar. Onun karşısında bir defasında dört yüz yıl bekledim ve pek bir şey değişmedi, bazı evler  yükselip ışıklandı, sonra gökyüzüne baktım yıldızlar aynı kaldı ve deniz birkaç defa buraya kadar geldi. Aynadan yüz çevirince hanımımın öğle yemeği için hazırlık yaptığını gördüm ve az önce beni çağırdığını anımsadım. Şimdiyi gösteren aynalarsa baktığımda içinde olduğum duygusu veriyordu. Bu tehlikeli inandırıcılıkları nice çöl adamlarının onlara kapılıp gitmelerine yol açmıştı.  Sonra aynalar yapılış sırlarını bilen eski ayna imalatçılarıyla birlikte kayboldular.  Şimdi anlıyorsun ki gerçekte hiçbirşey olmamışsa geçmiş ve gelecek değiştirilebilir, çünkü herşey çoktan olup bitmiştir. Kendi zaman çizginde ilerlerken gördüklerin sana bu duyguyu yaşatabilir, çünkü bizler tıpkı nesneler gibi yer değiştiriyoruz. Bakışımız da yer değiştirebiliyor. Bir süre düşündükten sonra “O zaman ben, ben olmam ki” dedim söylediğindeki mantıksızlığı yakalamış gibi neşelenmiştim. "Zekanın keskinliğinde bir çiğlik var" dedi. "Ama masumiyetin bunu dengeliyor. Herhalde de bu yüzden buradasın. Ama bunlar boş sözler, bana ne getirdin?" dedi. Altınları gösterdim. Elimden alıp şakıtdatarak birer birer sandığın içine attı. Aklım söylediklerine takılmıştı. “O zaman bir yerden bir yere de gitmeye gerek yok” dedim. Garipseyerek handiyse ayıplayarak baktı. “Herşeyin bir yolu yordamı olur” dedi. “Bir yerden ötekine gitmezsen nasıl yer değiştireceksin? Bir şeyi yana yakıla aradığına göre neden kaçtığını da bulman gerek. “Onun yokluğundan kaçıyorum" dedim. "Onun yokluğunda sen varsın, aynalar var işte, ama kapılar yok" Söylemeye çalıştığım şey aslında onları göremediğimdi ama anladığını sanıyorum. Hiçbirini açıp geçemiyordum, burada ve şimdide kısılı kalmıştım. Bunu ilk defa sedir ağacının alalade bir sedir ağacına dönüştüğünü fark ettiğimde düşünmüştüm.  Onunla herhangi bir yer bile buradan daha güzeldi. "Onun uzaklığından kaçıyor olabilirsin" dedi. "Doğrusu bu dünyada korkulmaya değer bir başka şey daha bulmadım." Sonra bize uzun ya da kısa görünse de herkesin böylece aynı süreyi tamamladığını söyledi, ve bilmediğim uzun bir yoldan aslında olayların bize değişik göründüğünü aslında aynı olayların uç uca eklendiği aynı hayatı yaşadığımıza varıp bitirdi. Aynı olayın bize düşen kısmını yaşayıp tamamlamak vakti gelince de ayrılmak kader bilmecesinin yalnız bir harfiydi. Başka harfleri ve bağlarını bilmedikçe bu bilmeceyi çözemez, anlamını öğrenemezdik.

 

"Ben" diye itiraf etti, "Kapılardan hiç içeri girmedim. Bunları sana anlatmak istedim, o yüzden belki hiç, içeri girmedim"

 

Uzattığı parçadan yansıyanlara karşı sığ bir hayret duygusu içinde olduğumu hissedince belli belirsiz bir küçümseme dudaklarının arasından uçup gitti. "Burada ben yokum" dedim sonra. Bu defa ihtiyar hayret ederek ayna parçasına baktı benimle birlikte. "Kendi geçmişini görüyor olmalıydın ama her nasılsa bu benim" diye karşılık verdi. Şimdiye kadar ki kendine güvenli sesi ve alay eder hali  sarsılmış halde değişik kuru ot demetlerinin içinde bulunduğu bez torbaların arasına çöktü. Kuru demetlerle dolu tahta kasanın başında 'her kişiye özel doğru karışımı bulmazsak çok tehlikeli' deyişini anımsadım, şimdi tereddüt içindeydi. "Eğer bu sıska çocuk sensen" dedim. "Deveye bağladığın iplerle halatları gerdirerek mor bir çadırı ayaklandırmaya çalışıyorsun. Devenin üstündeyse kırmızı fesli tombul bir adam  var." "Anlatıcı olan bendim, bu nasıl olabilir? " dedi sayıklar halde. "Kırık aynaları koyduğu çuvalı taşlarla döverek onları toz haline getiriyor  ve şimdi çöle savuruyor" "O abim olmalı" diye fısıldadı tereddüt içinde. Aynayı ona geri verip yeniden rüyaya daldım fakat bir daha onun sesini duymadım. Onu kararsız bir hale getirmiş olmakta ve ihtiyarın rahatsız halinde belki bir hoşnutluk ve keyif bulmuştum, çadıra girdiğimden beri ilk defa kendimi ona denk hissediyordum. Göreceklerimi görecek ve artık beni yönlendirmeyecekti. Olaylar şöyle neticelendi: Marla ve kendimi boş ve dar bir koridorda buldum.

"Birbirini yansıtan aynalarla sonsuza dek ilerleyen bir koridor" diye fısıldadı Marla.

"Koridorda değiliz yanımızda birer oda var." dedim boşluğu yoklayarak.

"Birer oda yok, bir oda da yok, bunlar sadece birbirlerini yansıtıyorlar" diye seslendi ilerlediği koridordan geri dönerken.

"Ama bir zamanlar bir oda olmuş olmalı" diye fikir yürüttüm.

Yeniden baktığımda aynanın içindeydi. Ben de karşısındaki aynaya doğru bir adım attım ve yanyana olduk böylece.                      

"Artık tek bir oda var"

"Burada kalamayız" dedim. "Koridorlar, odalar ve aynalardan mutlaka bir çıkış olmalı"

"Anlamıyorsun" dedi Marla. "Hiçbirşey olmak zorunda değil"

Hiç geri gelmeden hep bir arada kalmanın bir yolunu arıyordum.
"Geri d
önemeyeceğimi biliyorsun, hep buradaydım, hiç gitmedim. 
Beni çağırmanı gerektirecek kadar uzak olmadım hiç" dedi. Bunu söylerken
yeniden dalgın bir havaya bürünmüştü. "Rüya görmeni istemiyorum." diye bağırdım.


"Biraz daha sessiz ol." diye fısıldadı. "Herkes senin bir kedi olduğunu bilmek zorunda değil."
Görünen o ki etkisi diğerlerinden daha kuvvetli olan aynalardan birinde bir kedi olarak yorumlanıyordum ve ondan kurtulabilmek için irademi toplamam ve odaklanmam gerekiyordu. Uzun kuyruğumu sinirle ve belli bir ritimle yere çarpıyordum. Ama rüya görmeye başlamıştı.  Atsız arabalar ve yüksek binalar arasında kalabalık bir caddede yanyana yürüyorduk şimdi. "Orası bir gömlekçi olmalıydı." Saatine baktı. "Yaklaşık yedi sene geriden geliyoruz. Şu an hala kristal ve yağmur yağabilir. Bunun tek bir açıklaması var. Biz şu anda yaşamıyoruz." İşaret ettiği yere girip küçük masaların birine karşılıklı oturduk. "Ölü olduğumuzu mu düşünüyorsun?" "Hayır, şu anda şimdide yaşamıyoruz. Muhtemelen ya geçmişte yaşıyorduk ama hala nasıl buradayız?"  Beyaz ufak porselen bir fincanda masaya bırakılan çayı yudumlarken "Biz gelecekte yaşıyor olmalıydık." diye sır verir gibi fısıldadıktan sonra başıyla iki defa kendi kendini onayladı. "Bizi bir rüyanın içinde hatırlıyorlar" dedim umutsuzca. "Başkasının rüyasında sana sarılamam o halde" dedi. “Bunu yapmayı şimdi hiç istemiyorum."  Patırtılarla camlara vuran yağmur damlalarıyla birlikte içeri girenler çoğalmıştı.

 "Güneş sana çarptığında gölgenin karanlığına karışmama izin verseydin seni seve seve takip ederdim" diye sızlandım. Hasta yattığı geceyi anımsamıştım. "Dikkat çekmeden geçip giderdik"

"Çok fazla ışık vardı" dedi. "Seni saklayamayabilirdim."

Aynalardan biri dev bir korsan gemisinin iç koridorlarından birine açıldı yeniden. Dar koridordan geçip geminin kıçına yürüdük, surlarının içinden alevler yükselen dev kaleleriyle kayalıklarla dolu bir kıyıdan uzaklaşıyorduk. Koridorlarda gördüklerimizin anlamını öğrenmek için merdivenlerden kaptan köşküne tırmandık. Gemide olup biten herşeyden sorumlu muhakkak en az bir kaptan  olmalıydı. Eşyaların birbirine girdiği, pencerelerin çoğunun camları kırık ve etrafın hayli dağınık olduğu köşkte kısa bacaklı gri yeleli kırmızı burunlu derin düşüncelere dalmış görünen tedirgin bir Habeş Maymunu oturuyordu. Gördüğümüz rüyalarla ilgilenmek yerine bize harikulade bir masal anlatacağını, yeniden çıkıp gitmememizi, eğer onu dinlersek buna çok memnun olacağını söyledi.

"Biz gördüğümüz rüyanın anlamını öğrenmek için sana geldik. Sen bize başka bir masal daha mı  anlatmak istiyorsun ?" diye sorduk.  Başıyla onayladı.

"Bize buraya nasıl geldiğimizi anlatma, çünkü bunu zaten biliyor ve hatırlıyoruz." dedi Marla. "Bize tavsiyelerde bulunma çünkü biz ayaklarımızın sürüklediği yere gidiyoruz. Bize neden hala burada olduğumuzu söyleme ve yol gösterme, çünkü çıkmak istediğimizden de emin değiliz."

İnce ve ileri doğru fırlamış yüzüyle, geriye doğru taranmış yelemsi gri tonlardaki saçlarıyla cüsseli bir Habeş maymununu andırıyordu. Belki öyleydi. Sıkı iliklenmiş altın düğmeli kolları geniş kırmızı şeritleri olan turuncu dar bir kıyafeti vardı. Belki eskiden bir kraldı ya da artık  kral olmaya karar vermişti.  İki yana sallanarak altına gizlediği ayaklarını ortaya çıkardı. Masanın üzerine çıkıp gemi açıklarda seyretmesine karşın palamarların çözülmesi emrini verdi. O sırada kamarada bizden başka kimsenin olmadığını sanıyorduk ama emir sonrası kapı sertçe kapandı, kıç tarafına baktık ve emri yerine getirmeye koşarken göğsünü döverek giden sert bakışlı kara goriller palamarları çözmeleriyle, dev yelkenleri taşıyan direkler de güverteye çatırdayarak devrildi, aynı gorillerden biri geri dönüp, geminin su alarak yavaşça batmaya koyulduğu haberini getirdi. Maymun istediği de buymuş gibi söyleneni anladığını belirten bir onaylamadan sonra bir sıçrayışta masasına tırmanıp bize döndü.

"Sana bir masal ve ona ayrı bir masal anlatmayacağım, ikinize de aynı tek masalı anlatacağım. Nasıl biteceği söyleyenemez çünkü bunu ben de bilmiyorum ama burada sonsuza dek ve mutlu yaşayamazsınız."

Zırhım şakırdarken güçlükle gösterdiği sandalyeye çöktüm. Marla geniş balon etekleriyle oturmaya çalışırken benden daha zor bir durumdaydı.  Birbirine kenetlenmiş parmaklar gibi sıkan korsesini kıkırdayarak kamaraya giren ağızları yukarı bakan balık kafalı ince hanımlar sırtındaki ipleri çözerek güçlükle gevşettiklerinde rahatlayıp derin bir nefes aldı.

"Bir zamanlar" diye anlatmaya başladı kül renginden gövdesi ve gri yeleleri olan maymun. "Yüksek surlarla çevrili kocaman bir kalenin içinde güzel mi güzel bir kız yaşardı. Kale bir tepeciğe kuruluydu. Bu kalenin yüksek surları; ormanı ve ormanın tehlikelerini kaleden uzak tutar, ama tepecikte yaşayan insanlar da suyun eşsiz görkemini göremez, okyanusun başladığı noktadan ileriye uzanan dalgaları, ahşap gemileri ve deniz kuşlarının gemilerle oyunlarını seyredemez, kafalarını ne kadar kaldırırlarsa kaldırsınlar yine de ancak upuzun yükselen taş duvarlarına bakarlarmış. Bu kaleyi çeviren surların dört ayrı yöne bakan dört kapısı varmış ki her gün bu kapılardan ulaklar gider elçiler ve misafirler gelirmiş. Günlerden bir gün doğu kapısından hiçkimse gelmemiş. Bir terslik olduğunu ilkin anlamamışlar. En yakın ülkenin toprakları bile o kadar uzakmış ki. Ancak gözcüler ve ulaklarıyla tüm gelişmelerden muhakkak haberleri olacağına inanırlarmış. Ertesi gün yine kimse gelmemiş. Ülkelerini yöneten mutlu ve şişman kral o yöne doğru üç şövalye göndermiş. "Bakın bakalım, bu yönden neden artık hiç kimse gelip gitmez oldu?" demiş. Birinci şövalye "Ben" diye kararını bildirmiş, "Ormanın aşağısından gideceğim" İkinci şövalye ise ormanın yukarısından dolanacağını açıklamış. Üçüncü şövalye en genç olanıymış ve onlara birşey söylemeden ormanın içine sürmüş. Bu üç şövalyenin de aslında aynı şövalye olduğunu ve sadece üçüncüsünde başardığını, masalımda üç ayrı şövalyeden bahsetmediğimi anlıyorsunuzdur umarım. Herneyse, ilk şövalye geldiğinde "Canım efendim yolda kimseler yoktu, kimseye rastlayamadım, tuhaf birşeyle karşılaşmadım, izniniz olursa yarın daha uzaklara gideyim" demiş. İkinci şövalye de gelip tamı tamına bu sözlerin aynısını söylemiş. Kral da şövalyeleri "Gidin ve bir haber getirmeden geri dönmeyin" diye yanıtlamış. Biz gelelim, ormanın içinden gitmek dışında başka bir yolu kalmamış olan üçüncü şövalyenin öyküsüne.

"Değişik zamanlarda aynı adamın farklı düzeyleri  geliyordu değil mi ?" diye sordum. "..kendi zamanının başka bir yerinde olan biri" Maymun sözünün kesilmesinden hoşnutsuz halde suratını ekşitti ve kötü kötü baktı. Sonra yanıt vermeden yavaşça devam etti.

Zor bir yolculukla uzun ve zor yollar aşıp, hızlı bir yolculukla geri dönen genç şövalye dönüşte hikayesini anlatmış:

"Rüzgar kulaklarıma doldu, soğuk dudaklarımı parçaladı, toprak yoldaki taşlar atımı yaraladı, inip yedeğime aldım; çalılar böğürlerini, çayırlar otlarını sakındı, ormanın cinleri görünmeden beni izlediler, sesleri korkuttu, kapattıkları yolları açmak günlerimi aldı. Sonunda atımı da bıraktım, sınıra gelmiştim. Kayalıklardan aşağı indim. Ellerim taşların sivriliğinde parçalandı. Başımı kaldırınca perişan halde insanlar ve telef olmuş hayvanlarla dolu bir ülkeye geldiğimi anladım. Çünkü ben onca yoldan ve onca zorluk ve açlıktan sonra bile onlardan daha iyi görünüyordum. Nereden geldiğimi sordular bana ama daha yanıtımı dinlemeden düşmanca bakmaya başlamışlardı. Bu ülkeden düşman gelmez kralım" diye bitirdi sözlerini genç şövalye. Buradan ulak da, elçiler de, artık sevimli şairlerde, ozanlar da gelmeyecekler, bu yolu aşacak onların arasında kimse yoktur. Başka tüm yolları da kendileri kapamışlar."
Kral beyaz sakallarını karıştırmış. Duydukları hiç hoşuna gitmemiş. "Hay Allah yahu" demiş. "Bunlar bizim büyücülerin dediklerine hiç benzemiyor" Akşam sarayın büyücülerini toplamış. Büyücüler önce kralın endişeli konuşmasını dinleyip sonra da bir şey söylemeden daha önce aralarında anlaştıkları gibi sihirli bir küre koymuşlar masaya. Kürenin içinde oynayan dansözleri, şakalaşan ve şarkı söyleyen kalabalığı göstererek, "İşte burası orasıdır" demişler. Kralın duyduklarıda gördükleride çok hoşuna gitmiş. "Hay Allah yahu" demiş. "Bu bizim genç şövalyenin anlattıklarına hiç benzemiyor" 
"Aman Kral hazretleri" demişler "Şövalye ne bilir, şövalye at sürer kılıç sallar"

 Kral böyle denilince daha bir memnun olmuş, göbeğini ovuşturmuş, duydukları hoşuna gittiği için de başka bir şey  dinlemek istememiş o gece. Yüksek surların üzerinden okyanusa bakan odasında davetlileri kabul etmiş, kürenin gösterdiklerinin büyücülerin bahçesi olduğunu anlayamasa da yine de içine bir kurt düşmüş. Daha akşam olmadan geri dönen diğer iki şövalyeyi çağırıp "Peki yolda gördüğünüz değişik bir şey oldu mu?" diye sormuş. Şövalyeler "Yok ne bir kimse gördük, ne değişik bir şey" deyip yemeklerine dönmüşler.

Saklanan gerçek, büyücülerden biri güzel prensese aşık oluncaya kadar da ortaya çıkmamış. Büyücü prensesin  rüyasını yorumlarken onun görüşünün duruluğuna öyle hayret etmiş, saflığına öyle hayran kalmış ki sonunda evlenmek için kendini kralın önüne atıp yalvarırken bulmuş. Kral büyücüyü reddetmişse de büyücü sadakatini kanıtlamak için kristal küresini çıkarıp ona saklanan sefaleti göstermiş. Fakat diğer büyücüler sırlarının açıklanmasına sinirlenip hem birbirlerine düşmüş, hem de şövalyeye destek çıkan büyücüye kızıp birbirine girmişler. Onlar aralarında kavga ede dursunlar hiçkimsenin gelmediği yönden yaklaşan hastalık ve büyük kıtlık, etraftaki hayvanları telef etmeye başlamış. Ormanın dev ağaçları bilinmeyen hastalıklarla bedenlerinin diriliğini kaybedip birbirlerinin üzerine kıvrılmaya koyulmuşlar, nihayet kıtlık ve hastalık surlardan içeri sızınca sokaklar yangın yerine dönmüş,  kral ve eşrafı da ülkelerinden gemiyle ayrılmışlar. İşte böyle herşey olup bitmiş"

Güverteye çıktık. Surların arkasında yanan ateşler gökte büyüttükleri kara bir bulutu besliyorlardı. "Çok güçlü bir orduları vardı" diye açıkladı Habeş maymunu "Ve hiç yenilmediler ama şehir düştü."
"Şehri yakıp yok edecek yangını daha önce rüyamda görmüştüm" dedi Marla. Bu yüzden büyücünün dileğine uyup rüyalarımı kirli büyük bir sandığın içine saklayıp kilitlemiştim. Ama ağaçların yıkıldığı yağmaların başladığı bir gün güçlükle indirilip saklandığı köşeden hazine avcıları tarafından halatlarla yukarı çekilip salonun ortasına sürüklediler. İçlerinden en iri olanı savaş baltasını kaldırıp tek hamlede sandığı gevrek gıcırtılar çıkararak dağılan eski ve çürümüş tahta parçalarına ayırdı. Rüyalar o gece o salondan bütün ülkeye dağıldı ve her güzel kadın ve cesur erkek o tuhaf rüyalardan birkaçını gördü. Günler geçti ve rüyaların bazısı gerçekleşti. Gerçekleşen rüyaların birinde, alevleri bütün kenti kavurduktan sonra daha yakacak bir şey bulamayan ateş, dağılmış ve küle dönmüş ocaktaki son ıslak odunun üstünde sızlanarak dolaşa dolaşa zehir olup yaş ağaçları baltalayan oduncuyu öldürmüştü."

Çalkalanan deniz, ağır ağır batmaya hazırlanan geminin gövdesine çarpıp sızlanarak aşağı çekiliyordu. Geminin direkleri güverteye devrilmiş haldeydi ve sukunet içinde dalgaların yeknesak hareketlerini izliyorduk. Bir şey bekliyor gibi. Belki bir yunus sürüsü, belki büyük bir kaplumbağa.

"Bir defasında karanlık bir ismi çağırmıştım" diye itiraf ettim. "Sadece yaşayanlara saldıran garip ölülerle çevrelenmişken" Sonra Marla'ya, Beneruth'un aslında iyi olmadığını fısıldadım. Dikkatle olanları dinledikten sonra “Bu gördüğün rüyayı kime anlattın ?” diye sordu tedirgin bir sesle. "Hiçkimseye anlatmam mümkün değil, bunu nasıl açıklarım sana bilmiyorum ama şu anda zaten bir rüyadayız" diyebildim. Ona gri yeleli bir maymunun masal anlatmasının normal bir durum olmadığını açıklamaya hazırlanırken "Buna yürekten inanıyorum" dedi. "Şu halde seni buraya kadar getiren izleri takip ettin, rüyalara bıraktığım işaretleri" Ellerinin arasına aldığı yüzümü, yeni ve büyük bir armağan gibi kocaman açılmış gözlerle seyrederken "Yani sen şimdi gerçekten burdasın" dedi. "Ah, savaşın ortasından çekilip alınman ne zordu, ve seni kapattıkları odayı anımsıyor musun, anlayacak gibi yaklaşmıştın, gölün üstüne eğile eğile sonunda suyun içine dalıveren yeşil dallara benziyordun, ama uyanınca değişeceğini bildiğim için çingene şarkısını bitirince ortadan kayboldum." "Sen kumların üzerinde uyuyordun" dedim. "Şimdi" dedi Marla iç geçirerek. "Bunu sana nasıl açıklayabilirim bilmiyorum ama yaşadıklarının hepsi bir masal gibi aynı gecenin içinde ve  ben de birazdan gitmek zorundayım, geri dönmeliyim" "Gitmeni istemiyorum" dedim. "Burada benimle kal"

"Bunu ne denli yürekten dilediğini hatırla." dedi gülümseyerek.

Onun yolunun hasta olduğu gecenin sabahına açıldığını hissettim sarılırken. Gövdesinden sökülüp koparılınca kendi içine kıvrılıp kapanan ağaç kabukları adına; başka bir masal daha anlatılacak mı, yoksa her zaman söylendiği gibi hoşçakal mı demeliyiz? Öpüşünün tadı tarçın gibi tatlı ve yakıcıydı. Etrafımızdaki herşey değişip geniş ve yüksek duvarlara dönüştü.

"Burada bir bahçe olmalıydı." dedi Marla. "Bazı şeyler biz hiç istemeden değişmiş, bu nasıl olabilir?" Biz yaklaşırken önümüzdeki duvar dalgalanarak bir perde gibi çekildi ve birlikte bahçeye çıktık, Marla'nın dalgın hali gözlerimin önünde silinip kayboldu. Geldiğimiz yönde de duvarlar yoktu artık, bahçedeydim. Sedir ağaçlarını, sakin akan yeşil nehiri ve gri kayaları seyrettim. Burada neler yaşanmış olduğunu ve neden bana yaşandıkları zaman  o denli önemli ve tuhaf göründüklerini unutalı  çok uzun zaman oldu.  İsmini tekrarladım.   Fısıltıyla  sadece bir kapıyı açık tutmaya çalışır gibi. Aklımda tutmaya zorlandığım ve inancını çoktan kaybetmiş olduğum başka bir dünya vardı. Kısık bir sesle tekrarlarken ne anlama geldiğini unuttuğum bir isim. Bir zaman sonra ne anlama geldiğini çıkartabilmek için tekrarladım, kaybedilen bir anahtarı ararken şarkı söylemek gibi. Olanlara inanamadığım için belki "Biz burada onunla yanyanaydık" diye seslendim sonunda yüksek sesle.  Son bir defa boşluğa ismini fısıldadım. Kapıların kapandığını ve benim yanlış tarafta kaldığımı böylece anladım. Hiçbirşey hissetmedim. Artık belki onu görsem bile onu göremeyecektim. Tıpkı onunlayken dünyayı gördüğüm halde, dünyayı görememem gibi. Dünya birlikte gördüğümüz değişik bir rüya değil artık. Ne anlama geldiğini düşündüğüme göre uyanmış olmalıyım ya da.  Olanları anlatacağım, birileri dinleyecek ve hayırlara yoracak belki. Herşey kendisinden yapıldığı tozlara karışınca her yer çöle dönüşür ve çölün ruhu büyük kara bir kaplandır, onu ele geçiremezsin. Karanlık ve zorlu bir yol bazı zamanlar onu özlemek, sevmek ve ona ulaşmayı dilemek. "Buradan ötede hiçbirşey yok" dedi adam. Uçurumun kenarında oturan kalabalığa yaklaşıp boş bir sandalyeye oturmuştum. "Aradığın herneyse daha geride kalmış olmalı" Uçurumun ötesinde en yüksek dalgaların dahi ince zarif çizgiler olarak belirip sulara kırılıp devrildikleri büyük mavi okyanus. Gülüştüklerini duydum. Beni tuhaf bulduklarını biliyordum, onlara hiç benzemiyordum. "Gide gide" diye anlattı aralarından biri. "Herşeyin mümkün olduğu yarı yarıya sönmüş bir yıldıza ulaştık bir defasında. Bu, herkesin rüyasını gördüğü kutlu ülkeydi. Beklenenin aksine yaratıcılıktan,  doğaçlamadan ve zenginlikten yoksun halde sürekli tekrarlardan mutluluk giderek kayboldu. Simyacıların çabasıyla hazırlanan iksirlerse verdiğinden fazlasını kısa sürede söküp götürdüğünden çöküp toprağa karışan bedenler yüzünden bu da terkedildi ve yeniden sınırların olduğu bir dünyaya geri dönüldü. Herkesin kendini kendi istediği kadar sınırladığı dünyaysa ona kapılıp gitmemize yol açması gereken gerçekçilik duygusunu vermiyordu, bitmeyen bir masalın içinde kıvrandırıcı bir tatminsizlik yarattı. Sonunda ne kadar kurtulmaya çalışırsak  çalışalım bana göre insan hep belli bir acizlik duygusuna ihtiyaç duyar. Ölçüsü üzerinde daha çok uğraşılmalı belki." "Öyleyse aradığımız şey bize mutluluk olarak görünüyor" dedim. "Hayır" dedi. "Senin durumunda böyle değil, sen zaten aramıyorsun, Marla olduğunu öğrenmişsin" Onay ister gibi bir an kaşlarını kaldırıp bakınca "Evet" dedim. "Yanılmayacak kadar basit. Kararsızlığa sürüklemeyecek kadar açık. O, Marla'dır. Gençliğin ve sonsuz hayatın güzel Marla'sı. O sadece çölün sarı kumlarına benzer. Güneşin altında yanmaktan gocunmaz ve ona zarar veremezsin" "Aslında tam sana göre bir yer var"  dedi.  "Güçlü bir benlik duygusu gerekiyor ama. Ancak bu şekilde gidebiliyor ve azalınca hissettiğin tatmin de yavaşça sona eriyor, sonra onu tükettiğinde yol gene buraya varıyor" "Burada ne var ki?" dedim bakınarak. "Hiçbir şey yok" dedi adam "Bu mantıksızlığı sana gevezelik olsun diye anlatıyorum çünkü bunları bilmenin kimseye bir yarar sağladığını işitmedim" "Hayır" dedim. "Ben Marla'yı arıyorum" Bana yardım edemeyeceğini anlamıştım. "Sadece şimdi nerede olduğunu bilmiyorum"  "İçinde Marla'nın olduğu bir yer okumadım" dedi, “Ama az önce buradan deve kervanıyla geçen adamın çok güzel ufak bir çiftliği var , o böyle bir şeyi birkaç günde yazabilir, sende bahçesinde dinlenirsin. "Ama" dedim "O asıl Marla olmayacak." "Tam beklediğin gibi olacak" dedi. "Aklındaki her nasılsa" Bu ayna yapıcısının sesiydi. Onun çadırında olduğum yavaşça aklıma geldi. Konuştuğum herşeye cevap verenin o olduğunu anlamıştım. "Fırtına yaklaşıyor" dedi. O yüzden uyandırdım, yardımın lazım. "Geri dönmek istemiyorum" dedim gözlerimi açmadan. "Sonsuza dek, burada kalabilirim, Marla buralarda bir yerde onu yeniden bulabilirim" Ertesi gün öğlene doğru çöl çadırında sıcaktan bunalmış ve nefessiz halde uyanmadan önce son söylediğim de buydu. Çölün ayna yapıcısı ihtiyarına   son konuşmanın saçmalığını anlatınca "Oyunun içine dalışımız öyle belirsiz bir geçişle gerçekleşir ki onu dışarıdan seyredenin de biz olduğunu unuturuz, şimdi senin bu sözün, seçimin beni de etkilemiş olmalı" dedi. "Sonsuza kadar bu çadırın etrafında kalabilirim" Sersemlemiş halde çadırdan çıkıp güneşi kapatan toz bulutlarına baktım. Güney ufku yaklaşan toz bulutlarıyla kaplıydı, geçtikleri yerlerde kumları ayaklandırıp kendilerine katarak hızla ilerliyorlardı. "Kitap okumak bazı şeyleri iyice anlamama yaradı." dedi ihtiyar benimle birlikte çadırın dışında kumların üstünde otururken. "Ama o bazı şeylerin bana hiçbir yararı olmadı." Fırtına yön değiştirip uzaklaşıyordu. "Arap şiiri, tarih, dilbilgisi, halka hikaye edildiği kadarıyla gerçeğin değişik yorumlarını içeren kitaplar. Şimdiyse elimde boş bir defter var ama ne yazacağımı hiç bilmiyorum. Onu sana vermemi ister misin? Eksik bilgi anlatma ihtiyacı verir." Alay eder havasına yeniden kavuşmasına gülümseyip getirdiği ruloyu açınca üstünde büyükçe şöyle yazdığını gördüm: Herşey hakkında bütün bildiklerimiz. Uzattığı kartal tüyünü alıp okkaya batırarak, ilk cümleyi yazdım : Bütün bunlar birini ararken kaybolan bir başkasının hikayesidir. Sonra bağdaş kurup oturdum ve rüyamda gördüklerimi sırasıyla ardı arkasına yazdım. Çadırı terk ettiğimde elimde bu nevide birkaç sayfa vardı ve onları vücuduma mıhlanmış kara bir dövme gibi unutmayacağımdan emin oluncaya kadar da yanımda saklayıp ardından denize fırlatacaktım. Çölü arkamda bırakıp Kuzey sırtına tırmandığımda, geri dönüp güneşin kum denizinde batıp kayboluşunu seyrettim. Aştığım  kum tepelerinin etekleri de yürürken birdenbire bitti ve rüzgarın uğultusu kalabalık kervanlara saldıran yağmacı bedevilerin çığlıkları gibi incelirken yeniden iki yanlarına toprak evler sıralanmış yollar başladı. Verdiğimi sandığım altınların cebimde tıngırdadığını hissettim. Kente yaklaşırken karşılıklı küçük taş evlerin başladığı karanlık dar  aralıktan ilkin zayıf bir sızlanmaya benzettiğim çalgıcıların garip şarkısını işittim. Burada bulunuşumuzun garip ve tarifsiz lezzetini, boşuna çektiğimiz acıların bütün hüznünü bize anımsatan, buradan ayrıldıktan çok sonra dahi aklımın içinde duymaya devam etmeme karşın benzerine hiçbir yerde rastlayamayacağım kadar gürültülü ancak hoş bir müzikti. Sürekli tekrarlanan hangisinin hangisinden sonra geldiğini bilmediğim iki dizesiyle sözlerinin de bulunduğunu dinlemeye başladıktan çok sonra farketmiştim. 

Sarı kumların elinde tuttuğu kader oyuncağıyım
R
üzgar kendi şeklini benim üstüme çizer...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sekizinci Bölüm

 

Bir daha öyle bir şey hiç olmadı.  Rüzgarını kaybetmiş hantal bir yelkenlinin sakin bir gölün süt mavisi sularında takatsiz bekleyişini andırır sukuneti içindeydim. Dar ve ter kokan kirli odanın iki adımlık balkonuna sıkıştırılmış hasır alçak taburesinde sırtımı duvara yaslayıp sıcak öğleden sonrasının tenha sokağından geçenleri rahatsız bir oturuşla seyrettim. Geçen insanlar kesintisiz akıp giden kıvrımlı harfler gibi birbirlerine benzeseler de başka başka hikayelerin parçasıydılar. Onların hangi masalın neresinden çıkıp geldiklerini  çıkartmaya uğraşırken  günlerin burada geçen insanlar gibi birbirini andırdıklarını düşündüm.  Hazin bir öykünün sonuna vardığını hisseden kayıp bir masal kahramanının kalan son yaprağına  son mısralarını karalayacakken yapacağı gibi ya da tepsideki mısır patlaklarını geceyarısı dikkatle inceleyen hayalci bir çocuk gibi gördüklerime hikayeler yakıştırırken titizleniyor; savaşta kafası kesilirse hay huy arasında kaldırılıp gösterilirken gavur eli yüzüne dokunup mundar olmasın diye hasmının tutabileceği biçimde tepesini cascavlak kazıyıp ensesinden başlayan saçlarla  ördüğü uzun kuyruğu sırtına bırakmış meyan şerbetçisinin ardından, devrilip patladıktan sonra çürümeye koyulmuş  kan kırmızısı gövdelerinin açıklığından kara çekirdekleri seçilen karpuzların, duvarın dibindeki gölgeliğe damlayıp birikmiş şekerli sularına inip kalkan çöp sineklerinin vızıldadığı sokağın köşesinden aksayarak çıkan mendebur suratlı iri yarı kadının önce aşkla bağlandığı kocalarını bir bir öldürüp gövdelerinin parçalarını köpeklerine attıktan sonra gelen gelen askerlere ağlayıp sızlanarak bu müşkül işleri de borçlularının boynuna yükleyip 'Ha şuraya gömmüşler, ha buraya gömmüşlerdir, sesleri  şuracığımdadır' diye boyuna mezarlığı kazdırıp artık nadasa bırakılmış verimli tarlaları andıran alt üst edilmiş topraklarda selvilerin altında, kocalarının borçlularından sakladıkları altınları da onlara buldurup yüklendiği paralarla kentin yolunu tutmuş ve o lanet o nursuz yüzünü yıkatmak için hoca hoca dolaşmadayken yolu bu civara düşmüştü. Arkasından çekinerek bakan alaca feraceler içindeki konuşkan kızların ardından -beni farkettiklerinde birbirlerine işaret edip susmuşlardı, oysa dillerinden de anlamıyordum- yanlarından sallanarak geçen bir dudağı yerde bir dudağı gökte zenci devin onun öldürdüğü kocaların belki dostu olup intikam almak için cinayetler işleyip ulu orta dolaşan kadını adım adım izlediğini düşündüm. Ama sakin hali, ortaya çıktıkları her masalda aralarına güzel prensesi de saklayan peri kızlarının başlarına toplandığı, gülüşüp birbirlerini ıslattıkları kurnaların kapısında bekleyen koruyucu kör tellağa da uyuyordu. Azalmayan bir merakla sıcağın koynunda gevşemiş meyveleri andıran, rahatlıktan çok bozulmaya, keyiften çok çürümeye yaklaşmış bir rehavete kapılmış tenha sokağı izlerken aslında içten içe beklediklerimin  tepeden tırnağa allar içinde geçecek üç genç adam olduğunu az çok sezebiliyordum. Uzun maceralarının sonunda değişik kahramanlıklarda bulunduktan sonra yeniden yola koyulan allar içindeki kahramanlar, Said'in babaannesinin anlattığı uzun masalların sonunda "işte onlar gece vaktinde karanlıklara garışmışlar" diye önce  huzursuzlandırıp "amma sabah buradan geçeceklerimiş yola çıkalım da bakalım gayrı" diyerek hem meydanı gören uzak kayalıklara yürümek için yüreklendirir, hem de azalmayan bir umutla bizi beklenti içine bırakırdı. İçeri girip kendimi ter kokan yatağa bıraktım. Bütün köşelerden, sinekler ve ince ağlara yapışmış kara toz tüy karışımı öbeklerin ağırlığıyla sarkıp bozulmuş ince ve yapışkanlığını yitirmiş örümcek ağlarına bakarken tehlikeli bir böceğin hızla görünüp bir köşeden duvar boyunca ilerleyişini farkettim bir an. Yöredekiler onları hamam kazanlarından yayılanlardan sandıkları için pek ihtimam göstermez, taburelerine oturacakları zaman ellerinin tersiyle onları aşağı süpürüp işlerine koyulurlardı. Oysa onların pek yaman, küçük ve çok hızlı olduklarını, ısırmaya kalktıklarında yokladıkları kurbanlarının göğsünü daraltan bir sıkıntıyla nefessiz yere devirebildiklerini biliyordum. Nefes almakta zorlandığım karanlık ve nemli katta dolaşıyor olmalarına önce çokça şaşırmışken aralarından birinin yaklaşıp yüzüme tırmandığını hissettim, gözlerimi kırpmamaya uğraşarak nefesimi tuttum. Parlak yüzünün iki yanından çıkan kıvrımları,  taneleri olgunlaşmamış üzüm salkımlarının genç filizlerini andırır biçimde havada bir şeyler aranır gibi dönüp yanağıma dokunuşuyla huylansam da daha elimi kaldırmadan tehlikeli zehrini bırakıp kaçıp kaybolabileceğini biliyordum. Yeniden duvara tırmanıp çatlakların birinde kaybolmasının ardından yüzümde biriken terleri üstümdeki abaya silip dışarı çıktım. Odalarını haftalardır kullanmama karşın daha verecek param kalmadığından kuşağının üstünden sarkan palasını yoklayarak  bağırsaklarımı döküp iyice açtıktan sonra çıkanları boynuma sarıp boğacağı şakasıyla neşelenen han sahibine gevşekçe gülümseyip dışarı çıktım. Onunla daha önce birkaç el tavla oynamayı denemişsem de bir eli kazanır gibi olunca parmaklarımı oyuncak kutusunun arasına sıkıştırıp kendince yeni bir eğlence yaratıp  kaybolmayan neşesiyle bir sonraki el şakasını yeniden tekrarlayınca onunla konuşmayı ve oyun oynamayı kesmiş sadece selamlayıp odama çıkar olmuştum. Beni yeniden odaya koymayacağını işitince evinde temizlik yapabileceğimi söylemeye çalıştıysam da ona göre bunu karın tokluğuna daha uzun saatler yapabilen yerliler oldukça benim gibi fazla konuşkan ağzı fazla laf yapan birine hiç ihtiyacı yoktu, çıkıp eşyalarımı almayı düşündüysem de üstümdekilerden başka hiçbirşeyim kalmadığı aklıma gelmişti.  Ani bir ilhamla dönüp, zayıf yumuşak karnını kaşır gibi tatlı bir hoşlukla "Burayı temizlemen lazım" dedim çıkarken böcekleri işaret ederek. İri gövdesini önündeki masaya yaslayarak zamanın birinde avladığı birkaç aslan ve fil yavruları hikayeleriyle gururlanıp ondan beklemediğim bir çeviklikte kara böceklerden birini hızla avucunun içine aldı, ardından yere devrildi ve yarı açık gözlerindeki şaşkın bakış henüz canlılığını kaybetmemişken el attığı kara böcek endişeli birkaç salınımdan sonra açık avucunun içinden çıkıp yeniden masaya geri tırmandı. Oğullarını çağırıp babalarına bakmalarını söyledikten sonra limana çıkıp gemileri gezmeye, denizin öte yanına varmamı sağlayacak bir tekne bulmaya gayret ettiysem de denizcilerin çoğu ya balıkçıydı ya da tayfaya ihtiyaçları bulunmuyordu. Kimi zaman çölden esip gelen sarı kumlar, rüzgarın sanki öfkeyle taşıdığı kuru ve sert kumların gergin tenteleri silkelediği büyük çadırları ve bahçelere asılı  çamaşırları birbirine savurarak dolaştığı, evlerin ince duvarlarını salladığı, taştan binaların içine sızdığı gecelerde, dalgalarda hırpalanmasın diye bahçelerin birine ters çevrilmiş eski bir sandalın altında sabahlıyordum. Buraya kendi isteğimle gelmemişte haksız bir kararla  sürülmüş yüksek bir memur gibi, rızam alınmadan çizilmiş yeni bir kadere öfkeli ve kalmak için de gitmek için de isteksizdim. Üşümüş ve yorgun halde ellerim kalın abadan dış donumun içinde huzursuzca uyanıp, boş sahilde canım sıkkın halde ve amaçsızca yürüdüğüm şafak saatlerinin birinde uzaklarda çağıldayıp köpüren gece denizinden yükselen dalgaların getirip bıraktığı  avuç avuç kumların tabanına yayıldığı su dolu kayanın içine baktım. Birikmiş alaca bulutlardan süzülmüş pas rengi güneş ışıklarının, yassı gövdeli gri balıkların  kat kat örülü parlak pullarında yanıp sönerken fark edilmedikleri yürüme yolunda; deniz, balıklarını genişçe bir kayanın derin oyuğundan geri alacak kadar dalgalarını henüz büyütmemişti. Kayanın dar kıyısında oturup geceleyin yükselmiş dalgaların taşıyıp bıraktığı küçük deniz parçasını seyrettim. Denizin geceleri tuzlu sularıyla oyup biçimlendirdiği girinti çıkıntılarıyla boz iri kayanın suyla dolu geniş avucunun içinde salınan yosunların arasında balıkların hareketleriyle titreyen su, biri turuncu renkli, ikisi birkaç parmak enindeki gri balıkları geride bırakmıştı. Dalgalarla gelip geceleri başka dalgalarla giden bu balıklar kalabalığın yürüme yolunun vardığı çarşılardan görünmelerine karşın fark edilmez ya da ilişilmezler. Burayı daha değişik hayal etmiştim. Padişahın kıymetli varlığının daha fazla hissedildiği imparatorluğun nispeten daha güvenli topraklarına beni eriştirebilecek gemiyi bulduğumda açlık, gözlerime aldırmaz ve ürkütücü bir bakış bağışlamış, sert sakallarım dağılıp iyice uzamış,  üstümdekiler paçavraya dönmüştü, o haldeyken yolcuların arasına karışıp konuşmayı uygun görmeyip birkaç ailenin ve mallarını yüklemiş acem tüccarlarının sıkça kapısını aralayıp kayboldukları sandıklarının ve bavullarının konulduğu kamaraya sızıp bacaklarımı kendime doğru çekip gece boyunca bekledim. Uyuyup uyandığımda denizin herşeyin yolunda gittiği hissini veren gevşek sallantısındaydık ve sıkışık bavulların arasından çekip aldığım kıyafetleri üstüme geçirip güvertede dolaşmaya başlamıştım.  Bana göre bu birdenbire birkaç gün sonra denizin ortasında keşfedilmekten daha emin bir yoldu. Çocukken yoldan geçmelerini sabırla beklediğim allar giyinmiş adamların da şimdi küpeşteye dayanmış suları seyretmelerindeki tuhaf şakaya gülümseyip yanlarına vardığımda ilkin eski denizciler olduğunu öğrenmekle onlara rastladığıma neşelensem de teni kuruyup çatlaklara ayrılmış geniş yüzlü olanının Marla'nın gemiye binmeyi umduğu limana bırakacağı işaretle ilgili söyledikleri,  tehlikeli böceklerin ısırdığı han sahibim gibi beni de nefessiz bırakıp olduğum yere çökertmişti. Çizdiğim salyangoz kabuğuna benzeyen, bir noktadan başlayıp kendi etrafında dolaşan çembere bakıp "Ha, bir çeşit güneş ya da ince bir kabuk öyle bir şey, seneler önce hatırlıyorum" demişti. Daha sonra liman  yandığında işareti de geniş iskelesiyle birlikte kaybolmuştu. Marla'nın bu işareti bir yerlerden duyup onu aramak üzere bir gün Raguza limanına ulaştığımda gönlümün rahatlayacağını tahmin ederek söylediğini güçlükle çıkartabildim. "Limanda çizilmiş işareti göremezsen sana anlattığım karnavalı bulmalısın" demişti ardından. Çingenelerin, dilencilerin, gezici tiyatroların ya da hala açık ederlerse büyücülerin peşine düşmeliydim. "Karnaval kalabalığında kurabiye yemek üzere ekmekçinin çadırına gelmek zorundasın" demişti. "Ama bunu yeniden başarabileceklerini de sanmıyorum çünkü bu yaptıkları çok tehlikeli, kalabalık ordularla birbirlerinin karşısına çıkıp savaşan kralların en asi adamları dahi başlarımızı sırıkların ucuna takıp dolaştırabilme hevesiyle peşimize düştüler" diye sızlanmıştı.

Karşı kıyının tanıdık açık maviden griye buğulanan dağ sıraları göründüğünde sahiplerine yarar getirmeyeceğini umduğum birkaç zararsız eşyayı denk yapıp ufak bir fıçıya sığıştırıp geminin kıçına hazırladım. Geceyarısı kıyıya yakın seyrettiğimiz bir burunda fıçıyı aşağı fırlatıp kendimde denizin içine süzüldüm. Yalnız sırrımı bilen adamlardan biri beni izledi ve kıyıya varana dek bakışlarının beni takip ettiğini hissettim. Vadiye vardığımda Said'i yine babasının çadırında kendisine emanet edilmiş ancak bakımı üstüne kalmış hırçın bir çocukla tasalı halde buldum. Ona eğilip konuşmaya çalıştığımızda yumrukları sıkılı gözleri yaşaran çocuğun yüzünü güneşe çevirmeseydik ola ki kendi gölgesiyle dahi savaşacak, öfkesini kusacak denli nefretle doluydu. Anlatmaya uğraştığımız herhangi bir masalı dinlemediği gibi uyuklamamızdan fırsatla ağaçtaki kuşları taşlamaya koyulduğuna tanık olduğumda yüzümü nehirden ıslatıp Said'in yanına düşünceli halde oturdum. "Gemi yolculuklarından döndüğümde selam alıp selam götürdüğüm tekkelerin birinden diğerine bırakılmak üzere yanıma verilmişti " dedi Said. "Ancak yol üstünde kimse birkaç günden fazla bakmayı kabul etmedi, elimizde kaldı, büyüdüğünde de fena can yakacağa benzer." Onu Şeyhin başına sarmak istemediğimden "Cezayir'de ocaklara Barbaros'un leventlerinin arasına katalım" diye fikir yürüttüm. Eli kılıç tutunca yaman bir savaşçı olur da  yarar işler yürütür hükmüyle el vermesi için dayılardan birine bırakılacaktı. Böylece dağ köyüne çıkamadan vadinin  patikalarından korsan gemilerinin su aldıklarını bildiğimiz ağaçlıklı dik yokuşlardan inilen güç bir yola girdik. Tanıdık tanımadık onlarca isim sayıp döküp sonunda çocuğu baş edemeyeceği yaman adamların yanına koyup başka bir gemiyle önce adalara sonra daha Batı'ya yol aldık. Geçtiğimiz topraklarda yeni bir karnaval hazırlığının işaretlerini bulamadıkça Said'e geri dönmesini yeniden tekrarladım; çünkü sıklıkla tekrarlanan rüyalardan birine riayet etmek ve imparatorluğun topraklarını bir defa daha arkamda bırakmak üzere yola  koyulma niyetindeydim. Said'se Marla'yı handiyse hiç tanımamasına rağmen canla başla yardıma koyulmuştu. Önce avuç açan iki uysal dilenci, ardından tetkik kısmını uzun tutan dikkatli hekimler, sonra alçakgönüllü gönül erbabı dervişler, balkan toprakları geride kalırken sırasıyla sessizlik yemini etmiş iki  keşiş, iki başarısız tüccar, ardından zorunlulukla iki hırsız ve soyguncu kılığında dillerini iyi anladığım bir şehrin sokaklarında çingeneler, cüceler, sirk cambazları, aslan eğiticileri, ayı oynatıcıları, gezici tiyatrolar, manastırlarından kovulmuş rahibeler, dağlara çekilmiş keşişler, lanetli olduğuna inanılıp kimsenin yaklaşmadığı evler, şehir göbeklerinde kimsenin ne işe yaradığını bilmediğini anladığımız yüksek taş binalarda kalabalık ve çok renkli karnavaldan ve ekmekçinin çadırında kurabiye pişirenlerden bir iz aradık. Bakımsız bahçelerin, devrilmiş ağaçların, kendiliğinden yetişip tuğlaların arasına sıkışmış topraklara dek her yeri sarmış yüksek yabani otların arasında dolaşıp gizli geçitler, terk edilmiş evlerde bulduğumuz değişik mekanizmalarla ağır ağır açılan gizli duvarlar, nemli karanlık bodrumlarda duvara mıhlanmış zincir ve halkaların etrafında öldükten sonra da hayvanlar tarafından rahatsız edildiklerini anlatan üstlerindeki diş izleriyle dağılmış kemiklerde,   köşklerden çaldığımız eğitimli av köpeklerini birbirlerine sattığımız hayvan pazarlarında, ıssız yollarda sandıklardan çekip aldığımız değerli eşyaları okuttuğumuz rehincilerde, onların izine değil var olduklarına ilişkin tek bir kanıt bulmak için aylarca bir rüyanın peşinde dolaştık. Endişelerim ve korkularım, son umut kırıntılarıyla birlikte kaybolup silinirken, çadırda gördüğüm son rüyanın her tekrarlanışında sokağın  ayrıntılarla rüyanın içinde giderek belirginleştiğine tanık oldum. Ayırt edici hiçbir özelliğini göremediğim bu sokağa yedeğimde kara bir atla yine güçlü bir atın üstünde ağır ağır giriyor ve sokağın boşluğunu, taş avluların tenhalığını seyre koyulurken önünde durduğum ahşap binanın karşı çaprazında bulunan ilk katları taş kagir karışımı perdeleri sıkı sıkıya örtülü bir binanın üç ya da dördüncü katında kalın bir perde aralanıyordu; ancak bu karanlık aralıktan bana kimin baktığını anlayamıyordum. Sokağın vardığı caddeden kalabalık atlıların tuhaf renkli üniformalar içinde  geldiklerini o an görüyor ve kaçmaya çalışıyordum. Her seferinde başka bir ayrıntıya dikkat etmeye uğraşsam da anlamını çıkartamadığım; yeşil billur testilerin peşinde kuzularla yürünen, hamama gidip yıkanmaya naz eden, atın iyisine binip yolun kıyısına düşen ama sonunda hikayeleri hiçbir yere varmayan garip ninniler gibi hayaller içinde beni yorgun bırakıp mutlu bir uykuya yatırıyorlardı. Böyle bir uykuya kavuşamadığım huzursuz bir gecenin yarısında kaldığımız handa geniş ve süslü gömleğimin kollarını yakasını ilikleyerek aşağıya inip ateşin başında otururken karnaval hakkında hiçbir bilgisi olmadığını önceki akşam öğrendiğim masal anlatıcısıyla selamlaşıp son gümüşlerimden birini daha yeni ve bu defa bir hayli uzun olmasını dilediğim bir masal anlatması için önüne yuvarlayıp şaşkınlığımın kelimelerine etki etmesin ve bağlantılarını değiştirmesin diye kuvvetli bir gayretle zaman zaman nefesimi de tutup tam bir sessizlik içinde seneler önce buraya çok uzak bir dağın başında Marla'ya anlattığım masalı dinlemeye başladım. Karakterler ve olayların akışı neredeyse aynı olmasına karşın masalım unutulan iki yerinden tamir geçirmiş ve birbirinin devamı olan masal karakterleri belki birkaç anlatıcı değiştirdikten sonra birbirlerinden ayrılma eğilimine girmişlerdi. Yine de mavi şekerkuşundan zindandaki ekmek ayrıntısına dek aslıyla karşılaştırıp aklımdan geçirince, en çok iki anlatıcı değiştirdiğini ve kaynağa çok yaklaştığımı düşündüren bir berraklıkta akışı, devrilen  şarap kasesine uzanan hancının toparlak karısını görünce bir an kesildi ve masalımda yeni bir değişiklik yapacağını hissettiren bir sessizlikten sonra cebinden çıkardığı tütünü sarmaya koyulurken ona bu masalı nereden dinlediğini sordum. Bütün masal anlatıcıları gibi sadece aktarıcı olduğunu tekrarlıyorsa da bunu yapış biçimiyle sanki bunu uzun zaman önce kendisi ilk anlatmaya koyulsa da geleneğe olan saygısından bunu söylemek istemiyormuş gibi belirsiz bir hava yaratma meylindeydi. Nihayet masalı dinlediği yaşlıca kadının yaşadığı yeri öğrenip gece vakti Said'i uyandırıp yola koyulduk. Yaşlı kadın tek başına yaşayan ve gündüzleri gelen çocuklara evin işlerini gördürüp masal anlatan kendi halinde ancak elinde baltasıyla bahçe kapısına çıkarak bizi karşılayan tuhaf bir kadındı. Sürekli gülümseyen haliyle neşeli bir sokulganlığı vardı. Masalı nereden öğrendiğini şimdi çıkartamıyordu ama en son dinlediği yeni masalları anlatanın Marla'nın annesi olduğu ayrıntılı tariflerinden anlaşılıyordu. Dört atın çektiği süslü bir kupa arabasıyla dar toprak yoldan geçerlerken burada mola vermişlerdi. Bu seneler önceydi ve çok uzak bir ülkenin şimdi ismini dahi hatırlamadığı bir şehrine doğru yola çıkmışlardı.  Komik aksanlı ihtiyar bir adam ve annesi arabadaydılar, ancak Marla yoktu. Arabalarının geldiklerini işaret ettiği yönde denize doğru az sayıda kenti birkaç hafta içinde çiftliklerden çaldığımız atlarla adım adım dolaşırken harabe haldeki binalardan çıkıp, yıkık köprü altlarından geçip, soluk renkli çadırlardan derman mahiyetinde bir yudum su, bir parça bilgi kırıntısı dilenip, meydan kalabalıklarına karıştık; müzisyen kahvelerinde soluklanıp sonunda sokak sokak çalgısının sesini duyuran laternacıların peşinde dolaşırken tekrarlanan rüyamdaki sokağın çok benzerini Pesaro'da takip ettiğimiz nehrin karşı tarafındaki yayvan kalenin etrafında bulmamızın ardından, kente bakan tepenin eteğine kurduğumuz kamptan ayrılıp pek çok defa neler olacağını görmek için oraya yalnız başıma gittim.  Şehri yöneten eski ailenin izleri her yanı sarmış olan meşe ağaçlarının rüzgarda salınırkenki seslerini yorumlayan kahinlerden biri karanlık efsanelerden parçalar taşıyan bilindik tekerlemelerin arasında bana gelişimi  saklamalarının artık güç hale geldiğini tepenin ardına geri dönmemi fısıldamıştı. Tepenin ardına sürüp çalıların arasında kaybolduğum uzun saatler içinde onu yanlış anlamışta olabileceğimi düşündüm. Söylediklerini doğru anladıysam, Marla geldiğimi biliyordu ve beni dikkat çekmemeye çalışarak ziyaret edecekti. Bir süre sonra ağacın tepesine tırmanıp gelip geçenleri görebileceğim bir yerden Said'le konuşurken ertesi günün akşamına dek hiçkimse gelmeyince söyleneni yanlış yorumladığıma inanıp atları alıp rüyamda görmüş olduğum sokağa çok benzeyen sokağa girip etrafa bakındım. Tam yukarı çaprazdaki bordo perdeler hala kapalıydı. Belki rüyada olduğu gibi onlar ancak aralandıklarında oradakinin kim olduğunu görebilirdim. Ani bir ilhamla atları ara sokakların birine bağlayıp merdivenlerden yukarı çıkıp kapıyı çaldım. Hizmetçi beni sorgulayan bakışlarla içeri buyur ederken, kahya benim bir şey söylemeden sokağa bakan pencereye doğru ilerlediğimi görünce "Misafirleri sekizden önce beklemediklerini, efendisinin de daha erken burada olmayacağını" açıkladı. Kalın kurdelasını çözdüğüm bordo perdeyi aralayıp tenha sokağa baktım. Bana doğru gelen kahyayı soru sormasına izin vermeden selamlayıp çıkarken şehre yaklaştıkça iki defa daha tekrarlanan rüyayı Said'in gözlerinden görmüş olduğumu anlamıştım. Ormanda dik yamacın kıyısında oturmuş bir başka günü daha Pesaro'da nasıl harcadığımı umutsuzca uydurduğum hayallerimle birlikte Said'e anlatırken, hikayelerimin ancak yarı yarıya delirmiş birinin uydurabileceğini ağzımdan çıktıkça bir bir anlayıp artık geri dönme zamanının geldiğine inanmıştım. Belki çoktandır da burada yapabileceklerimin sonuna gelmiştim. Tanımadığım bir evin kullanılmayan odalarının perdelerini açmak son adım olmuştu bunu anlamam için. Marla görünmek istemiyorsa muhakkak kendine göre sebepleri olmalıydı. Bunları Said'e anlatırken daha açık farkediyordum.   Atları eğerlerken sık ağaçlığın arkasındaki yolda bekleyen kupadan seslenen arabacının, ağaca bağlı atlarımızı arabasına koşup koşamayacağını sorduğunu duyunca neler söylemek istediğini anlamak için yaklaştım. Kupanın duvağa benzeyen ince perdesinin aralandığını ve arkasında Marla'nın yüzünün hayal meyal seçilirken küçük kapıyı araladığını hissettiğim sesi işittim. Tek basamağa ayağımı koyarak gövdemi yukarı çekip açılan küçük kapıdan geçtim. Kendimi karşısındaki dar deri koltuğa bıraktığımda araba yeniden hareket etti. "Bu yaptığın çok tehlikeliydi" diye fısıldadı nice sonra. Yeni bir karnaval olmayacaktı. Annesi, peşine en tehlikeli olanları onu gizlice takip ettiklerine inandırarak takmış ve hayli uzaklaştırmıştı. Uzak bir ülkede ormanların içinde gizlice toplanacak büyücüler olduğuna inanarak uzaklaştırılmaları gergin ve tehlikeli havayı çözmüş, gerçek büyücüler, iyi ve yetenekli cadılar, güçlü şövalyeler, ağzı sıkı çingeneler, akademi bilginleri, garip rahipler, gezgin çalgıcılar ve Marla'nın kendisi kadar tuhaf başka arkadaşları için Pesaro'da son bir toplantı ayarlama şansı vermişti. Bunlardan emindi çünkü soylulara ve saraya uzanan tüm yollara uzun zamandır çok yakındı. Neredeyse her yöne istediklerine uygun biçimde yönlendirebildiklerine inanıyor, her bilmecenin içinden yeni bir bilmece çıkartıp onu da başka bir masala bağladığını, bu çözümsüz düğümü her adımda iyice sıkıştırdığını ve onun için endişelendiğimi gördüğünde güven verici olduğuna inandığı daha nice şeyleri yolların engebelerini hissettirmeyen arabadan ara sokakların birinde yeniden inene dek birbiri ardına sıralamıştı. Tedirgin bakışlarında nefis bir pırıltı dolaşıp kayboldu: "Sen de gelmelisin" 

Sokağın yakınlarında kalabalık bir kilisenin mahzenine inip yukarı doğru açılan sürgülü bir kapağı çekip gizli bir merdivenin taşla kaplı tünellerinden geçip alçak korkuluklarla çevrilmiş geniş bir boşluğa çıktık. Çember biçiminde dönerek aşağı inen katların ortasındaki serin ve büyük bir boşluk   sanki her adımımızda daha da tabana doğru genişliyordu. Eğilip aşağı baktım. Bir elleri parlak deriden kınlarındaki kılıçlarının üzerinde duran zırhlı şövalyelerin tuttuğu meşalelerle ve önlerinde durdukları sütunların üstündeki gaz lambalarının aydınlattığı büyük masanın etrafındaki sandalyelere dağılmış  rengarenk bir kalabalık vardı. Yükseltilmiş zemine kurulu masa çoğu ayaktaki kalabalığın omuzları hizasına geliyordu. sarmal biçimde aşağı uzanan merdivenlerden zemine indiğimde karşılaştığım insanların bazısına yol boyu  rasgelip çaresizlik içinde karnavalı sorduğumu çıkartabiliyordum. Marla beni tanıştırdıkça gülümsüyor ve elimi sıkıyorlardı. Birkaç saat sonra tok bir kapı çalınmasına benzer bir ses duyulduğunda sessizleştiler, şövalyelerden kılıçlarını çekenler ilerleyip meşalelerini taktıkları duvardaki boşluğun yanından kalkanlarını çekip çıkardılar. Marla masayı dolaşıp uzak bir köşedeki ufak kapıyı cebinde taşıdığı dünyanın kalbini çıkarıp anahtar deliğinin üstüne denk gelen çıkıntıya yerleştirip çevirip geriye çekerek açtı. Beyaz saçlı kısa boylu bir adamın gelmesiyle yeniden hareketlenmişlerdi. Konuşmaları saatler ilerledikçe bir yere bağlanmıyor, sıradan görüntüsüne karşın tuhaf bir havası adam tüm olası durumları büyük bir tahtanın başında çizdiği şemalar ve açtığı haritalarda gösterdikleriyle eleyip yok ediyordu. Sonunda "Gücü aralarında paylaşacaklar" dedi. "Çoğalan akademiler, güçlenen otoriteler ve geri kalanların karşısında yok olacağız."  İhtiyara göre artık geri çekilmeliydik. "Savaşırsak kaybedeceğiz" demişti. "Her halükarda  bizi hiç kimse hatırlamayacak ve dünyanın sihirli bir yer olduğu unutulacak" "Dünya artık sihirli bir yer değil" dedi ihtiyar bir kadın masadan geri çekilirken. "İnsanla toprağın, suyun ve rüzgarın arasındaki bağ kaybolurken, ruhlara sızıp kalplere yerleşen ışık giderek azalacak, ta ki ya da muhtemelen sönmeye yüz tutana dek" Söylediklerini artık takip edemiyordum, Marla'yı; peri tozlarının, masalların anahtarı olan dizelerin yazıldığı eski ruloların ve dünyanın kalbinin nerede tutulacağıyla ilgili sarışın bir çingene kadınla tartışırken buldum. Buradaki insanların birbirlerini belki son defa gördüklerini sezebiliyordum, Masanın önündeki tahtanın önündeki ihtiyarı dinleyen pek kalmamıştı şimdi. "...katılığı tek gerçek sanacaklar ve kimse aksini düşünemeyecek" dedi giderek kısılan bir sesle. "Sonunda bizi hatırlayan hiç kimse kalmadığında da masal kahramanlarına dönüşeceğiz. Ve kapılar kapandığında kimse aksini hissedemeyecek.  Herşey yaşanmak zorunda, ama sadece bir sırrı saklamaya çalışmalıyız, yeniden ihtiyaç duyulduğunda kaybolmamış olması için ve o güvende oldukça kapılar tamamen kapanmış sayılmaz. ...aslında bundan da hiç emin değilim sadece öyle hissetmeye çalışıyorum" dedi güven verici havasını kaybetmiş bir halde. Sonra  sandalyelerden birine çökerken "Bir rüya gördüm dün gece" dedi daha durgun bir sesle.  "Taşlı suyun üzerinde yüzen yuvarlak köşeli evler rüyası. Herşeyi hesaplayan döner bir tekerlek geliştirmişlerdi. Su akıp gittikçe büyük bir taş ağır ağır dönüyor ama içeride varlık ile hiçlik arasındaki salınımı sezerek, olasılıkları yorumlanabilir çizimlere dökerek hesaplayan bir makine üzerinde çalışıyorlardı." Ona göre makine tamamlandığında ele geçirmek için tam orada olmalıydık. Sonra 1 ve 0 üzerine temellendirilmiş garip bir metafizik matematiksel bir dil kurmaya çalışıldığına dair anlaşılması güç bir şeyler daha aktardı. Bahsedilen makinenin çizimlerini yapan adam daha 1666 da yirmi yaşındayken tüm bütünlerin kelimeleri meydana getiren harfler gibi daha basit parçaların farklı ancak sınırlı sayıda kombinasyonla bir araya gelmesiyle oluştuğunu nihayet herşeyin analiz edildiğinde aslında çok basit temel parçalara ulaşacağımıza inandığını açıklamıştı. Onları da sadeleştirebilirsek var olan herşeyin varlıkla yokluk arasında salınım yapan ve temel matematik ilkeleri ile çalışan bir makine ile hesaplanabileceğine inanıyordu. Marla "Ben yine de doğayla  insan kalbi arasında asla koparılamayacak bir bağ olduğuna inanıyorum." dedi. Mistik ve tuhaf konuşmanın dağıttığı dikkati yeniden problemin kendine toplama gayretindeydi daha çok. "Çünkü bu bağ dünyayı ayakta tutan sihirin kendisi, nedeni ve anlamı." Gavurların yaptıkları gavurca işlere akıl erdiremediğimden, oradan çıkınca bana durumu soran Said'e, yakın birkaç arkadaşını artık göremeyeceği için Marla'nın üzgün olduğunu söyledim. Asıl çıkışın etrafındaki belirsiz karanlık tipli yabancı adamlar dolaştığı haberi gelince Marla'nın açtığı dar kapıdan hepimiz birer birer ilerleyip çıktık. Burası rüyamda görünen sokaktaki mahzene açılan gizli bir tüneldi. 'Burada görülecek başka bir şeyin olmadığını' söyleyen adamı kapının yanında erketete beklerken bulduk, ancak evden ayrılırken birdenbire bastıran dolu gibi yağan adamlarla kılıç kılıca ve yumruk yumruğa bir dövüş başladı. Sokağa ilk adım atanlar geri çekilmiş olsalardı muhtemelen çekildiğimiz evin mahzeni hepimizin sonu olacaktı. Sokağa varanlar dağılırken ve çarpışma durulur bir havaya kavuşmuşken kilisenin etrafında bekleyenlerin de bu yöne doğru hareketlendiklerini gördüm. Atlarla orman yoluna doğru hızla sürerken geride esir alınan yahut kılıç darbeleri altında can veren nicelerinin sesleri giderek azaldı. Peşimize takılan atlıların bazısının zırhlı oluşu onları yavaşlatmıştı. Orman yolunda kendimizi çalıların ardındaki sığınağa fırlatıp yayıma seçtiğim en sağlam oku sürüp dikkatle nişan almama rağmen iyi ağaçtan olmayan gevşek yayın fırlattığı zarif ok zırhlarını delemedi ve geniş ağaçların iri dallarının alacakaranlığında kılıç kılıca çarpışmaya döndük. Said can çekişen ikisinin acısını dindirirken, kaçmak üzere atına geri atlayan parlak zırhlı adama nişan aldığımda Marla oku indirmem için parmağının ucuyla dokundu. Kalan sonuncu zırhlı adam da atının üstünde hareketlenip aşağı sürmeden önce Marla'ya seslenerek sadakat dolu bir sesle onu kurtaracaklarını bağırmıştı. Neden Marla'yı kurtarmaktan söz ettiğini sorar gibi baktığımda, Marla dalgın ve endişeli bir halde "Av köpekleriyle dönecekler" diye fısıldadı. Yokuşu tırmanan atlılar ve yanlarında tasmalarını çekerek ileri atılan kara lekeli köpekler aşağıda belirginleşirken Marla avuçlarını onlara doğru çevirip gözleri gökyüzünde sessiz bir hale bürünmüştü. Said eşyalarımızı alelacele tutuşturup yanımıza gelirken Marla zor duyulabilecek bir iniltiyle toprağa devrildi. Onu taşımak için kucaklarken "Şimdi sığınacak bir yer bulmalıyız" diye fısıldamıştı. Atına biçimsizce oturtmaya çalışarak zor bir yürüyüşe koyulduk ancak bu halimizle uzaklaşmamız da artık mümkün görünmüyordu. Giderek artan rüzgar kokularımızı gideceğimiz yöne uzaklaştırdı. Atlarımızın izlerini sürdükleri turuncu bir hamura benzeyen toprak az sonra yağmur taneleriyle delik deşik olmaya koyulmuştu, bizse koruyucu dalların arasından kurtulup yağmurun yıkıcılığına teslim olmuşken tuttuğumuz geniş  patikadan aşağıda taşan bir çay gördük, Said geri dönüp 'Atları nehirden sonra terk edelim' diye bağırdı, 'Sonunda nihayet nal izlerini takip edeceklerdir' Marla yavaş bir sesle "Onlar da tam da bunu düşüneceklerdir" dedi. "Nehirden önce terk etmeliyiz" Kayalardan birine atlayıp atları uzaklaştırdık, ormanın koruyucu dallarının arasında giderek alacakaranlık zifiri karanlığa yaklaşırken sığındığımız oyuklardan birinde kıvrılıp sabahı beklemeye koyulduk. Ve ilk ışıklarla yorgun halde gözlerimizi açtığımız sabah dağın toz ve kuru ot kokusunu taşıyan meltem yeniydi. Üstünde oturduğumuz devrilmiş kütük, ve omuzlarımıza dek içine gömüldüğümüz büyük kırmızı gelincikler henüz yeniydi. Dün başımızı peşimizdeki atlıların keskin kılıçlarından kurtarmış olmamızın şerefine açılmış gökyüzünün açık maviliği de yeniydi. Çünkü biliyorduk ki pekala kurtulamamış da olabilirdik. Kurtulmamız ne kaçışımızdaki hıza ne bileğimizin gücüne ne de bizden kaynaklanan başka bir şeye bağlıydı. Serbest bıraktığımız atların yollarını aşağıya doğru topluca sürdürmelerinin onları yanılttığına inanmıştık. Atlar üstlerinde biz olmadığımızda daha hızlı koşuyorlardı. Çamurlardaki nal izlerinin derinliğinden atların üstünde kimsenin olmadığını farkedip geri dönmüşler, yolun öte yanında hayli dolaşmış, ateş yakmış, beklemiş, bakınmış ve sonunda atlarını geldikleri şehire geri sürmüşlerdi. Birkaç adım daha ilerlememiş, patikanın bizim bulunduğumuz diğer yanına varmamışlardı. Marla yılanı derisinden ayırmayıp bıçağımız epeyce körleştiğinden kılıçla bir kaç parçaya bölüp hiçbir temizliğe gerek görmeden kırdığı dal parçalarına boylu boyunca geçirip açıklıkta yaktığı ateşin üstüne bıraktı. Çiğnediğinde dişlerinin arasında parçalayabileceğine kanaat getirse bu pişirme işlemini de yersiz bulacağını düşündüren bir çabuklukla hareket ediyordu. Nehire doğru salarken iki atın dizginlerini birbirine bağladığımızdan ikisini sabah birlikte bulduk;  yavrusu olduğuna inandığımızsa daha önce yaptığı gibi anasını takip etmişti, atların yoldan ayrılmaması ise Allah'ın bir hikmetiydi. Marla'nın onu kurtarmak için peşimize düşenlere yakınlığına dair anlattıklarını uç uca ekleyip birleştirdiğimde onun beyin gözdelerinden biri olduğunu çıkartabiliyordum. Bu yakınlık ona göre önce kendisini, daha sonra pek çok başka kişiyi korumuştu, annesini sevgilisiyle beraber uzak bir şehirde karşılaştıkları değişik insanlarla konuşup çokça dolaşacakları uzun bir tatile gönderip şimdi uzaklaşıyor olduğumuz kenti toplanmaları için güvenli hale getirebilmelerini mümkün kılan Marla'ydı.

"Cehennemi bekleyen ruhları avlamak ve kendi işlerini görmeleri için kiralamak.  Yaptığımız buydu" diye anlattı Marla, annesi kenti terk etmeden önce yaydığı hikayeyi. "Ruhların yaşlı olduklarından bizden daha bilge olduğunu düşünürüz. Bu yanılgıdır; gerçekte ruhlar öldükten sonra kendilerini geliştirmek için hiç bir çaba göstermezler. Hoş, onlarla konuştuğunuzda yaşarken de bu yönde bir çaba göstermemiş olduklarını kolayca kavrarsın. Ama en aptalı bile yararlı olabilir.  Biraz daha dünyada kalabilmek için razı oldukları garip işlerin mantığını sorgulamaz hiçbiri." 

"...Biz onlarla sarayları dinlemek, soyluların gizli sözlerini birbirlerine iletmek istediğimizde karşılaşmıştık.  Ancak söylediğim gibi -ele geçenler ele geçtikleri için zati akıllı değillerdi- duyduklarını tekrarlamaları zor oluyor, yanlış ve hatalı aktarımları başımızı belaya sokuyordu.  Böylece onları iki iki göndermeye başlamıştı."

Duyduklarına canı sıkılmış görünen Said'e doğru Marla, bütün bu hikayeleri onların arasına korku salmak için uydurduklarını söyledi gerinerek. Kapalı  bir odada fısıldanan herhangi bir sözün heryere yayılabileceği korkusu, onlarca soylunun tam yanında bulunduğu günlerde aktardığı bilgilerin  nasıl sızdığını   onlar için açıklanır hale getiriyordu.

 Said yeniden eve dönüyor olmamızdan hoşnuttu, ancak Marla ayrılmamız gerektiğine ya da yön değiştirmemiz gerektiğine inanıyordu. "Kara atlıları gönderecekler" dedi Marla. Yüzünü tatlı bir hoşlukla kırıştırdı. Said'in de bunu gördüğünü hissettim. Marla'nın aslında böyle bir kıskançlık tohumuyla bizim için işleri kolaylaştırdığını Said'in de sezmiş olmasını umut etmiştim ama "Nereye saklanırlarsa buluruz" dedi esneyip dalgalanmayan bir ses ve  güvenle. "Onlar saklanmazlar" diye gülümsedi Marla. Ve herhangi birini yok edebilmek için ufak bir ordu gerekir ve eğer böyle bir orduya sahip olursanız, onlar daha kalabalık bir orduyla görünürler. Bunun böyle olmadığına aylar sonra Said'in bunlardan birini deniz kıyısında kılıcıyla tek başına tarumar edene dek Marla inanmamıştı. Aşıkların nikahlarını gökte meleklerin kıydığına bizim kadar inanmayan sığındığımız kiliselerdeki genç rahiplerden birinin bizi eflatun renkli uzun camlarından sızan loş ışığın boş ahşap sıralara vurduğu serin salonda evlendirmesinin ardından, kışın gelişini hissettiren ayaz rüzgarların aktığı dar dağ geçitlerinden geçip, yorgun atları bırakıp, dinlenmiş olanlarla mola vermeden yola devam ettiğimiz savaş görmüş kırık dökük hanlardan çıkıp, yeniden imparatorluğun topraklarına vardığımız, ince uzun ağaçların birbirlerinden uzak sıralandığı, atlarla da geçilen yer yer açıklıklarla kesilen geniş ormanların birinde, kapısını baltalarla kırdığımız, tehlikeli bulsak da birbirimizden aldığımız güvenle yaktığımız geniş ocağından yayılan çıtırtılar dışında tamamen sessiz bir evde dinlendiğimiz birkaç günün sonunda, Said, İstanbul'a durumumuzu görüşmek ve oraya ulaştığımızda kalabileceğimiz güvenli bir yer bulmak için at sürmeye karar vermişti. Said'in dört nala bayır aşağı toz toprak dağıtarak  uzaklaşmasını, ufukta bir nokta olarak görünene dek takip etmemizin ardından biz de yağmalanan evlerini yolda eşyalarını ve ailelerini kaybetmiş savaştan kaçan genç bir çift olarak güneye doğru sürdük; Filibe yolu üzerindeki Bozatlar hanına...

 

 

 

bütün eski günlerin sonunda

güneş hep bir yerlerinde görünürdü rüyaların

 

alevler içinde denize yıkılmış ahşap sütunların şarkısı

sessizlik içinde güvertede dinlenilen

 

evini arayan orman hayvanları  uykulu dolaşıyor

parçalanmış av eti sürüklendiği ağaçtan düşüyor

 gri bir baykuş ötüyor

 

çayırların ışıltısını yağmurdan sonra farkediyorum

 

 

Birinci Kitabın Sonu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İkinci Kitap

 

 

TUR DAĞI PARAMPARÇA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 Bismillahirrahmanirrahim;

 

Bu defteri başka bir defterin daha yazılamayacağına dair kati bir inanç sağlayacak olayların ardından ve kendi beslediğim belirsizliği koruyabilmek için yanından geçerken dikkatle dinlediğim delilerin sayıklamalarından, rasgele atılmış kilimlerin bulduğumu sandığım düzeninden, dilencilerin dualarından, bulutların değişik hallerinden ya da bir işaret taşıyabileceklerine dair umutla hatırlamaya çalıştığım rüyalardan da hiçbir iz kalmadan aklımdan silinip yerini  gözlerimi acıtan bir uykusuzluğa bıraktığı, diğer defterin son yapraklarını tamamladıktan sonra yapacak birşey bulamadığım zor günlerin birinde Cemazulevvel ayının dokuzuncu gecesi kaleme almaya başlıyorum.

 Sayfalara geçirilen hakikatlerin bazısına tanıklık edenler bizden çok önce yürekli yolcuların arzuladığı menzillere varmış, tek yudumuyla nicesini mest ve sarhoş eden kavuşma şarabıyla hakikatin ışığından başkasının sızmadığı aralanmış kapılara benzeyen dudaklarını, şaşmaz yollarından ayrılmayan  nice zor yol erleri gibi ıslatmışlardır.

Allah bu güç çabamızı tamamına erdirip bizi de takdir ve keremine mazhar edip  onlara layık etsin inşallah.

Göklerin ve yerin tek hakimi odur. Allah güzel yollarda yürüyen hakikat erlerine  dost ve yardımcı olsun. Peygamberin izini tutan hak yolcularını rızıklandırıp keremine mazhar eden namı cihana yayılmış kafire aman vermeyen kudretli padişahın şanı  yücelsin, zaferleriyle kutlu muzaffer ülkesinin dirlik düzenlik saltanatı sonsuza dek sürsün.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Birinci Bölüm

 

Marla ile geniş ve sakin hanın durgun havasında birbirimize günlerce kavuştuk. Ruhum sessiz bir ormanın kıyısına çekilmişti o günlerde. Biz sanki ağır akan bir ırmağın rüzgara fısıldadığı şarkıları dinliyor, öğleden sonraları uzun yürüyüşlere çıkıyorduk. Bu yürüyüşlerde kimi zaman üstümüzde birbirinden çekilip ayrılan bulutlarıyla masmavi bir gök açılır, taşıyamadıkları reçelin kıvamı içine saplanıp kalan karıncalar gibi herşeyin bir anda olup bitişine hayret ederdik.  Zamanların bazısında gök yağmur damlalarını saplamak ister gibi aşağı fırlatır, bizse hana doğru koşmak yerine kayalıkların gölgesinde  mavi ışıkların sanki içinden güçlükle süzüldüğü  büyük yağmur tanelerinin toprakta parçalanışını izlerdik. Yağmuru emen toprak çabucak doyar ve akan sularla herşeyin üstünden kayıp gitmesine izin verirdi.

Marla'nın çabuk yön değiştiren rüzgarla dallarını gövdesine çarpa çarpa eğilen ağaçları işaret ederek kendi etrafında döndüğü böyle günlerin birinde herşeyi, öteki başka herşeyden ayrı görebildiğimi sandım. Kırık bir taş, hızlı yürüyüşünü bir an için durdurup altı ince bacağının üstünde  yükselip başka bir yöne doğru ilerlemeye başlamış  şeffaf kabuklu tuhaf bir böcek, kayalıktaki yağmurun son birkaç damlasının bir araya gelip taşıdıkları gri tek bir başak tanesi, boşalmış bir salyangoz kabuğu, yaklaşan sisin içinden ayrılıp gelen tek tek kuşlar, ucu sararıp kıvrılmış esintide titreyen tek bir ot. Herşey önce ayrı ayrıydı. Sonra Marla'ya "Tek tek ağaç, elma ve kuş olarak pek çok şeyin böyle birbirine bağlanarak ve birbirini etkileyerek yanyana durmaları fikri çok güzel" dedim öyle olduğunu sandığım bir şeyi anlamak üzereyken. Sonra herşeyin bizim dışımızda, karşımızda tek bir şey gibi dalgalanan bir deniz gibi olduğunu hissettim ama içine bakabileceğim hiçbirşey yoktu. Onların kabuklarında parlayan ışık içlerinden sızıp bize apaçık görünür olan bir misaldi. "İnsan içinde aydınlığı da karanlığı da taşısa da biri geldi mi diğeri hemen kaybolur. Ne var ki bu karanlığın kendi başına bir varlığı da bulunmadığından onun görünüp kaybolması ışığın azalıp artmasına, yakınlaşıp uzaklaşmasına bağlıdır" diyen Şeyhimi anımsadım. Gölgeyi doğuran şey, o lanet, saf iyi, güzel ve doğrunun ışığının  karşısında, varlık iddiasında bulunup bedene gelmiş örtücü nesnelerdi. Kendi anlamlarını örtecek denli varolmuş nesneler. Öyleki bu varlık asıl varlığı örtüyor olmalıydı. Bu, açıklamak için söylenen sözün asıl manayı gizlemesi gibiydi, aynada görünenin aynayı saklaması gibi. Bir zaman etrafımı saran manzarayı önüme açılmış büyük bir kitabın sihirli etkisiyle hayret ederek baktım. Ona sanki yeni bakıyordum, ilk defaydı  ve nasıl okunacağını hiç bilmiyordum. Büyük ve çevrilemez sayfalarıyla gözümün önündeydi. Bu halimle Marla'ya hayli aptal ve şaşkın görünebileceğimden şüphe edip kaygılandım. Bu kaygıyla toprak kokusunu içime çektiğim yerden bir an kalkıp oturdum, ellerim dizlerimde etrafa bakındım boş ve duygudan azade.  Bir şey dikkatimi dağıtmıştı, bir iz -kayalara çizilmiş  pençe izleri-, ya da bir fikir -hiç bir şey yok- , bir ses -rüzgar bütün vadiyi dolaşmak üzere kuşlarla birlikte aşağı iniyor- Bütün kuşkuları yavaşlayan zamanın içinde yok edemedim. Bir cümlenin anlamı, ayrı ayrı harflere dağılmamış tek bir işarete, tek bir noktaya toplanmış. Herşey bir cümlede anlatılan tek bir şey gibi. Ve o çok güzeldi. Dünyada daha önce gördüğümü hatırladığım şeyleri bir an sanki asıl halleriyle, onları göze gösteren ışığın yahut aklın ışığına tutan bilgiden azade, vasıtasız ve temsil ettikleri, sanki oldukları hale çok yakın, neyi ifade ediyorlarsa o halleriyle müşahede ettiğimi sandım. Bunlar tek tek harikulade şeylerdi; bir at, turuncu toprak,   sedir ağacı, çatısız bir bina, eğik bir duvar... Ama bunların  bir bağlantı içinde bir arada bulunmaları fikri öyle hoşuma gitmişti ki böyle bir manzarayla daha önce hiç karşılaşmamışım gibi tuhaf bir yoğunluktan sıyrılana dek manzarayı izledim. Etrafımı tereddütlü kesik aralıklarla şaşkın biçimde sanki şimdi ve burada bulunan varlıklarından emin olmak ister gibi izledim. Varlığın, aslı vardı ve bizdekilerse, bir yorumlamadan ibaretti. Aslı müşahede edildiğinde sorular ortadan kalkıyordu. Giderek soru sorma fikrinin, aslında varlığa dair bütün fikirlerimiz gibi, sayısız yorumlamalarla birlikte içinde bulunduğumuz ve açıkça  güdük olan bu tarafta kaldığını düşündüm. Onlar buraya aittiler. Aranılan herhangi bir şeyi bulduğumuzu da söyleyemezdik o yüzden, çünkü bu bir cevap da değildi. Hayret ve merak içinde bir an etrafı seyreden ben o an kendimi dışarıdan biri gibi gördüm. O gün sanki o seyrettiğim ben de orada kaldı da, seyreden ben, başka biri olarak aşağı inip kalabalığa karıştı. Sonradan oraya hiç gitmedim, hayalimde de oraya gittiğimde sanki benden daha başka bir benin hala orada durduğunu sanır orada geride bıraktığım kendi halime tuhaf bir özlem duyarım. Aslında zaten gitmem de hiç mümkün değildi çünkü o kayalıkların altında yağmurdan çekinen ben başka bir an'ın içinde saklı kalmıştı ve şimdi sadece silik bir anının uzun senelerin ardından ben de kalmış izlenimlerini anımsıyordum sadece. O an benim de Marla'nın varlığının bir parçası olduğumu hissetmiştim. Böylece belki ikimizin varlığının da sonsuza dek geçip gittiğini sandığımız bir anın, şimdinin içinde saklı kalacağına inanmıştım.

Sonrasındaki birkaç gün sıklıkla, uzaktan bakınca tarlalara  varan boşluğu bütünüyle kaplayan yeni açmış gelincik çiçeklerinin arasında dolaşıyorduk. Ama bir defasında yalnızdım ve o sırada bana orada yalnız oluşum normal görünüyordu. Gelincik çiçekleri ipekten kırmızı bir kumaş gibi dalgalanıyor aralıksız uzayıp gidiyorlardı. Orman yolunda benim gibi tek başına dolaşan bir kız çocuğuyla karşılaştım. Onu dinleyip dinlemediğime aldırmadan konuşarak beni adım adım takip ediyordu. Ben ise neden durmadığımı, onun yüzüne neden bakmadığımı, beni ürperten şeyin ne olduğunu bilmiyordum. Gelinciklerin toprağın içinden çıkması gibi insanların da birbirinin içinden çıktığını, nihayet biraz güçlükle onun da Marla’nın içinden çıkmış olduğunu söyledi. Gelinciklerin arasında tavşandan daha büyük bir hayvan koşarak geçip gitti, tüfeğimi elimde tartıp yürüyüşümü hızlandırdım. “Aslında bir melek olmayı dilerdim” diye seslendi arkamdan. Ondan kaçtığımı fark etmişti. İstemeden korkuttuğunu fark etmenin mahcubiyetini hissediyordu şimdi. Durup geri döndüm. Dizlerimin üstüne çöküp ona sarıldım. Tüfeği yere bırakmıştım. "Şimdi ben başka bir yere gidiyorum" dedi son defa. "Seni uzun süre göremeyeceğim. Oraya varınca burada olanları pek hatırlamayacağımı hissediyorum ama böyle olursa bile sen beni sakın unutma”  Ağlamaya başladım. O da gitti. Uyanınca  av tüfeğiyle yaptığımız gezintiden döndüğümüzü gördüm, Marla'nın yanındaydım ve odada yanyana uzanmıştık. Uyanıp bana sarıldı. Böylece ona gördüklerimi en sonuncusundan başlayıp anlattım. Yüzünde hiç tanıdık olmayan vahşi saldırgan bir ifadeyle beni palavracılıkla suçlayıp sinirli ve gözlerini kan bürümüş halde dişlerini koluma, tırnaklarını sırtıma geçirip beni yere devirdi, sonunda öfkeyle bağırdı da kendi sesi ona yabancı gelip ürkütmüş olmalı ki durup şaşkınca bakınarak gözlerinin altında birbir belirip hemen aşağı inmeye başlayan yaşlara dokunmadan, ilkin ona bir şey söylemekten çekinmemin sebebi olan “Bana neden görünmedi ?” sorusunu  sordu. “Bilmiyorum” dedim. “Hayal görüyordum herhalde” Söylediklerimin ikisine de o sırada hiç inanmıyordum. Başını yastığa geri koyup  gözleri açık öyle biraz durdu, ben de yanına uzandım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İkinci Bölüm

 

Kükrüyorum geceye, yanımda köpekler var. Kim olduklarını anlayamadıkları düşmanlarına havladılar onlar da. Akşam orman yolunda anlayamadığım bir hareketliliğe ateş edince çakallardan biri vurulup düştü. Kalanlar yaralı halde diğerleriyle kaçmaya çalışırken köpekler açtıkları leşin böğrüne yumulmuşlardı. Sabahsa hiç rahatsız edilmediğimiz hanın kapısına dek bizimle geldiler.

Marla birkaç gün sonra rüyasında Said'i gördü. Said koluyla kendini etrafını çeviren karanlıktan sakınmak isterken, savaştığı, bedeni olmayan çelik zırhlar parçalanıp ona saplanıyorlardı. Ancak rüyanın manasını bozması gereken kan yoktu; kanı hiçbir seferinde dökülmüyordu. Marla bunun değişik biçimlerini Said'den gelmeyen haberler konusunda ve ne yapmamız gerektiği hususunda istiareye yattığında da görünce bunun haberci rüyalardan biri olduğundan kuşkusu kalmamıştı. Ona göre biz rüyalarımızdan, çok derinlerde zaten bildiğimiz bir şeyi öğrenebilirdik ve Said'in başı İstanbul'da belaya girmiş veya peşimizdeki kara atlıların onun izini bulmuş olmaları artık ihtimal dahilinde hatta kuvvetle muhtemeldi. Çok fazla paramız kalmamıştı ve gelip gelmeyeceğini dahi bilemediğimiz bir haberi bekleyerek zaman geçirmek giderek yörede bizi dikkat çekici  bir hale düşürmüştü. Marla'nın haberci rüyaları görmeye başlamasının haftası dolmadan soğuk bir şafakta atlardan birini satmış  diğerini çadır malzemeleriyle yüklemiş halde yola çıktık.  Marla feracesini çıkarıp yol boyunca iki parça pelerinli çarşaf giyinip başına yeldirme bağlamış, yüzünü yaşmakla meraklı gözlerden sakınmıştı. İnsanın kendi kaderini bilmekten mahrum edilmesi Allah'ın değerli hediyelerinden biridir. İstanbul'a yaklaşırken zor yolculuğu tamamlamanın verdiği rehavetle içimden bir iyimserlik dalgası yükselmişti. Marla yeniden yola koyulduğumuz o günlerde sanki içi gizli bir ışıkla aydınlanmış çöl çadırlarının önüne asılı bez fenerler gibi ışıldıyor ve ben 'belki birkaç güne kadar herşey düzelir' diye düşünüyordum. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Bilinen şeylerin akl'edilir şeyler olduğu bellidir"

 

İbn Sina


 

 

Üçüncü Bölüm

 


Tozlu yolun iki yanında terk edilmiş barakalar, kendi haline bırakılmış topraklar, ekinleri toplanmadan kurumuş tarlalar, sararmış bodur ağaçlar ve yolun sarı tozlarının üstünde biriktiği alçak çalılar görünürdü. Yolların birinde ona bir masal anlattım.

 

Ejder Kafalı Adamın Hikayesi

 

Eskiden krallıkların birinde ejder kafalı bir adam yaşarmış. Bu adamın kızıl saççok güzel bir kızı varmış. Kız güneşin hop oradan batıp, hop buradan doğmasını bütün gün etrafta dolaşıp durmasını çok beğeniyor bütün gün babasına eliyle güneşin izlediği yolu işaret ediyor ve onu takip ediyormuş. Ejder kafalı adam bir gün karanlığın içine saklanmış ve uzun bir zincirin ucuna demirden bir top kızdırıp geceleri kendi etrafında dönerek çevirmiş de çevirmiş. Öyleki karanlıkta o kasabaya bakanlar sadece kırmızı bir ateş çemberi görüyorlarmış. Ejder kafalı adam hergün zincirin ucuna, yeni halkalar ekleyerek zincirini daha da uzatıyor, demir topunu büyütüp daha da kızdırıyor, kız buna kahkahalarla gülüyormuş. Ancak Ejder kafalı adam bir gece ateş topunu böyle çevirirken zinciri birdenbire elinden kaymış ve kızıl top fırlayıp gökyüzüne doğru uçmuş. Eski insanlar onu Ay diye çağırmışlar, ejderin kızıl topu. Her güneş zamanı ortadan kayboluyor ve her gece yeniden beliriveriyormuş. Adamsa o gecenin ardından bir gece hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuş.

Ve ay dünyaya ne zaman çok yaklaşırsa zincir de aşağı doğru sallanır, öyleki adeta dokunacakmışsın gibi yakına gelir. Eğer bir gün ona tutunabilirsen sen de aya tırmanabilir, onunla birlikte gökyüzüne dönebilirsin.

 Kız böylece ayın tepelere çok yaklaştığı  bir akşam yola çıkıp Tanca'ya varmış ve oradakilerle gerçekten çok iyi anlaşmış.

Son kelimeleri yolun kenarına çekilip saklandığımız yerde söylemiştim. Tozu dumana katan iki atlı dört nala ortaya çıkıp göründükleri hızla kaybolmuşlardı.

"Sarayın habercilerinden olmalılar"  dedim. Çantalarındaki işlemelere bakılırsa öyleydi. Önemli bir haber taşıyor olmalılardı, pek yarış yapar gibi bir halleri yoktu. Yolda gördüklerinin listesine bizim de eklenmiş olmamızdan rahatsız olmuştum. Koparttıkları toz hala yatışmamıştı. Ürkmüş atımızı yoldan çekip yüklerini indirirken  "Peki sonra ne olmuş" diye sordu Marla.  "Babasını bulabilmiş mi?"

"Hayır" dedim öfkeyle. "Gittiği yerde bir prens bulup onun dönmesini bekleyen sevgilisini unutmuş ve bulduğu Prensle evlenip onunla sonsuza dek mutlu yaşamış"

"Masallarda hiç kimse bir başkasına aşık olmaz" dedi Marla. "Bunu sen mi uydurdun?"

Henüz tamamlanmamış olan gecenin içinden kaygan buzların karla karışık pis bir toprak bulamacına döndüğü vadiyi geçiyorduk. Kabzasında gümüş  işlemeler bulunan eski bir kılıcım vardı. Bir an durup durgun sularda yüzeyi kaplamış olan yeşil yosunların su altı akıntılarıyla birlikte hareketlerine baktım.  Çok yorgunduk ve kalın abadan dar çadırı kurmaya gücümün kalmadığını hissediyor, bütün parlaklığı seneler önce çekilip alınmış soğuk  gümüş renginde bir sabah sisinde beliren evler, gri gökyüzünün altında erken saatlerin keskin ayazının içinde sessizlik içinde uyuyorlardı. Gece buraya ulaşmış ancak sabah aydınlanırken alçak bir vadiye geldiğimizi fark etmiştim. Ayın etrafındaki hale kaybolmuş,  alacakaranlık kızıl şafağa dönmüştü. Önü toprakla kapatılmış köstebek  yuvaları, yosun bağlamış dere kenarları, devrilip açılmış ağaç gövdelerinde böcek yuvaları arayan kırmızı tilkiler  görmüştük. Kayalıklar burada katman katman ve farklı renklerde, birbirlerinden belirgin düz hatlarla ayrılıyorlardı. Uzakta bir baykuş çok dar vadiyi baştan başa geçen rüzgarın çıkardığı sese benzeyen bir çeşit sızlanışla öttü.  Ellerimi birleştirip ona benzer bir karşılık verdim. Tepenin üstünde mağaraya benzeyen bir yer vardı.  Karşı yamacında  evlerin tamamı  durgun akan nehir kenarından alınmış aynı gri çamurla sıvanmış  duvarlarıyla eski bir kalenin başka başka tuğlalarını anımsatıyordu. Soğuğun daha aşağılarda da yol boyu bizimle kalacağını tahmin ediyordum. Marla çelik bardağı sertleşmiş kara daldırıp ateşin üzerine bıraktı.  Üstünde  ot  yetişmeyen sadece  bordo  kayalarla aynı renkte kuru bir toprak örtüsüyle kaplı, arka arkaya sıralanmış tepe evleri birbirlerini görmeyen pencereleriyle aşağıda uzanan vadiye bakıyordu. Ateşi besleyen devrilmiş ve uzun zaman önce çürümüş çalıların ve ağaç kalıntılarının arasında mantarlar yayılmış, parçalanmış ağaç gövdelerinin nemli  havasında  böcek yavrularının çıkıp sert kabuğa ulaşmaya çalışırken kendilerine  açtıkları yollar tuhaf desenler çizmişti. Ağacın açık gövdesinin içinde uzun bacaklı bir adam asasıyla sanki bir şey bekleyerek oturuyordu.  Ancak Marla sürünerek ilerleyen böcek yavrularının  asanın sonuna doğru  fikir ayrılığına düşüp iki büyük ana yola ayrılmış oldukları kararmış boşluklarla oyulmuş  iki büyük palmiye yaprağına benzeyen deseni işaret etti.  Ölü  güneşin sarı ışığı dahi sanki burada çürümüş hastalıklı zehirli turuncu bir efsun yayıyordu.  Siyah ve kırmızı karıncalar yuvalarına yaklaşmış meçhul bir misafiri parçalamak üzere kat kat birbirlerinin üstüne yığılmışlardı.

 "Sonra" diye fısıldadı yaklaşarak.  Çıplak teninin dokunuşunu ve sihirli buz kristallerinin üstünde eridiği kokusunu o an  yeniden hissetmek handa geçirdiğimiz geceleri ve soğuk mevsimlerde bizi sıcak şarap için aşağı çağıran han sahibinin kızının bahçede dolaşıp üçgen bir demire vurarak çıkardığı çınlamayı anımsadım. O zamanlarda da şimdi olduğu gibi battaniyenin altında birbirimize sarılmış, küllerinin arasında ateşin sızlandığı  odadaki ocağı hemen yanındaki odunlarla beslemeye  ve  geleceğin belirsizliğinin hissettirdikleri hakkında konuşmaya  gönülsüz olurduk. Sessizlik içinde bütün arayışların ve soruların ertelendiği  o anlarda Marla "Memelerine bu kadar dikkatle bakmak zorunda değilsin" gibi bir şey söylerdi ya da perdeyi araladığı başka bir an "Kılıcını hizmetine sunman için  eğilmeni bekliyor"  gibi daha tuhaf bir şey  fısıldayıp hızlıca giyinmeye koyulurdu. Kargalar tuzaklanmış av etinden kalanları almak için gelip  gagalarında bir parçayla hızlıca kaçıp gidiyorlardı. Bunu sanki gizli bir şey yapıyorlarmış gibi bir oyuna çevirmiş halde, çaldıklarına inandıkları parçaları yedikten sonra ağaç tepelerinden gevrek bir gaklamayla aşağı sesleniyorlardı. "Sonra kızıl saçlı genç kız gözüne yüksekçe bir ağaç kestirmiş ve tepesine tırmanmış. Tırmandığı ağacın en üst dallarının birinde uzun zaman beklemiş ve ay tam oradan geçerken aşağı sallanan zincirine tutunup onunla birlikte gökyüzüne dönmüş. Ama babası burada da yokmuş."

 

Babasını Arayan Genç Kızın Hikayesi

 

"...kendini umutsuzluk içinde aşağıdan geçen beyaz ve lacivert bulutların içine doğru bırakmış. Bulutlar onun ağırlığıyla şöyle bir sallanıp aşağı doğru alçalıyorlarmış.  Sonra yavaş yavaş yeryüzündeki nehirleri ve tepeleri birbirinden ayırt etmeye başlamış. Ama tam da bu pamuk pamuk beyaz bulutların içinde gri sislerin arasından yakışıklı, geniş omuzlu, kızıl sakallı bir adam görünmüş. Bu sakallı koca adam gökyüzünde yaşayan şatonun önünde duruyormuş.  Gökyüzünde yaşayan şato ise kapısına gelenleri yiyip yutarak besleniyor ve kemiklerini pencereden aşağı tükürüyormuş. Ona hemen koşup sarılmış  ama yaşlı adam ona "Burada kalamazsın" demiş. "Neden" diye sormuş genç kız da. Adam sorusunun karşılığı olarak ona kadim zamanlardan beri karanlık göklerde hüküm süren göğün iki kılıcının saplı oldukları gecenin içinden çekildiği ve yeryüzüne geri döndükleri bir masal anlatmış.

 

Kızıl Sakallı Adamın Hikayesi

 

"Yeryüzünde olduğu gibi" diye açıklamış adam. "Gökyüzünde de taçlar kılıçlara çok eski zamanlardan beri hükmederler. Göğün kılıçlarına hükmeden taçsa  hiçbir zaman ufukta batmayan yıldızlarla birlikte gökyüzünde parıldar. Onun yeryüzündeki yansıması dövülmüş eski kılıçların tozlarından yapılmıştır. Sana olanları anlatacağım."

 

Altın Balığın Hikayesi

 

O zamanlar dünyanın sonunda yanan yüksek ahşap bir fener vardı. Dünyanın kenarına fazla yaklaşan gemileri aşağı düşmesinler diye geceleri uyarır, gemiler de ona uğultulu sirenleriyle yakınlarındaki kayalıklardan geçerken selam verirlerdi. Parlak sarı ayın karanlık tarafından gölgelendiği, gevrek bir çörek gibi ısırıldığı gecelerin birinde bekçi feneri yakmayı unutup  uyuyakaldı ve gemiler bu küçük adaya çarpıp parçalandılar.  Aylar sonra burada kaybolan gemileri bulmak üzere yaklaştığımızda ahşap fenerin devrilip bir meşale gibi tutuşarak bekçisiyle birlikte  yanmış ve küllere karışmış olduğunu gördük.  Derin okyanus sularında yol alırken  parıldayan pullarıyla köpüklü dalgaların arasından çıkıp kendini gösteren altın balığı takip ettik. Altın balık tayfaların gözünü kamaştırmış, gemiden sandalla ayrılıp balığı mızrakladıkları günlerde kopardıkları bir kaç parça pul ile neşe içinde geri dönüyor ve güvertede şarkı söyleyerek içki içiyorlardı. Altın balık yolumuzdan ayrılmadı, biz de onu takip etmeyi bırakmadık. Onun okyanuslarda görünüşü gece ışıklarının kendi zamanının yaklaştığını duyuran bir işaretti ancak tayfaları durdurmadım. İstesem  bunu yapabilirmiydim bilmiyorum, söküp almayı başarabildikleri pullar onları kendilerinden geçirmiş sarhoş bir havaya bürünmüşlerdi. Sandallarla ayrılıp balığı avlamak için mızraklarını fırlattıkları günlerin birinde  sesleri birdenbire kesildi. Onları güverteden izliyordum, benim gibi onlar da yaklaşan uğultuyu duyuyor, hissediyor ve kaynağını bulmaya çalışıyorlardı. Sonra aniden derinlerden yaklaşan  girdabı fark ettim. Yüzeye doğru hızlanarak dönüyor, git gide genişliyordu. Sarsıcı uğultu şimdi kulakları sağır eden bir fırtınanın çığlığı olmuştu. Giderek büyüyen girdap etrafındaki suları kısa sürede tamamen çevirdi ve kısa sürede üstündeki herşeyi yutarak göründüğü derinliklere geri dönerek hızla kayboldu. Suların üstünde şimdi hiçbirşey yoktu. Kendime geldiğimde sırılsıklam halde yüksek bir duvarın dibinde, tuğlalarla örülü uzun bir labirentteydim. Fakat labirent hiç karışık değildi. Hiçbir zaman ikiden fazla seçenek yoktu ve ne kadar yürürsem yürüyeyim gizemli bir biçimde başlangıç noktasına geri dönüyordum. Dışarı çıktığımda girintili çıkıntılı iri kırmızı tuğlalarla örülmüş labirentin kendi yollarını kullanarak dışarı çıkmak için zaten bir açıklık olmadığını da görecektim. Ama ilkin uzun uzadıya dolaştım. Karnım acıkmıyor, susamıyor, duvarların dibinde uyuyor sonra yürümeye devam ediyor, böylece günler geçiyordu. Bir gün  tuğlalardan birini kendime doğru çekmeyi başardım. Sonra bir başkasını. Bu şekilde merdiven gibi açılan kırmızı tuğlalarla yukarı çıkıp duvarın üstüne tırmandığımda her tarafın çöl olduğunu gördüm. Duvarın üstünden sınıra dek yürüdüm ve  aşağı atladım. Uzun zaman yürüdüm. Yeniden acıkmaya ve susamaya başlamıştım. Etrafta aynı yöne doğru kapaklanmış insan iskeletleri seçiliyordu. Labirente geri döndüm. Geri dönmek zorundaydım. Bu yolculuğu daha sonra başka yönlere doğru da denedim ve aynı sonuçla karşılaştım. Ve hiç rüzgar yoktu. Bir gün ben de onlar gibi ne olursa olsun diyerek gidebileceğim yere kadar ilerleyeceğimi biliyordum ama gücüm çoktan tükenmişti, labirentte gizli bir geçit, bir kapı, bir işaret aradım. Sonunda bir gün yola çıkıp ilerledim ve susuzluktan bayılıncaya kadar yürüdüm, ardından harap olmuş bedenimden ruhumun  çekildiğini hissettim.

Kız, ölünce ruhumun dinleneceği sessiz bir boşluğa gideceğimi sanırdım.  Önlerinde herşeyi kemirerek, yiyerek, yok ederek ilerleyen ve giderek genişleyen çekirge sürüleriyle karşılaşmıştım. Dumanlar ve lavlarla  patlayan bir volkanı gecenin karanlığında kızıl alevler püskürtürken kendi gözlerimle görmüştüm. Denizin karşı kıyısına günler boyu süren fırtınalar, durulmayan suların içinden derme çatma bir yelkenliyle ulaşmıştım. Vahşice uğuldayan karanlık bir ormanın içinden çürümüş sarmaşıkların boğmaya çalıştığı kırk adamla birlikte geçmiştim, ancak yine de böyle bir manzarayla daha evvel karşılaşmamıştım.

Dantel gibi işlenmiş beyaz sütunların çevirdiği yuvarlak bir havuz gördüm. Arkalarında ağır ağır salınan sisin içinde iğne yapraklı güçlü ağaçların meyvelerinin kendilliğinden ışık saçtıklarını gördüm. Gök yıldızları yere inmişler gibi onları sarmalayan turuncu kolların aralarına dolaştığını,  bir ağacı çepeçevre sardıktan sonra bir diğerine geçtiklerini gördüm. Seyrettiğimi fark etmişler gibi birlikte göz kırpıyorlardı. Ardından karanlık ormanın içinde ağaçların arasında dalgalanan sis yoğunlaştığında ışıklar da silinip kayboldular. Ağaçların altlarında sesleri işitilmeyen bir kalabalık vardı. Yuvarlak havuzun etrafını saran beyaz sütunlarsa oya gibi öylesine incelikle işlenmişlerdi ki daha önce taşların bu denli ayrıntılı desenlerle oyulabileceğini hayal etmem olanaksızdı. Bunların bir efsunla işlenip birbirlerine yaklaştırıldıklarını düşündüm. Sütunlar tepelerinde taştan bir çemberi taşıyor ve çember ortaya doğru daraldıktan sonra çatı olarak kapanmadan yükselip sona eriyordu.  Gökyüzünün ışığı sisli gri bir aydınlık olarak sulardan yansıyor; zayıf mavi ışıklar, sütunların arkasındaki karanlık ve içinde garip işlerin döndüğü ormanı kendi içinden gösterebilen yüksek  duvarlara vuruyordu. Ancak burada ne kara saçlı yeşil gözlü güzel kadından ne de yaklaşan rahibelerinden yayılmayan kaynağını bulamadığım daha tuhaf bir hava vardı.  Havuzun ortasında iki merdiven basamağıyla çıkılan yuvarlak bir daire yükseltilmişti. Dairenin ortasında yosunlarla lekeli eski taş bir koltuk vardı.  Daha önce bir savaşın ortasında kısa bir süre için gördüğüme inandığım kadın bu koltukta oturuyordu. Eliyle yaklaşmamı işaret etti. Sanki tuhaf bir boşluğa doğru açılan grimsi yeşil gözleri ve narin omuzları vardı.  İki sütunun ortasından ulaşılan dar bir yolu izledim. Ona doğru adım adım yaklaşırken havuzu çeviren daha yüksek sütunların arasında önce  gölgeler belirdi. Bordo renkli şekillerin kukuletaları üstüne doğru  kapanmış yüzleriyle tapınağın genç rahibeleri olduğunu hayal edebiliyordum.

Kadın bana şunları söyledi;

"Ben gizemli göğün yeryüzündeki gölgesiyim, her sabah mavi ışıklar içinde aydınlanan sessiz gölün koruyucusuyum. Buraya izinsiz girdin ve sularda uyuyan gölge ruhları uyandırdın. Altın şafağı taşıyan balığı mızraklayanlarla da aynı teknedeydin, sonuçta başın belada. Benim için bir şey yapmalısın."

Ne söyleyeceğimi bilmeden ona bakmayı sürdürmem üzerine bir kahkaha attı. Yaklaşmamı işaret etti. Tapınağın rahibeleri  geceleri ellerinde meşalelerle dolaşarak yıldızları yakıyor ve böylece geceye ışık getiriyorlardı.  Zarif bir el işaretiyle göründükleri gölgelere doğru çekilmeleri için onları serbest bıraktı. Çıplak ayaklarıyla taş koltuğundan inip  bacaklarını havuza doğru sarkıtırken "Gökyüzünde yaşayan şatoya gitmelisin." dedi.

"Ama önce sana iki şehirin hikayesini anlatacağım."

Yanına oturdum. Geldiğimden beri kaynağını bulamadığım tuhaf hava devam ediyordu. Etrafa saçılan gizli bir ışık kaynağını bulmaya çalışır gibi baktığımı görünce "Uyandırdığın gölge ruhların dalgalanmaları." diye açıkladı. "Ben daha fazla hissediyorum" Sonra şaşırmış halde kaşlarını çatarak "Anlaşılan sen de onları biraz hissediyorsun" dedi. Açıkça canı sıkılmış gibiydi. Onun hayatımda gördüğüm en güzel kadın olduğunu düşünüyordum. Buna hayret ettiğimi fark etmişti. Bir süre ona rahatlıkla bakabilmemi sağlayacak şekilde  uzakta bir yerleri izledikten sonra bana dönüp ... “Ben Shivayım” dedi.  “Küçük ve yeşil elmaların koruyucusu. Onlar ki pek tatlı ve lezzetlidirler. Onlar ki her mevsim yeni ve tazedirler, sonra onlar hiç değişmezler ve renkleri pek hoştur”

“Ama zaten bütün meyveler aşağı yukarı böyledirler” diye itiraz etmek istedim. “Hem de tam tarif ettiğiniz gi..”  “Beni ilgilendirmez” diye kesti Shiva. “Ben küçük ve yeşil elmaların koruyucusuyum” Şimdi havuzun başına uzanmıştı ve kısa saçlarının üstünde sade ve zarif  tacı parıldıyordu. Hemen yanındaki kristal kasede de pek çok bu çeşit elma duruyordu. 

 

Shivanın Masalı

 

 Bundan çok uzun zaman önce gökteki savaşlardan kaçan büyük beyaz bir tavşan yeryüzüne düşmüş ve yeryüzünün geniş topraklarında dört yana kaçışmaya başlamıştı.  Nereye gideceğini hiç bilmiyordu. Sonunda gördüğü en yüksek şeyin üstüne tırmanıp kulaklarını indirip etrafı koklamaya başladı. Aşağıda iki şehir uzanıyordu.

 

Sınır Kayasının Altında Yaşayan İki Şehirin Hikayesi

 

Önceleri iki şehir su hakkı, çayırlarda sürülerini otlatma hakkı,  toprak işleyen köyleri  yağmalama hakkı, kılıç yapılan cevherden pay alma hakkı için savaşıyorlardı. Ama bir gün yorgun bir halde savaşlarını evlilikle neticelendirmek istediler.  Uzun şenlik masalarının kurulduğu büyük bir düğün yaptılar. Gelin sarı saççok güzel bir kadındı. Düşman şehire atının üstünde ve kendi armağanlarıyla gelmişti. Ancak çok geçmeden geceleri ortadan kaybolduğunu gördüler. Kocası kalkıp geçtiği yerleri ıslattı, otlarını yolup, yaprakları düzenledi. Neticede hayvanlarla birlikte gece taşlarla örülmüş  ağaçların arasında dar bir geçitten geçtiğini anladı. Gelin şelalenin arkasından dolaşıyor, hayvanlarla birlikte su içtikten sonra mağaraların kullanılmayan yolundan geri evine dönüp yatağına yatıyordu. Kocası bu tuhaflığını yüzüne vurmadı ama evliliklerinin mevsimi dolmadan başka kadınlara yaklaştı. Yağmurların başladığı ambarların ekinlerle yüklü olduğu bir zamanda ortada gözle görülür hiçbir sebep yokken gelin bir gece ahırdaki bütün atları saldı ve yaşadıkları evlerin etrafını ateş çemberi ile çevirip şehir insanlarını uyurken ateşe verdi. Yedeğinde tuttuğu atlardan biri ile şehirden ayrıldı ve yüksek kayanın  altında askerlerin bulunduğu sınıra dek at sürdü, onları bir tuzağın içine çekip yok etti.  Bu sadece rasgele bir kıskançlık mı yoksa planlı bir intikamın sonucu muydu? Bunu eşi anlayamıyordu. Onu neden hayatta bırakmış ve düşman şehire geri dönmüştü.  Tavşanın sınır kayasına tırmandığı mevsim, şehirler arasındaki gerginliğin artmış olduğu böyle bir zamandı.

 

Savaşın Sonu

 

Tavşanın tepesine tırmandığı, bu iki şehirin sınırındaki büyük ve çok yüksek bir kayaydı. Taşları katman katmandı. Etrafın gergin sessizliği onu huzursuz etti ama yerinden hiç hareket etmedi. Çok geçmeden gökyüzünün büyük köpeği indi ve bir şeyler arar gibi havayı koklayarak yeryüzünde dolaşmaya başladı.  Büyük tavşanı aradığı uzun yolculuğunun sonunda herşeyin başı ve toplandığı yer olan iki şehire geldi. Bu şehirlerin insanları zamanında öyle çok birbirleriyle savaşmışlardı ki sonunda evlerini de yan yana inşa etmek mecburiyetinde kalmışlardı. Şehir halkı büyük köpeğin etraflarında dolaşmalarından rahatsız oldu. Ondan korkuyorlardı. Büyük köpeğin şehirlerine huzursuzluk ve lanet getirdiği fısıltılarla yayıldı ve uzun zamandır yılanın gözüne saplı duran iki gök kılıcını çekip kayaya tırmandılar. Tavşanı öldürüp aşağıya büyük köpeğin önüne attılar. Köpek büyük beyaz tavşanı avını yakalamış bir tazı gibi dişlerinin arasına alıp gökyüzüne döndü ve kuyruğu bir uçurtma gibi mutlulukla parıldadı. Kılıçların çekildiği yılanın gözüyse yeniden canlandı ve yeryüzüne savaş ve felaket getirdi. Kıtlık ve ölüm getirdi. İki şehir birbirini suçladı ve çiçekler açmayı reddettiler, ağaçlar meyve vermedi,  denizlerin sularıysa içemeyecekleri kadar tuzlu oldu. O zamanlar hiç olmayacak şeylerin olduğu çok eski bir zamandı. İnsanlar aç ve susuz yağmuru beklediler. Ölüler savaş alanlarından kaldırılmadan başka ülkelerden başka askerler geliyor, büyük filler yürüyor, tepelerindeki kare şeklindeki renkli kumaşlarla sarılmış kasaların içinden okçular yay çekiyorlardı. Fırlatılan oklar uçarken birer kuzguna dönüşüyor ve her yöne yayılıyorlardı.

Akşama doğru güneşin battığı yönden geri dönen siyah kuzgunlar büyük çember şeklinde bir çadırı iplerininin ucundan tutarak kaldırıp  uçuruyorlardı. Savaş alanını gören bir açıklığa konduklarında büyük çadırın içinden pürüzsüz bir teni, nar rengi dudakları küçük ve güzel bir burnu  yeşil parıltılı gözleriyle kara saçlı bir kadın çıktı. Sunulan içkiyi içince birden yüzü çirkinleşip kırıştı, burnu büyüdü ve kulakları yukarı doğru çıktı, gözleriyse parıltılarını kaybedip  titrek ve öfkeli bakmaya  başladı.  Sessiz işaretlerle kadın dört aslanın kalbini istedi. Aslanların sıcak kalplerini hala atarken eliyle  parçalayacak ve senelerdir süren savaş böylece sona erecekti. Hayvanlarla birlikte gölden su içen, eski şehrine kaçmış olan gelin buna gönüllü oldu. Kadın geline çadırını açtı ve kuzgunların ağızlarında tuttukları halattan kesip  verdi. Gelin halatı omzuna doladı ve yola çıktı. Savanda dört aslan gördü. Ormanın kıyısında yan yana duruyorlar ve herşeyin sona ereceği bilinmeyen bir zamanı bekliyorlardı. Yeleleri büyük, dişleri büyük, kükremeleri ve midelerinden gelen gurultuları neşe vericiydi. Onları çok sevdi ve yanlarına oturdu. Yapacağı işten vazgeçti ama yoluna devam etmeliydi. Sonra dört tavşan gördü. Tavşanlar deliklerine kaçıp kayboldular. Deliklerinin önüne gelip aşağı baktı ama sonra yürümeye devam etti. Ormanın içinde su içen dört tilki buldu. Tilkilere sessizce sokuldu ama kırmızı tüyleri, aç kalmış kuşların sızlanışlarını anımsatan ince sesleriyle ona sevimli göründüler, böylece  tilkilere de dokunmak istemedi ve büyük bir mağaranın girişine vardı. Burada dört ayı birbirleriyle güreşiyor, bağırıyor ve oyun oynuyorlardı. Önce geri dönmek istedi ama sonra başka seçeneğinin kalmadığını düşünüp yanlarına gitti ve omzuna attığı halatını yere bıraktı. "Uç halatım, dolaş halatım" dedi. Halat da hızlıca tıpkı bir yılan gibi ayıların yanına gidip onları boğarak öldürdü. Dört ayı da birer birer devrilince halat yeniden geri gelip ayaklarının dibine toplandı. Gelin de onu yeniden omzuna astı. Bıçağını çekip dört ayının kalbini aldı. Sıcak kalplerini hala atarken çıplak elleriyle şafağa bakarken parçaladı ve savaşın sona ermesini diledi. Karanlığın içinden çekilmiş göğün iki kılıcı da o sabah ışıklarla birlikte parçalandı ama insanlar savaşı bırakmadılar. Kadın geri dönüp onların yanına gitti.

"Ben konuştuğum zaman" dedi kara saçlı kadın. Ağzından bir sürü kapkara ve iri arı  fışkırıyor, dökülüyor  ve uğultuyla vızıldıyor, her yere yayılıyorlardı. "Hep böyle olur" Kara arılar savaş alanında canlı hiçbirşey bırakmadılar. Sonra karanlık bir bulutun daha karanlık gölgesi gibi kuruyup yere dökülerek toprağı kapladılar. Şimdi sadece her yerde ölüler vardı. Filler ağır ağır ormanlarına geri dönüyorlardı. Kalın derileri onları korumuştu. Kadın onlarla birlikte yürüdü, en gerideki büyük fil durunca ahşap bir merdivenden ona tırmandı ve sürüyle birlikte yavaş bir yürüyüşle ağaçların arasında kayboldular.

Savaş sona ermiş, kılıçlar parçalanmış, ölüler toplanıp yakılmışlardı. O gün bildiğimiz anlamdaki dünyanın başlangıcı olan kader gününün asa sahipleri olan bağlayıcılar, olan biten herşeyi filleri, zürafaları, kaplan postlarını ve tuz madenlerini, neredeyse kumların üstünde uçan rüzgarı dahi bağlayıp düğümlediler. Bir karara bağladılar, bir ölçüsü oldu. Mavi bir gök altında çimenlerin yeşilliği dışında hiçbir şey üstünde uzlaşamayan iki göçebe kavim arasındaki savaş böylece neticelendirilmiş oldu.

Bugün bu düğümleri hiç kimse açamaz, yeryüzünden hiçbir bıçak bu bağları kesemez. Kediler konuşamaz, köpekler ayakları üstünde yürüyemez ve hiç olmayacak şeyler bir daha asla olamaz.

Bağlayıcılar parçalanmış kılıçları bir araya getirip tek bir kılıç biçiminde yeniden dövdürdüler. Parçalar ateşte eridi  ve yeniden iki yanı da keskin kılındı. Ejder kafalı adam işini yapıp bitirdikten sonra göğe bakıp; o sırada bulutların arasından geçmekte olan aya fırlattı ve bağlayıcıların hükmüne göre biri gidip onu  oradan çekip alıncaya dek kılıç ay toprağına saplı olarak kalacaktı. Ancak Ejder Kafalı Adam  parçalardan bazısını saklamıştı ve bundan hiçkimseye söz etmedi. Birkaç gece sonra gizlice  zarif bronz bir taç yaptı. Bu kimin emriyle yapıldı, söylenmedi, ama tamamlandığı gece, bir atlı sislerin arasından çıkıp kahverengi bir çaputa sarılı halde onu teslim aldı ve ortadan kayboldu. Daha sonra tacı  büyücüler efsunladı, yeryüzünün kralları kutsadılar, zamanın başından beri olanları izleyen sessiz ruhlar herşeyin bir karara varıp sona ermesini arzu etmedikleri yönünde irade gösterdiler ve hükümlerini bildirdiler: Bu zarif bronz taç kılıca hükmedecekti. Böylece yeryüzündeki son büyük savaşın ardından göğe dönen kılıç bir başka arayışın başlangıcı oldu.

Sözün burasında Shivanın masalı sona erdi.

 Şimdi ben burada beklemeli ve kılıcı korumalıyım. Eğer tacın bir sahibi olur ve kılıcı çağırırsa onun peşinden gitmeliyim, kılıcın kaderini takip etmeliyim. Bir gün gözlerinde ateşler yanan bir kaya seni ona ulaştırırsa kara saçlı kadının lanetini ve büyük gücünün kaynağını anımsa. Savaş alanlarında konuşmayan sessiz kadının sırrı bir büyücü hilesinin çok ötesindedir.  Kızıl sakallı adamın son sözleri "Bu gök kayığının sallantısında uyu" olmuş. Kız gelen kayığa binmiş ve aşağı baktığında tepeler ve aralarında akan ırmaklar görmüş. Yolda sallanırken gökyüzünde dolaşan kargalar kayığın iki yanına karşılıklı konmuş ve ona kötü kötü bakmışlar. Kız bu bakışlar altında uyuyamamış, aşağıdan geçen manzaralar arasında evinin yolunu aramış. Ancak huş ağacından yontulmuş  büyük ve uzun saltanat kayıklarını andıran bu gök kayığının sallantısında uyurken altında  artık sadece uçsuz bucaksız görünen sular  varmış.  

Marla "Kızıl sakallı adam onun babasıydı değil mi?" diye kesti. "Yani Ejder kafalı adamı bulmuştu"  "Marla, hikaye aslında ayrıntılarını hiç kimsenin bilmediği uzun bir efsane hakkında ve muhtemelen burada olmamızın sebebi"  dedim.

 

 Oraya vardığımda öfkeyle kükredim,

 

 göğün kılıçları saplandıkları yerden aşağı çekildiler

 

 geceler boyu çarpıştılar

 

 Sonra kırılıp döküldüler

 

 ve yeryüzüne geri dönüp parçalarını aradım 

 

Tekrarlanması yasak olan bu kısmı deniz yolculuklarının birinde hafızama kazımıştım.  Kimin söylediği anlaşılmayan bu sözler  hikayenin aslından sağlam kalan tek parçaydı. Geçmişte olanların üstüne kazındıkları  bütün taş tabletler parçalanmış, bir zamanlar kağıt tomarlara yazılmışsa da daha sonra yok edilmişlerdi.

Geceleri tuhaf seslerden, aç bir ayı ya da kurtla karşılaşmaktan, soğuktan ya da yağan yağmura hazırlıksız yakalanma korkusundan uyuyamıyor ve  patikalar boyunca parlak yıldızların ışığı altında yol alıyorduk. Karanlığın yuttuğu tedirgin edici dünyanın belirsizliğinde zaman sadece yürürken  hızlı geçiyor, gündüzleriyse yorgun bir halde dışardan görünmeyecek biçimde otlarla kapattığımız kalın abadan çadırın içinde zayıf güneşin içeri sızan turuncu ışıklarının huzurlu sakinliğinde derin ve rüyasız bir uykunun içine gömülüyorduk. Mağarayı işaret ettim. Kayalıkların arasından tırmanıp  içeri girdikten sonra kendimizi yukarı çektik. İki büyük penceresi aşağıda uzanan vadiyi görüyordu. Bizden öncekilerin taşlarla çevirdikleri dar bir çukurluğa yaktığımız ateşin yanında derin ve uzun bir uykuya daldım. Gökyüzünde değişik ve büyük pek çok balığın yüzdüğü garip bir rüya gördüm. Onları bir fırtına alıp okyanusun sularıyla birlikte yukarı taşımıştı. Marla'nın ardından kalkıp aşağı baktım. Serbest kalan at bir süre aşağıda otlayarak dolaştıktan sonra karşıda ağıllarından çıkan koyun ve keçi sürülerinin sesleri vadide yankılanırken mağaranın girişine geri dönmüş ve Marla'yı kendine özgü  seslenişiyle uyandırmıştı.  Kargalar sürü halinde havalanıp vadiyi baştan başa geçip, ağaçların sık dalları arasında kayboldular. Dışarıda yağmur öncesine benzeyen olağandışı bir hareketlilik vardı. Dar açıklıktan içeri bakıp aşağı atladım.

Tavan kubbemsi biçimde oyulmuştu. "Eskiden kilise olarak kullanılmış" dedi Marla. İkonların bulunduğu yerler  daha açık renkteydi.  Mağaranın derinliklerine doğru daha fazla ilerleyebilmek için  ateşi  daima yanımızda tutan, közleri taşıdığımız lambayı getirdim.  İçindeki cinin bütün isteklerini yerine getireceğini söyleyerek lambayı fahiş bir fiyata genç ve saraya girebileceğine inanan hevesli bir hekim yamağına satan adamların yağmalanan malları arasından elimize geçmişti. Adamlar lambayı sattıktan sonra her nasılsa yeterince tatmin olmamış, geri dönüp hekim yamağının evini de soymuş ancak yakalandıktan sonra geride bıraktıkları malları yağmalanmıştı. Meşaleler için kullanılan sopaları  ters çevirip kandil yakıtının içine bıraktık. Paçavraları gergin biçimde sardıktan sonra telle çevirip bağlıyordum ancak yakıtlarını içlerine çekebilmeleri için beklemek gerekiyordu.  Marla kendine yaklaştırmıyordu, kaya oyuklarındaki kuş  yuvalarında hiç yumurta yoktu, av etinin sonu gelmişti. Ateşin içine bıraktığımız yol kenarına yakın tarlalardan eşelenip çıkartılmış patatesleri soymadan yerken tuhaf bir baharat gibi içine kattığı eflatun yapraklı bitkiden bulduğumu sandım ama Marla "Bu değil" anlamında başıyla hayırladı.  Başını ezmek üzere elimdeki taşla yaklaştığım etli gri desenli bir yılan da kayaların arasına kaçıp kaybolduğunda   mağaraya dönüp karanlığın içine doğru yürüdüm. Kubbeli dar koridorun sonunda toprağı elimle temizlediğimde ahşap  büyük kalasların arasından serin bir havanın sızdığını hissettim.  Kılıcım kolaylıkla ilerliyordu. "Burada bir boşluk var" diye bağırdım. Duvarın öte yanında toprak parçaları aşağıya doğru dökülüyordu.  Marla közleri  boşaltıp elindeki lambayla geldiğinde yan duvarda nemli çürümüş bir tahtayı parçaladık. Kale kapılarını anımsatan basit bir makara düzeni vardı. Demir manivelayı  içine geçirip çevirdiğimizde önümüzdeki ahşap kapı ağır ağır aşağı doğru salındı ve boşluğun karşısına çarptığında durdu. Sesin aşağı doğru yankılandığı boşluğa meşalelerle geri döndüğümüzde gece olmuştu. Açılan ahşap köprüden ilerleyip karanlık sularla örtülmüş görünmeyen zemine doğru sarmal biçimde kıvrılarak inen dar merdivenlerde bir an durup uçları kırılmış büyük taş merdiven basamaklarına baktım. Meşalelerin ışığında gölgelerimiz duvarda hala hareket ederken "Sular yakın zamanda buraya dek yükselmiş" dedim. İçeriye bir yerlerden güneşin sızdığını işaret eden yosun kokusu vardı. Şimdi içinde yürüdüğümüz bordo tepeyi oluşturan kayadan oyulmuş sayısız dev sütunun altında her yeri kaplayan geniş havuza indik. Marla kendini suya bırakırken "Burada yaşayabiliriz" diye inledi.  Eski unutulmuş bir şehire su sağlayan  terk edilmiş bir sarnıçta. 

Meşalelerin alevleri duvarlar boyu uzanan suların yüksekliğinin mevsimlerin içinde değiştiğini gösteren doğal bir hattı aydınlatıyordu. Sular  yükselirken üstüne yol eşyalarını koyduğumuz   geniş dikdörtgen alanı ve  karanlığa doğru dönen aynı yükseklikteki yürüyüş yolunu yutuyordu.

Zemindeki sürgülü taş bir kapağı  güçlükle itmeyi başardığımda aşağı baktım. İçerisi  karanlıktı. Yokuş aşağıya inen kanallar bizi daha geniş bir alana ulaştırdı. Bu alanda birden fazla karşılıklı yol vardı ve yollar birbirini andırıyordu. Alana yakın koridorların birinde  yürürken aralarındaki açıklıktan buhar sızan ahşap bir pencerenin kanatlarını içeri doğru ittik. Seneler içinde  kapalı olan  dar bir noktadan sızan sıcak su dev kayanın içinde doğal mağaramsı geniş bir boşluk açmıştı. Tuhaf kokulu taşları eritmiş ve şimdi belimize gelen sıcak yeraltı suyunun içinden geçip  yüzeye doğru devam etmesini  engelleyen  vanayı serbest bıraktığımızda, su yukarıda taşların arasından geçen gizli bir hattı doldurdu. Ahşap ve demirden yapılmış  vana ağır bir gemici dümenini andırıyordu. Ortasındaki geniş ve kalın ahşap halkasına saplanıp içinden geçen yassı kılıçların   demir kabzalarından tutularak çevrilebiliyordu. Kılıç uçlarının  buluşmaları gereken orta noktada ise tekerleğin dönüşünü mümkün kılan daha küçük bir demir halkanın boşluğu vardı. Açık havayla bağlantısı olmayan taşlar ısındıklarında muhtemelen kış zamanı olan donmayı engelliyor, yatağımızı yanına serdiğimiz sıcak taşlar, her yanı kaplayan su, dev sütunların sakin havası ve birkaç gün içinde keşfedeceğimiz kilere uzanan odalar koridoru  shivanın masalının henüz sona ermediğini hissettiriyordu.

Marla'yı bir rüyanın içinde kaybeder gibi karanlığın içinde yok oluşunu izliyor, lambanın kısık ateşinde merdivenlerin birinde otururken görüyor, gölgesinin arkasındaki duvarlara büyüyerek yansıyan hareketlerini takip ediyordum. Ayaklarından birini yavaşça çıplak bacağına olan dokunuşunu hiç kaybettirmeden dizine dek sürükleyerek kendine doğru çekiyor ve üstünden geçirdikten sonra yine aynı yavaşlıkta aşağıya dek indiriyordu. Kollarını geriye atışını saçlarını topladığı noktayı bulup çözdüğünde saçlarının narin ve zarif omuzlarının üstüne dağılışını seyrederken "Göğe uzanan ağaçları çevreleyen toprak evler yapmışlar" diye fısıldıyordu. "Toprak evleri örten sarmaşıklar büyümüş ve bahçeleri boydan boya geçen asmalar "

 

Marla bir defasında "Bildiğim bazı şeyleri nasıl öğrendiğimi hiç hatırlamıyorum" diye itiraf etmişti.

 

Sabahları dev salonun dik bir dönüş yaptığı kör köşesinden gelen devrilmiş sütunlar gibi ileri uzanmış kayalarının arasından  sızan zayıf ışıkla uyanıyorduk. Tavandaki bu aralıktan yeşil sarmaşıklar aşağı doğru büyüyerek sararmışlardı. Dik kayalıkların arasından gün ışığı sızdığında kahverengiden koyu bir yeşile doğru açılan hat daha belirgin biçimde seçiliyordu. L biçimindeki geniş salonun saklı ucundaki başka bir noktada ise görünmeyen demir mekanizmaların seneler içinde yaptığı paslı bir sızıntının duvara lekeler bıraktığını, oradaki duvarınsa taş bir kapı gibi yukarıdan inerek hızla kapanmış olduğunu zaman içinde keşfettik. Dışarıdan açılması imkansız görünen, başka başka taşlarla örülmemiş bir duvardı.  Yine sular o yüksekliğe ulaştığı zamanlarda kullanıldığı anlaşılan şimdi parçalanmış bir sal iskeleti halatlarla asıldığı yerden düşmüş ve  parçaları havuzun içine dağılmıştı. Ama açılan başka kapılar vardı.

Eski ve unutulmuş kentin bir zamanlar su dağıtmış olan sütunlu sarnıcı, aşağıdaki sıcak suyu gezindiği yerlerdeki taşları ısıtan bir mekanizmanın olduğu yeraltı sularıyla beslenen buharlar içindeki mağaranın ahşap kanatlarının önünden gizli bir alana, o  alansa koridor duvarlarındaki silindir taşlar yuvarlandığında önce alçak tavanlı girişinde meşale ve kılıç asılabilecek halkaları olan dar bir salona, iki dev kemeriyle kavisli bir tavana sahip salonsa  uç uca eklenmiş başka odalara açılıyordu. Mağaraları anımsamıştık. Bu defa kaybolmamak için işaretler bırakıyorduk. Bazı odaların tavanlarından yukarı çıkılıyor bazıları gücümüzün yetmediği taşlarla kapalı yan odalara, yerdeki taş kapaklar kaldırıldıklarında aşağı inen merdivenlere ulaştırıyorlardı. Toprakla sıvanmış taş duvarlar kendi içlerindeki boşluklara doğru çekilerek açılıyor ve alçak tavanlı salonlar dar geçişlerle birbirlerine bağlanıyordu. Sonra giderek rutubet ve havasızlık arttı, nefes almak güç hale geldi. Duvarlar arasında sıkıştığımı, çıkamayacağım biçimde kapana kısılmış olduğumu düşünerek paniğe kapıldım. Odanın tavanı sanki giderek alçalıyordu. Marla nefes almayı güçleştirenin kendim olduğunu yavaşlamamı ve nefesimi bir süre için tutmamı önerdi. Onu ittim ve duvara doğru yürüdüm. Şu anda yapabilecek hiçbirşeyimin olmadığını anladığım an sebebini bilmediğim telaş duygusu da azalıp kayboldu.  Dar odanın dibindeki masayı andıran kayanın üstünden  yukarıda görünen karanlık boşluğun içine tırmandım. Yeni odanın duvarları bordo kayaların parçalarıyla örülüydü. Kolaylıkla kendimize çektiğimiz ve kendi üstüne yuvarlanan yarım bir silindir kapı  geniş bir kilere açılıyor, yukarıdan zayıf bir ışık sızıyordu. Silindirin şimdi görünen düz yarısı yan odanın duvarıydı ve dışarıdan taşın üstünde özel bir noktaya baskı yapıldığında  duvarın ses çıkarmadan açılması mümkündü. Değişik baharat ve kurutulmuş sebzelerin zengin  kokuları rutubetin içinde birbirine karışmıştı. Güçlükle geçilen bu açıklıktan  içeri baktık. Sızan zayıf ışığın altında tekir bir kedi aşağı atlayıp yanımıza geldikten sonra bizi dikkatle ve şüpheyle inceledi.  Kedinin soru soran bakışları altında kurutulmuş meyve, şeker ve şarap alıp yarım silindiri kendi üzerine yuvarlayıp  duvarın taşını yerine kapattık. Açılan dar aralığa  yumuşak toprağı elimle sürmeden önce bunu birkaç defa daha yaptık. Geldiğimiz noktayı yan odada yere çizdim. Bu peşpeşe uzanan aşağı ve yukarı inen odalar koridoru mağarayı karşıdan gören tepenin yamacına kurulmuş evlerden birine bize ulaştırıyordu.  Bu odaların eskiden yağmacılardan korunmak maksadıyla yapılmış bir çeşit  yeraltı sığınağı olduğunu düşünmek tuhaf göründü.

Sarnıca döndüğümüzde mağaradan merdivenlere doğru köprü olarak açılan ağır kapının kalaslarından birini söküp aşağı sulara fırlattık.  Salon boyunca  yüzüp  köşeyi dönmemizin ardından henüz açılmayan yukarıda kalan büyük taş kapıya doğru onunla tırmandık. Sular henüz bordo sütunların yarısına bile yaklaşamıyordu.  Duvarda kapının yanında siyah, parlak ve farklı bir taştan kesilip yerleştirilmiş bir karış boyundaki kareyi ittiğimizde, aşağıdan bir makara sistemine ait olduğunu sandığım sesler geldi. Muhtemelen aynı ağırlıkta başka bir taş kütle ya da sütun aşağı inerken önümüzdeki kapı da yukarı doğru yükselerek açılıyordu. Kapının ardında  dev bir sütunun yokluğunu anımsatacak biçimde dümdüz ilerleyen taş bir koridor vardı.   Ardından kapı açık olarak kilitlendi. Eşikteydik. Yukarıda şimdi iki tarafta görünen iki siyah taş, kapının aşağı geri dönüşünü engelliyordu. Fakat tırmandığım ve Marla'yı yukarı çektiğim bu iç koridorda kapıyı yeniden kapatan ya da açabilecek bir mekanizma, taş ya da başka bir şey yoktu. O kapının eşiğinde beklerken ben koridorda yavaşça ilerledim ve sonra "Buraya gelmelisin" diye bağırdım.  İleride geniş bir salonun ortasından tavana doğru yükselen  büyük siyah bir kayadan kesilmiş taşa doğru ilerledik. Üç yönünde de aynı şeyler farklı dillerde yazılmış gibi görünüyordu. Marla birinin önünde durdu. Etrafta yerde duvarların önüne dağılmış üç insan iskeleti dışında bir şey yoktu. Aralarındaki taşları parçalanmış olan kuyu aşağıda sıcak  yeraltı suyunun biçimlendirdiği mağaraya dar bir açıklıktan ulaşıyordu. Marla'nın yanına yürüdüm.

 

Kılıca Hükmeden Tacın Bulunmasının Hikayesi

 

o karlı dağların başında yaşar

 

o asa ve mühür sahibidir

 

ve o karanlık ve kudretli güçleri kendisinde topladı

 

ve o karanlık ve kudretlidir

 

ve o yeşil çayırları yukarıdan gören bir kartal gibidir

 

gölgesi akan berrak suların üzerine düşer

 

ve o duru içme ve kaynak sularının da efendisidir

 

çürümüş ağaçların devrildiği toprağı bereketli kılandır

 

ve o geçmişte insanlara zeytin ve şarap yapmayı öğretti

 

o insanlara arp çalmayı ve ağaçlardan başka sesler çıkarmayı öğretti

 

o insanları çok sever, o hayvanları da yenilsin yenilmesin sevimli olsun güzel sesler çıkarsın çıkarmasın çok sever, o ikisi arasında kalanlardan nefret eder, onlara karşı hep merhametsiz ve katı olur, zalim ve zorba olur, yeryüzünde hiçkimse onun önünde durmak istemez ve geri çekilirler, izin vermek istemedikleri şeyler de dahi ses çıkarmaz ve onaylar görünürler, ondan çekinirler

 

o hikayesinin anlatılmasını istemedi

 

o tanınmayı ve bilinmeyi arzu etmedi

 

o kirli ağızlardan adı seslenilsin ismi ünlensin istemedi

 

o geçmişte yeryüzünü krallıklara böldü ve kralları başlarına bekçi gibi dikti, onları kral ve adamlarını yeryüzünde oradan oraya sürdü, zaman zaman yanına çağırdı ve geri gönderdi, kendi çocuklarını alıp, başka çocuklar veren bir tanrı gibi bazen krallığını alıp başka bir krallık verdi, bilgide ve hünerde ileri gitmiş kimi üstün yetenekli insanları saraylarına toplayıp onlara yardımcı kıldı,  herhangi bir işaret vermeden sessizce yanlarında kaldı ve bazen onları sebepsizce çöle sürdü, sürülenin kimi açlıktan öldü kimi yalnızlıktan delirdi, çok azı şehirlerine geri döndü ama onlar da hoş karşılanmadılar ve zarif ve güçlü çelik zırhlı meşin mızraklı çokça askerlerin düzensiz eşkiyalar yahut deniz haydutları gibi gemi ve şehir yağmalamalarına izin verdi, gecenin ayazını çaldı bahar geldi, güneşin sarı oklarını çekip çıkardı kış geldi, yağmur yağarken mavi ışığın arkasında hareket eden şeffaf gölge oldu, sarsıntılar başlarken yeraltından sızan kızıl ışığı gören ve aşağı doğru kalabalık insan gruplarına seslenerek onları uyarana cömert eliyle altın bağışladı ama çalkalanan dalgaların arasından sağlam dönen gemileri kendi eliyle batırdı yahut ateşe verip yaktı, onun zaman içinde herşeyden haberi oldu ama onun geliş gidişinden hiçkimsenin haberi olmadı, işte o bunlardan başka daha pek çok yeryüzünde duyanların anlayamayacağı işler yaptı,  onun son kılıçları savaşırken parçalandı.  Savaşçılar çoktu, gece gündüz çarpışmaya devam ettiler, ölen savaşçıların yerlerini yenileri aldı sonra gökyüzü karardı ve sabah aydınlandı, mevsimler değişti ancak kılıçlar çarpışmaya devam ettiler, sonunda her ikisi de dağılıp döküldüler. Ancak savaş sona ermemiş, savaşçılar yenişememişlerdi. Dağılan parçalar toplandı, dövüldü, hepsinden bir tek mızrak  yapıldı ve  gökyüzüne gönderildi, gecenin karanlığına.  Mızrak yılanın gözüne saplandı ve kaosu sona erdirdi, savaşların ardından kuraklık ve kıtlık sona erdi, hastalıklar ve açlık sona erdi.  Parçalarından yine onun emriyle bir tek  taç yapıldı  ve yeryüzünün derinliklerine saklandı. Verilen hükme uygun olarak o  bu tacı bir kraliçeye sundu, kraliçe tacı  hiçbir kelime etmeden alıp bir dereye attı. Sakin akan yeşil derede karanlıkta ışıl ışıl parlayan tacın parıltısına kanıp nice korkusuz adamlar atlayıp boğuldu, atlayıp çoğu öldü yahut kaçtılar, bu tacı ben buldum sana getirdim  alıp başına tak eğer beğenirsen,  beğenmez istemezsen onu akıntılar arasında denize ya da okyanusa bırak ki karanlık bir lanet gibi zehirli ışıltısıyla o da kaybolup gitsin suların derinliklerinde ve bizden uzaklaşsın.

 

Taş yazıtın güney yönündeki ikinci kısmında yazı burada sona eriyordu. "Çok güzel" dedi Marla ellerini harflerin boşluklarında dolaştırırken. "Keşke o kraliçe ben olsaydım" Bronz ancak zarif  sade bir taç sadece uzanılıp alınmayı bekliyor gibi kitabenin altındaki  çukurluğa dolan berrak suya doğru boşluğa uzanmış halde duruyordu. "Ya Kraliçe tacı kabul etmemiş ya da buralarda henüz görmediğimiz bir başka mezar odası daha olmalı" diye fikir yürüttüm. Masaldaki kılıçsa gökyüzüne fırlatılan bir mızrağa dönüşmüştü. "Taç sanki üçüncü defa yeniden sunuluyor" dedi Marla. "Hikayesi kayalara kazılı olan ilki onu atmıştı, şimdi sözü edilense reddetmiş olmalı,   beklenen de bu sanırım"  Etrafa dağılmış üç insan  iskeletinin durumlarına bakarak "Öte taraftan" dedim söylenene doğrudan karşı çıkmak istemediğimi sezdiren bir sakinlikle "Bizi buraya getiren bir masaldı ve masallarda üçüncü defa da herşey yerli yerine ulaşır, üçüncü prens geri döner, üçüncü yol doğru çıkar veya handa kaldığı üçüncü günde beklenen gerçekleşir." Her halükarda onu oradan çekmenin  tuhaf mekanik mekanizmaları harekete geçirebileceği ya da sözü edilen laneti kendi üzerimize çekebileceğini seziyordum. İskeletlerden birinin bedenini baştan başa yaran bir kılıç darbesiyle yaşamının sona ermiş olduğu belliydi, yine de yerdeki halinde bir başkalık buldum. Kolu bir yöne doğru uzanıyor, parmağı bir yeri işaret ediyordu. O yöndeki taşları kıpırdatmaya, kenarlarını bıçağımla kazıyarak hareket ettirmeye çalıştım. Sonra paçavraya dönmüş bir kıyafeti taşların arasından çektiğimde ona bağlı bir kutunun aşağıya doğru sallandığını hissettim. Çok uzun bir zaman bulunamazsa kendiliğinden kuyuya düşerek tamamen çürüyecek biçimde asılı bırakmıştı. Burası asıl girişini bulamadıkları sıcak yeraltı suyunun fokurtular çıkartarak buhar saçtığı mağaraya doğrudan inen dar bir kuyuydu. Taş kapı kapandığında suyu buradan çekmiş olmalılardı. Kutuyu çıkarıp içinden çıkan parşömeni yere açtım.

 

Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla ;  tek yaratıcı ve gözetici odur. Yaptığım herşeye Allahın adıyla başlarım.  Düşmanlar türlü türlü olsa da tek ve gerçek yaratıcının karşısında kim durabilir? 

Yeryüzü... Şeytanın kutlu ülkesi.  Ben .....  oğlu ..... Kendi topraklarında ona meydan okudum ve yol beni buraya getirdi. Onları gizli yerlerde saklanırken buldum. Yan yana gelip önlerine açtıkları ve lanet okudukları kitaplarını yaktım, dizili iksirlerini kırdım, yan yana dizip tapındıkları insanı andıran büyük putlarını parçaladım. Kılıç ile kesilmeyen, ateş ile yanmayan zorlu yaratıklarının kalplerine  kazık çakarak öldürdüm.  Bunu kötü rüyaları karanlık kabuslara çeviren bazı ölülerin mezarlarını açıp yaptığımıza uygun biçimde yaptım. Yine de aralarından biri sağ kaldı, suratı bir iblisin aksinden farksız olan kadın devrilmiş taşlardan birini işaret edip bu  peygamber efendilerimizden birinin heykelidir deyip bizi zorlu bir durumun içine düşürdü. Heykel ve ben uzun bir yolculuğa çıktık.

Bulduğumuz silindir şeklindeki kutudan çıkarıp açtığımız parşömen böyle başlıyordu.

Parşömenin kalanından anlaşıldığına göre padişahımız efendimiz insana haşa çok benzeyen bir heykel yapmış olan, topraklarında yaşayan bu tuhaf sanaatkarları cezalandırmak için heykeli yok etmek istemiş ancak uygun olmadığı yönünde fetva verilmiştir. Çünkü heykel kutlu ve mübarek peygamberlerimizden birine ait olduğu rivayet edilmektedir. Böylece ne yok edilebilen ne de bir yerde tutulabilen heykel başlarına dert olmuş onu padişahın emriyle okyanusun karşı kıyısında çok eski insanların eski ülkelerinden birine hediye etmek suretiyle göz önünden kaldırmışlardır. Bu hediyenin taşınması ve sunulması sırasında hafiye örgütünden çalışkan ve ilim sahibi zatlar boş durmamış oradaki halkla ahbaplık edip anlattıklarını nakletmek üzere hafızalarına kazımışlar idi.

Parşömenin altında elinde şimşek olan bir suret ve elinde ok olan yaşlı bir adam bir başka dişi surete doğru dönük çizilmişti. Suları temsil eden dalgalı bir biçimin ardında ise bir başka iri ve uzun saçlı insansı suret elinde  bir çatalı anımsatan savaş silahı ile duruyordu. Aralarına çekilmiş çizgilerin ve üstündeki simgelerin evlilik yahut savaş yoluyla birbirlerine bağlanmış olduklarına işaret ettikleri aşikardı. Bazalt bir kayaya kazılı olarak gördüğümüz [haşa, sözde] bu tanrılar belirli bir olay evreninin sorumluları olarak tasarlanmış olabilirlerdi. Onları kapalı ve  döngüsel bir zaman içinde düşünmüşlerdi ve bu da olası başka olay evrenleriyle dolu başka kapalı zamanların başka sorumlularını akla getiriyordu. Çünkü başlangıçta hiçbirşey yoktu ve 'karanlıklar karanlıkları örtüyor' ya da yutuyordu. Varolacak herşey tek ve değişmez yaratıcının kalbinde saklı bir sır olarak hayal edilmişti. 

 

Parşömenin Geri Kalanı

 

Gökyüzünün yapılışı  kalay cinsinden bir madenin eritilmesiyle olmuştu. Gece göğü yıldızlarla doluydu. Demirci madenini eritince buhar olup uçmuş, havaya karışıp yükselmiş ancak yeryüzü toprağından yapıldığından uzaklaşamamış, akşamın alacakaranlık göğü böyle oluşmuştu. Bu güneşten çok önce idi. Krallar ve ordu yönetimde daha fazla pay alınca tanrıların yeri aşağı inmişti, heykelleri parçalanmış, saygısızlığa uğramış, yerlerine kralların heykelleri dikilmişti. Onlarsa daha küçük ve uzak alanlara sürülmüşlerdi. Ekme biçme işi yapan birkaç toprak sahibi bulunsa da halk genel olarak yağmalama, av ve komşu şehirlerle savaş yapıyor, zaman böylece akıyor, hayat bu şekilde geçiyordu.

Gizlice alıp yanımda getirdiğim silindir şeklinde bir mühürün üstünde de eski ve şimdi unutulmuş tanrıların kabartmaları vardır.  Balmumu dökülmüş alana bu silindir mühür üstünde gezdirilerek (haşa) tanrının ismi ve görevi açıkça okunabilir biçimde  damga vurulabilmektedir. Tasvirin üç adam boyundaki büyük taşlara kazınmış halinde ise diz çökmüş bir kral,  ona arkasını dönmüş başında hare gibi bir çember ve iki yanında  kanat işaretleri bulunan  bir tanrıya kendi şehir ülkesinin toprağında yetişen çiçekler, onu adeta bir aslan olarak gördüğünü işaret eden zıplayan ceylanlar ve  yeryüzündeki tahtını ve eşsiz kudretini simgeleyen bir asa sunuyordu. Bununla beraber açık bir aba altından sopa gösterme olarak tabir edilebilecek biçimde kendisinin yirmibin askeri olduğunu ve  bunlardan beşbininin atlı ve tam donanımlı halde hazır beklediğini  işaret eden çeyrek daire ve zırh işareti de kralın yanına çizilmişti. Zırhlar ve atlılarla ilgili tasvirin altında daha ayrıntılı betimlemelerde de yine bu ordunun en önünde duracak en az bin tane tekerlekli savaş arabası olabileceği yönünde bir uyarı da bulunuyordu. Bu ayrıntılar dikkat çekmeyecek ancak yine de gözden kaçmayacak bir tasvir biçiminde eklenmişti. Ayrıca buraya gelirken arkasında bıraktığı  ikametgahının görkeminden bahsedilmiş, evinde aslanlı rölyef ve tunç kapı kolları bulunduğu da çizimlerin sonunda kendine yer bulmuştu. 

Kader tabletlerinin sorumlusu olan tanrılarının yerlerinin azalıp onları temsil eden büyük taşların tapınaklardan uzaklaştırılıp kral heykellerinin öne çıktıkları bu  dönemde, geceleri aşağı inip  günlük meselelerinde yargıçlık yapan güneş için de benzer bir son yaklaşıyordu. Güneşin kalbinin yeryüzünde kaldığı ve yeraltından kaynayarak çıkan suların onun derinlerdeki varlığının bir işareti olduğu kabul gören bir hikayedir. Güneşin hükümdarlık etmek üzere yeryüzüne indiği zamanlar için anlatılan bir diğer hikaye de şöyledir.

 

Güneşe Kurulan Tuzak

 

Yağmalanan mallar ve savaşlarda elde edilen köleler bir zaman azalınca halkta hoşnutsuzluk oluştu. Hükümdarlarının işini ve gücünü küçümsediler. 'Bütün gün gökte dolanıp durmada, yaptığı önemli bir iş de yok, bize savaşlarda yardım edecek savaşçı ve hırslı bir hükümdar lazım' denilip bütün gün göklerde dolaşan güneşi tuzağa düşürüp cezalandırmaya karar vermişlerdi. Böylece daha sonra hükümdarı beşer yıl arayla çoğunlukla zehirleyerek öldürdükleri krallarının mezarlarının yanına defnedeceklerdi ancak imparator yargıçlık ederken çok güçlü göründüğünden onu güneş halindeyken yakalamaya karar verip, çelikten ördükleri geniş bir ağla günlerin sonunda son göründüğü  tepeye çıktılar. Görünen ilk tepenin arkasına düşmediğinin anlaşıldığı bir akşam bir sonraki tepeye ilerlemek için başka bir zamana sözleştiler ancak rahiplerinin hainliği onları ele verip dönüşte  meydanda  bekleyen askerler tarafından yakalanıp kurban edilmek üzere tapınağın altındaki hücrelere kapatıldılar. Şehirlerindeki keşif gezisi önerimizi makul bulan gizemli ve konuksever  evsahipleri bize de birer gözdağı olarak bu tapınakların birinde üst üste dağınık biçimde yığılı duran böyle binlerce kurukafa   gösterdiler. Aslında muhtemelen sayı bundan çok daha fazladır.  Görünen o ki halk  göğe çıkmış olan eski hükümdarlarının öfkesini yine de çekmek istemiyor.

 

Geri Dönüyoruz

 

Dönüş yolunda  kendi paralarıyla anlaştığımız  büyük bir İspanyol gemisiyle açık denizlere henüz çıkmamışken kaptanın gördüğü bir korsan gemisini kovalaması, akdeniz limanlarında ise gemicilerin çokça gelip gittiği meyhanelerde bazı kadınlar görünmesi dışında önemli bir durum yoktur. Kafirin bütün topraklarında her zamanki gibi karışıklık ve dağınıklık hakimdir. Uzak yerlere hücum etmiş krallar yorgun ordularıyla savaş halinde birbirlerine girmiş, başı bozukluk ve kıtlık içindeki toprakları  tek ve gerçek cihan hükümdarının himayesine  ve üstün toplayıcılığına muhtaç halde saltanatın kanatlarının kendilerine ulaşmasını beklemektedir. Bu kadınlardan bazısının korsan gemilerinde erkek kılığında da iş gördüğü rivayet edilmektedir.

 

Kapı Kapanıyor

 

Burayı suların kokusunu çok uzaklardan alan aç bir tazının peşinden gelerek bulduk. Kayaların içinde onu ancak emekleyerek takip edebildiğimiz dar bir tünele girdi. Yukarılardan tepenin dik yamaç kayalarının arasından  ışıklanan geniş bir boşluğa vardık. Bu tuhaf ve serin boşluğun, daha önce tepenin aksi yönünde rastladığımız mağaradan kiliseye çevrilmiş yerin aksine büyük ve gizli bir yer olduğunu düşündüren ruhani bir havası vardı. Bizler altın ya da mücevher peşindeki  basit mezar soyguncuları olmadığımızdan boşluğun zeminini dolduran suda serinlemek ve araştırma amaçlı içeri girmenin uygun olduğuna karar verdik. Aşağıda sular biriktiği yerlerden duvarlara yeşil yansımalar yaparak akıyordu. Eskiden bir su kanalı olduğuna inandığımız harabeleri takip ederek ilerlemiş ve uzun aralıklar yapan boşluklara rağmen aynı yöndeki izlerin peşinden suların toplandığı bu alanı bulmuştuk. Bizimle birlikte gelen ve bizim kaderimize ortalık edeceği anlaşılan yolcunun tazısı da dili damağına yapışmış halde suyun kokusunu alarak önden gitmişti. Burası kaynak olmalıydı. Kanal bir yerlerden kırılmış, su yeraltına akıyordu.  Ancak aşağıya giden başka bir yol olmadığından kayaların arasından geçip aşağı sallanarak karanlık suların içine atlamak gerekti. Dönmek için kayalara bağlı bir halat sarkıtıp  sütunların yarısına kadar zaten yaklaşmış olan suya birer birer atladık. Duvarda  kare siyah bir taşı içeri doğru ittirdiğimizde kolayca yukarı doğru yavaş yavaş açılan ancak  daha sonra arkamızdan kapanacak olan taş kapıya varmadan evvel,  dar bir yoldan yukarı sarmal biçimde tırmanıp bir boşluğa doğru çıkan hayli zahmetli ancak gayret-i cahiliye, abes ve fuzuli bir işe mümasil başka bir taş merdiven gördük. Kafirlerin yaptığı şeytanca işlerden tanrıya sığınırım. 

Kitabenin önündeki tacı almak üzere çektiğimizde kapı arkamızdan sert ve gürültülü biçimde kapandı. Allahın bir işareti olarak görünen bu tacı da yanımızdaki diğer parçalara katıp getirememizin önündeki engel budur. Buradan  çıkışımızın güç olduğu bellidir. Daha fazla hayatta kalabilirmiyiz bilmiyorum. Bir yerlerden hava tazeleniyor ama çıkışı bulamadık. Pencere ya da gizli bir merdiven yok. Kapı kapandığından beri içine şeytan girmiş gibi bağırarak  dört dönen yol arkadaşım da kılıcımın ucunda huzura erdi. Nefsinde telâşın kesilmesi için hâsıl olması gereken kalb huzuru ve sükûneti kaybolmuş, vesvese, tasa ve telâş içinde ızdırab çekiyordu.

Parşömen "Yolcu kaya duvarı parçalamayı denemişti ancak toprağa ulaşamadık.  Bugün dördüncü gün." diye sona eriyordu

 "Büyük kapı o günden beri kapalı olmalı." diye fikir yürüttüm. "Ta ki biz buraya gelene kadar. Bir başkası dışarıdan içeri girene kadar kapı kapalı kalıyor." Başka bir yazı ya da gizli bir işaret bulmak için parşömeni incelerken  "Kuyu zaman içinde genişletilebilir, aşağıdan sarnıca geri dönüş yolunu daha önce keşfetmiştik, kapı kapansa dahi  tacı alabiliriz"  dedim. Marla parşömeni rulo yapıyordu. Tacın bir an mumla tutuşturulmuş meşalenin ışığında bordo ve turuncu ışıltılar saçtığını sandım. Yaklaştığım bir anda "Ona dokunursan, bana dokunamazsın" dedi Marla.  Gittiği uzak ülkede latince ile yazılmış eski kitaplar okumuş ve maksadı  bilinmeyen nesneleri efsunlu yahut lanetli kabul eden batıl bazı itikatlar edinmişti. Dar koridorlar ve alçak tavanlı odalardan geçip kileri yağmalamaya devam etmeyi önerdim. Aklımda tacı yeniden konuşmak için zaman kazanmak vardı. En azından ölüleri gömmeliydik. "Buradan çıkmalıyız" dedi Marla. "Onu alamayız ve buradan hiçkimseye söz edemeyiz."

Kumların arasında uyuyan eski şehirlerde kimler dolaşıyor?

Kilitlerini ateşin açtığı mumdan saatleri sen biliyorsun

 

Mühüre, getirdiği diğer şey neyse ona ve taca dokunmamaya  karar verdik. Yazıya ya da kayalıklara başka gizli bir iz ya da işaret bırakmadım. Kişinin kılıcını ölenlerin kıyafetlerini meşalelere sarıp yakmak için paçavralara parçalarken sarnıçta kullandık ancak yanımızda götürmedik.  Eşiğe geri dönüp siyah taşı geri ittiğimizde kapı sertçe aşağı indi. Suya atladık. Bu tuhaf yeraltı sarnıcı şimdi onu ilk bulduğumuzdaki halinden daha başka görünüyordu. Ay dolunaya vardığı zaman yeniden yola çıktık. Vadiye geri dönmek için içeri girdiğimiz yolu kullanmıştık. Mağaranın sonundaki asma kapı, dümeni andıran çarkı çevirerek  yukarı çekilip kapandığında, onu ilk bulduğumuzda olduğu haliyle  toprakla örttük. Yazının içinde yerleri ve yolları değiştirdim. Buranın sözü bir başka yerde daha geçmedi.

 

 

 



                   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ruhun sessiz ışığı, an beni

 

                       

Dördüncü Bölüm

 


Zaman yüzümü gölgeledi  ve  gerçekte sahip olmadığım karanlık huylarla dolu kötü bir mizacın çizgilerini yüzüme çizdi. Yüzüm hayat yolunda çektiğim ızdırabı anlatmaktan iyice uzaklaştı. Bilge insanların öğüdünü tutarak kendime sordum, kendi içimi araştırdım kötülüğün kaynağı nerededir ? Uzattığım sakalım da sivri ve düz biçimde çeneme yaklaşarak iyice korkunç bir görüntü almıştı.

Hiçbirşey daha iyi olmadı. Uzun zamandır yazamadığımdan ve ne zaman yazabileceğimi de bilemediğimden geçtiğimiz yolları ayrıntılarından uzak bir halde kalan sayfalara not ediyorum. Bir daha yazamazsam buradan sonrasında da önceki üslup dikkate alınıp korunsun. Olanlar kalanlardan sorulup önce iyice bir araştırılıp bilinsin. Sonra eli kalem tutan biri tarafından defterler tamamlanılsın. Bu son dileğimdir. Allah tuttuğumuz yolun yardımcısı ve koruyucusu olsun.

 

Aşikar olana kararlılıkla bakabilmek için geri dönecek cesareti toplamaya çalıştığımı hissediyorum. Bazı anlar bir daha dönmemeye niyetleniyordum oysa.

 

İstanbul'a vardığımızda sisli bir gündü. Öğleden sonra sandalla denizin karşısına geçerken puslu kirli bir güneşten başka uzakta sadece kız kulesinde yakılmış fenerlerin ışığı seçilmekteydi. Yanımızda tam kıyıdan ayrılırken sandala atlamış  paçavra kıyafetleri içinde iyice belirginleşmiş güçlü bakışları olan tanımadığımız bir adam daha vardı. Sahile yaklaşırken kıyıdaki ihtiyar adama sandaldan bizi işaret etti. İndiğimizde onun ıslığına yanıt olarak gelen üç başka adamla birlikte silah tehdidiyle sessizce süslerden ve işlemelerden arınmış ancak geniş bir faytona bindirildik. Kılıç, silah ve diğer eşyalarımız bizden alındı. Kırbaç şaklamasının ardından gelen dört atın çektiği faytonun hareketiyle oturaklara gömüldük. Yol boyunca ne bir açıklama yapıldı ne de başka bir konuşma oldu. 

 

 

“Bazı rüyaları anlamadığımız için mi sürekli yeniden görüyoruz?” demişti Marla. Bunu sanki içimde kendimden başka bir ses gibi duydum.

 

 

Serin dar bir pasajın içinde ilerlerken önce gözlerimiz bağlıydı. Kollarımıza girmişlerdi. Az sonra uzaktan derin bir uğultu halinde gelen çarşının sesleri de (ya da belki sokaklara kurulmuş bir mahalle pazarıydı) kesildiğinde, gözlerimizdeki bağı açtılar ve uzun ve boş koridorlardan kendi ayak seslerimizin yankısını dinleyerek sessizce geçtik. Yüksek tavanlı böyle boş ve serin bir yerden daha önce bahsedildiğini duymuştum ama kimse tam olarak nerede olduğunu bilmiyordu. Geniş koridor duvarların yükseğine açılmış dar pencerelerden gelen zayıf bir ışıkla güçlükle aydınlanıyordu. Birkaç dönüş ve giderek daralan koridorların sonunda Marlayla beni ayırdılar. Onu bir hücreye kapatırlarken o da artık burasının Osmanlı istihbaratının sorgu merkezlerinden biri olduğunu çıkartabiliyordu. Dar bir koridordan penceresiz ve dışarıya hiçbir sesin ulaşmasının mümkün olmadığı kalın duvarlı bir sorgu odasına vardık. Oda bir sandalye ve eski bir falaka dışında boştu. İşkence aletlerinin muhtemelen daha alt katlarda başka bir yerde olduğunu düşündüm. İş oraya varırsa bildiğim herşeyi tüm açıklığıyla anlatsam dahi bunun üzerinde durmayacaklarını ve hikayeme inanmayacaklarını sezebiliyordum. Yanımda yabancı bir kadınla tuhaf kılıkta ve müşkül vaziyette dolaşarak şüphe çekmiş olmalıydım. Ardı ardına soruların geldiği uzun saatler boyunca kimlerden olduğumuz soruşturulsa da pek çok kişiyle irtibatta olmamıza rağmen hiç kimseden olmadığımız konusunda ısrar etmem bizi daha da şüpheli bir duruma düşürmüştü. Ne olursa olsun yalnız kalmalı ve tek başımıza atlatmalıydık. Buna kararlıydım. İstanbul’da daha önce bıraktığımızdan da gergin bir ortam olduğunu anlamaksa zor değildi ve saatler ilerleyince şehirde giderek daha fazla söz sahibi olmaya başlayan Kadızadelilerin ismini vermeye karar vermiştim. Uzaklardan geldiğimizi ve onlardan iş isteyeceğimi, Marla’nınsa yolda şahadet getirmiş inançlı bir müslüman olduğunu anlattım. Fakat sorulan soruların garipliği dolayısıyla sonunda ne cevap verirsem vereyim acayip görünüyordu. Meşhur ve düşmana korku salan dev top güllelerini yürüten güçlü tekerleklerin aynısını onlara biz mi yapmıştık? Net bir biçimde “Hayır” dedim. Yapılmasına yardım mı etmiştik ? Kafamı salladım. Öyleyse kim yapmıştı? Daha fazla bilmiyorum demenin beni iyice kuşkulu bir duruma düşüreceği ortadayken söyleyecek yeni hiçbirşey bulamıyordum. “Bozgun sırasında, yani biz kaçarken geride onlardan epeyce bırakmıştık” diyebildim. Herhangi bir yenilgiden hele ki öylesi bir bozgundan böylesi bir fütursuzlukla bahsetmem sorgucuların gözlerini beni de dehşete düşürecek biçimde çakmak çakmak etti. İçlerinden biri işi Fransa kralının yolladığı casusların evlerini göstermemi istemeye dek vardırınca boş bulunup “Bunu sizin bilmeniz lazım değil mi?” diye densizce bir laf ettim. Yediğim ters ve sert tokatın etkisiyle sandalyeden yuvarlanıp ne kadar olduğunu anlayamadığım bir süre taş zeminde hareketsiz yattım. Ardından geri kaldırıp sandalyeye oturttuklarında daha makul davranmaya karar vermiştim. Uysal ve korkak. Bu biçimde hareket etmemin sebebi soruşturmayı derinleştirmeye kalkmamaları, tanıdığım insanları rahat bırakmaları ve Kadızadelilerin ismini verince de güçlü ve arkası karanlık isimlere bulaşmamak adına bizi kendi hallerine bırakacaklarına dair duyduğum zayıf umudumdu. Çünkü ilerde sorguya alabilecekleri pek çok masum şüpheli, sorulan zekasızca sorulara yanlış veya kuşku uyandırıcı biçimde verecekleri yanıtlarla herkesi güç durumda bırakabilirdi. Doğrusu paşanın adamlarından da tekkelerden de, diğer tanıdıklarımdan da bunu yapabilecek tıynette nicelerini görmüştüm. Yapacağım olası bir hata herkesin kellesini birdenbire tehlikeye atabilirdi. Fakat o sırada onları tanıdığımı sezdirmeye uğraşırken hesaplayamadığım detay, Kadızadelilerin epeyce bir süredir saraya da istihbarata da sızmış olabilecekleriydi. Birkaç güne kadar da sandığımdan daha da güçlü bir konuma ulaştıklarını öğrenecektim. Sorgu odasından alınıp hücreye kapattıklarında birbirimize seslenmememiz için uyarılmadan önce Marla’ya nasıl olduğunu sordum. Aynı koridorun karşı kanadında uzakça bir yerdeydi. Marla’yı her nasılsa ciddiye alıp soru sormamışlardı. Muhtemelen bir kadını hele ki yeni müslüman olmuş yabancı bir kadını sorgulamak ve ondan bir şeyler öğrenmek ihtiyacının hissedilmesi gurur kırıcı görünmüş olmalıydı. İki gün hücrede tek başıma kaldıktan sonra çıkartılıp aynı kara göz bağıyla bağlanıp aynı serin ve kapalı yoldan sessizce aydınlığa doğru yürüdük. 

 

 

“çocukluğumda yağmur yağdığında bütün dünyaya yağmur yağıyor sanırdım” demişti Marla oradan ayrılırken.

 

 

Faytondan indirildiğimizde İstanbul’un bilmediğim sakin bir yerindeydik.  Eşyalarımızda eksikler vardı, silahlarımız alınmıştı. Güneşin altında yalanıp duran tombul alaca bir kediyle gözgöze geldim. Yanımızdan ayrılırken artık serbest olduğumuzu söylemiş olsalar da, bırakıldığımız sakin sokakta daha birkaç adım atamadan, önünden geçip gitmeyi umduğumuz büyükçe bir halıcıdan çıkan kaba ve zebellah gibi dört adam tarafından önce içeri çekildik, ardından da dükkanın önünde bir anda beliren, perdeleri tamamen kapalı başka bir faytona bindirildik. Bizi taş duvarlarla çevrili kalabalık bir tekkeye götürdüler. Çok güçlü ve ne işlerine yaradığını anlamadığım demir bileklikleri olan adamlardan biri yol boyunca gözlerini Marla’nın üzerinden çekmemişti. Aşağı indirildiğimizde bizi faytondakilerden daha az meraklı görünmeyen ancak daha uysal ve merhametli bakan başka gözler karşıladı. Getirildiğimiz tekkenin geniş bir bahçesi, ortasında şadırvanın etrafında şakırdayan suları ve taş duvarları saklayan eflatun ve turuncu ortancaların önünde bolca açelya, biberiye ve lavanta çiçekleri vardı. Kaçmaya çalışıp çalışmayacağımızı anlamak için bizi bir aralık serbest bıraktılar, herkes birşeylerle meşgul görünüyordu. Bize yapabilecekleri herhangi bir şey için onlara yol göstermek niyetinde olmadığımızdan sessizce bekledik. Sonunda salondan içeri kabul edildiğimizde yaptığımız konuşmalar sorgu odasındakilerden daha az saçma değildi. Kadızadeliler kendi isimlerinin zikredilmesinden rahatsız olmuş ve işin aslını öğrenmek üzere bizi istihbarattan almışlardı. Tarikat ehilleriyle araları hala açıktı. Seneler sürecek yasakların çıkartılıp uygulanmasının arkasında onların olduğu da açıktı. O sırada benim göremediğimse tarikat ve yeniçeri tayfasının bazısının ilerde sadrazamlığa getirmeye niyetlendikleri aklıselim ihtiyar bir adamı yavaş yavaş yukarı doğru almakta olduklarıydı. Savaştan beridir garip gurbet ellerde gezdiğimizi ve onlardan iş istediğimi anlattığımda Kadızadeliler tuhaf birşeyler döndüğünden şüphelenseler de bunun üzerinde durmayıp, tekkelerde yanımda Said denen bir adamla çokça birlikte görüldüğümü söyleyerek açıklama istediler. Şehirdekilerin Said’in ve benim onca zamandır nerelerde olduğumuzu bilmediklerini ve bizim uzun zamandır savaşta öldüğümüzü düşündüklerini çıkartabiliyordum. Said’in İstanbul’a uğrayıp köylerine at sürdüğünü ve peşinde kara şövalyelerden dördü olduğunu henüz ben de bilmediğimden onunla yollarımızın imparatorluk topraklarının yakınlarında ayrıldığını anlattım. Geceyi orada rahatsız edilmeden geçirdiysek de ertesi akşama doğru tekkede kimden çıktığı anlaşılamayan bir zehir dedikodusu yayıldı. Buna göre ben, kıymetli Padişahı ve ulema takımını dönüşü olmayacak biçimde zehirleyecek, bedene girdikten haftalar sonra sinsice öldürecek eski usul fena bir zehirin sırlarını öğrenmek için yabancı vilayetlere gitmiş ve Marla’yı getirmiştim. Söyleyecek hiçbir şey bulamamam durumu kabul edip onaylamama yorulmuş olmalı ki kalabalık mahallede padişah düşmanlarının yakalandıkları haberi kendi adamları tarafından hızla yayılırken çöken karanlığın içinde kalabalıklaşan insanların taşıdıkları meşaleler göründü. Halk kahvelerden ve camilerden çıkıp buraya yürümek üzere toplanıyordu. Bu hal ve hareketleriyle Kadızadelilerin kendi yapmak istediklerini mahalleliye yaptırarak olası bir çatışmayı yahut saraya karşı yapmak zorunda kalabilecekleri olası bir açıklamayı da önleyeceklerini sezebiliyordum. Kafamı kaldırıp yıldızlara baktım. Kaderin bize çizdiği yolun artık sonuna geldiğimizi düşünüyordum. Kalabalık içeri girdiğinde yahut bizi teslim etmeye kalktıklarında bellerindeki kılıçlardan birine atılıp elimde kılıçla dövüşerek can vermeye kararlıydım. Ama daha önce Marla’yı öldürmeliydim. Ona baktığımda aklımdan geçenleri anladığını ve bağışladığını duyuran şevkat ve merhamet dolu bir sıcaklık yayıldığını hissettim. Tekir bir kedi ön patilerini mermere dayayıp olan bitene aldırmadan şadırvandan su içerken uzaklaştırıldı. Bahçedeki dut ağaçlarının ani bir esintiyle yavaşça sallandıklarını gördüm. Yakınlaşan kalabalığın yarılmasına neden olan silah sesleri duyuldu ilkin. Bizi içeri alıp apar topar bir odaya kapattılar. Zamanında Said’lerin atlarını alan ve evlerinde bir gece konakladığımız Paşanın adamları tekkeyi sarmışlardı. İçerdekiler önce tüfeklerle direndilerse de yaralanıp içeri getirilenlerin sesleri dışardan gelen seslere karışırken, toplanan kalabalığın yeniçeri ağalarına haber gittiğini öğrenince dağılmaya başlamış olmalarıyla kısa zamanda kuvvetlerini kaybettiler. Paşanın adamları kalabalıkla tekkedekiler arasında sıkışmaktan kurtulduktan sonra karşılıklı laf atışmaları seslenmelere ve giderek konuşmalara dönüştü. Yatsı ezanının okunduğu sırada Kadızadeliler bir bölük yeniçerinin mahallelerine doğru yolda olduğunu işittiklerinde çatışmayı daha fazla büyütmeden bizi teslim etmeye karar verdiler. Açılan kapılardan çıkarken beklediklerini bulamamış, yüzleri karanlık gölgelerle oyulmuş onlarca adam, ellerinde meşalelerle toplanmış halktan bu son kalanlar da homurtularla sessizce dağılıyordu. Tehlikeli mahallelerden geçmemek için hızlı adımlarla yürüdüğümüz dar kıyıdan tekneyle alınıp herhangi bir durumda kayıklarla ayrılmanın kolaylığı dolayısıyla yalıya götürüldük. Paşa o akşam yine sessiz geçen sakin bir yemekten sonra kahveler geldiğinde bize, Said’in kendisine, peşinde hayalet gibi dolaşan ve bir anda ortaya çıkıp bir anda kayboluveren, in mi cin mi oldukları anlaşılamayan garip adamlardan söz edip, İstanbul’da artık hiçbiryerin kendisi için güvenli olmadığını anlatarak köye at sürdüğünü açıkladı. Ancak onun yaptığını yapmamalı ve köye uğramamalıydık. Bizim için başka bir planı vardı. Gece, altı yedi odalı alçakgönüllü ahşap yalının penceresinden önümüzde akan denizi seyrederken Marla’ya olanları açıklamaya çalıştıysam da ilgilenir görünmedi. Hiçbir şeye şaşırmadığı gibi hiçbirşeyden korkmuyor oluşunu onun tuhaflığına bağlamıştım. “Said zor durumda” dedi sadece pencerenin önüne çekilmiş sandalyesinden kalkarken. Uzun bir zamandır ilk defa sakin, derin ve rüyasız bir uykunun içine bıraktım kendimi. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra paşanın adamlarından biri elinde büyükçe bir tomar mühürlü evrakla çıkageldi. Konuşmalardan anladığım kadarıyla Kadızadelilerin yükselişiyle beraber halkın büyük çoğu güvende olabilmek adına ve paşaların bir kısmı da saraya daha yakın olabilmek için uzunca bir süredir onlardan yana tavır almışlardı. Karışıklıkları dindirecek, kelleler uçuracak, taş taş üstünde komayacak güçlü ve zorba bir padişah beklentisi şehirde içten içe sürerken artık burada bizim için bir gelecek yoktu. Paşa evrakları karıştırırken bu kağıtların son dönemde memurluk eden ve çokça sürülen kendi adamlarından birine ait olduğunu açıkladı. Evrakların asıl sahibi memleketine sessizce dönerken Marla ve ben onun yerine uzak bir sürgün bölgesine Halep ve Rakka’dan da öteye denizin olmadığı kurak, çöl kıyısında bir vilayete gidecektik. Marla’nın da ayrıntılarını birkaç defa ona tekrarlattığımız artık evlenip müslüman olmuş bir eski esir olduğu hikayesi vardı. Bizimle gittiğimiz yerde temas kurulana kadar sessizce sıradan bir hayat yaşayacaktık. Ben elimdeki kağıtlara bakarken Paşa’nın “Atlarınız hazır” dediğini duydum, “Akşam yola çıkacaksınız.” Şehrin çıkışına dek bize eşlik eden adamlarıyla birlikte at sürerken muhtemelen öldüğümü sanan annemi, eski masalları, “İstanbul’dan uzak geçin” diyen Şeyhin sözlerini, korsanlık ettiğimiz ve savaşta geçen seneleri ve Marla’yı düşündüm. Onu hayal kırıklığına uğrattığımı hissediyordum.

 

 

 

atların yelelerini ince ince ören peri

 

sabahleyin atını pırıl pırıl, yeleleri örülmüş ve mutlu bulursun

 

o gün bundan haberin olmasa bile uzun bir yolculuğa çıkarsın

 

 

 

sana eski bir hikaye anlatayım büyücüler hakkında

 

 savaş alanında  görünen iblislerle başa çıkabilmek için

 

daha büyük ve karanlık varlıkları çağırmışlardı

 

tam zamanın çok eski bir varlığında

 

 ancak iradeleri onları yönlendirmeye ve durdurmaya yetmedi.

 

 

 

işte şimdi bütün hatırladıkların eski unutulmuş bir rüyanın izleri gibi

 

ve haritaya ihtiyacın yok kara ejderhanın gözlerinden ışığı kovman için

 

 

Marla'nın şarkısı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Beşinci Bölüm

 

 

Gece çok yorgundum. Sanki büyük bir gemiyi uzun ve geniş bir nehir boyunca tek başıma bir sandalla çekiyordum. Pencerenin sürgüsünü çekip açtım. Sıcak ve bulanık hava dışarı savruldu. Kargalar gaklamak yerine tuhaf ve içli bir konuşma tutturmuşlardı. Herşey geçip gitti ve şimdi ben buradayım. Neyi başarmam gerektiğini hiç bilmiyorum.

Sabaha karşı girdiğimiz yeni şehirlerde bizi daima sokak köpekleri karşılar, önce uzaktan havlar sonra yakına gelip koklar ve ardından neyin onları ikna ettiğini hiç anlayamadan kuyruklarını sallayarak şehrin çıkışına dek  yanımızda bize eşlik ederlerdi.

Birbirlerine uzun geceler boyunca bahsetmekten hiç sıkılmadıkları bu havlar gerçekte ne idi? Dünyadaki herşey küçük ya da büyük havlardan oluşuyor olmalıydı, yeni karşılaşacakları bir şeyin ismi şimdiden belliydi ve bir daha görmeyecekleri bir başka şeyi uğurlamak için söylenecek söz aynıydı. Coşkulu havlar, inildemeyi andıran kısıklaşan havlar ve başka havlar. Yol boyunca karşılaştığımız bütün köpeklerin sade dünyasına daima gıpta etmiştik.

Akraba evlerinden birine vardığımızda şekillendikten sonra kurutulacak  hamur yoğuran on kadar komşu kadını bir araya gelmiş halde bulduk. Güvertelerde kılıç kılıca çarpışarak can verenleri kol ve bacaklarından tutup sonsuzca uzanan denize  doğru savurduğumuz günler, savaşlarda ölen başka arkadaşlarım,  yorgun ve uykusuz geçtiğimiz yollar, her nedense unutamadığım ve nerede gördüğümü hiç hatırlamadığım ufka doğru genişçe yayılmış kırmızı gelincik çiçekleriyle kaplı düzlükler,  sanki bir hayal perdesinin arkasında usulca görünüp kaybolan ipuçları ve çıplak ayakla yürünen keskin bir kılıcın tedirginliğiyle uyandığımız her bir günün öncekinden daha farklı bir ufukta parlayan ışıltısı vardı aklımda. Köye girerken gördüğüm henüz olgunlaşmamış kavun tarlasından çorak bozkır yoluna doğru ite çeke çıkarmaya uğraştığı boz renkli, hüzünlü ve büyük ela gözlü eşeği ile birlikte, büsbütün kara çarşafa sarınmış Marla'ya ve tamamen basit ve yıpranmış kıyafetler içindeki bana şüpheyle bakan, vaktinden evvel derin kırışıklarla oyulmuş bir yüzün arkasında olabileceğine inandığım bir sır kafamı kurcalıyordu. Öte taraftan İstanbul'da vakitsizce sarsılıp değişebilecek iktidarların bizim için olası sonuçlarını ve  tehlikelerini düşünürken büyük halamın birdenbire gülümseyerek  yüzüme doğru uzattığı reçelli ekmeğe dikkatle  baktım. Geleceğimizi kuşlar söylemişti.  Erimiş çilek parçalarının üstünde tek tek seçilen dengeli dağılmış noktaları anlamaya çalışır gibi  seyrederken farkında olmadan yarattığım şüpheli bir sessizliğin içinde ısrarla ikram edilen kendi bahçelerinin çileklerinden yapılmış ekmeğin tadına bakarken herşeyin zaman zaman tahammül edilemez biçimde saçma olduğunu hissediyordum. Beyaz porselen demlikten teneke bardağa çay dökerken “Sizi akşam alacasında bekliyorduk” dedi halam. Komşu kadınlarsa çuvallarla döktükleri undan kış için hamur yoğuruyor ve pek çoğu ekmek tahtalarında bıçaklarla önlerine çektikleri hamurları ince ince şeritlere ayırıyorlardı. Kadınlar uzun süren sabır gerektiren böylesi işlerde olduğu gibi masal anlatan ihtiyar bir kadın çağırmışlar, tek gözü kısık sert ve ketum suratlı nine kendisine ikram edilenleri  sağlam azı dişlerinin arasına yerleştirdikten sonra keçiler gibi öğüterek çiğnerken bir yandan da masal anlatıyordu. Ondan açıkça hiç hoşlanmamıştım. Açılan beyaz hamurun önlerinde ince ince şeritlere ayrılmasını seyrederken  ilk defa orada unutulma ve tamamlanmanın sanıldığı kadar hoş ve iyi olanı ayakta bırakıcı bir etki yapmadığını düşündüm. Ketum suratlı ninenin anlattıkları çocukluğumuzda dinlediklerimizden de yavandı.  Kara peçeli bir adam balkonlardan avlulara, çatılardan çatılara, pencerelerden yollara atlıyor, sessiz geceyarıları ansızın yakaladığı düşmanlarını hep tek başına ve tam kalplerine aniden soktuğu kılıcıyla öldürüyordu.  Peçesini bir türlü hiç kimse açamıyor ve peçesi açıldığında neler olacağı ise sürekli bir masaldan diğerine geçerek anlatmayı sürdürse de belirsizliğini koruyordu. Geçen zamanların sonunda ayakta kalan nihayet  burada ayakta kalabilecek olandı. Unutulan gemici şarkıları yerine her yerde duyduğum aynı acı çeken ve yardıma ihtiyacı olduklarını düşündüren yanık seslerin iç çekişlerle adeta bir ağlayış tutturdukları tuhaf bir haliydi. Bu kara lanet masalların da başına gelmiş ve iyi olanlar hatırda tutulup kalacaklarına, dinleyen kalabalıklara daha hoş gelen basmakalıp kötü tekrarlar sonrakilere aktarılmaya devam etmiş ve giderek yayılmışlardı. Bahçeye çıktım. Marla güneşin sarı ve parlak aydınlığında ışıklar içinde ve çok güzeldi. Aklımda sanki böyle bir güzelliğin tutunabileceği başka hiçbirşey olmadığından, yanımda Marla olmadığında onun hayali, içinde yaşadığını sandığım masal diyarından uçup gidiyor ve ben onu her yeniden gördüğümde nasıl bu kadar güzel olabildiğine şaşırıyordum. Güneş ışığından kısılmış gözlerle çocukların arasından bir an için bana baktı. Onlara ormanda sazlıkların arasında bulduğu bataklık canavarını getirdiği değişik meyvelerle besleyen küçük bir kızdan bahsetti. Çocuklar onu seyrediyorlardı. Sonunda “Bunu bana tırmandığım ağaçta karşılaştığım bir sincap anlatmıştı” diye bitirdi. Marla çocukların arasına karışıp onlarla geniş bahçenin bir köşesinden diğer ucuna doğru çocukları görünmez bir halkayla kendine bağlamış gibi koşuştururken ev sahibi ve misafirlerinin tedirgin bakışlarını yakaladım. Marla yeni oyunlar bulmada ve bulduğu oyunları yönlendirmede öyle maharetliydi ki, gittiğimiz yerlerde onunla çocuklar arasında sihirli bir bağ kurulurdu.

Ertesi gün yeniden yola koyulurken cenazede ağlasın diye tutulan yasçı kadınların çığlıkları köyün öbür tarafından bile işitiliyordu. Yasçı kadınlar dövünerek ağıt yakıyor ve zaman zaman kimsesi olmayanlara yardım olarak cenazesinde ağlaması için para verdiğini bildiğim akrabalarımızdan biri de bahçedeki minderlerin birinin üstünde ölünün ardından gelenler için pişirilmiş helvadan kaşıklıyordu.

Geçtiğimiz başka bir kasabada öte beri almak için indiğim çarşıda, kahvenin önünde çay dağıtan bir delikanlının belli belirsiz  işaretini görüp bir çeşit gölge tiyatrosu seyreden kalabalığın arasına karışıp yan yana dizili taburelerin birine iliştim. Kışları bazı geceler ellerimizle ışığın önünde tuhaf şekiller yapar ve bu şekiller duvarlara büyük gölgeler halinde değişik hayvanlar olarak düşerdi. Bir kurt, bazen bir tavşan ya da boynunu ileri doğru atarak ilerleyen mutlu ve halinden memnun bir deve. Burada ise duvar,  oynatıcı ile bizim aramızdaydı. Işık onunla beraber, karakterleriyse tamamen renkliydi. Oyunun içine dalışımız gece bir yorgunluktan bir uykuya, bir uykudan bir rüyaya dalar gibi öyle belirsiz bir geçişle gerçekleşmişti ki perdede yansıyanları dışarıdan seyredenin de biz olduğumuzu kolayca unutmuştuk. Bunu bana hatırlatan acemi bir karagöz oynatıcısının gölgesinin perdeye düşmesi oldu. Kendi üstüne katlanıp yeniden eski haline dönerek konuşan bir tanesi diğerini pencereden çağırıp tekerlemesini yinelerken oynatıcının gölgesi olmaması gereken biçimde perdede görününce eğlencesine daldığım oyunu birdenbire çocukça bulup içime bu düşünceler ilham oldu. Oynatıcı  belki iki yana sallayacağı tefine uzanmıştı, belki perdenin arkasındaki mumu devirmek üzereydi, belki de sahnesi gelen başka bir karakteri hazırlıyordu. Kalkarken ordakilerin birinden benim işitebileceğim bir sesle yanındakine konuşurken Said’in öldüğünü öğrendim. Köye uğramaya karar verdim.

 

 

Çıktığımız yolculukta tehlikeli olacağını bile bile yolumuzu değiştirip Said’i aramak üzere köye uğrayacak olmamızı Marla hayli manasız ve tehlikeli bulsa da hiçbirşey söylemedi ve eve yaklaşırken bulduğumuz manzarayı sukunetle karşıladı. Çocukluğumun geçtiği tekkenin bahçesinde Said’in, şeyhin ve hastalıktan ve üzüntüden öldükleri söylenen kızlarından ikisinin mezarları yanyana birer büyük taşla ayrılmışlardı. Said’in atını uzaklarda bırakıp, geceleyin yürüyerek buraya varıp etraftaki yörük köylülerinden dahi gizlenerek hızla şeyhin evinden içeri girip çıkışının hemen ardından kara gölgeler de tekkeye ulaşmış, oradaki erkekleri, onlardan Said’in ve diğerlerinin nerede olduğunu öğrenemeyince kılıçtan geçirmişlerdi. Fakat kızlardan en küçük olanı sakince işaret ettiği dağ yolunun onları Said’e götüreceğini söylemişti. Ona baktım. Çektiği acı ona düşünceli bir hal kazandırmamış, döktüğü gözyaşı gönlünü kirinden pasından arındıracağı yerde sanki bir hatayla  çöken karamsarlıkla birlikte mukavemetini kırmış, içine bir kötülük düşürmüştü. Her daim korunduğunu bildiği dağ yolunu işaret etmekteki amacının bilgi vermek değil onları kolayca avlanıp öldürülmelerini sağlayarak intikam almak arzusu olduğunu çıkartabiliyordum. Bir süredir tekkede yatıp kalkan silahlı ve kalabalık bir grupla birlikte dışarı çıkıp kayalık uçuruma doğru yürürken hikayenin kalanını dinledim. Kara atlılardan yalnız biri dağ yolunu tutarken diğerleri onu ağaçların arasından takip etmişti. Said’in aralarına katılmasından sonra dikkatle yolu gözleyen  nöbetçinin seslenmesiyle yolda tek başına olan gizlenilen pusulardan tüfek atışlarıyla atından aşağı devrilmiş ve düştüğü yerde ölmüştü. Ağaçların arasından onu izleyenler pusudakileri bulmuş, çatışma başladığında Said de kılıcını çekip içlerinden birini yaralamıştı. Tüfekler yeniden doldurulup ateşlenene kadar geride bıraktıkları atlarına ulaşan buradakilerin gölgeler olarak çağırdıkları herhangi bir arma taşımayan çelik zırhlı kara şövalyeler şimdi bizimde yürüyor olduğumuz uçurumun yakınlarına dek at sürmüşlerdi. Said tek başına yol üstünde devrilenin atına atlayıp peşlerinden onları takip etmiş ve şövalyelerden onunla çarpışmak üzere atını durdurup geride kalan birini kayalıkların yakınlarında kılıç kılıca çarpışıp öldürmeyi başarmıştı. Kendisi de aldığı ağır yaralarla dağ köyü yolunun nöbetçileri henüz yanına varamadan düştüğü aralıkta canını teslim etmişti. Kara atlıların kalan ikisi uçurumun kıyısında atlarını terk edip kayalık açıklıktan denize atlamış ve sadece biri su yüzüne geri çıkmayı başarmıştı. Oraya vardıklarında daha ileri atlamış olanın suyun içinde zırhlarından kurtulmuş ve açıklıkta kendilerini bekleyen yelkenleri açılmış bir tekneye yüzüyor olduğunu görmüşler, arkasından ok atsalar da yetiştirememişlerdi.

 

Bekleyen teknenin öteden beridir savaş içinde olunan,  Malta  şövalyeleri tarafından gönderildiğini tahmin edebiliyordum. Rodos adası alındığından beridir düşman buraya yerleşmiş, açık denizlerde defalarca savaşılmış, manevra kabiliyeti yüksek gemilerle Akdeniz korsanlarıyla girdikleri çatışmaların ardından  nihayet Turgut Reis zamanında dört yandan üçyüz gemi, otuzbinden fazla adamla kuşatılmışlardı. Şövalyelerse o vakit altıbin kişilerdi. Ne var ki dört kat  kalabalık olunsa da savaş sert çarpışmaların ardından kaybedilmiş, donanma kuşatmayı kaldırıp geri dönmüştü.  Şövalyelerin yüzlerce yıl düğün bayram edip kutladıkları bu zafer aslında dar geçişlerle gemileri zorlayan, kara hücumu olmaksızın surlara yaklaşılmasını imkansız kılmış olan kale mimarının zaferi idi. Mimar kalesinin içine de gizli tüneller inşa ettirmiş, tünellerin vardığı dar mezar odalarında şövalyelerin yığınak yaptıkları, kuşatmanın başarılı olması durumunda dahi tüneller yoluyla  sırlarını yalnız kendilerinin bildiği dar labirentlere geri çekilip savaşa buradan aylarca devam etmek üzere saklanmış olan silahları, kılıçları, erzakla dolu odaları ve kuyuları vardı. Kargaşa ve çatışmanın yeni zamanlarda başlamadığı gibi sona da ermeyeceği anlaşılıyordu.

 

Denize baktım. Ufuk çizgisinin bu denli belirgin oluşunda sanki bir alaycılık vardı. Uçurumdan denize doğru atlayan diğerinin cesedini ise denizin yüzeyine yakın duran kayalıklarda parçalanmış halde zırhıyla birlikte bulmuşlardı.

 

“…suların altında uyuyan güneş  bir gün uyanıp göğe yükselmiş ve kuşların rahatça uçabilmesi için açılmış gökyüzünü itip daha da yukarı tırmanmış.” “Neden saklanıyormuş daha önce?” dedi Marla. “Bilmiyorum” dedim hemen birşey bulamayarak. "Peki gökyüzü açılmadan önce gök boşluğunun yerinde ne varmış?” "Hiçbirşey yokmuş" dedim köşeye sıkışmış halde. Bana inanmadığını açıkça belli eder bir biçimde baktı.

 

Tekkeden aldığımız yeni atlar, para ve öteberiyle sürüldüğümüz uzak vilayete giderken yine  terk edilmiş bahçelerde, ıssız ve bakımsız mezarlıklarda, derme çatma üç duvar ve  basit bir ocaktan müteşekkil kervansaraylarda, ucuz ve sefil hanlarda ve başka tanıdık evlerinde konakladık. Kaldığımız evlerdekilere de memur edildiğim görevi ayrıntısıyla anlatıyor, dinleyenler bunun böyle olmadığını çokça sezseler de duruma uygun hareket ediyor, anlattığımdan fazlasını  sormuyorlardı. Said’in ve tekkedekilerin ölümünün haberi bizim geçtiğimiz yerlere başka pek çok haberle birlikte gelmişse de daha fazlasını öğrenerek bunun bir parçası olmak istemediklerini hissediyorduk. Artık yazdıklarımla yakalanacağımdan korkmadığımdan ya da aldırmadığımdan herşeyi olduğu gibi anlatmaya meyilliyim. İstanbul’da işler sertleşince herkesi bir sessizlik ve çekingenlik dalgası sarmıştı. Gece yaklaşıyordu. Bahçedeki ağaçların altına atılmış gevşek döşeklerin ve kaz tüyünden yapılmış yumuşak yastıkların rahatlığına kendimizi bıraktığımız bir akşam, göz bebekleri her daim efsunlu bir sis içinde kıpırdanan  Marla'ya durup dururken, ona göre geceleri dolaşan kara peçeli adamın peçesi açıldığında ne olacağını sordum. Hiç duraksamadan “Onu görenler çığ altında kalmışçasına hissizleşir ve donup kalakalırlarmış acı içinde" diye fısıldadı Marla. Marla’nın bu gelişigüzel  yanıtı, tek gözü kısık ninenin anlattığı “kara peçeli adam” masalı aklımın içinde dönüp durmasın diye başından savar gibi verdiğini hissetmiştim. Yeniden hayallere daldığımı sezince bana uzak bir ülkede hiç çürümeyen bir cesetle ilgili çok eski bir efsaneden söz etti. Böyle şeyleri önceleri hiç konuşmazdık ama serinleyen havayla birlikte yaklaşan gecede, o gün sanki başka, büsbütün tuhaf ve cesaret verici yeni bir şey vardı. "Ölünce ne olacağını sanıyorsun" dedim. Gergin bir kedi gibi yerinde yavaşça doğruldu önce. "Hali hazırda ölü olmadığımızı nereden biliyorsun" diye tısladı gerinerek. Belkide toplandığımız o yeraltındaki yüksek tavanlı geniş ve taş  salondan hiçbir zaman çıkamamıştık. Hepsi hepsi bir rüya yahut anlatıcıları zamanın kumlarına karışmış uzun bir masaldı. Yerimden doğrulup Marla’nın seyrettiği manzaraya, birbirlerinden  kopup seyreldikçe hafifleyen, alev renklerine harmanlandıktan  sonra alçalan bulutlara baktım. Pembe ve turuncuya açılarak toz gibi dağılıyorlardı. Uzak tepelerin ardında çakan şimşeklerin ışıkları ve toprağı sarsan çatırtıları geldi sonra. Yaklaşan gri ve ağır yağmur bulutlarının altında, yamaçlarda kişneyip eşinen atlara baktım. Aşağılarda kalabalık bir sığır sürüsü ahırlarına çekilmek üzere yavaş yavaş ve sakince yürüyorlardı. Etraflarındaki neşeli ve oyuncu danaların hareketliliği bir an beni de neşelendirmişti. İlerde sazlıkların arasında yalnız başına duran bir kayık vardı. Burada artık bulanık ve dolambaçlı fikirlerle dolu kenttekilerin geride kaldığını düşünüyordum. Güneşin kızıllığı uzaklarda toprak evlerin duvarlarında pas rengine alacalanmıştı. Bir an, yeşil ve boş vadiler ve gri kayalıklı tepeler boyunca savrulan rüzgarların hiçbir zaman kaybolmadıklarına inandım.

 “…ve bugün hala oradan oraya esip dolaşan rüzgar, işte yine o ilk rüzgardır. Büyük denizlerin içinde nehirler gibi akan sulara üflenen o ilk sıcak ruhun nefesi…” 

Hiç kimseyi tanımadığımız ve uzun ağaçlarının altında aniden çöken karanlığıyla garip bir yol üstü kasabasının mezarlığında uyumak üzere çekildiğimiz başka bir akşamsa sessizdik.

“…ve sonunda hiçkimse geride bırakılmayacak öyle değil mi ?” diye sordu epey sonra Marla. Yüksek ruhların neden dünyayı terketmediklerini hiç bilmiyordum. Belki bu bir cevaptı, ama o an ona bir şey söylemedim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yeni bir masal daha anlatılacak mı? Yoksa hep söylenildiği gibi ‘hoşça kal’ mı demeliyiz ?

 

 

 

Altıncı Bölüm

 

 

Çorak topraklar aşıp geldiğimiz vilayet  zamanın asırlardır hiç akmadığı bir yerdi. Hiçbir zaman değişmeyecek ve içine sokulamadığımız katı bir kabuk bizi de sarmalayıp boğmaya hazırlanıyordu. 

Gördüğüm rüyayı anımsadım. Rengarenk yaprakları olan ağaçlar vardı yol kenarlarında. Ağaçlar dört mevsimi de yaşıyorlardı. Tuhaf, pırıl pırıl ve canlılardı. O kadar inanmıştım ki ne yapacağımızı bildiğine. Bu konuda tek bir kelime söylememiş olduğunu çok sonra düşününce yeni bir şey gibi buldum. Farkında olmaksızın bu konuda konuşmamış olmasını kendinden ve yapacaklarının kendi zamanını beklediğinden emin oluşuna bağlamıştım. Bunun başka bir açıklaması yoktu. Elbette sonsuza dek burada kalmayacak, vakti gelince söyleyeceği biçimde yola çıkacaktık. Oysa senelerce bekledik, önce bizimle bağlantı kurulmasını sonra doğru zamanın gelmesini.

Gelen evrakları açıp tasnifleme işi öylesine göstermelikti ki öğleden sonraları yapacak hiçbir şey kalmıyor ve yer sofrasının başından ayrıldıktan sonra verandaya kurulmuş genişçe sedirden tozlu yolların vardığı çölün sarı ışığına bakıyorduk. Bazen etkili, sözü geçen memurlardan biri geldiğinde kendini sevdirme telaşıyla etrafında aniden beliriveren kalabalıkta bir hareketlenme oluyorsa da çoğunlukla eğlencesiz dar bir çevrede boğuluyordum. Kendi başımıza alabileceğimiz yollar bitip tükenmiş, Marlada ise çeşitli tuhaflıklar başlamıştı. İlkin bunun nedenini ben de bilmiyordum. Çocuklarımız olmadığından bana gösterilen kadınlardan rahatsızlık duyuyor, hizmetçileri hakaretlerle kovduğundan sürekli değişiyorlardı.

Çok sonraları, tuhaflıklarının manasına ilişkin işaretler yakaladığımı düşündüğümde ben de onun söylediği şarkıya eşlik etmeye koyulmuştum. Ancak kimi zaman gerçekle oyun yer değiştiriyor ve ben neyin gerçek neyin oyunun bir parçası olduğunu çıkartamıyordum. Yakınlarından birine ilaç yaptığı gerekçesiyle hazırladığı şuruptan, yaşlandığı için ormana götürülüp öldürülecek bir köpeğin yemeğine karıştırdığını ve can çekişerek öldüğünü gördüğünü anlatmıştı kovulan hizmetçilerden biri. Bense bir başka gün eve girdiğinde Marlayı elinde bir silahla yatakta oturur halde bulmuştum. Başkalarına tekrarlarken ayrıntıları değişmesin diye gerçekten de yapıyorduk bunları. Bahçemizde gün boyu parıldayan güneşin sıcağından korunup yıldızlar görününce açan çiçekler vardı. Sonunda sadece geceleri kandillerimizin ışığı sokağa yayılıp şüphe uyandırmasın diye tahtalarla içeriden kapattığımız üst katımızdaki odalarımızdan birinde gizlice evde yaptığımız ve bodrumda toprağı kazarak inşa edip ahşaplarla desteklediğim gizli bir aralıkta sakladığımız şarabı içmeye başlamıştık. Küplerin içinde bekleyen şarabı tülbendin üstüne kevgir koyup doğru düzgün süzmediğimizden ekşi tadıyla birlikte ağzına gelen parçaları halıya tükürüp küfür ettiği gecelerin birinde Marla, daha sonra başkalarının yanında da sürekli yapacağı gibi kendini öldüreceğinden söz etmeye başladı. Ardından aniden gelen bir esinle giderek daha da tuhaflaşan masallar anlatmaya koyuldu. Onu yatıştıramayacağımı bildiğimden hep olduğu gibi sessizce dinlemeyi seçtim.

“…kan bedeli olarak altı genç adamın kafasının önünde kesilmesini istedi ve yumuşamadı, merhamet göstermedi. O senelerde cadıların yanlarından ayırmadıkları kedilerinin şeytanla bir ilişkisinin olduğu düşünülürdü. Cadı, güzel kedisinin ölümüne çok sinirlenmişti ve tuhaf, kaybolmuş artık kimsenin hatırlamadığı eski dillerin efsunlu sözlerini mırıldanarak şeytanını yardıma çağırdı. Şeytan ! Tanrının sevgili meleği ve yardımcısı ! İnsana secde etmeyi reddetmiş asi ! Cesur ve özgür lanetli. Ona insanların asıl yüzünü göstermeye niyetlenmiş…” “Kes şunu”  diye fısıldadım. Fıçının üstüne çıkmış, imparatorluk topraklarına girdiğimizden bu yana hiç giymediği geniş etekli elbisesini çocukların yaptığına benzer biçimde omuzlarının üstünden geçirip iki kanat gibi açmıştı. “Sonra” dedi. “Cadı, istediği can bedelleri ona ödenmeyince yaptığı karanlık bir büyüyle hastalıktan geçirdiği bütün bir klanı yok etmiş, ardından  başka klanlar da bu lanetli ölümlerin kendi başlarına gelmesinden korkarak yakalayabildikleri bütün cadıları yakmaya başlamışlar.” Yanyana uzanmıştık. Anlamsızca mırıldandığı bir kedi uykusundan uyanıp ondan o an hiç beklemediğim biçimde bütün iyimserliğiyle “Bir gün sence herşey çok harika olacak mı?” diye sordu. Parçalanmış ahşap zeminden fırlamış hızla hareket eden çok ayaklı böceklerden birini duvarda ezerken “Herhalde hayır” dedim. “Bunun için hiçbir sebep yok” Ama o rüyasında gördüğü annesinden öğrendiği çok eski bir efsane anlattı. Marlanın sabahın ilk ışıklarına dek yavaş yavaş anlattığı bu efsaneye göre, sessizce intikam almak için yüzlerce yıl toprak altında bekleyen  güzel tanrıça bir sabah uyanacak ve ızdıraplarını dindirmek için onlara yardım edecekti.

 

Onlara tuzak kurdum, karanlık ormanın hayvanlarına

Çürümüş bataklıklarından sürünerek çıkan zırhlı hayvanlar gibi

yakalamıştım onları

 

Marla’ya hala çok aşıktım ve yapabileceğim hiçbirşey yoktu. Sadece onun tuhaflıklarının dışarıya sızmaması için gayret sarfediyordum. Birkaç hafta sonra çoğunlukla anlamsız konuşmaların, yeknesak sohbetlerin edildiği toplantıların birinde aramızda neredeyse asırlardır kullanılan işaretlerin değişeceği bilgisi geldi. Kendimizi yeni bir hayat kurmaya başlayacağımız hayaliyle oyalarken gelen bu haber bize belki yine onyıllarca sürecek bir sessizliğe gömüleceğimizin bir işareti olarak görünmüştü. Hissettiğim hoşnutsuzluğu gizlemeye çalışarak kendi zamanımı beklemeye koyuldum. Vakti gelince neredeyse bir ay kadar kaybolacak ve yeni işaretleri öğrenmek üzere eskileri takip ederek benden başka kimsenin bilmeyeceği Mısır dolaylarında bir yere at sürecektim.

 

Beklediğim gün geldiğinde Marla üst kata çıkmıştı ve az sonra yatak odasında su dökündüğümüz gömme dolabın içinden patlayan bir silah sesi duyuldu. Salonda oturanlar birbirimize baktık. Aşağıda o sırada benimle oturanlardan durumu bilenlerin beklediği çığlıklar ve tartışmalar gelmedi. Bunun yerine önce büyük bir sessizliğin ardından eşyaların devrilişini andıran başka sesler yükselirken salondakiler merdivenlerden yukarı koşmaya başlamışlardı. Bense onun tuhaflıklarından bıktığımı belli eder biçimde herkesin yanından kimseye birşey söylemeden ayrılmıştım. Ancak atımı eğerleyip rotası henüz kesinleşmemiş yoluma koyulmuşken içim rahat değildi. Durup durup “Vesvese veren şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” diye tekrarlarken içim tedirginlik, şüphe ve kaynağı belirsiz fısıltıların beni adeta her nefeste geri dönme tereddütleri içinde bıraktığı endişelerle kamaşıyordu. Duyduğumuz ses, beklediğimiz ses değildi. Marlanın o sırada orada bulunan hizmetçinin ona engel olarak duvara doğru ateşleyeceği silahı ve karşılıklı bağırışmaların yükseleceği planlanan duruma uygun değildi. Marlanın ölmüş olabileceği fikriyle ilk defa o an karşılaştım ve kendi kendime yaşatmaya çalıştığım belirsizliği sonuna kadar korumayı amaçladığım oyunlar oynamaya başladım. Vardığım yerden aldığım bilgilerse rahatlatıcıydı. Aramızdan bir kısmını dışarıda bırakmak için işaretlerin pek çoğu  değişmişti. İstanbul’da işler yoluna girmekteydi ve yakın zamanda oraya kendi ismimle tayinim gerçekleşecekti. Fakat hala Marla’nın yaşadığından emin değildim ve kesin bir cevapla karşılaşmamak için hiç dönmemeyi düşündüğüm çokça zamanlar oldu. Aklımın içinde ayrıntıları değişse de hep aynı görüntüler dönüyordu. Silah boşlukta patlamalı ve üst katımızdan hizmetçinin yardım çığlıkları gelmeliydi. Marla’nın odasından gelen sesse bir tüfek sesiydi. Yolunda gitmeyen bir şeyler olmuştu ve ben kararlaştırıldığı gibi evimizden çıkmak zorundaydım ve çıkmıştım. Rahatsız edilmeden ikinci defteri de ayrıntılı biçimde kaleme almaktan vazgeçip haftalar sonra eve döndüğümde Marla’yı yatakta yüzünün bir yarısı işlemeli zarif bir maskeyle örtülü olarak buldum. Hayatımın bana geri verildiğini hissettim. Gökyüzündeki yıldızlar tek tek yerlerine geri döndüler. Bedenimi sarsan uğultu karanlık bir ormanın gece sessizliğine karışıp kayboldu. Savaşlardan, top patlamalarından, aşklardan, gemilerden, yaban kazlarından, atlardan ve başka şeylerden yapılmış olan tanıdık dünya yeniden yüzünü göstermişti. Rüyalar, masallar ve başka yolculuklar vardı bu dünyada. Uyuyan insanlar, çimenler, taş kagir karışımı evler ve su kuyuları, köpekler vardı. Ona neden öyle baktığımı merak ediyordu Marla.  Tüfekten çıkan kurşun kapıya saplanmış, saçmalar yüzünün bir yanını parçalamıştı. Maskeyi araladığında izler gördüm birbirine yakın. Son gölgelerin de dağıldığını hissettiğinde uzun bir aradan sonra ilk defa gülümsediğini gördüm. Beyaz bir tül onu yapmak zorunda kalacağı olası açıklamalardan ve meraklı gözlerden koruyabilirdi.  Ancak bunun şimdi bir önemi yoktu. Marla'yı hayatta bulmak, gözlerinden yabancı ve tuhaf bakışların çekilmiş olduklarını görmek, yol hazırlığının başında olması, İstanbul'da birlikte ve daha başka bir hayata sahip olacağımıza dair sarsılmayan inancı, olağanüstü ve paha biçilmez bir karşılamaydı. Geceler boyu yan yana uyuduğumuz, başka başka rüyalar gördüğümüz, baş ucundaki lambanın kısık alevinde gizli sırların fısıldandığı, o ana dek bilinmeyen karanlık bir dünyanın bize yaklaştırıldığı ya da bazı geceler dünyanın geri kalanı tarafından büsbütün  unutulduğumuz duygusu içinde birbirimize sarıldığımız ve yakında terk edeceğimiz büyük yatakta onun yanına oturdum ve kısık bir sesle olanları dinledim. Planlandığı gibi Marla silahı odasında eline alıp  kafasına doğru doğrulturken onu engellemesi konusunda defalarca uyarılmış olan hizmetçi Marla'nın bunu yapmadığını görünce duvarda asılı duran ve daha önce kendisinin ateşe hazırladığı tüfeği çekip ona doğru ateş etmişti. Kurşun Marla'yı geçip kapının kenarına saplanmış ancak saçmalar yüzünün bir yarısını yaralamıştı. Hizmetçi daha sonra Marla'nın elindeki silahın tetiğine  asılmak için atılmış ve aşağıdakiler oraya ulaşana dek boğuşmuşlardı. Bu, bize istediklerinde ne kadar yakına sokulabildiklerini gösteren son büyük işaretti. Hizmetçi kadın yatak odamızda boğularak ölmeden önce uzunca can çekişmesi süresince hiç kimsenin ismini vermemişti. Bizse hizmetçinin Marla’yı gerçekten kendini vurması beklentisi ve yaptığı hatayı da göz önüne alarak bütün bu tuhaflıkların iyice düşünülmüş olduklarını bilenler dışında kalanları şüpheli olacak biçimde ayırdık ve aylarca izlemeye başladık. Marla uzun zaman sokağa çıkmadı. Kimi ölü olduğunu düşünüyor, kimiyse aklını tamamen kaybetmiş olduğuna yemin ediyordu. Güçlükle hayatta kalmaya uğraşan bir insan topluluğunu tamamen ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. Etkisizleştirmiş, aralarındaki bağlantıları neredeyse tamamen koparmış,  son  irade ve bilgi sahibi insanların dahi çok yakınına dek şüphe çekmeden içeri sokulmuşlardı. Onlar bizden hoşlanmıyordu, biz de onlardan. Savaşın bir sonu olmayacağı açıktı.  Ardından ne yaptıklarının farkında olduklarından suçu sabit görünenlerin başlarına tuhaf işler geldi. Kimisi bir yağmurda düştüğü çukurdan çıkamadı, bazısı sığ bir nehirde yosunlu bir kayaya ayağını basıp kayarak başını taşlara çarptı, kimisininse at arabası ailesiyle birlikte uçurumdan yuvarlandı (bunun nasıl olduğunu biz de bilmiyorduk)  bazısı da çiçek hastalığından sürüldüğü bir köyde ya da kumar masasında çıkan kavgalarda öldüler. Sonunda bizim için İstanbul’a geri dönme vakti geldiğinde ikinci defterin ilk sayfalarını yazdığım kasabadan getirdiğim yeni işaretler aramızda yerleşmişti.

 

Marla, yüzünün hiçbir zaman tam olarak iyileşmeyecek kısmı için eski memleketindeki tuhaf müzikli toplantılarında taktıklarını andıran maskelerden birini yaptırmıştı. Bunu bir peçe ile değiştirmeyi kesin biçimde reddetti. Ama canımı sıkan sadece bu değildi. Said’in hikayenin geri kalanının ayrıntılarını hiç öğrenemeden ölmüş olduğuna üzülmekteydim. Onun limandaki işaretin sadece göstermelik olduğunu sezdiğini hissetmiştim ama Marla’yı ararken yolda karşılaştığımız ve hiçbir şey bilmediklerini söyleyenlerin hemen hepsinden bizi Marla'ya ulaştıracak bilgileri aldığımızı hiç farketmemişti. Said’le bu yüzden çok tartışmış ve onu gitmemiz gereken yöne çekebilmek için çok çaba harcamıştım. Çünkü yüzümüze bakıp bilmediklerini söyleyenlerin elleri de gözleri de kendi tuhaf dillerince daima bize yolu gösteriyorlardı. Said sadece son anlatılan masaldaki ortaklıklardan bulduğum ipucuna inanmıştı ki bu da Marla’nın hazırladığı sade bir ‘hoş geldin’ şakası yahut kendi meşrebince yaptığı bir çeşit selamlamaydı.

İstanbul’a dönmek üzere eşyalarımızı topladığımız günlerin birinde rüyalarını yorumlaması için kızıyla birlikte evimizi ziyaret eden kadınlardan birine Marla köylülerin korkularından beslenerek geceleri canlanan devlerin üzerine giden savaşçılardan bahseden son bir masal anlattı:

Yolun savaşçıları sade, sakin, cesur ve iyiymişler. Uzun maceraların sonunda dağlarda karşılaştıkları bir büyücü onlara üç hediye vermiş: Her attığını vuran sihirli bir yay, zalimleri ayırıp döven büyülü bir sopa ve atın kendisine ve üstündekine görünmezlik veren eyer.

Ve sonunda büyük dağların içini oyup tek gözlü kötü devleri içine hapsetmişler. Ancak oranın köylüleri birgün dağların içinde neler olduğundan habersiz, ekinlerle yüklü tarlalarından uzak geçen nehrin yönünü değiştirmek için dağın eteklerine tırmanıp  nehrin  yatağına kayalar yuvarlamışlar. Kayalar yuvarlanırken gürültü giderek artmış, sonra  daha da yukarılardan toprak ve kaya parçaları sökülerek gelmeye başlamış ve en sonunda kocaman dağ köylülerin üzerine devrilince de devler yeniden serbest kalmışlar. Ama devlerin ayakları da birbirine bağlıymış ve böyle olduğu için fazla uzaklaşamadan onları oraya hapseden cesur kahramanlar tarafından çabucak öldürülmüşler. Aslında Marla'nın bu noktada seçtiği kelimeler tam olarak "Kılıçtan geçirilmişlerdi"

 Annesiyle gelen küçük bir kız ona masalın sonunda “Neden artık kahramanlar etrafta dolaşıp kötüleri kılıçtan geçirmiyor?” diye sordu. Marla ona gülümseyip gitme zamanının geldiğini anlatmak için kıyafetlerini hazırlamaya koyuldu. Ertesi sabah yola çıkacaktık.

İstanbul’a doğru yola çıkmadan önce geçirdiğimiz son gece ben de gördüğüm bir rüyayı sabah Marla’ya anlattım. Dışarda güzel çocukların sevinçli çığlıkları, çağıldayan ırmak, kuzuların o sırada özleyeceğimi sandığım meleyişleri, cıvıl cıvıl kuş sesleri, yeşil otların üstünde dolaşan rüzgarın fısıltıları vardı. Gece yağmur yağarken bahçedeki ağacın geniş yapraklarında birikmiş sular herşeyi içeriden sessizce takip edebilir gibi sakin bir esintide yavaşça toprağa geri dökülüyordu.

 

 “Said’i gördüm” dedim ona uyandığımda. “ve tam olarak nereye gitmemiz, ne yapmamız gerektiğini söyleyen hazine değerinde bir harita” Anlattıklarım uzun bir rüyadan çok tuhaf bir masalı andırıyordu.

 

 Onunla birlikte elimizdeki haritanın götürdüğü yere ulaşmak için onlarca gölge savaşçıyla kılıç kılıca savaştık ve sonunda yüksekçe bir dağın yamacında keşfettiğimiz  kayaların önünü kapattığı dev mağaraların karanlık dehlizlerinde yol alıp, onlarca tuzak, gözleri ölü bakışlı savaşçılar, loş ve derin kuyuların dibinde büyümüş zehirli ağaçlar gibi keskin dikiklere doğru sürükleyen hayaller, yükselirken bizi boğacağına inandığımız sel suları ve ağzımızın içinde çakıltaşlarına dönen böğürtlenlerle yüklü, canlı bir yılan gibi kıvranan çalılardan  geçip  kendiliğinden tutuşmuş meşalelerle aydınlatılmış parlak altınların arasında ufak bir sandık bulduk. Geri dönüş yolunda başka gölgeler, kanatlı başka tuhaf yaratıklar, arkası karanlık ağaçlar vardı. Ama yüklendiğimiz altınlar, mağaradan çıkarken birdenbire toz olup rüzgara karıştılar; mağaranın girişi ise arkamızdan dökülen kayalarla daha önce ellerimizle onları aralayıp açmamışız gibi kapandılar ve geçtiğimiz yollarda aştığımız gölge savaşçılar da onları ilk gördüğümüzde oldukları gibi taştan biçimlenmiş halde yeniden  belirdiler. Elimizde kalan tek ufak ahşap sandığı da sonunda güvende olduğumuza inandığımız bir gece açmayı başardığımızda, içinden sadece bizi hazineye götüren haritanın tamı tamına aynısı çıktı. Sandığı kırmaya ya da yakmaya çalışarak başka bir laneti daha üzerimize çekmeden, birilerinin daha bulamayacağına inandığımız biçimde onu yeniden saklamak için Said yumuşak toprağı kazmaya koyuldu. Bense sandığın açık kapağındaki kıvrımlı boşluklardan ve oya gibi işlenmiş zarif kenarlarından sızarak bizi mağaraya götüren haritanın üstüne doğru düşen -daha önce her nasılsa dikkatimi çekmemiş-  soluk oyuntuların zayıf ışığına baktım. Haritanın kendisindeki rasgele karalanmış gibi görünen eğriliklere denk düşüp anlamlı kelimeler tamamladıklarında; oluşan harflerin kıvrımlarında saklı olduğuna inandığım sırrı, ahşap sandığı toprağın altına gömmeden hemen önce ve başka başka yönlerden esip fısıltıları uzaklara taşıyan soğuk rüzgarlardan çekinerek sessizce okudum ilk ve son defa : 

 

bir rüya çürüyen ekinlerle dolu zayıf toprağı yeşertiyor

bir masal kaybedilen ve şimdi unutulmuş herşeyi geri getiriyor

gece ışıklarının kendi zamanı yaklaşıyor

 

bu yolda gölgelere yenilenler onların aralarına katılır

ve başaranlar ellerinde haritanın kendisiyle başbaşa kalır

 

                                               

SON

 

 

 

 

  


Bu blogdaki popüler yayınlar

Maria Volkan AY [roman]

Taşta bir tuhaflık vardı. Taşın üstündeki ışık yansıyan bir ışığın parıldaması gibi görünmesine karşın taşın kendi içinden geliyordu. Çok geçmeden onu bir pusula gibi avucunda tuttuğunda ışığın belirli bir yönü işaret ettiğini keşfetmişti. Kahvesini büyük karton bir bardağa alıp, saç bandını taktı. Üstüne hafta sonları neredeyse üstünden çıkarmadığı kırmızı kapşonlusunu geçirip anahtarı eşortmanın cebine atıp dışarı çıktı. Bordo renkli yuvarlak taş onu yönlendiriyor, bir yere götürüyor gibiydi.  Taşın onu kendi  ilk bulunduğu yere yeniden götürdüğünü keşfetmesi uzun sürmedi.  roman indir     m.a.r.i.a OYUNUN RUHU kitabı satın almak için tıklayın 1. Başlangı ç Dünya büyüyor, kalabalıklaşıyor ve çağlar birbiri ardına açılıp kapanıyorlardı. Maria kafasını boşaltmak i ç in ç alıştığı onaltıncı kattaki şirketten kafasını caddeye doğru dışarı ç ıkarıp "RAAAAAAA" diye bağırdı. Haftasonuna bırakmak istemiyordu çü nk ü hafta sonu gelmek istemiyordu. Ç oğunlukla sinirlenmiyo

TUTKU VE SIR, VOLKAN AY, ROMAN [PULP]

  Kasabanın ölüm meleğinin gece sorgusundan sonra eski bir Amerikan arabasıyla Route 66'i Los Angeles'a varana dek sürmek dışında bir planı kalmamıştı. Boş tren istasyonuna ürkütücü bir sessizlik hakimdi. Altı blok ötede boğazı maket bıçağıyla kesilmiş bir makdulun cesedi ahşap bir bavul içinde bir çöp tenekesinin yanında çürüyordu. Türkiye'den gelen 16yy'a tarihlenmiş bükümü ve yalmanıyla darbe ve kesim gücü yüksek, oldukça keskin nadir bir kılıç ahşap kadife kaplı kutusunun içinde takırdayarak giden eski bir trenin lokanta vagonunun masalarının birinde pencerenin hemen yanında duruyordu.  TUTKU VE SIR VOLKAN AY roman  indir 1 "Köpekleri Puik gibi" "Puik?" "Vardı ya Zagor'da uyuz bi köpek" Duvardan atladılar. "Rintintin" "Puik" "Rintintin konuşabiliyordu en azından" "Ama bekçi var bir tane" Karanlığın içine sindiler. İnşaat alanı çok sessiz ve  büyüktü. Gündüzleyin içeri girmeyi denemiş fakat içe

BANA KAHVE ISMARLA

 Diyelim ki romanlarımdan birini ya da tamamını okudunuz ve bana kahve ısmarlamak istiyorsunuz. İşte bunun için bir bağlantı. Şimdiden Teşekkürler...   BANA KAHVE ISMARLA ya da Türküz türkü çığırırız nedir bu dolar işleri diyorsanız. Doğrudan IBAN numaram: Volkan AY : TR02 0006 2000 2050 0006 8734 68 Bana kahve ısmarlayın.     The publishing world is facing a crisis today. Magazines are closing one by one. Publishing houses cannot print books. The biggest reason for this is the huge increases in paper prices. We need the attention of especially aristocratic bourgeois families who have always supported art and science. This method, which was also tried by Stephen King, the author of fluent novels, tries to eliminate all kinds of intermediaries between the reader and the writer. Yayıncılık dünyası bugün bir krizle karşı karşıya. Dergiler tek tek kapanıyor. Yayınevleri kitap basamıyor. Bunun en büyük sebebi kağıda gelen büyük zamlardır. Sanata ve bilime her daim destek olmuş özellikle ar

Gece Köpekleri Volkan Ay [roman]

  Gökyüzünün büyük nükleer savaş ve sonraki kimyasal silahların kullanıldığı döneminden kalan çürümüş bataklık yeşilinin önceleri daha zehirli bir parlaklığı vardı. Sonraları ölmekte olan bir sarmaşığı andıran gök zaman zaman gün batımlarında eski televizyon dizilerinde gördüğümüz, çocukluk günlerinden hatırladığımız gibi iç karartıcı bir bakır kırmızısına dönüyordu. Böyle zamanlarda nedenini bilmesek de Shelly daha üzgün görünürdü. Uyanamadığımız bir rüyanın ya da gerçekliğini inkar ederek kurtulmaya çalıştığımız eski bir anı parçasının içinde sıkışıp kalmış gibi.  GECE KÖPEKLERİ VOLKAN AY roman  indir Satın almak için tıklayın     "...bütün mümkünlerin, esasında ebedi olarak hazır [actuel] olduğunu ve halin geçmişten ibaret  ve geleceğe gebe bulunduğunu, geleceğin mümkün olmaktan ziyade, yüksek idrakın gözünde zaten var olduğunu, mümkün ile varlığın ayrılması bizim görüş tarzımızda asıl şeyler arasında zamanın konmasından doğan bir kuruntu olduğunu kabul etmek lazım mıdır? Bu do