Ana içeriğe atla

Maria Volkan AY [roman]






Taşta bir tuhaflık vardı. Taşın üstündeki ışık yansıyan bir ışığın parıldaması gibi görünmesine karşın taşın kendi içinden geliyordu. Çok geçmeden onu bir pusula gibi avucunda tuttuğunda ışığın belirli bir yönü işaret ettiğini keşfetmişti. Kahvesini büyük karton bir bardağa alıp, saç bandını taktı. Üstüne hafta sonları neredeyse üstünden çıkarmadığı kırmızı kapşonlusunu geçirip anahtarı eşortmanın cebine atıp dışarı çıktı. Bordo renkli yuvarlak taş onu yönlendiriyor, bir yere götürüyor gibiydi.  Taşın onu kendi  ilk bulunduğu yere yeniden götürdüğünü keşfetmesi uzun sürmedi. 









 


 

m.a.r.i.a

OYUNUN RUHU



kitabı satın almak için tıklayın


1. Başlangıç

Dünya büyüyor, kalabalıklaşıyor ve çağlar birbiri ardına açılıp kapanıyorlardı. Maria kafasını boşaltmak için çalıştığı onaltıncı kattaki şirketten kafasını caddeye doğru dışarı çıkarıp "RAAAAAAA" diye bağırdı. Haftasonuna bırakmak istemiyordu çünkü hafta sonu gelmek istemiyordu. Çoğunlukla sinirlenmiyor, öfkelenmiyor sadece işler yoğunlaştığında yanından geçen biri tarafından üstüne geçirilmiş gibi hissettiği dolu çöp kovasını fırlatıp atmanın bir yolunu arıyordu.  Kağıtları toplayıp geç de olsa çıktığında boş belediye otobüsünün camlarından ışıklı şehiri seyretti.  Kaldırımlarda rasgele insanlar, ışıklı vitrinler, sokak lambaları, ağaçların arkasındaki duvarda yırtılmış afişlere göz gezdirdi. Şehirde yeni bir Jazz Band vardı. Dışarıda bambaşka bir hayat akıyordu. Sokak köpekleri. Birbirlerine aldırmayan yabancılar. İşlerin düzelmesi için zamanda ne kadar ileri gitmeleri gerekirdi? Göğsünde sanki bir sıcaklık hissetti. Çıkartıp, kolyesinin ucundaki avucuna tam oturan yuvarlak doğal taşa baktı. Bunu bir mezbelede bulmuştu. Yıkamış, fırçalamış, temizlemiş ve kendi gümüş zincirlerinden birinin ucuna takmıştı. Ama bugün sanki farklı mat ve pastel tonlarda değişik bir ışıkla parlıyordu.  Eve vardığında yemek hazırlarken televizyona ıssız yerlerdeki terkedilmiş ev gezintilerinden birini yansıttı. Boşluğu seviyordu. Issız okulların geniş ve boş koridorları, dünyanın değişik yerlerinde keşfedilmeyi bekleyen uzun zaman önce kapanmış sanatoryumların boş odaları, tıp araçları giderken sökülüp götürülmemiş çok katlı hastanelerin üstü büyük lambalı ameliyathaneleri, zamanın donmuş olduğu eski iki katlı bahçeli, eşyalı kale evler ve ayakta güçlükle durduğunu düşündüren taş kaleler her biri eşsiz ve kendine özgü bir boşluğu saklıyordu ona göre. Paslı parmaklıkların arkasında kendi kaderine bırakılmış boş hücreleriyle hapishaneler, paslı ve parçalanmış dev oyuncaklarıyla vahşi yeşilliklerin her tarafını sardığı büyük eğlence parkları onu saatlerce oyalıyordu. Uzun zaman önce iflas edip terk edilmiş büyük bir otelin boş havuzunda,  duvarları kaplayan grafitileri incelerken salonun büyük kanepesinde üstünde battaniyesiyle uyuyakalmıştı. Ertesi sabah filtre kahve makinesinin düğmesine basıp beklerken yeniden kolyesinin bulunduğu yerde bir sıcaklık hissetti ve çıkartıp mutfak tezgahının üstüne bıraktı. Taşta bir tuhaflık vardı. Taşın üstündeki ışık yansıyan bir ışığın parıldaması gibi görünmesine karşın taşın kendi içinden geliyordu. Çok geçmeden onu bir pusula gibi avucunda tuttuğunda ışığın belirli bir yönü işaret ettiğini keşfetmişti. Kahvesini büyük karton bir bardağa alıp, saç bandını taktı. Üstüne hafta sonları neredeyse üstünden çıkarmadığı kırmızı kapşonlusunu geçirip anahtarı eşortmanın cebine atıp dışarı çıktı. Bordo renkli yuvarlak taş onu yönlendiriyor, bir yere götürüyor gibiydi.  Taşın onu kendi  ilk bulunduğu yere yeniden götürdüğünü keşfetmesi uzun sürmedi. Burası arkası ormana bağlanan içinde eski terk edilmiş bir evin de bulunduğu geniş bir koruluktu. Alçak duvardan atladı. Herşey hatırladığı gibiydi. Geniş yeşil açıklıklarla geçilen toprak bir yoldan sonra vardığı taş evin arkasından yaşlı bir ormanın içine doğru ilerleyecek taş merdivenler vardı. Eve doğru uzanan taş merdivenlerin iki yanındaki geniş ve düz korkuluklar büyük kaya parçalarıyla örülmüş, üstleri tamamen yosunla kaplanmıştı. Bütün bu geniş bahçeyi ormana bağlanan koruyu saran aynı açık yeşil tonlardaki şekilsiz gövdeli ağaçlar, doğrudan güneşi görmeyen vahşi otlar ve yerdeki diğer kalın yapraklı bodur bitkileri sarmış olan yeşilin aynı koyu tonlarıydı. Yosunlar taş merdivenlerin sonunda duvara paralel uzanıyor, duvarla birlikte içeri doğru ilerliyordu. Merdivenler neredeyse tamamen çökmüş, yok olmuş, parçalara ayrılmış ve pek çok parçası da alınıp götürülmüş çok eski bu taş  binanın ön duvarına varıyordu. Sadece ayakta kalan bu kalın ön cephe, çürümüş çatısı ve diğer odalara açılan parçalanmış kapılarıyla birkaç sağlam duvardı. Evin eşyaları açık dolap kapaklarından ve çekmecelerden dağınık biçimde yerlere saçılmıştı. Eşyalar  arasında en dikkat çekeni bir ayağı çökmüş,  dengesi bozulmuş ve bazı tuşları parçalanmış duvara dayalı bir piyanoydu. Bir zamanlar çatıyı ayakta tuttuğu anlaşılan küçük dar bir tavan arası üçgen penceresiyle  ön cephe girişte yükseliyor, dikkatli bakıldığında evin arkalarında bir kapı, şimdi yaşlı ormana geri açılıyordu. Maria elini verandada devam eden taş korkuluğun yosunlu yüzeyinde gezdirdi. Zaman içinde çatlamış taşların aralarına sızmış olan toprağa tutunmuş yosunların yumuşak bir hoşluğu vardı. Neredeyse tek başına duran bu kalın ön duvar kalıntısına baktı. İlk katın sonunda üçgen biçiminde yukarı doğru sivrilen tepesine dek, üstü yuvarlak kemerli kapı boşluğunun etrafını çeviren örülmüş taşların muntazamlığında hiçbir kusur yoktu. O kapıdan yeniden geçmeyi bir an çok istedi. Elindeki taş da bunu istiyordu. Bir zamanlar büyük bir taş ev olan, şimdi vahşice genişleyen ormanın bir parçası olmuş küçük salona buradan içeri adım atmayı. Kapının eşiğinden burada yetişmiş olan ince ve narin ağaçlara baktı. Etraflarını yabani yeşil ve geniş yapraklı bitkiler ve zemini ise üstünden geniş ve sert kalın topuklu bordo botlarıyla çiğneyerek geçip gittikten sonra bile arsızca canlanıp geri ayağa dikilen vahşi otlar sarmıştı. Bir zamanlar ocağın olduğu yerin etrafı kümelenmiş bir toprakla çevriliydi. Batı duvarında hala sağlam kalmış parça parça yıkıldıktan sonra sökülüp götürülmemiş bir kaç parça taş duvar kalıntısı da devrilip üst üste yığılmışlardı. Onların aralarından yuvasından merakla dışarı bakmak üzere kendini göstermiş, korkak bir sincabı andıran başka bir vahşi çalının başlangıcı vardı. Dikenli gövdesi sivri yapraklarının arasında mor ve yuvarlak meyveleri seçiliyordu. Maria eğer bu eşikten geçip o meyvelerden yiyebilirse sihirli bir şey olacağına inanabilirdi.  Yine de tedirgin biçimde sanki bir şeyi bekliyor gibiydi. Birdenbire ağaçların arasından aksayarak çıkagelebilecek yaşlı bir kocakarı ona geçmişine dair sorular sorabilir ya da ölülerin ruhlarını bir zamanlar yaşadıkları bu eski dünyaya geri çağıran gizemli bir kitabın lanetli sayfalarından sağlam kalmış son bir kaç sayfası rüzgarda uçuşup eline düşebilir ya da ocağın taşlarının arasında Maria'nın kendini bulmasına uğraşabilirdi. Bu taş evde tuhaf bir hava vardı. İki büyük alaca karga evin içinde büyümüş ağaçlardan birine konduktan sonra biri net bir biçimde "Gaak" dedi. Bu yanındaki arkadaşına değil de sanki doğrudan Maria'ya yapılmış bir seslenme gibiydi. Maria kargaların gaklamalarında daima olan biten herşeyle alay eden bir hava bulmuştu. Onunla eğlenmek, oyalanmak belki yapabilirlerse biraz korkutmak. Maria'nın sanki kendisini anlamamış olmasına şaşırmış gibi yeniden aynı tekdüze tonda "Gaak" diye tekrar etti. Maria kargaya baktı ve nezaket gereği birşeyler söylemesinin yerinde ya da daha uygun olacağına karar verdi. "Gaak" dedi sakince sonra o da. Şimdiye kadar sessiz olan diğer alaca karga, "Sen ne dersin şimdi bu işe" der gibi yerinde bir iki kıpırdanıp gaklamış olan diğerine baktı. Maria elindeki taşın işaret ettiği gibi içeri daha fazla girip onlara yaklaşınca kargalar havalandılar. Ama şimdi taşın üstündeki ışık tam ortasında parlıyordu. Gidebilecek başka bir yer yok gibiydi. Etrafına baktı. Büyük karton bardaktaki kahvesinden büyük bir yudum daha alıp yerdeki yosunlarla kaplı taş bir yükseltinin üstüne bıraktı. Bir zamanlar zeminin parçası gibi duran geniş taşı temizlediğinde altında nota çizgilerinin olduğu boş bir satır gördü. Daha önce geldiğinde bulup kolye yaptığı taşın oturabileceği bir boşluk vardı. Yavaşça taş zeminde yerine bıraktı ve içeri ittirdi. Taşın üstündeki ışık aşağıdaki boş çizgilerle dolu yere ulaşıp onu yarımlıklarla doldurdu. Maria önce belirmiş yarımlık notalara baktı bir süre, sonra işaret edilen seslerin toplamının ne olabileceğini merak ettiğinden piyanoya ilerleyip gördüklerini yavaşça çaldı. Gizemli garip bir melodiydi. Ama çürümüş ahşap piyano köhne halde ve parçalanmış olduğundan sesler doğru çıkmıyordu. Islıkla çaldı bu defa. Yeniden çaldı. Taşın üstünden nota çizgilerine geçen ışık piyanonun yanındaki açık kapıda belirip kayboluyordu. Sonra duruldu. Şimdi bu boşluk taş koridorlarla dolu bambaşka bir yere açılıyordu. Maria büyük kahvesini dipleyip orada bıraktı. Kolyesini içeri ittirdiği boşluktan çekip yeniden boynuna geçirdi ve bu yeni açılan kapıdan içeri yürüdü. Kapıdan geçtiği ve taş koridorlarda yürümeye başladığı anda kıyafetlerinin de değişmiş olduğunu fark etti. Bordo çizmeleri hala ayağındaydı ama üstünde ellerini ceplerine sokabildiği kestane rengi saçları ve kahverengi gözleriyle uyumlu kabarık etekli tek parça koyu renkli bir elbise vardı. Maria ilk andan itibaren geri dönmeyi hiç aklına getirmemişti. Cesaretle bu tuhaf yolculuğun sonuna kadar gitmeye kararlıydı. Şimdi çekinerek geçtiği iki yanı da sayısız taş kemerle örülmüş koridorun sonunda ahşap masasının üstü kağıtlarla karma karışık bir Marina Demyanko duruyordu. İsmi, çevresi oyularak yuvarlak desenlerle biçimlendirilmiş ahşap masasının üstündeki demir levhada yazılıydı.  Başka açıklayıcı bir ibarede yoktu.

Önünde küçük beyaz bir lap top açıktı.  Toprak rengi deri koltuğundan ayağa kalktı, orta yaşlarının sonlarında sarışın dalgalı saçlı, gözlerinde alevler yanan bir kadındı. Çok güzel ve kararlı bir yüzü, biçimli ve dolgun dudakları vardı. Gözlerinin rengini sonraları anımsayamıyordu ama ona kapkara gibi gelmişlerdi. Kağıtları birbirinin üstüne getirip bakıyor ve yine birşeylerin olmadığını söylüyordu. Gerçeklik boyutları birbirine girmişti. Bir noktada bitip benzer bir başkasının başlaması gereken noktada bambaşka şeyler oluyor tuhaf şeyler vuku buluyordu ve bunun hiçbir açıklaması da yoktu. Maria'ya mevcut durumu anlattı. Beyaz tavşanlar değişik gerçeklikler arasında hareket ediyor ve onları kovalayan tilkiler de peşlerinden geliyor herşey bu kovalamacanın içinde birbirine giriyordu. Onların varlığı birbirlerinden kesin bir biçimde ayrılması gereken boyutları birbirine bağlıyor ilişkilendiriyor ve nihayet bazen dokundukları noktadan tuhaf birleşimler yapmalarına sebep oluyordu.  Yerde dolaşan kirpilerden birinin sırtındaki dikenlerine geçirilmiş bir kağıt yaprağını daha alıp baktıktan sonra diğerlerinin üstüne yerleştirirken "Kirpi koruyucular" dedi Marina Demyanko inançla ve tutkuyla  "Gerçekliğin koruyucuları" Ona göre kirpi koruyucular bildiğimiz anlamdaki gerçekliğin yerli yerinde kalmasını sağlıyorlardı. Belli bir gerçekliğin sorunsuzca sürüp gitmesi için bu gerçekliği değiştirmeye çalışanlara karşı sürekli mücadele ediyorlardı. İnsanlar önceleri Marina Demyanko'yu da tek boyutlu olmakla suçlayıp kirpilerden biri diyerek aşağılarcasına alay etmiş ve genel olarak tilkileri destekleme yanılgısına düşmüşlerdi. Oysa tavşanlar gerçeklik bir noktadan kırıldığında o noktadan içeri sızıyorlardı. "Aslında sen de böyle bir yanlışlığın sonucu buradasın Maria" diye açıkladı Demyanko.

 "O kapının buraya açılmaması gerekiyordu. Kolyen yanında mı?"

Maria başıyla evetledi.

"Onu kaybetme ne zaman kaybolursan o seni yeniden buraya getirecektir" Maria onu nasıl takip etmesi gerektiğini öğrenmişti. Marina Demyanko aniden tavşanlar ve tilkilerin kovalamaca oyununa geri döndü. "Onları bulup yok etmek ya da uzaklaştırmak ve kırılan gerçekliği onarmak bizim işimiz. Sen de farklı bir gerçeklikten geliyorsun, bu noktada bir seçim yapmalısın. Şüphelisin ve karantina altındasın. Şimdi kırıp geçerek geldiğin bu gerçeklikten içeri sızanlara bir  bak." Dizüstünün soluk ekranında silik mavi ışıklar göründü. "Bu, iki gün öncesine ait bir görüntü. Onları bulamazsak önce insanların ve coğrafyaların değişim arzularıyla dahası bu arzuyu onlara da aşılayarak canlarına okuyacaklar  ardından zamana ve giderek tarihe hükmedecekler"

"Peki ama asıl amaçları ne?"

"Hepimizinkinden farklı değil. Var olmak"

"Ama neden kendi boyutlarında kalmadılar"

"Biz neden ormanlarda kalmamıştık. Nehir kıyısında balık avlıyor olmalıydık"

"Ama bu binlerce sene önceydi"

"Bu da zaman kadar eski bir savaş"

Sızanların ilkleri tavşan ruhluydu, o yüzden onlara tavşanlar, tavşanların peşlerinden gelenlerse tilki ruhlulardı o yüzden onlara da tilkiler deniyordu. Sonra Marina Demyanko kararını vermiş gibi sakince "Seni gemi kafalı kadına yollayacağım" dedi. "Seni buna olabildiğince karıştırmamaya çalışacağım sadece onları nerede bulabileceğimiz hakkında istihbarat raporları hazırlayacaksın. Bunlar kirpi koruyucular için bir başlangıç teşkil edecek. Kirpiler senin için de hayati bir öneme sahip Maria. Buradan kendi  gerçekliğine döndüğünde bambaşka boyutlardan bahseden, gerçeklik boyutlarını birbirine karıştıran, iç içe girmiş bir karmaşadan kendini ayıramayan bir şizofren olma tehlikesi içinde  olduğunu da söylemeliyim. Yeniden eskiden tanıdığın hayata ve gerçek olduğuna kesinlikle çok inandığın şeye uyum sağlayamama tehlikesi anlıyor musun?"

Maria başıyla yine onayladı.

"Gemi kafalı kadını nerede bulacağım?"

 

 

 

2. Hafifle

Marina Demyanko'nun işaret ettiği taş koridorlardaki kemerlerden biri şimdi gezegenler arası seyreden dev bir tatil gemisinin mutfağına açılıyordu.

Demir kapı o geçtikten sonra arkasından sertçe kapandı.

"Ne oldu" dedi tavanın başındaki yaşlı adam. Bir fok balığını andırıyordu. Sesi duymuştu 

 "Ben geldim" dedi Maria

"Neden?" diye sordu fok balığı tavadan başını kaldırmadan

"Çünkü kapı açıktı" diye açıkladı Maria.

Gemi mutfağı gürültülü ve oldukça kalabalık bir yerdi. Fok balığının işaret ettiği gibi ona yaklaşınca "Neden-sonuç  ilişkisinin zamansal ilişkisine dikkat edilmelidir." diye fısıldadı.  "Neden,  zaman olarak önce görünmesine karşın, amaçlılık söz konusu olduğunda asıl öncelik -sonuç- tur. Bunun için bilgi ya da farkındalık gerekir. Belirli bir şeyin olması için nedenler ortaya konur. Ancak bu farkındalığa ya da bilgiye sahip olmayanlar tarafından anlaşılmaz ve şu şöyle oldu çünkü zaman olarak önce olan şu şey yüzünden -neden- , sonuç olarak bu gerçekleşti, denilir. Mesela aşçı patateslere bakar ve bunları kızartın der, bir kısmını da kumpir için ayırır. Patates, neden kızardım ya da kumpir oldum diye düşünürse ateş, yağ, pişirilme gibi nedenleri bulabilir. Asıl ve öncelikli sebep ise patates olmasıdır. Daha sonra da aşçının canının kumpir ve kızartma istemesi gelir ki ateş, yağ ve pişirilme anlaşılacağı gibi üçüncü hatta dördüncü sıradadır, hatta denilebilir ki bu sadece bir ayrıntıdır."

"Sonuçta" dedi fok balığını andıran adam "Benim gezegenimde herşeyin büyük silindir siyah bir şapkadan çıktığına inanılır."

"Şimdi" diye tısladı yeniden. Maria'ya dönmüştü ilk kez.

"Neden gelmiş olabilirsin?"

"Gemi kafalı kadını arıyorum" dedi Maria.

"Bu daha mantıklı" diye kafasını salladı fok.

Söylediğine göre gemi kafalı kadın daima kafasında şapka biçiminde gür saçlarına tutturulmuş ahşap bir yelkenliyle dolaşıyordu.

İçinde bulundukları uzay gemisinin üstü şeffaf biçimde kapalıydı ancak taşıyıcı demir kolonları daha yükseklere uzanıyor, çelik yapılarla birleşiyor ve uzaktan bütün yelkenleri fora edilmiş, kara yelkenli bir korsan gemisini andırıyordu. Rotasını güneş büyüklüğündeki yıldızların yanından geçerek çizen bu yıldızlararası uzay gemisinin yelken bölümünde de ışığın enerjisini çeken, dünyaya dair bir deyişle  siyah 'güneş panelleri' vardı. Gemi kafalı kadının başındaki de aşağı yukarı bu geminin bir benzeriydi. Gerçi bu tip yavaş gezinti gemileri de aşağı yukarı birbirlerini andırıyorlardı.

Maria mutfağın hareketli karmaşasından çıkıp, koridorunun iki tarafı da yanından geçerken sizinle birlikte hareketlenen kalın çerçeveli tabloların olduğu holden geçti. Bıçak fırlatan adam çok gerçekçi, sarı başaklarla dolu tarlalarında orak yapan köylüler etkileyiciydi.

Gemi Kafalı Kadın'ın şapkasındaki geminin ön tarafında kıyafetiyle uyum sağlayacak biçimde  büyük bir tüy olurdu. Bugün de bir tavus kuşu tüyü vardı ve hayli otantik desenlere sahip renkli kıyafeti ile bu orta yaşlı oldukça güzel kadının görünümünü tamamlıyordu. Onu görmemek neredeyse imkansızdı. Maria değişik türlerin birbirleriyle kaynaştığı geminin kalabalık salonuna girdiğinde hemen onu farkedip yanına gitti. Gemi kafalı kadın siz misiniz, diye sormanın aptalca olacağı ortadaydı, o yüzden doğrudan konuya girdi. Gemi Kafalı Kadın yanındaki kararlı çizgilere sahip, müstehcen gülüşlü genç bir kıza "Maybe more MORE PULP!!! MORE PULP*, ÖLÜLERİN ŞAFAĞI falan." diyordu.

"Marina Demyanko sizi görmemi istedi" dedi Maria.

"Evet evet Marina" dedi Gemi Kafalı Kadın. Elindeki vişne rengi, yanına bir limon dilimi asılmış kokteyli yudumluyordu. Ayaktaydı ve elindeki uzun kadehi yanındaki yüksek masaya bıraktı. Tilkilerin bu gemiyi bir portal olarak kullandığından şüphe ediyordu. Çok fazla tür ve onlarca bağlantı sağlama olanakları vardı. Tilkilerin yayılma sevdalarından bahsetti. Her seferinde bir bahane buluyorlardı. Bu defa da kaçakları yakalamak için, ki onlara tavşan diyorlardı bütün boyutları birbirine katmışlardı. Gerçek beyaz tavşanları da ya avlıyor ya da uzaklaştırıyorlardı. Aslında kapıları açmak için tilkilerin onlara ihtiyaçları da olduğundan, aralarında birbirlerinden daimi olarak  kopamadıkları tuhaf bir ilişki vardı. Boyutları ve değişik gerçeklikleri böylece kendi tuhaf oyuncaklarına çevirmişlerdi. Birayı şarapla, viskiyi votkayla karıştırıyor arada bir limonu tekilayla karıştırıp iyi bir iş çıkardıklarında da altlarına hemen kendi imzalarını atıyor ve bundan gururlanıyorlardı.

"Post modernizm pek vahşi, evcilleştirilemez" dedi onları dinleyen yaşlı bir adam tok bir sesle. "Ne alakası var" dedi kadın. "Onlar zamanın başından beri bunu yapıyorlar." Tilkilerle tavşanların kovalamacalarının ölümsüz olduğuna inanıyordu.

Dışardan gelen seslerle bir an için ilgileri dağıldı. Salondaki kalabalık neler olduğuna bakmak için kapılara yönelmiş, aralarındaki konuşmalar bir uğultu halinde etrafı sarmıştı. Hareketlilik yakınlarındaydı. Görkemli boynuzları olan büyük bir geyik servis koridorlarında koşturuyordu. Korkmuş halde etrafı dağıtarak ilerliyor, insanlar ve diğer türler iki yana kaçışıyorlardı. Maria geyik salona vardığında yanından geçerken ona sarılmayı denedi ama geyik boynunu kolaylıkla kurtarıp diğer kapıdan çıkıp aşağı katlara doğru yoluna devam etti. Orman yolundan, büyük beyaz tavşanların açtıkları bir tünelden geçmiş olmalıydı. Çatı katındaki yani güvertedeki karanlık yıldızlar manzaralı büyük havuz dışında bir de aşağıda yapay dalgalı deniz suyu ile doldurulmuş geniş kumsalı olan bir diğer plaj daha vardı. Sörfçüler tahtalarını alıp buraya gelirlerdi. Maria geniş bordo halılarla kaplı merdivenlerden aşağı inince bir an geyiği yeniden gözden kaybetti. Büyük beyaz bir tavşan gördüğünü sandı ama aniden o da ortadan kaybolmuştu. Koridorun sonuna doğru hızla yürüyüp üstü kavisli ahşap bir kapıyı açtı. Beyaz kıyafetli insanlar seccadelerinin üstünde namaz kılıyorlardı. Loş bir yerdi. Çıkıp karşısındaki üstü kavisli başka bir ahşap kapıyı daha açtı. Bu defa meditasyon ve yoga  yapan başkaları vardı. Mavi ışığın her tarafa eşit biçimde yayıldığı serinlik hissi veren sakin bir atmosfer sanki açık kapıdan bir an etrafa dağıldı. Kapatıp merdivenlerden hızla bir aşağı kata geçti. Burası çok yüksek tavanlıydı ve dev kolonların arasında içinde yapay güneş ışığıyla canlandırılmış yeşil bitkiler ve ağaçlar göze çarpıyordu. Arkasından gelen kirpileri duyabiliyordu. Birbirlerine sesleniyorlardı. Geyik bu yeşil kalın yapraklı ağaçların köşede kalmış birinin arkasında aniden görünüp aralarındaki boşluğa yönelince kendiliğinden açılan altı ve üstü boşluklu büyük ahşap kapıların arasından geçince Maria da onun peşinden kumsala yöneldi.  Burası yapay plajın yoluydu ve boynuzları büyük ve görkemli geyik şimdi sahil boyu ilerleyen kumsal boyunca kumları etrafa dağıtarak koşarak kaçıyordu. Plaja yapay olarak oluşturulmuş dalgalar yuvarlanıp devrilirken insanlar ve diğer tuhaf türler sudan çıkıp bu gösterinin bir parçası olmak için birbirlerine yaklaşıyorlar ve neler olduğunun ayırdına tam varamadan rasgele fotoğraf çekiyorladı. Göğüslerinde kirpi logolu yeşil siyah tonlarında kamuflaj giysili ve siyah başlıklı askerler göründüklerinde tavşanlar ortadan kaybolmuşlardı. Plaja dağılan kirpiler geyiği avlayıp mutfağa götürdüler. Şimdi şekil değiştiren tilkileri yakalama vaktiydi. Tavşanlar genelde onlardan kaçarken bu türden kapılar açıp olmadık yerlerde izlerini kaybettiriyorlardı. Ama tilkilerden hiçbir iz yoktu.

Akşam yemeği için diğerleriyle birlikte yuvarlak geniş pencerelerinde uzak bulutsuların parladığı restoranlardan birine girdi. Üstünde hayat bulunan gezegenlerin -çünkü gezegenlerin yüzeyinde sondaj yapmadıklarından daha sonra göreceğimiz gibi bu çöl görünümlü gezegenlerin bazılarında yeraltı hayatı son derece canlı bir hareketlilik barındırabiliyordu- yanından geçerken o gezegenleri anımsatan  müzikler çalıyorlardı. Maria sadece hala dünyanın yakınlarındayken arka planda çalan Kitaro'yu tanıyabilmişti. Restoranda ise akşam yemeğinde tek bir piyanodan oluşan canlı müzik vardı. Fakat siyah beyaz piyanolarından çıkan sesler tuhaftı. Maria merakla yaklaştığında bu eski piyanonun üstünde çevrilebilen kara yuvarlak ve büyük, hassas dönüşlü bir düğmenin olduğunu fark etti. Bu döndüğünde tuşların sesleri bağlandıkları ana notalardan kurtuluyor ve sesler birbirlerine yaklaşıyorlardı. Tamamen çevrildiğinde ise neredeyse tek bir notanın sesi, aralarında sadece ton farklarıyla yirmiden fazla tuşa yayılıyordu. Birbirlerine yakın seslerle şimdi bu dinlediği yavaş, sakin ve tuhaf müzik dinginlik ve huşu vericiydi.

Manzaraya baktı. Bulutsuların süpernova olarak ölen yıldızların açığa çıkardığı çok renkli  gaz ve tozlar tarafından meydana gelen desenleri olağanüstüydü. Ondan ayrıldıktan kısa bir süre sonra ağır depresyonunu kendisi gibi ilaçlarla atlatmayı başaramamış eski sevgilisi aklına geldi. Hastaneye götürüldüğü ve üç defa elektro şok aldığını öğrenmişti. Yeni yıldızların milyon yıllık doğum yerlerinde de şimdi pencerelerden yansıyana benzer çok renkli bulutsuların göründüklerini okuduğunu hatırladı. Dışarı çıktı. Onunla ayrılana dek onu hayatta aşağı çekenin tam olarak hiçbir zaman böyle ifade etmese de o olduğuna inanıyordu. Ama ayrıldıktan sonra çalıştığı şirketleri de defalarca değiştirmesine rağmen tepesinde toplanmış kara bulutların dağılmadığını fark etmişti. Defalarca o gün evden çıkmayı hiç istemediği için gözlerinde yaşlarla ağlayarak işe gittiğini anımsıyordu. Kötü giden bir şey yoktu. Amacının ne olduğunu bilmiyordu. Varmak istediği belirgin hiçbiryer yok gibiydi. Yine de bir sokak köpeği vardı. Sabahları onunla birlikte servis bekliyordu ve döndüğünde zaman zaman onu uzanmış ve patisini kaldırımdan aşağı sarkıtmış halde,  her daim kapalı kepenkleriyle karanlık bir iş yerinin önünde buluyordu.  Güvertenin şeffaf tavanından ve geminin kara yelkenlerinin arasından korkutucu büyüklükteki bitimsiz, karanlık ama yıldızlarla dolu gökyüzüne baktı. Kendini kaybolmuş gibi hissediyordu şimdi. Geri dönebileceğinden emin değildi. Marina'nın güven verici olağanüstü varlığının ve kara kara bakan  derin ve buğulu gözlerinin yanında olmayı istedi. Tilkilerden hiç bir iz yoktu. Mutfağın yuvarlağımsı demir kapısının önüne yürüdü. Kolyesi avucunun içindeydi. Hatırladığı ıslığı çaldı ve yeniden çaldı. Melodiyi çok iyi anımsıyordu çünkü bildiği eski bir şarkıya benziyordu.

I don't want to set the world on fire

I just want to start

A flame in your heart*

Kolyedeki taşta dolaşan pastel tonlarda belirmiş ışık, kalabalık gemi mutfağının demir kapısının boşluğuna atlayarak orada da göründüğünde yavaşça içinden geçti. Sayısız kemerlerle dolu taş koridora geri dönmüştü.

Koridorun iki yanında sayısızca uzanan kemerlerin birinden çıktığında gözleri ilk olarak Marinayı aradı ama sadece yuvarlak desenlerle ve ince bir işçilikle oyulmuş ahşap masanın üzerinde bir not buldu.

 

Sunday morning

Sun shining from your eyes

Sleepy face

Smiling into mine *

 

dipnotlar

*PULP genellikle ucuz edebiyat için kullanılan bir terimdir. "Daha fazla Pulp" diyor Gemi Kafalı Kadın.

* Dünyayı ateşe vermek istemiyorum / Tek istediğim kalbini tutuşturabilecek bir alev yaratabilmek

* "Pazar sabahları / Güneş gözlerinde parlıyor/Uykulu bir yüz/Bana gülümsüyor"

 

 

 

 

 

3. Dünyanın Sonu

Maria kelimeleri beyaz laptoptun başına geçip -deri koltuk çok rahattı- aratınca bunun bir şarkı olduğunu ve şarkıyı Julie London'un söylediğini gördü.

 

Sunday morning

Lots of time with nothing to do

Lots of time to spend with you

On Sunday morning*

 

Marina Demyanko'nun açık bıraktığı sayfaya baktı. Görünen o ki buradaki kemerli boşlukların birinden vampirler, kurt adamlar ve cadılarla dolu bir ortaçağ zamanına geçit açmıştı. Maria onun geri dönemeyeceğini çünkü oluşturduğu geçit eğer kapanırsa orada yeniden yaratabileceği laptopu aceleyle yanına almadığını düşündü. Ama Maria'nın onu takip edeceğini tahmin ediyordu. 

Maria açık geçitten karanlık  ormana adım attı. Burası yüksek ve çiseleyen yağmurdan koruyucu dallara sahip, ağaçlarla çevrili loş bir yerdi. Yeniden geldiğinde kolayca bulabilmek için parçaladığı kuru dallarla etrafı işaretledi. Gökten sızan ışıklarla yarı karanlık orman lacivert ve pusluydu. Ormanın içine baktığında bataklığı andıran bir genişliğin üstünün gökten kopmuş gri bulutları andıran bir sisle kaplı olduğunu gördü.  Marina'yı biraz uzakta ormanın çıkışındaki açıklıkta ateş yakmış halde buldu. Yanında bir ayı vardı. Onu takip eden evcil bir ayı olduğunu anlattı. Yemesi için ateşin üstünden biraz daha et koparıp fırlattı. Ayı eti alıp çiğneyerek ve kafasını sallayarak durumdan hoşnutluğunu gösterdi. Gitmiyordu. Marina ona bakarken "Tilkileri bulabilmek için izlediğim, olağanüstü bir şeyler bulma umuduyla göz gezdirdiğim yerlerden birinde bir ses izine rastladım" dedi. "Sezgisel olarak takip ettim. Eski bir radyo üzerinden canlı yayın yapılan bir kulüp binasına varıyordu." Sonra kesilmeler ve boşluklar başlamış, ses bir geçitten geçip bir başkasında kaybolmuştu. Aceleyle onun peşinden şu an bulundukları yere gelmişti. Tepenin üstünden vadiye bakarken ileride  taş binaların çevresinde bir hareketlilik gördüler. Hava hala alacakaranlıktı ve yağmur çiseliyordu. Marina geldiğinde kurt adamlarla karşılaşmış, kurtlar kendi klanlarının bulunduğu sivri kuleleriyle büyük taş evi işaret etmişti. Ateş yakacaklarını,  bunun ortalığın güvende olduğunu ve gelebileceğini anlatan bir işaret olacağını söylemişlerdi. "Ben de koridordayken senin geldikten sonra yaptığın gibi seste duyduklarımı arattım. Julia London'ı backstage'ten yani sahne arkasından kaçırdıklarını anladım. Bu çok tuhaf çünkü o siyah-beyazdaydı." Demyanko, Maria'ya dikkatle ve hayretle baktı "Yani orası kirpilerin evi gibidir." dedi. "Herşey siyah ve beyazdır, film noir kadınlarının, gangsterlerin ve eski gece kulüplerinin dünyasıdır." Sonra ateşi karıştırarak "Kurtadamlarla vampirler arasındaki ölümsüz savaşı bilirsin" dedi büsbütün yeni bir hikayeye geçtiğini belli eden farklı bir ses tonuyla. Bir defasında onları tanımıştı. Vampirlerin telkin yeteneklerini kullanarak, gördükleri tüm tuhaflıkları insanlara unutturduklarını boyutların arasındaki bağları koparabildiklerini o yüzden birlikte ilerlediklerini anlattı. Bu noktada kirpi koruyuculardan pek bir farkları yoktu.  "Ancak bu defa" dedi Demyanko kesin bir sesle. "Karşı taraftalar" Vadinin aşağısındaki hareketlilikte göremedikleri şey vampirler arasında itaatsiz, otoriteye boyun eğmeyen disiplinsiz küçük bir grubun kendi bağımsız kararlarıyla klanın taş evine saldırıyor olduklarıydı. Cadılardan ikisi dar surların üstünde asalarıyla onlara geri saldırıyor, asaların ucundan çıkan ışık toplarına benzeyen halkalar vampirlere çarptığında uzaktan yıldırımı andıran karmaşık şimşek çizgileri çıkartıyorlardı. Vampirler de hızlı hareket etme ve esneklik gibi olağanüstü yetenekleriyle tek sıçrayışta duvarlara tırmanıyor ve kurtlara saldırıyorlardı. Bir süre sonra cadılar ve kurtlar bağımsız vampirleri geri püskürtmeyi başardıktan sonra taş duvarlarla çevrili bahçede bir ateş yakıldığını gördüler. Bu Marina'nın beklediği işaretti.

Ayağa kalkarak "Hadi gidiyoruz" dedi kararlılıkla aniden.  Kurtların, evcil ve koruyucu olduğunu anlattıkları büyük ayı da onları takip ediyordu. Vadi aşağıda yemyeşil çayırların ötesinde ufuktaki karaltılara dek uzanıyordu. Alacakaranlık gökyüzü giderek kararıyor, serin yağmur hızını artırıyordu.

Taş evin kapısına sırılsıklam ve üşümüş halde vardılar. Ahşap büyük kapının kanatları iki yana gıcırtılar çıkartarak açıldı. Koridorlar ve salonlardan geçtiler ve kısa süre sonra üstlerindeki battaniyelerin arasından kuru elbiselerle zemin katta biraz önce yakılmış bir ocağa bakıyorlardı. Ayı üstündeki ıslaklığı etrafa silkinerek attıktan sonra kalabalıktan uzak bir yere devrilmişti. Kurtlardan biri "Bunu daha önce de yapmışlardı" dedi. Elindeki kılıcı yavaşça bileyleyerek "Savaşları önlemenin bir yolu olarak o zamanlar sorunların başka türlü çözüldükleri boyutlara gönderiyorlardı." diye anlattı. "Tilkiler de efsane bir amerikan futbolu koçunu ve iki yıldız oyuncuyu kaçırıp kendi taraflarından oyuna girmeye zorlamışlardı. Koç bir sezon başlarında durmuş maçlar sürüp gitmişti. Anlamsızca seyrediyorduk. Neden sonra yeniden adeta yeni bir şeymiş gibi savaşmaktan başka hiçbir çıkar yol olmadığını anladıklarında onları yeniden savaşarak geri aldılar. Bir daha da böyle 'barışçıl' şeylere kalkışılmayacağını, buna bulaşmayacaklarını sanmıştık ama gerçekliğin etki alanını yayma konusunda tuhaf bir yarışa giriştiler. Son olay kesinlikle bunun bir parçası"

"Değil" dedi ihtiyar bir tanesi. Sakallarını karıştırdı. Yaşlı bir kurttu. Ocağın kızıl alevlerinin ışığı yüzünde gezinecek kadar yaklaşmıştı. Işık ayakta duran ihtiyara vurdukça yerde sert gölgeler yapıyordu. Dışarıdan gelen yağmurun sesi yumuşamıştı. Sular mazgallardan akıp dar aralıklardan geçip kendi yolunu izleyerek yüksek tavanlı geniş mekanın sonundaki taş bir havuza dökülüyordu. "Zamanlamaya bak. Vampirleri neredeyse tamamen çevirdiklerinde oluyor bu. Bizim dünyamızla onlarınki arasında bir köprü bir geçit oluşturmak için zayıf, çok zayıf bir bağlantı onunla kendiliğinden güçlenene dek Julie'yi burada tutacaklardır." Marina başını salladı "Sonrası muhtemelen bildiğimiz anlamdaki dünyanın sonunu getirebilir. Çünkü vampirleri, kirpilerin kalbine sokmayı başarmayı planlıyor olmalılar. Vampirler siyah-beyazı ele geçirdiklerinde kirpilerin ana kaleleri düşecektir."

"Bu şimdi oluşturdukları zayıf bağlantı boyutlararası geçiti oluşturacak kadar güçlenmeden müdahale etmeliyiz." dedi Maria heyecanla bir an yerinde duramayarak. Konuşmalara hiç müdahale etmiyordu, yeni olduğunu biliyordu.  "Kirpileri beklersek geç kalabiliriz." dedi yine de.

"Ne kadar zamana ihtiyacı olduklarını bilmiyoruz"

"Muhtemelen onlarda bilmiyorlardır" dedi yaşlı kurt. Yağmur yeniden fırtınaya dönmüştü. Gök gürlemeleri taş evi bir an salladı. Sarsıldıklarını hissettiler. Ayı bir an yerinden doğrulup ateşin yanına yaklaşıp yeniden devrilip yattı.

Uyumak için vakit yoktu. Julie ufukta bir karaltı olarak görünen vampirlerin kalelerinden birinde tutuluyordu. Kurtlar atlarına atlayıp yağmur altında kasabaya bütün adamları kaldırmak için indiler. Sabaha karşı saldıracaklardı.

Maria, Demyanko ile birlikte onlarla işbirliği içindeki papazın bulunduğu kiliseye yürüdüler. Ahşap kazıkları sivriltiyor ve daha küçük bir parça daha ekleyerek onları birer haça çeviriyorlardı. Bunları vampirlerin kalplerine denk getirebilmek çok zordu ama darbenin tek ölümcül yolu buydu. Gelen adamlardan birinde yakın mesafeden ahşap kazık fırlatan bir arbalet vardı. Arbelet için hazırladığımız kazıkların üstüne, etrafta kahverengi kapşonuyla bedenini tamamen örten tek parça bir kıyafetle dolaşan papaz dua ederek kutsal su döküyordu. Dışarda okçulardan korunmak için başlarının üstüne kapatıp ahşap kapılara koç başı vuracakları dev ahşap kalkanın üstüne branda geriliyor ve açıklıkları acele içinde yamanıyordu.

Gece karanlığında kalabalık bir kafile olarak yola çıktılar. Savaşın yeniden bir kadın yüzünden alevlendiği konuşuluyordu. Uzaklardan kargaların nefret dolu uğursuz gaklamaları duyuluyor ancak yıldırımların ışığında birbirlerini bir anlığına  görebiliyorlardı.  Sabahın serinliği yaklaşırken surları görmüşlerdi. Yağmurun altında onlarca adam yürüyüşlerini hızlandırarak kaleye yaklaştılar. Gelen ilk ok dalgasında büyük ahşap iskeletli brandanın altında kalmayanlar da kalkanlarını göğe kaldırdılar. Koşmaya başlamışlardı. İki yanına geçtikleri koçbaşı kalenin kapısına gürültüyle çarpana dek iki defa daha okların salvosunun altında kalmışlardı. Ancak çıkan sert rüzgar okların yönlerini değiştiriyor ve atışlarını etkisizleştiriyordu. Kapı çatırdamaya başladığında vampirler duvarlardan atlayarak gelip hızlı bir katliama giriştiler. Başa çıkabileceklerinden çok daha fazla kan dökülüyordu. Haçlar işe yaramamıştı çünkü vampirler çok hızlılardı ve hareketlerini  takip etmek bile güçtü. Sadece arbeletler işe yarıyor, yaralananlar taş kalelerine geri dönüyorlardı. Bu arada durmayan koç başının ileri ve geri gidişleri çarpa çarpa gürültüyle ahşap kapıyı kırmıştı. İçeri girdiler. Koç başını tutanlar da kılıçlarını çıkarmışlardı. Gölgelerin arasından sürekli yeni vampirler çıkıyordu. Bu saldırıya hazırlıklı gibiydiler. Kılıç kılıca çarpışırken "Sadece kadını verin gidelim" diye bağıran adamlar "Gelin alın bakalım" diye yanıtlanıyorlardı. Yağmur sabahın gri aydınlığında perde perde gökten dökülüyor ve savaşan adamlara rüzgarla sert dalgalar gibi çarpıyordu. Maria ve Marina ellerinde hafif süvari kılıçlarıyla içeri yeni girmişlerdi. Arkalarından gelen ayının kükremesini duydular.  Maria'ya saldıran dişi bir vampirle boğuşmaya başlamıştı. Adamlardan biri boğuşmalarını fırsat bilerek ahşap haçın kazıklı tarafını vampirin kalbine sokarak onu yere devirdi. Açık ağzını bir an için göğe çeviren ayı yürümeye devam edip kalabalıkta pençe vuruşlarıyla daha fazla ilerleyerek onlara avludan çıkışın yolunu açtı. Alevlenen çarpışmanın şiddetli bir anında ayının birden fazla kılıç darbesiyle yere düştüğünü gördüler. Ölmeden önce sayıklar gibi kükrüyordu. Giriş holüne girdiklerinde geri kalan vampirler de arka taraftan atlarına binmiş uzaklaşıyorlardı. Kurtlar ve savaşçıları kılıçlarını kınlarına soktular. Çok kan dökülmüştü ama vampirleri şimdi atlarla peşlerine düşüp kovalamaktan daha acil bir işleri vardı. Julie London taş  kale evin   aşağı katında tutuluyordu. Savaş başladığında ellerinden kurtulmuş, bulabildiği en derin hücrelerden birine yanına demir anahtarını da alarak girmiş ve kendisini oraya kilitlemişti. Onu bulduklarında "Fazla zamanımız yok" dedi yaşlı kurt. "Geri dönmelisiniz" Geldikleri toprak yolu yavaşlayan yağmurda bu defa göğün gri aydınlığında geri yürümeye başladılar. "Sadece vampirler değil, cadıların bir kısmı da onlarla birlikte çalışıyordu" dedi Julie London."Kara büyülerle uğraşıyorlar ve yeni bir şeyler deniyorlardı. Islak toprak şimdi her noktada çamura dönmüştü. Bata çıka dengelerini zaman zaman kaybederek ilerliyorlardı "Muhtemelen şekil değiştiren tilki kafalı  güruhtan birkaç kişi de beni gece kulübünde izleyenlerin arasındaydı. Onları asıl oldukları takım elbiseli tilki kafalı halleriyle görebilmek neredeyse imkansız" Ormanda geçitin bulunduğu yeri aradılar. İşaretlediği yer fırtınada dağılmıştı. Maria kolyesini çıkardı ve ıslığını çaldı ve sonra yeniden çalarken ışık geçite atladı ve geçit dalgalanmaya başladı. İçinden geçip gittiler. Koridoru hızla geçip masasının başına geçen Marina "*öt herifler" dedi. Laptopun köşesinde kirpilerin nöbetçi acil müdahale birliğinden bir mesaj vardı. "Acil durumla kastımızın ne olduğunu soruyorlar" dedi Marina Demyanko. Önce sinirli bir şekilde güldü. Sonra küfür ederek mesajı kapattı. "Şimdilik gidelim" dedi Demyanko. Daha sonra onları askeri mahkemeye verecekti.

Kulübe girdiklerinde henüz açılışa uzun saatler olduğundan içerisi tamamen boştu ve elbette herşey siyah beyazdı. Maria gözleri alıştıktan sonra Marina'ya dönüp "Güzel görünüyorsun" dedi. Julie London "Ben sahnedeyken biri kuliste aynaları sırlamış olmalı. Bir tür büyü. Çünkü sahnede bir tuhaflık olduğunu sezmeme karşın içeri gidene kadar hiçbirşey olmadı. Sonra baktığım etrafı yanan küçük ampullerle çevrili aynanın içinden çöl ortasında garip kum renginde bir tapınağa çekildim. Her yer boş ve ıssızdı. Ama başka bir ayna daha vardı orada. Bu aynanın sırrını oradaki uzak çadırındaki bir çöl bedevisinden aldıklarını öğrendim. Daha sonra başka bir aynanın içinden vampirlerin ve cadıların arasına çekildim."

"Senin titreşimini yeniden yakaladığım yer orasıydı." dedi Marina. "Sanırım izlerini kaybettirmeyi denemişler"

Julie aynada saçlarına bakıp eliyle yoklayarak fırçayla düzelttikten sonra kulisteki siyah pirinç çevirmeli telefonun ağır ahizesini kaldırıp birkaç numara çevirdi arka arkaya. Her çevrimden sonra ahizenin kıvrımlı uzun bir kordonla bağlı olduğu pirinç gövdenin yuvarlak halkası dönerek bir tıkırtıyla eski bulunduğu yere geliyordu.

"Şehre geri döndüm sevgilim" dedi Julie London. Bir taraftan ruj sürüyordu. "Misafirlerimiz var"                                                                                                                                             

 

Why does the sun go on shining?

Why does the sea rush to shore?

Don't they know it's the end of the world?

'Cause you don't love me any more

 

Why do the birds go on singing?

Why do the stars glow above?

Don't they know it's the end of the world?

It ended when I lost your love*

 

 

 

 

dipnotlar:

* "Pazar sabahı / Çok fazla zaman hiçbirşey yapmamaya / Çok fazla zaman seninle harcamaya/ Pazar sabahında" Julie London. Sunday Morning.

*"Neden güneş hala parlıyor? / Neden denizler sahile ulaşıyor? / Bunun dünyanın sonu olduğunu bilmiyorlar mı? / Çünkü sen beni daha fazla sevmeyeceksin / Neden kuşlar hala şarkı söylüyor? / Neden yıldızlar parıldıyorlar yukarda? / Bunun dünyanın sonu olduğunu bilmiyorlar mı? / Bu senin sevgini kaybettiğimde sona ermişti." Julie London. End of the World.

 

4. Demir Lokomotif

Horlayan ve köh köh sesler çıkartan yuvarlak hatlı eski arabalar yolları kaplamıştı. Önlerine kırıp sağa çeken kapısı ters yöne açılan bir Ford modeli bu sokaklar için bile yaşlı sayılırdı. Yol boyu önlerinde uzun zaman kasasındaki çocukları ve köpekleriyle yavaşça süren geniş bir pikap ilerliyordu. Julie'nin evinin girişinde de karşılıklı iki köpek heykeli vardı. İçeridekilere selam verip yukarı çıktıklarında, odasında camekan içinde tuttuğu hafif ve ince tacını gösterdi. Aynısından Lana Del Rey' ye de yaptırmıştı.

 Maria hayretle baktı Julie London'a.

"Amerika'daki evine gönderdim. Ama ulaştı mı bilmiyorum"

Artık üretilmeyen küçük beyaz laptopu ahşap makyaj masasına açan Demyanko bir süre sonra "Hayır" dedi. "Ulaşmamış" Düşünceli bir şekilde laptopunu kapattı. "Tilki kafalı takım elbiselilerin eline geçmiş olmalı"

"Onlar da bana ulaşmak için tacı kullandılar" diye tamamladı London.

"Değişik boyutlar arasındaki kapıları ve geçitleri zorlamak sadece tilkilerin işine yarar" dedi Marina Demyanko.

Akşam yemeğinden sonra tuhaf bir tiyatro oyununa gidebilmek için yeniden kararan havada parlayan sokak lambalarının aydınlattığı dar sokaklarda ve geniş kalabalık caddelerde sürdüler. Üçü de kıyafetlerine uygun şapkalar takmışlardı. Çok şık görünüyorlardı. Vardıklarında "PEKİ AMA BİR LOKOMOTİFİ NEREYE SAKLAYABİLİRSİN?" başlamak üzereydi. Tiyatronun girişindeki afişinde sadece eski model yaşlı bir tren vardı. Oyunda uzaylılar dünyayı ele geçiriyor ve insanları intikam almaya kararlı oldukları eski buharlı bir lokomotifi bulmaya zorluyorlardı. Dünyada yağmalar başlıyor, hükümetler devriliyordu. Biz seyirciler herşeyi içinde bir televizyon ve kanepenin olduğu bir apartman katından takip ediyorduk. Sonunda yaşlı lokomotif bir fabrikanın dev deposunda bulunuyor, parçalanıyor ve demir eritme atölyesine gönderiliyordu. Uzaylılar tatmin olmuş şekilde ayrılıyor, üstümüzde ışıklar dolaşıyordu. Ve son. "Hayatımda bundan daha kötü bir oyun seyretmemiştim." dedi Maria. Ayakta alkışlanıyorlardı. Tam bir dalavereydi.

Julie London tilkilerin izlerini kaybettirmek için kullandıkları çöldeki tapınağa yeniden gitmenin bir yolunu bulmuştu. Bunun için önce pastel tonlardaki renkli döneme geçmeleri gerekiyordu. Bir uçakla oraya hızlıca gidebilirlerdi ama geççok ani ve sarsıcı oluyordu. Eski bir trenle yola çıkacaklardı.  İki ahşap yuvarlak bavulla önü çizgili şekilde boyanmış ahşap tabelaları ve içinde yuvarlak bir bankın bulunduğu bekleme salonuyla küçük istasyonlarından binip kompartımanlarına yürüdüklerinde vakit öğleden sonraydı. Siyah beyazın yaşlı treni yavaşça dışarıda siyah beyaz manzaraları geride bırakıyordu. Maria kompartımandaki tek pencereyi aşağı çekerek açtı. Sıcak bir rüzgar içeri doldu. Trenin yeknesak takırtıları bir ritm duygusu veriyordu. Çantaları orada bırakıp restoran vagonuna geçtiler. Beyaz fincanlarda küçük masada karşılıklı çay içiyorlardı. Vagonların sallantısı huzur vericiydi. Herhangi bir şeyin neden varolduğunu düşündü Maria. Bilmek ve anlamak istediğinden de emin değildi. Sonra ağaçların sakladığı balkonları ve pervazları çiçeklerle dolu evlerin devam ettiği manzaraya baktı. Julie kompartmanlarına döndüklerinde elindeki kitaptan başını bir an kaldırıp  yukarıdaki kuşette yattığı yerden aşağıda ilerleyen ağaçlıklı pastel tonlardaki yeşil manzaraya baktı. Demir canavar gürültüyle ve hızla ilerliyordu ama hala onlar siyah beyazlardı. Renklenmemişlerdi. Koridorlardan geçip lokomotife ilerlediler. Koltuklarındaki çoğu yolcu da durumun tuhaflığını fark etmeye başlamıştı. Olan biten herşeyi tamamen normal olarak karşılayan sadece küçük çocuklardı. Başka ve daha belirgin bir gerçekliğe henüz alışmadıkları için gerçekliğin  bu halini tereddütsüz ve olduğu gibi kabul ediyorlardı. Trenin sesi en çok vagon geçişlerinde demir bağlantıların yapıldığı yerlerdeki hareketli zeminde tehlikeli biçimde yükseliyordu. Bu geçişlerde ayakta durmak güçtü, iki yana tutunarak ilerliyorlardı.  Lokomotif vagonuna girdiklerinde burada hiç kimsenin olmadığını gördüler. Tren anlaşılacağı gibi tamamen kendi kendine gidiyordu. Önlerinde ileri doğru uzanan demir raylara baktılar.

Tren istasyondan kalktığında şekil değiştiren tilkiler de trendelerdi. Yolun bir yerinde lokomotife girmiş ve kontrolü almaya uğraşmışlardı. Şekil değiştirdikleri zaman ayrıca bir güç sarfettiklerinden mücadele etmeye ve dövüşmeye başladıklarında kendiliklerinden asıl hallerine geri dönüyorlardı. Lokomotifte tilki izleri arıyorlardı ama bulamadılar. Geçtikleri son vagon aralığında  dış kapının dışarı doğru açık olduğunu ve kendilerinin kapattığını anımsattı Demyanko. Geri dönüp yanlarından geçtikleri kompartmanlara bakınca iki ölü adam  buldular. Biri kondoktördü ve diğeri de resmi üniformalı bir görevliydi. Silahla vurulmuşlardı. Kalanların burada çarpışırken onlarla birlikte açık kapılardan dışarı yuvarlandıklarını tahmin edebiliyordu. Tilkiler belirli ıssız bir noktada treni durdurmak ve daha önce denedikleri şeyi bu defa daha kalabalık bir toplulukla yeniden yapmayı planlamışlar ancak trendekiler beklediklerinden daha fazla direnç göstermişlerdi. Yolcuların büyük kısmını kaçırıp bağlantılarını güçlendirmek istedikleri başka bir boyuta taşıyacaklardı. Ölü adamların birinin üzerinden anahtarları alıp lokomotifin ön kısmında kapalı bir kutuyu açan Julie ortaya çıkan açıklıkta belirgin biçimde duran yuvarlak siyah düğmeyi yavaşça çevirerek siyah beyaz eski treni de yanlarından geçtikleri pastel tonlarla uyum içine getirdi yavaşça. Renklerle birlikte hisleri de titreşimlerle değişiyor ve eski ilk renkli filmlerin umutlu havasına yaklaşıyorlardı. Orada olduğunun farkında olmadıkları karamsarlık onları terk ederken hissettikleri hafiflemeyle derin ve kesinlikle yanıltıcı bir nefes almışlardı. Çünkü değişen hiçbirşey yoktu.

Treni durdurabilmek için vagonların içindeki kolları aşağı çekince sadece lokomotif kısmında ön panelinde kırmızı bir düğmenin yanıp söndüğünü bunun bir işe yaramadığını gördüler. Marina kendi kompartmanlarına geri döndüklerinde laptopunu dizlerinin üstüne açmıştı. Trende vagonların arasında açabileceği ve yolcuları tahliye edebilecekleri uygun bir geçit yoktu. Ancak Marina bir saat kadar sonra normalde durup önlerinden geçmesini beklemeleri gereken başka bir trenle çarpışacaklarını öğrenmişti.

Tren hızla yoluna devam ediyor, çelik köprülerden ve yaklaştıklarında uyarı çanları çalan kasabalardan, asfalt araba yollarıyla demir yolunun kesiştiği şehirlerden geçiyor, yanlarında devam eden nehire paralel olarak uzanan demir yolu Maria'ya teknik rota ile doğal  yolun birbiriyle yan yana ilerlerken  sağladıkları uyumu nasıl sürdürebileceklerini düşündürüyordu. Treni durdurmak için en fazla bir saatleri vardı.

Haber trenin içinde hızla yayılmıştı. Orta yaşlı şişmanca bir adam elinde baltasıyla gelip lokomotifin elektrik düzeninin geçtiği, anahtarla daha önce kapakları açılmış olan dolaba saldırdı. Elektrik kaynağıyla bağlantılarını kesebilirlerse tren duracaktı. Çocukları ve eşi aynı trendeydi ve kendini feda etmeye karar vermiş, kömür olacağını bile bile hırsla ve defalarca önündeki kabloları saklayan çelik levhalara vuruyordu. Sonunda bu şişman koca adamı birkaç kişi yaptığı işten geri çekip, kendileri bu defa pense ve demir makasıyla açıkta olan kabloları rasgele kesmeye başladılar. Kısa bir süre sonra trenin iç ışıkları gitti. Ana güç kaynağı daha derindeydi. Ulaşmak imkansız görünüyordu.

Genel fikir lokomotifle diğer vagonların arasındaki bağlantıyı kesmeleri gerektiği yönündeydi. Ama önce olası bir çarpışmada kayıpları azaltmak için yolcuların arka vagonlara doğru tahliye edilmeleri gerekiyordu. Burada ölüm başka başka bilmedikleri boyutlara iradesizce savrulmaları anlamına geliyordu ki hiç kimsenin istediği bu değildi. Birkaç gönüllü tahliyeyi sağlayabilmek için trende geriye doğru yürümeye başladı. Geri kalanlar ellerinde balta ile öylece durmuş vagon aralığında birbirinin üstünde oynayan zemine bakıyorlardı. Hareketli zeminin demir çelik konstrüksüyonları çok güçlüydü. Yararsızca dışarıdan birbirlerine bağlandığını düşündükleri kesişim yerlerine defalarca vuruyorlardı. Hiçbir değişiklik hissedilmiyordu. Burayı açabilseler dahi daha sonra vagonların dış bağlantılarını nasıl kesecekleri hakkında ise hiçbir fikirleri yoktu. Lokomotif aralığının yüksek takırtısını   terkedip trenin içinde geri, diğer vagonlara doğru yürümeye başlamışlardı. Bir kaç kişi dışında içeride hiç telaş yoktu. İnsanlar kendi hallerinde durumu kabullenmiş gibi aralarından bazıları dönüşlerin birinde suya atlamanın uygun bir yol olup olmayacağını tartışıyorlardı.

Kompartımana döndüklerinde Maria "Şampanya içmeliyiz" dedi. Çölde çay filmini hatırlayan Julie güldü. Filmdeki kadın "Bu sihir bir treni bile durdurabilir" diye fikir yürütüyordu şu an içinde bulunduklarına benzeyen eski bir tren kompartımanda.

"Pekala ev sahibine götürdüğümüz şarapları açabiliriz" dedi Julie ahşap yuvarlak bavullarını karıştırırken. Maria ellerini çırparak kesinlikle bunu uygun bulmadığı ve alışkın olmadığını belli eden Marina'ya sarıldı. Akşamın alaca ışıkları manzarayı değiştirirken restoran vagonundan getirdikleri kadehlerle beyaz şarap içiyorlardı."İstasyonlardan geçerken durumumuzun yazılı olduğu kağıtları aşağıda durmamızı bekleyenlere atalım" dedi. "Onlar ana hattın enerjisini kesebilirlerse treni durdurabiliriz." Bu fikirle koridorlarda ilerleyip kağıtları hazırlarken birkaç istasyon daha geçmişlerdi. Hazır olduklarında kağıtların hepsini pencerelerden peron hattı uzun bir istasyondan geçerken fırlatıp rüzgarda savrulmalarını seyrettiler.

"TRENİ DURDURAMIYORUZ"

Kafasını pencereden içeri soktu tekrar. Birşeyler olmasını beklerken umutları kırılmıştı. "Dikkate alacaklarını sanmıyorum" dedi Demyanko. En çok yarım saatleri kaldığını hatırlattı. Trende bir ölü daha bulunmuştu. Kompartımanların birinde üstteki kuşetler yatak olacak biçimde çekilmiş ve kirpilerden biri yüzü içeri vagona bakacak şekilde yatırılmıştı. Siyah beyaz da tilkilerin karıştığı olaylar arttığından beri kalabalık yerlerde bir ya da iki kirpi silahlı olarak dolaşmaya başlamıştı. Tilkiler vagonların içinden ilerlerken ilk önce trendeki kirpiyi bulup ortadan kaldırmış bu da lokomotiftekilere zaman kazandırmış, treni durdurabilecekleri pedalları ve lokomotifi kontrol eden paneli etkisizleştirmiş, telsize davrandıklarında ise tilkilerle boğuşmaya başlamışlardı. Tilkilerin de lokomotifte üstünlüğü sağladıklarında ilk olarak işlevsizleştirdikleri telsiz olmuştu. Ancak adamlardan biri tilkilerden birinin doğrulttuğu silahın üstüne yürümüş ona çarpmış ve tilkileri bir an için saf dışı bırakmaya çalışmıştı. Sonunda ikisini de kendileriyle birlikte aşağı sürüklemeyi başarmışlardı.

Marina "Tehlikeli bir şey deneyeceğim" dedi. Eğer oluşan tuhaflığı farkedip onbeş dakikaya kadar elektriği ana şalterden kesmezlerse, haritada takip ettiği girecekleri ilk uzun tüneli otobanın çıkışına bağlayarak bir geçit oluşturacaktı. Tren otobandan çıkarak asfaltta ilerleyecek, belki bazı arabalara, tırlara da çarpacak ancak hızı azaldığından daha yavaş devrilecek ve duracaktı. Olası bir çarpışmadan daha az tehlikeli görünüyordu.

Tren ilerledikçe açık pencerelerinden gelen hava koridoru tazeliyor, hareketlenmiş yolcular birbirleriyle gerginlikten uzak bir çeşit kader birliği etmiş olanlara özgü kabulleniş dolu bir havada sakince konuşuyorlardı. Marina nihayet laptopunun başında hazırlanmış geçiti açmak için geri sayıyordu fakat tren tünele girerken birdenbire hızı kesildi ve yavaşlayıp durdu. Yolcular eşyalarını almadan hızla aşağı iniyor ve etrafa bakıyorlardı. Enerji kesilmişti. Çok geçmeden otobüsler geldi. Kapısına hücum eden yolcuların ilk kısmını alıp gara götürmek üzere yola çıktı. Yenilerinin gelmesini bekliyorlardı. "Otoyola çıkalım" dedi Julie. Otostop çekmek üç güzel kadın için çok zor değildi. Duran ilk arabanın sahibi olan adam aynadan Marina'ya bakarak "Beni öldürmezsin değil mi" diye sordu. "Tehlikeli birine benziyorsun" Marina gülümsedi. Şehire girdiklerinde buldukları ilk telefon kulübesinde arabadan indiler. Gidecekleri evin sahibi olan yaşlı kadın olanları radyodan duymuştu ve onları arabayla gelip caddenin köşesinden aldı.

O akşam ellerini yuvarlak bir masada birleştirmiş, yaşlı kadının söylediklerini yapıyorlardı. Masaya bakan duvara dayalı olarak konuşmuş bir boy aynası vardı ve önünde birkaç tane mum yanıyordu. Odayı aydınlatan tek şey onlar ve yansımalarıydı. Bazı latince kelimeler duyduğunu anımsıyordu. Kayıp ruhlardan yardım istiyordu. Kadının önündeki açık el yazması kitaptan sise benzeyen bir şey yükseldiğini sandı. Tuhaf bir rüzgar odayı çepeçevre dolaştı. Maria ayna sular gibi dalgalanır hale gelince birşeyler öğrenebilmek umuduyla içinden geçip çöldeki tapınağa adım attı. Marina kemerli koridorlarına geri dönüyor, Julie yaşlı kadınla getirdiği şaraplardan sonuncusunu birlikte içmek üzere açıyorlardı.

Maria, çöldeki tapınakta aynanın içinden çıktıktan sonra, içinden geçip buraya adım attığı aynada geri dönüp kendine baktı yeniden. Yorgun görünüyordu. Kum rengi iri taşlarla örülmüş boş tapınakta sessizce dolaştı ve çölün ortasındaki bu gizemli kalenin minderlerle çevrili bir köşesinde uyuyakaldı.

 

 

 

 

5.Çöldeki Tapınak

"Yüreğimde arzuyu tutuşturup uzaklara gitti! Barınağımızdan uzaklara! Benim zavallı aklım da onunla birlikte uçup gitti ve o dönünceye kadar da  geri gelmeyecek. Gözyaşlarım onun yokluğuna adandı; arzumun beni ona taşımadığı bir gün bile yok! Yokluğunun acısını anmadan da yüreğim kanmıyor! Hayali ruhumda belirir belirmez, aşkım, arzularım ve anılarım çoğalıyor! Günün ilk saatlerinden başlayarak, gözlerimin önünde beliren daima onun sevgili hayalidir; ve bu hep böyledir! "   1001 Gece Masalları

 

Tanrı çölü başka herşeyin sonunda yaratmış ve şöyle demiş olmalıydı:

"Sanırım böyle daha iyi oldu"

Maria çölü seyrederken yalnızlığını unutmuştu. Kayısı rengindeki çöl tepeleri turuncuya çalan göğün altında ve sessizliğin içinde  hayranlık uyandırıcıydı. Uzaklardan geçen deve kervanları dışında tapınak her an tamamen kendi boşluğunu hatırlatan ıssız bir yerdi. Üstü tamamen açık çatı katını çeviren toprak rengi düz duvarlara tutunarak çöl manzarasını izlerken, hareketli bir arap atının üstündeki başı geleneksel biçimde sargılı bir adamın kalabalık bir topluluktan ayrılıp yanına, tapınağa doğru sürdüğünü gördü. Kalbi nedenini bilmediği halde hızla atıyordu. Onu beklemiyordu ama korkmuyordu da. Ellerini  tek parça elbisesinin ceplerine atıp onu tapınağın kapısında karşılamak için aşağı indi. Adamın gösterişli atından bir hamlede inişini seyretti. Onda ilk anda ruhunu, içini kamaştıran birşeyler olduğunu anlamıştı. Karşısında gülümseyerek konuşmaya başladığında ve ona doğru yaklaşırken kelebekler taşıyan bir bulutun içinde tüy gibi sıcak bir rüzgarda dağıldığını hissetti. Genç adam gezgin bir çöl bedevisiydi. Bu tapınağa kör ve zekasız hazine avcılarından başkaları gelmeyeceği için bu çöl tapınağının yeni ziyaretçisinin kim olduğuna bakmaya gelmişti.

"Hazine avcıları  her nasılsa tapınağın karanlık ve kadim kalıcı ruhlarıyla başlarını belaya sokarlar, sonra biz de onlardan kalanları alırız." demişti.

Yüzünde, üstünde başında aslında bedeninin her kıvrımında henüz yataktan kalkmış gibi savruk ve rahat bir hava  göze çarpıyordu. Çöl bedevisinin her hareketinde baştan sona herşeyinde çekici tuhaf bir çiğ ve kesin çizgilerine kesinlikle ulaşmamış hava yeknesak halde sürmekteydi. Sanki sürükleyici bir hikaye hala  anlatılıyormuş gibi bir his veriyordu. Allah adeta onu her an yeniden yaratıyordu. Olmuş bitmiş bir katılık tam bir kesinlikten uzak durulmuştu.

Bir defasında "Sebeplilik bizi bir arada tutuyor.” demişti Maria.

“O olmasaydı uzay boşluğuna dağılırdık"

Sebepler sebebi daima gizlidir diyen Aristotales'i anımsatan bedevi Elindeki şerhlere göre geçen birkaç binyılda da daha değişik ve ilgi çekici bir yanıtla karşılaşmadığını söylemişti.

O belki içinden çıkıp geldiği çöle benziyordu. Öfkelendirecek kadar açık ve reddedilemezdi. Kendi hoşluğu ve alıcığı, kabul ediciliği karşısında kaçacak, saklanacak bir yer bırakmıyordu. "Kavranamaz ve dolaysız." diye düşündü Maria. Böyle anlarda bazen düşündüğünde, (kendini düşünüyor halde yakaladığında) belki aslında neden kaçtığını sormalıydı kendine. Kalan başka herşeyi “geri kalan diğer bütün o şeyler” kategorisi altına alıp kaybeden sakin kelimeleri kıvrımlı dudaklarının içinden dökülürken çabasızca bütün dikkati kendi üzerinde topluyordu.

Aktarılamaz ve açıklanamaz olandı. Sanki tam bir açlıkla akıllarına gelen herşey  hakkında konuşmaya başlamışlardı. Birbirleri gibi biriyle daha önce hiç karşılaşmamışlardı.

"Şu ve şu olmayanlar, a ve a olmayan başka herşey. Kalıcı zannedilen zihinsel konumlamalar" demişti Maria son defasında onu gönderirken.

Günler geçmişti. Çöl bedevisi  her akşam aynı saatlerde geliyordu. Ona bir yolcu olduğunu söylemişti. Çok yakında ayrılacaktı. Onun ise limandan gelenleri yağmalayan bir çöl topluluğuna ait olduğunu öğrenmişti. Ve toprak biriktiriyordu. Seneler içinde avuç avuç uzaklardan toplayıp getirmiş, onu sıklıkla davet ettiği evinde küçük bir arka bahçe hazırlamış içine birşeyler ekmişti. Getirdiği toprakları parça parça her gün bu bahçeye dağıtıyordu. Ondan sevgiyle ve tutkuyla söz ediyordu. Gelirken ona tuhaf şeyler getiriyordu.

Maria yattığı yerden çiçek dürbününü dalgalanan muma çevirdi. Bugün de bedevi ona bir çikolata kutusu getirmişti, bir elinin büyüklüğündeydi.  Yanından çıkan minik bir kol çevrilerek mekanik bir müzik çalıyordu. Üstünde Toulouse Lautrec işi bir Moulin Rouge vardı. Ona bir zamanlar denize de çıktığını ve içki içtiğini söyledi.

"Kılıçlarımızı şakırdatıp denize yuvarlanmadan hemen önce güneş altında bir bardak sıcak şarap içecek kadar vaktimiz olacak mı bilmiyorduk" diye anlattı.

Maria şarkı bittiğinde uzanıyor ve eline aldığı küçük müzik kutusunun kolunu yeniden çeviriyordu.

"Bütün dünyayı önümüze açıp, kendimizi kendimize karanlık bırakmak ince bir mizah anlayışı." dedi Maria. "Bu arada gönderdiği kitapları okudum, ayrıca kum çölleri de hayli değişik ama şimdiye dek hiçbirisinde ben yoktum."

 "Aslında dünya deneyimlemek için değilse de, seyir zevki için harika bir yer."  

"Bir defasında bir leopar görmüştüm safaride." diye devam etti Maria. "Görmüştük, başka insanlar da vardı. Önce ayağını görmüştük. İri patisini toprağın üzerine basıyordu yavaşça. Bir leopar. Bakışıyla, yürüyüşüyle tam bir leopar. İnsan bir leopar görünce başka bir şey düşünemiyor. Ona bakınca onun bir leopar olduğunu anlıyorsun ve konu kapanıyor."

Genç adamın şimdi hiç olmadığı kadar ilgisini çekmişti. Maria'yı en hafif ifadeyle tuhaf buluyordu.

"Sonuç : 'quidquid fid, necessaria fit' muhtemelen. Varolan herşey -en küçüğünden en büyüğüne- zorunlulukla gerçekleşir.

...bu yüzden onlar aracılığıyla gerçekten yeni olan hiçbirşey oluşmaz, aksine eylediklerimiz dolayısıyla ne olduğunu öğreniriz."

"Allah, merak içinde huzursuzlanan akılların yardımcısı olsun!"  dedi bedevi.  Yıldızlar göklerde titreyerek yanıyorlar, sıcak bir meltem çatı katını yumuşak bir okşayışla esip geçiyordu.

Ay ışığının altında uzun ve bitmeyen aşk geceleri yaşadılar ama bazen hiç sıkılmadan sabaha dek konuşurlardı. Bu güzel, gizemli ve esmer çöl bedevisi Maria ile tartışmalarının sonunda  ona bazen hikayeler anlatırdı.

 

Anlatı

 

Üslup



Bir delikanlı memleketinden uzak bir yere seyahate çıkacaktı. Dikkate değer bazı konuları kaleme almak niyetindeydi. Anlatacakları sabit ancak üslup konusu belirsizdi. Dedi ki :



"Okuduklarım ruhumu yatıştırmadı. Yazılanlar hep birbirini andırıyor."


Onu duyan bir yolcu ona şöyle seslendi:



"Güzel ve kolay sözler hatırda kalır.  Kafası bulanık kişinin lafı ise dolandıkça dolanır. Soylu hükümdarların, akıllı vezirlerin bulunduğu meclislere devam eden bir kişi bu konuda şöyle söylemiştir :



"Zarif ve kapalı sözleri hanımlarıma saklarım. Çünkü bu onların tabiatına daha uygundur"



Delikanlı bu sözleri duydu ve yerinde buldu. Yüklediği deveyi ipinden tutup yola koyulacağı sırada meraklanıp yolcuya adamın akıbetini sordu. Yolcu şöyle cevap verdi:



"Kısa zamanda itibarını kaybetti. Sözlerinden birini beğenmeyen hükümdarın türlü eziyetine uğradı. Ardından hapis edildi, zindanda taş zeminde uyudu. Sonunda keder ve yoksulluk içinde öldü. "



Söz uygun olana söylenmeli, uygun olmayınca kesilmelidir.



 



Kervan



Kervan su başında mola vermişti. İki kuvvetli muhafız kavgaya tutuştular. Kervancıbaşı onları orada bırakıp develeri yükledi ve yeniden yola koyuldu. Ona yetişip bu hareketinin nedenini sordum. Bana şunları söyledi:



İş uzayıp kılıçlar çekilince elbette biri galip ayrılacaktı. O durumda kervanın yükü  tehlikeye girer diye düşündüm. Benim bu hareketim bilgelerin şu sözüne de uygundur :



"Salıncağı tutan iplerden biri kesilirse, sefa vakti kısa tutulmalıdır"



 

 

Aşık



Delikanlı yolunun düştüğü bir vilayette filanca kişiye aşık oldu. Karanlık çökünce kızın duvarından atlayıp bahçelerine geliyor, birlikte aşk geceleri yaşıyorlardı.

 

ruhum senin yanında yağmur altında parıldayan çiçekler gibi hayat buldu

bakışın bir kor gibi kalbime düştü, gönül evimin ocağı ateşine kavuştu

 

Yaşlı bir kocakarı bir vakit onları duydu ve delikanlı gelip usulünce istesin diye aşıkların işine mani oldu. Nihayet ertesi gece kız evden çıkmadı. Böylece geçen üçüncü gecenin sonunda delikanlı işinin bozulduğunu anladı. Devesini yükleyip yeniden yola koyuldu. Şairin söylediği gibi ;

 

yüreğinin yükü hafifleyen aşığın başından kasvet dumanları dağıldı

çiçekler içinde bir bahçede nefeslenen kişi hülyalı bir uykuya daldı

 

Kişi kış başında boynunu büken çiçek gibi olmamalı, Tanrı'nın planına sadık kalmalıdır.


İş bozucu kocakarının ve dedikoducu insanların şerrinden Tanrı'ya sığınırım.



 



Söz



Delikanlı çokça zaman dolaştı, değişik sohbet meclislerinde bulundu.  Nihayet memleketine geri dönüp anlatacağını sabit bulduğunu bir bir yazıp anlattı. Eserinin bir kopyası benim de elime geçti. Okuduktan sonra ona sordum:



"Sözünün üslubu eskilere pek uyuyor, öyleki aynı babadan doğmuş iki kardeş gibi. Seyahatin seni hoşnut etmedi mi, aradığına kavuşamadın mı?"



Delikanlı bana şunları söyledi:



"Yazacağım söz sade ve duru olsun diye uğraş verdim. Öyleki gönülde bir hoşluk ve hafiflik bıraksın istedim, neticesi bu oldu."

 

* * *

Maria da karanlık gökyüzünde ışıldayan bir taca benzeyen takım yıldızlarını işaret ederek "Kraliçe takım yıldızları" dedi ve ona şu hikayeyi anlattı.

"Uzun yıllar önce birbirleriyle savaşan iki büyük kavim varmış. Paylaşamadıkları basit bir su kıyısı için ve sürülerini otlatacakları yeşil otlaklar için verdikleri savaşlarda her sene çokça adam kaybederlermiş. Kavimlerden birinin başında yerli bir kral, diğerinin başında eşini kaybetmiş genç ve güzel bir kraliçe varmış. Günün birinde kraliçe savaşlardan yorulmuş ve evlilik yoluyla bu çok hoş ve çekici adama savaşı sona erdirecek bir birleşme teklifi etmiş. Hepbirlikte büyük, güzel ve mutlu bir ülke olma hayali varmış. Kral bu teklifi gururlandırıcı bulmuş ama hastalanıp ölen eşini unutamıyor ve anısına saygısızlık etmekten çok korkuyormuş. Sabaha karşı mezarlığa gidip her zaman yaptığı gibi genç yaşında ölen kızlarına dua etmiş ve ondan bir işaret istemiş. Bu evlilikte rızası olup olmadığını bilmiyormuş. Küçük kız çok uzak yıldızların birinde babasını duymuş ve tam onun baktığı sırada işaret parmağıyla babasının Maria ile evlenmesi için bir işaret olarak gece göğüne M harfi çizmiş. Yıldızlar şimdi bulundukları yerlere geçerek hemen parıldamaya başlamışlar. Yaşlı kral bunu görmüş ve Kraliçe Maria ile evlenerek birleştirdikleri ülkelerinde birlikte sonsuza dek mutlu yaşamışlar."

"Benim ismim bu eski hikayeden geliyor" dedi Maria.

O gece serindi. İçeri girip ateş yaktılar.

"Sana ateş lordlarından birinin hikayesini anlatacağım" dedi bedevi. "Bu o merak ettiğin bazı şeyleri sana açıklayabilir"

“Onun ismini bilen hiçkimse yoktu.” diye başladı.  “Ateşi kapı olarak kullandığı için eski bir efsaneye uygun olarak küllerinden doğduğu safsatası yayılmıştı. Ateşin kendisi onun için evdi ve evlerinin arasında geçiş yapabiliyordu. Bir yerde açık bir yerde ateş yakmak adeta onu çağırmak anlamına geliyordu. İlk zamanlar Hestia gibi aile ve evde yanan ocak ateşi koruyucusu olarak varolmuştu, ancak daha sonra karanlık tarafa geçmiş ve asıl gücüne de orada kavuşmuştu. Çöl bedevisine göre vampirleri çeviren de oydu. İki kızı oldu. Onlara Meredith ve Benaruth isimlerini koydu. Bu kızlar büyüdüklerinde ölümüne birbirlerine girdiler ve savaşları onlarca yıl kanlı ve kara büyülerle dolu olarak sürüp gitti. Babaları olan ateş lordu onları bu çöl tapınağına birlikte hapis etti. Yüzlerce yıl birlikte kaldıktan sonra güçlerini birleştirerek babalarına karşı geldiler ve gümüş asanın yardımıyla onu bir süre için alt edip özgürlüğe kavuştular. Tapınak o günden beri tamamen boş ve gümüş asa da kendi aralarında devam edip giden savaşlarda kaybolmuştu.”

"Ateş lorduna boyun eğdirmek istiyorsan gümüş asayı bulmalısın" dedi bedevi.

Ertesi sabah yalnızken boynundan kolyesini çıkartıp kapılarla dolu girişte ayakta durup ıslıkla o eski melodiyi çaldı ve sakince yeniden çalarken taşın ışığının girişteki sütunların arasına atladığını gördü. Yavaşça aralarından geçerek yeniden Marina'nın bulunduğu koridora yürüdü

"Gümüş asa" dedi Maria. "Ateş lorduna boyun eğdirmek istiyorsak onu bulmalıyız"

 

 

6. Rüzgarlı Vadi

Marina Demyanko cevap vermeden "İçeri gel Maria" dedi. "Seni göndermek istediğim bir yer var. Tuhaf şeyler oluyor"

"Bu tamamen yeni bir şey değil" dedi Maria, Demyanko'nun gösterdiği kemerli kapılara doğru ilerlerken.

Kapı açan tavşanların birinin peşinden bu defa gri bir tilkinin dünyanın son gününe gittiği görülmüştü. Gri tilkiler en tehlikeli olanlardı. Dünyanın son günü zor bir boyuttu. Şu an beyaz bir kirpi de onların peşindeydi.

Maria kemerli geçitten geçtiğinde üstünde isminin yazılı olduğu bir kartonetle onu bekleyen birini bulmayı beklemiyordu. Etraflarını çeviren siyah camla kaplı binalarda yanıp sönen hareketli dev reklam panolarının altında insanlar ve arabalar küçülmüşlerdi. Arabaların geçtiği hala asfalt yolların ortasında geniş ve kalabalık bir yaya bölümü vardı. Maria köşedeki polis binasının kapısından geçmişti. NYPD. Burası ünlü New York beşinci caddeydi. İsmine doğru ilerledi. Onu bekleyen orta yaşlı kızıl saçlı bir kadındı.

"Bu dünyanın son günü Maria." dedi kadın. "İnsanlığın geldiği son nokta. Şimdiye kadar daha ileri bir tarihe hiç geçen olmadı. Bir sonraki daha farklı bir gün için yeterli sayıda insanın bu cumartesi gününe gelmelerini beklememiz gerekiyor." Maria etrafına baktı yeniden. Hayalkırıklığı herhalde  derhal beden dilinden okunuyor haldeydi.

"Ne bekliyordun, uçan arabalar falan mı? Onlar kağıt uçak katlayan makine ya da işleriniz çok yoğun olduğunda tatile sizin yerinize giden robot gibi kullanışsızlıklarından ötürü kaldırıldılar."

Ailelerin kaldığı kalabalık bir yere gittiler. Geniş boşluklar, geniş koridorlar, tuhaf depo gibi büyük kısmı boş olan yerlerden geçmişlerdi. Buraların aralarında hiç kapı yoktu. Küçük bir kız yanlarından geçerken hayıflanıyordu.

 "Şunu da yapmak istemiyorum, bunu da yapmak istemiyorum, başka bir şey de yapmak istemiyorum, hiçbir şey yapmadığımda da canım sıkılıyor."

Hemen sonra küçük bir topluluk sandalyesinde onlara birşeyler anlatan uzun beyaz saçlı adamı yere oturmuş halde dinliyorlardı.

"Aradığımız türde 'ilahi' bir adaleti hiçbir zaman bulabileceğimize inanmıyorum. Çünkü eğer mümkün olsaydı zaten hali hazırda olurdu. Gecikmiş bir adalet, aradığımız türden bir adalet değil."

"İnsanlara merhamet edilmesine karşı olanlardan biri" diye başladı Maria'nın yanındaki kadın tamamen başka bir yere yürürken.

"Milyonlarca yıl, -milyonlarca yıl-  gezegenin rakipsiz ve baskın türü olarak hayatlarını sürdürmüş olan dinazorların bugün kemiklerini sayıyoruz. Evrenin gözlerinden ya da gaia'nın ruhuyla bu noktaya bakmaya çalıştığım zaman şunu görüyorum : Hiç kimse vazgeçilmez değil. Bu lanet cumartesiyi atlattıktan sonra önümüzdeki birkaç yüzyıl içindeki davranış tarzımız ve alacağımız kritik kararlar kaderimizi tayin edecek."

Gelmişlerdi. Etrafta eski moda basılı dergiler ve siyah beyaz bir dizinin oynadığı eski külüstür bombeli bir televizyon vardı. Pikaplar ve plaklar gibi bunlar da daha sonra yeniden üretilmişlerdi.

"O yüzden ..." diye seslendi oradakilere, Maria'nın yanında başladığı sözü bitirerek.

"Bu dünyada makul olmak çok önemli birşeydir baylar"

Evdekiler yeni uyanmış, kahvaltı ediyorlardı.  Masaya oturdular. Yanındaki yorgun halde görünen, uykusunu alamadığını düşündüren ve belirgin bir  çekiciliği olan yarı yarıya orta yaşı geçmiş kel bir adam ona şöyle dedi.

 "Evet Maria yaşadığımız herşey aslında bu güne gelebilmek içindi. Bugün günlerden ne?? Evet Cumartesi. Bundan sonra çok uzun bir zaman hep Cumartesi olacak. Güneş aynı saatte doğup aynı saatte batacak ve hep aynı şeyler tekrar tekrar olacak ta ki..."

"Aslında gelirken biraz bahsetmişlerdi" dedi Maria kaba olmamaya çalışarak.

"...ta ki yeterli sayıda insanı bu Cumartesi gününe taşıyana dek."

"Peki şimdi yeterli sayıda olup olmadığımızı nereden anlayacağız?"

"Yarın anlarız. ...Bizler uzun zamandır bugünü yaşıyoruz. Bizler Cumartesi Şövalyeleriyiz. Artık sen de aramızda olduğun için bu akşam bir kabul töreni düzenleyeceğiz. Öyle çok parlak bir şey değil tabi, kendi aramızda."

"Günün sonunda herşey basit bir irade savaşına dönüşüyor değil mi?" diye sordu Maria. "Kirpilerle tilkilerin arasında"

"Herneyse. Neyse ne. Dün Cumaydı yarın da Pazar. Sadece hep aynı s.ktiğimin günü. Onlardan daha güçlü bir iradeye sahip olmadan devam edemeyiz. Boyutları kilitlediler."

Maria'nın gözleri büyük büyük açılmıştı. Kahve rengi parlak cam küreleri gibiydiler. Adam Maria'nın o halini endişe verici bulduğundan daha fazla uzatmak istemedi.

"Çayını al.  Geçen seferde şunu yapmışlardı" Arkasına yaslandı.

"Renkleri değiştiriyorlardı. Önce arabalardan başladı, ekose denli arabalar, önce çok renkli arabalar zararsız görünüyordu. Ama sonra sıra asfaltlara ve ağaçlara geldi. Savaşın bir noktasında uyandığımızda gökyüzünün turkuazdan yeşile doğru açıldığını gördük. Kendi gerçeklik boyutlarını buraya kopyalıyorlardı sanırım.

Başka bir seferinde tüm apartmanları yerin dibine soktular. Her yer kırlık ve ovalık gibiydi. Böylece doğayla iç içe olacağımıza inanıyorlardı. İnsanlar yeraltına kurulmuş apartmanlarda yaşıyorlardı. Tüm yaşam üniteleri havalandırmayı sağlayan jeneratörlere bağımlı hale gelmişti.

Son seferi en kötüsüydü. Sessizce sızdılar ve insanların içlerinde yaşadılar. İnsanların gözlerinden yalnız karanlıkta fark edilen mavi bir ışık çıkıyordu. Sonra koza halini alıyor ve akıl almaz bir kas gücüyle beraber kanatları çıkmaya başlıyor, birer birer ölümcül makinelere dönüşüyorlardı. Avlanamaz görünüyor ve her şeyi yapabileceklerini düşünüyorlardı.  Sonunda hepsi teker teker öldüler. Dev böcekleri öldüren geliştirdiğimiz mikroskobik bir virüstü ancak bu seferinde hiç kolay olmadı her birini ayrı ayrı tek tek bulmamız gerekti. Bunu görmek istemezdin. Günün sonunda her şeyi normal hale getirebilmek için önce dünyalar arasındaki uzun bir köprüyü yok etmeliydik. Çelik ve demirden yapılmış köprüyü havaya uçurduk. Her şey sona erdiğinde, her şey sıradan bir Cumartesi sabahına geri döndü. Bizim dışımızda hiçkimse hiçbirşey hatırlamıyordu -herşeyi görmüşlerdi oysa oradaydılar- Cumartesi Şövalyelerinin hikayesi bu. "

"Hissediyor musunuz, yakınlardalar" dedi masada bir kadın.

Uyuşuk hafif bir müziğin çaldığı sessiz radyodan iki frekans fırlayıp görünür hale gelmişti. Kılıç çarpışmaları önce salonlarındaydı. Birbirleriyle ölümüne savaşıyorlardı. Sonra gri tilki masada açık bir Vogue dergisine sıçrayınca beyaz kirpi de peşinden gitti. Dergide hemen üstlerindeki gri ve beyaz kıyafetlerin incelikli bir dökümü yapılmıştı. Şimdi salonda tamamen ortadan kaybolmuşlar sadece dergi sayfaları üzerinden takip edilebiliyorlardı.

Dergide şöyle yazıyordu şimdi:

Tilki kafalı adam kol boyu duruşuyla onu karşılayıp ileri hamle yaptı. Mesafeyi koruyup aşağıdan göğsüne kılıcının ucuyla bir vuruş denedi. Beyaz kirpi kısa kalmış saldırgan atağını cezalandırabilmek için döndü. Tilki kılıçlarını temasa sokmayı engelleyen bir aldatma ile, bir  şaşırtmacayla geri çekildi. Atak hazırlığı niyeti içeren şimdilik tehdit edici olmayan bir pozisyon denediğinin farkındaydı. Rakibinin kılıcı üzerinden yapacağı bir atakla avantaj sağlamak istiyordu. Kirpi bu belirsiz ataktan üstün çıkmak için yaptığı avuç içi aşağıda kontr atakla rakibinin göğsünün altında keskin bir acıyla bir an için geri çekilmesine neden oldu.

Savaşanların gri ve beyaz kıyafetlerinin de detaylı biçimde sayfalarında yeniden tasvir edilen Vogue dergisinden teknik bir mühendislik dergisine sıçrayınca kelimelerin içine eskrim terimleri karışmaya ve çok daha detaylı açıklamalar görünmeye başlamıştı. Maria ve arkadaşları onları sadece açık dergi sayfalarından gördükleri kelimeler kadarıyla takip edebiliyorlardı hala.

Mühendislik dergisinde  şöyle yazıyordu;

Tilki Bate yapmıştı yani, rakibinin kendisine yönelen silahının yönünü değiştirebilmek için hafif bir baskıyla kılıcın orta yerini silahının zayıf yerine yönlendirmişti. Kirpi bunun ardından bilekle ve dirsekle yürütülen hızlı dönüşlü bir kesmeden sonra bir sıyırma ile doğrultusu değiştirilen kılıcı yeni bir sıyırma ile eski doğrultusunda bir kompoze, birleşik bir atak yaptı. Onu zorlukla karşılayan tilki birleşik atak algısı yaratan kandırmacalı bir kontr atakla zaman kazanmıştı. Hedefi vuramadan geçip giden atağı ona gerisindeki merdivenlerde iki adım çıkarak yükselmesine fırsat vermişti. Şimdi tilki merdivenlerden bir davet yapmıştı yani rakip atağını bilerek teşvik etmek için kasıtlı olarak açık bıraktığı bir yol, bir yönle kirpiyi yönlendirmek istemişti. Direnme hareketine hazırlanan kirpinin bir anda gördüğü bu boşluk fırsatına yönelmesi onu derginin içinden çıkartıp televizyonda devam eden siyah beyaz Adams ailesinin dizisine çekilmesine sebep olmuştu. Masanın ucuna bir an ayak uçlarıyla dokunup görünür olduktan hemen sonra eski bombeli ekranlı külüstür televizyonun içine atlamışlardı. Şimdi televizyonda Adams ailesinin salonunda çarpışıyorlardı. Kızları Wednesday merdivenleri tırmanmış yukarıdan olanları takip ediyordu.  Çarpışmaları  taraflardan birinin yanlış, başarısız bir hamlesi geldiğinde görünmeyen seyircilerin kahkahaları ile kesiliyordu.

Gri tilkinin düz biten nokta atağının hızlı bir dürtmesi sonrası, farklı tempolu karşılıklı ileri hamleler geldi. Kirpi tilkinin arka bacağını gererek öne doğru yaptığı bu saldırıyı, bir yönde başlayıp atak bitmeden önce, diğer yöne değiştiği bir feint'le, gösterişle karşıladı. Gri tilki doğrudan olmayan bir atağın temasını engelleyecek biçimde düşmanının kabzesine yakın bir yerden yakaladı ve diğer eliyle onu kendine çekti. Kirpi bir an savrulup giden bedenine kılıcının ucunun yaptığı dairesel bir hareketle ileri doğru uzandı. Tilki onu karşılayıp karşı yönlerde birbirlerini zorlayıp güçlerini sınadıkları kılıçlarının kesişim noktasının aşağı yukarı inip çıktığı bir pozisyonda kalmışlardı. Kirpi bir anda kendini silahını kaydırarak geri çekerken tilkinin dizlerinden birine tekme attı. Rakip silahların birkaç çapraz çarpışmasından sonra tilki aralarındaki mesafelerini tartıp hedefi vuramadan geçip giden etkisiz bir atak yaptı. Yer değiştirmişlerdi.

Beyaz kirpinin yeni atağıyla Maria'nın bulunduğu salona geri sıçradılar. Tilki  onu bu yeni bir yöne zorlayan temas karşısında soğukkanlılıkla hızlı bir manevrayla sertçe bitirici bir vuruş yaptı. Kirpi  kılıcı kullanmadığı diğer yönden gelen bu atağı bilekliğiyle karşıladı. İkisinin de kılıç tutmayan kollarında darbeleri karşılayıcı sağlam birer çelikten dövülme bileklik vardı. Ağır bileklikten gelen hamlenin sertliği karşısında kıvılcımlar çıktı. Kendi etrafında yarım dönüş yapan kirpi dalgalanma yaptığı bir şaşırtmacayla tilkiye yeniden çarptı fakat kılıçları yeniden birbirine kavuşmuştu. Sıkışmış gibilerdi. Yeniden herhangi birinin vuruş yapabilmesi için silahların geri çekilmesini gerektirecek kadar yakın bir vuruşma, -assaut- durumunda kalmışlardı. Geri çekildiler. Yakından etkili silahıyla salona Marina gelmişti. Frekansların tuhaf salınımlar yaptığını beyaz laptopundan takip etmiş ve hızla buraya kapı açmıştı. Tilki şok silahıyla yaklaşmaya çalışan Marina'ya bir taraftan beyaz kirpiye karşı dövüşürken, kılıç tutmadığı avucunu açarak bir enerji dalgası gönderdi. Bu yavaş ilerleyen beyaz bir ışık topu gibi görünüyordu. Marina çarpmanın etkisiyle yere düştü. Sersemlemişti. 

Tilki çarpışmalarında aniden duruşlarından sonra ters yöne gelişen hareketlerde çok iyiydi. Kirpi ise bir anda ayaklarının yerden kesildiği uçuş halindeki ileri ataklarda çok etkiliydi. İkisi de çok hızlılardı ve takip etmek çok güçtü.

 Gri tilki ürkütüp şaşırtmak amaçlı kılıcını öne doğru savurmadan önce ayağını birden güçlü biçimde yere vurdu. Aksiyon temposunda ani bir değişiklik yapmıştı. Beyaz kirpi hamleyi çekimser ve diğer eliyle de kılıcını kabzeden desteklediği bir karşılama ile savuşturdu. Tilki sahte ve devam etmeyen birkaç hareket yaparak rakibinin tepkisini iyice sınadıktan sonra hazırlandığını düşündürdüğü karmaşık bir hareket yerine kılıcını sert ve çapraz savurduğu bir kesme denedi. Bu kirpiyi sıyırmıştı. Hemen toparlanıp yaptığı ani  ileri hamlesi tilki tarafından kabzeye yakın bir noktadan karşılandı. Rakip silahla teması devam ettirerek hem gelen atağı savunduğu, hem de iletişim noktasını kaydırıp değiştirerek daha kuvvetli baskı yapabileceği bir noktaya sürüklendi. Ama rakibi geri çekilirken kılıcını kaldırarak gri tilkinin baş kısmına tehlikeli bir vuruş için uzandı. Tilkinin ani yana doğru dönüşü olmasaydı  gri  kafasından zekice bakışlarla parıldayan gözlerinden birini bırakabilirdi. Beyaz kirpiden yeniden kuvvetle sıyırıp geçen bir atak geldi. Bu defa da temas vardı ancak ölümcül değildi. Gri tilki açık bir bilgisayar ekranında kayboldu. Beyaz kirpi de hızla peşinden onu takip etmişti.

"Onu yaraladı sanırım"

"Bakalım" dedi Marina Demyanko bilgisayarın başına geçip, kara ekranın üstünde yeşil yazılı temel Dos ekranını açarak.

Şöyle yazıyordu:

Gelen bir hamleyi kılıcının ortasında yakalayıp, gücünü aşağı doğru yönlendirecek biçimde ileri savurdu.

"Hangisi?"

"Yazmıyor"

Gri tilki yarım bir dönüşle kılıç kabzesini beyaz kirpinin kafasına vurarak bir an sersemletti.

Beyaz kirpinin dönüşleri iyi, aldatmacaları inandırıcı ama gardları düşüktü. Tilkininse ayak oyunları ve dengesi mükemmel, zamanlamaları harikaydı. Nokta vuruşları biraz daha ileri yetişebilseydi ölümcül olabilirdi.

Satırın sonuna gelmişlerdi.

"Nereye gittiler?"

"Kayboldular" dedi Marina Demyanko.

Onlar en derinlerdekilerdi.

Maria onların çarpışmalarını izlerken bu savaşın hiçbir zaman sona eremeyeceğini anlıyordu. Savaşçılar çok inceliyor, hassaslaşıyor sonunda frekanslara dönüyorlardı. Marina'nın elinde sadece yakından etki eden elektrikli şok tabancası ve biçim değiştirmelerini engelleyecek biçimde bağlanabilmelerini sağlayan bir halat vardı. Gri tilkiden birşeyler öğrenmeyi umut ediyordu. Ama frekanslara dönüşmüşlerdi yeniden. Böyle bir çarpışmayla karşılaşmak çok nadir görülebilecek bir şeydi. Maria'yı alıp oradan  uzaklaştı.  Kendi boyutunda kemerli koridorda ilerlediler. Marina'nın göstermek istediği bir şey vardı. Demyankonun çalışma masasının arkasındaki ahşap kapıdan çok büyük taş bir evin zemin katına girdiler. Ev tamamen boştu. Maria, yere atılmış altında somyası olmayan çift kişilik beyaz bir yatak gördü. Üstünde yastıklarla dağınıktı ve başucunda bir şişe şarap ve kadehler vardı. Geniş merdivenler yukarı çıkıyordu. Tam karşılarında ise dışarı açılan büyük iki kanatlı ahşap bir kapı vardı. Kanatlarını çekip rüzgarlı vadiye çıktılar. Mermer veranda taş  merdivenlerin başladığı noktaya dek uzanıyordu. Merdivenlerin iki yanında kaidelerle yükseltilmiş iki heykel vardı. Birinin elinde kılıç tutan üstü çıplak kaslı bir adam, diğerinde ise bir elinde kitap taşıyan, muhtemelen cadı olan güzel ve kapşonlu bir kadın vardı. Merdivenlerden uçsuz bucaksız uzanan ama yeni kesilmiş gibi duran çimleriyle golf sahası izlenimini veren bir açıklık boyunca yürüyüp, dev ve düz yüzeyli kayaların üstüste konularak bir çember oluşturacak biçimde yanyana dizildiği geniş bir yere geldiler.

"Bir benzerini Stonehenge'den tanıyorsun" dedi Marina Demyanko. "Onlar eski zamanlarda kullanılan geçitler. Yerliler atalarının ruhlarıyla burada buluşmak için onu kullanıyorlardı."

Trafik şimdi yoğun değildi ve kontrol altındaydı.

"Gelirken gördüğün heykellerse kılıç ve büyü boyutuna adanmıştır. O bizim için ilkti. Daha önceki boyutları ve portalları kimin inşa ettiğini hiçbir zaman öğrenemedik. Zaten çok geçmeden kılıç ve büyünün alternatifi olan steampunk çıktı yoğun sanayi döneminde. O da temel boyutlardan biridir." 

Hala üzerinde çalıştıkları bir geçit açıcı portal steampunk'ın mühendisleriyle ortak bir çalışma olarak yürüyordu. Yeşil suların içine konulmuş etrafı sularla çevrili kare şeklindeki taşların üzerinden yürüyerek tamamen boş mağaramsı serin bir yere girdiler.

 

 

 

7. Steampunk

Gümüş asayı aramaya da en son bakması gereken bu steampunk evreninden başlamasının yerinde olacağını düşünmüştü. Çünkü evdeki çorapların tek eşleri hep en olmadık yerlerden çıkıyordu.

Serin ve boş mağaranın sonunda, derin bir banka kasasını andıran, içine birkaç kişinin rahatlıkla sığabileceği, yuvarlak ağır kapağını hareket ettirmenin bile güç gerektirdiği, oda büyüklüğündeki demir çelik yığınına baktı. Yuvarlak kapağına geniş kasanın şifresinin girilmesi gereken yerde de büyük, etrafı çepeçevre eşit aralıklı çizgilerle sarılmış çevrilebilen bir siyah demir düğme vardı. Düğmenin yanına büyük beyaz bir kağıt şeffaf bir bantla tutturulmuştu. Sayfayı dolduran düzinelerce farklı boyut isimleri alt alta sıralanmıştı ve üstünde 'bağlantıları yapılmamış boyutlar' yazıyordu.  Geçitleri buraya almaya çalışmalarının amacı gelebilecek olası bir tehlikeyi engellemek ve geçişi tamamen kontrol altında tutmaktı. Kasayı açmadan önce içeriyi gözlemleyebilecekleri şeffaf, içeriyi geniş gösterebilen lenslerle güçlendirilmiş yuvarlak dar bir gözlem aralığı vardı. Böyle bir mekanizmayla tehlikeli olduğu için ziyaret etmedikleri boyutlara da gidebileceklerdi. İçinde girişe doğru boydan boya sarılmış sarı siyah bir uyarı bandı vardı. Paranormal girişlere karşı etkili olduğuna inanılıyordu.

Henüz bağlantıları yapılmamış boyutlara baktı Maria.

 

Yapay Gerçeklik Dünyası: İnsanların gerçeklik algısını değiştirebilecekleri, sanal gerçeklik ve artırılmış gerçeklik teknolojilerinin hüküm sürdüğü bir evren.

 

Elemental Dünya: Farklı elementlerin, ateş, su, hava, toprak, hakim olduğu ve insanlar arasında bu elementlerin manipülasyonunun mümkün olduğu bir dünya.

 

Retro Gelecek: 50'lerin  bilimkurgu vizyonlarının ve estetiğinin gerçekleştiği bir dünya. Yuvarlak hatlı evler, lazer silahları, üstü şeffaf kapatılmış uçan arabalar.

 

Savaş Sonrası Ruhban Toplumu: Büyük bir savaş sonrası, insanlar ruhsal ve dini yönleri ön plana çıkararak yeni bir toplum modeli oluşturmuşlardır.

 

Antropomorfik dünya: İnsan özelliklerine sahip hayvanların yaşadıkları dünya.

 

Simülasyon: Gerçek gibi görünen ama tamamen bir bilgisayar similasyonu olan dünyaya erişim.

 

Ölümsüzlük Toplumu: İnsanlar artık ölümsüzlüğe erişmiş ancak bu yeni bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir.

 

Biyopunk Dünya: Biyolojik mühendislik ve genetik manipülasyonun hüküm sürdüğü bir gelecek.

 

Ortaçağ Büyüsü ve Teknolojisi Harmanı: Ortaçağ tarzı bir dünya, ancak bazı teknolojik gelişmelerin de olduğu bir evren.

 

Cyberpunk Metropolleri: Yüksek teknolojinin ve düşük yaşam standartlarının hüküm sürdüğü, karanlık ve tehlikeli megakentler

 

Yüksek Fantezi Krallıkları: Ejderhaların, elflerin, cücelerin ve diğer fantastik yaratıkların yaşadığı büyülü krallıklar.

 

Dieselpunk: 1920'lerin ve 1950'lerin endüstriyel ve savaş temalarını içeren dünya. Benzin, temel ana madde. Dijital bağlantıları var.

 

Gölge Dünyası: Görünmeyen güçlerin ve karanlık varlıkların hüküm sürdüğü bir dünya.

 

Yokoluş Sonrası Dünya: Bir felaket sonrası dünya, insanlık çöküş yaşamış ve doğa yeniden hakim olmuş durumda.

 

Liste uzayıp gidiyordu. Demyanko'nun Maria'yı buraya getirmesinin sebebi, hangi boyutta kaybolduğunu bilmediği gümüş asayı aramanın ve bulmanın nasıl imkansız görünen, zor, deli işi bir çılgınlık olacağını  ona göstermekti.

 

Maria dalgın halde ileri bakarken, demir kasanın derinliğinde oluşan yeşil bir ışık dalgalanmasının içinden retro ve endüstriyel bir tarzda tasarımlanmış, tuhaf, yukarı katlanan  steampunk gözlüğüyle uzun boylu, dağınık sakallı bir adam geldi. Elinde getirdiği bakır boruları olan çelik alaşımlı aygıtı kasanın yanına bırakıp dalgalı uzun saçlarını eliyle düzeltip Maria ile tokalaşmak üzere ileri uzandı. Bedeni yağa ve toza bulanmıştı. Marina'yı dudaklarından öperken çıkardığı gözlüğü Maria'nın eline geçti. Kapağa asılı kağıdı alıp aletlerini koyduğu deri cep askılıklı kemerinin içine soktu.

Steampunk gözlüğü kahverengi kayışıyla, paslanmaz bronz,  bakır rengi ve  metal tonlarındaydı. Koyu renkte ve metalik malzemeden yapılmış dayanıklı bir çerçeveye sahip, çerçevenin üzerinde dişli tekerlekler, yaylar ve yersiz takılmış vidalara benzeyen mekanik detaylar,  gözlüğün yuvarlak   camlarını çevreliyordu. Bu değiştirilebilen ve bazıları koyu renkte olan camlar birbiri üzerinde  olan çerçeveleriyle kat kat duruyorlardı. Camlarında bulunan özel kaplamalar sayesinde parlama azaltılmış ve görüş netleştirilmişti. Gözlük, iki tarafında da yer alan detaylı işlemeleri olan, bakır kaplamalı menteşeler sayesinde kolayca yukarı doğru açılıp kapanabiliyordu. Steampunk gözlük, başın etrafına oturacak şekilde tasarlanmış ve kaymayı engellemek için ayarlanabilir bir deri kayışa sahipti.  Maria başından geçirip kayışı gerdi. Bu yukarı katlayabilen steampunk gözlüğün dikkat çeken diğer detayları da cama monte edilmiş küçük lensleri, vida başları gibi süslemeler ve  merkezi yerleştirilmiş bir büyütme lensiydi.  

Maria şimdi yakından bakınca siyah dönebilen düğmenin yanlarında kazılmış gibi duran sayı ve rakamları görebiliyordu. "Boyutların kod numaraları" demişti mühendis gözlüğü yeniden alırken. "Telefon santrali gibi. Tabi kusursuzca çalışırsa" Yere paralel ve tutulacak yeri ahşap kaplamalı kolu eliyle kavradı ve yukarı kaldırarak güç verdi.

"Elektrik geliyor" 

Mavi kıvılcımlar yanıp söndü. Işık atlamaları yaparak yıldırımlara benzer çakıp kaybolmalarının ardından bir duman çıktı. Mühendis şimdi dumanla dolu kasanın içeri girdi. Kasanın iç duvarlarını kaplayan çelik levhaların henüz açık olmayanlarını da sökerken sarı parlamalar dumanın arkasından hala görünüyorlardı.

Kasa duvarlarının içine iyi gizlenmiş makinenin içerisinde şimdi yoğunca örülmüş bakır teller ve yer yer deriden yapılmış koruyucu kaplamalarla sarılı kablolar görünüyordu. Bazı kabloların üzerine darbelere karşı dayanıklılık sağlayan metal borular da eklenmiş,  bu kablolardan geçen enerji, farklı renklere sahip küçük lambalar ile görsel olarak kolay okunur bir hale getirilmişti. Sistemi ateşleyici ani elektiriği üreten, mıknatıs ve etrafında sarılı olan  bobinlerden oluşan manyetoların bazıları yanmış, derinindeki elektromekanik anahtarlama cihazları olan röleleri bozmuştu.  Giriş terminallerindeki kontakları temas ettirme ve kontakların temasını kesme anahtarlarını çıplak elleriyle ayarlayıp yeniden güç verince steampunk boyutu yeniden açılmıştı.

"Gel sana düşürdüğümüz gemiyi göstereyim"

Mühendis kasanın içinde dalgalanan yeşilimsi bir ışığın içinde kayboldu. Onun geçişiyle geçit yeniden dalgalandığından kapının diğer tarafı bir an için görünür hale gelmişti. Maria geniş bir boşluğa açıldığını farketti. Bir fabrika gibi bir yer olmalıydı. İlerledi. Marina da onu takip etmişti.

Büyük bir ahşap makinedeki demirkolu aşağı iterek büyük beyaz kupalara doldurduğu taze filtre kahveleri hazırladığında elindeki şişeleri gösterdi.

"Kahve konyak mı burbon mu?"

"Sadece kahve" dedi Maria.

Duvarda büyük boydan boya yapılmış, ağzı açık iri bir kara ayı çizimi vardı.

Kahve makinesinin arkasındaki pikapı çalıştırdı. Pikapta dönmeye başlayan Tom Waits'in sesi  yerde duran eski model lambalı anfilerden geliyordu.

Maria bu yüksek duvarlı geniş hangarın büyük boşluğuna baktı.

Önlerinde bir zeplin duruyordu.

 "Yemediğim ama benimle cebelleşen tek bisküvi, artık sana anlatmayı hak edecek kadar uzun zamandır bizimle birlikte yaşıyor. Ambalajının dibindeki kalan kakaolu tek bir bisküvi. Onu atmıyordum da. Eğer atacak olsaydım hiçbir zaman merak ettiğim o sorunun cevabını bulamayacaktım. Soru ise şuydu : O bisküviyi yiyecek miydim?"

 Maria bisküviyi ağzına atıp yutunca "Hadi Zeplinle biraz dolaşalım" dedi. Marina portala geri dönmüştü. Zeplinin balon kısmı şişiyor, geniş hangarın  tavanı birbirinin üstüne katlanarak açılıyordu.

Havalandıklarında şöyle anlattı.

 "Kendi doğal sınırlarına ulaşmış bir imparatorluk gibiydik o zamanlar. Yapacağımız her hareket, her ne olursa olsun zararımıza sonuçlanacaktı. Satrançta bu durum için özel bir terim var. Sıra sende ama hiçbir hareket yapmamak daha avantajlı. Oynayacağın herhangi bir taş seni dezavantajlı bir duruma sürükleyecek.  İki tarafın da güçlü savunmalarının olması bu durumun ana nedeniydi. Ama tilkilerle işbirliği yapan fraksiyonlar birbirleriyle ortaklıklar içine girince savaş kaçınılmaz olmuş ve çatışmalar başlamıştı.

İçinde bulundukları bir savaş zepliniydi. İki katlıydı. Zeplinin üzerindeki zırh plakalarının altında gizli topçu bataryalarını saklayabilecek özel bölmeler vardı. Ayrıca yan duvarlarda yer alan açılır kapanır pencerelerden makineli tüfek atıcıları ateş edebiliyordu. Bu düşürüp tamir ettikten sonra yeniden oyuna soktukları savaş zeplini büyük boyutu ve karmaşık detaylarına rağmen zarif tasarımlarıyla dikkat çekiyor, Victoria dönemindeki teknolojileri modern bir şekilde yansıtıyordu.  Mekanik silahları  pompalama mekanizmaları, buharın çıktığı tahliye valfleri ve yerde hareket etmesini kolaylaştıran dişli tekerlek düzenekleriyle ilginç bir tasarıma sahipti. Zaten onu kolayca hangarlarına sürükleyebilmelerinin nedeni buydu.

 “Kural, sınır tanımıyorlar” demişti mühendis. Tavşan deliklerden modern silahlar sokmaya çalışıyorlar, hatta kimyasal silahlar getirmeyi deniyorlardı. Boyutların arasındaki net ayırımları korumaya çalışmak gibi bir amaçları hiç olmamıştı.  Ona göre sadece kendi çıkarlarına uygun ve sorumsuzca davranıyor, gerçekliği eğip büküyor ve biçimsizleştiriyorlardı.

Üstünde dizlerine dek inen koyu renkli bir palto vardı. Giysinin altında, gömleği yüksek yakalıydı ve altına da ince bir kravat takmıştı. Pirinçten yapılmış düğmeler ve mekanik detaylar, giysinin ön kısmını süslüyor; omuzlarındaki apuletler, ona askeri ve aristokratik bir hava katıyordu.

“Gerekli ve acil her durumda kirpi özel birliğinin boyutlar arası geçiş izni var ama” dedi Maria. Onlar da modern silahlar kullanıyorlardı. “Bu tamamen başka bir konu” diye geçiştirdi mühendis. “Bence kirpi dünyası, hiç kazanmasak da para bizim elimizden dönsün diyen yahudi tüccarlara benziyor” dedi Maria inatla. “Tehlikeli fikirler”  diye güldü mühendis.

Zeplinin gövdesi metalden yapılmış, üzerinde karmaşık dişli sistemleriyle çalışan pervaneleri vardı. Arkasında havayı yönlendiren dümene bağlı yardımcı bir kanat dışında, üstünde pirinç süslemeler, bakır borular ve vagon tekerlekleri gibi unsurlarla donatılmış, deri kaplamaları ve ahşap panelleri bulunuyordu.

Aşağıda devam eden manzarada siyah ve kahverengi duman püskürten çatılara ulaşmış ağaçların yeşilinin, dişli çarkların, mekanik düzenlerin, inip kalkan pistonların ve buharla   dolu sokakların sisli dünyası vardı. Bunların aralarında demir ve pirinçten yapılmış devasa binalar gördüler. Mühendis zaman zaman geri dönüp ateş kazanına birkaç kürek daha kömür atıyordu.

Zeplinin iç kısmına geçildiğinde ise navigasyon sistemi, motor odası, silah sistemleri gibi farklı bölmeler birbirlerinden ayrılmışlardı. Navigasyon sistemi büyük ahşap bir pusula ve karmaşık dijital görüntülerle donatılmış bir kontrol paneliydi. Motor odasında ise buhar gücüyle çalışan devasa makineler, dönen çarklarıyla enerji üreterek pervaneleri hareket ettiriyordu. Bu zeplinler, tanklara destek sağlamak ve düşman hatlarını bombalamak için tasarlanmışlardı.

"Günler önce böyle bir çarpışmanın ortasındaydık" dedi mühendis.

Güneşin altın ışığı, metalik zeplinlerin yüzeyinde parlıyor, her iki taraftan da bir dizi zeplin, gökyüzünü kaplıyordu. Bakır kaplamalı, dişlilerle dönen motorlar, buhar tüplerinden gelen buharı emip devasa pervaneleri döndürüyor, her zeplinin üzerine yerleştirilmiş demir döküm topçular  herhangi bir anda ateşlemeye hazır durumda bekliyorladı.

Aşağıda, buharla çalışan tanklar ve savaş makineleri, gökyüzünü kusursuz bir şekilde yansıtan devasa buharlaşmış bataklıkları geçerek ilerliyor, tankların üzerinde, yüksek basınçlı buharla çalışan taretler düşman hatlarına ateş kusuyorlardı. Demir topçuların ateşi ile bir zeplinin zırhı delinirken, hasar gören zeplin hızla alçalıyordu

“Onu buradan vurduk” dedi yenilenmiş bölgeyi göstererek. Bu zeplinin hassas karnıydı. Böylece gemiyi fazla zarar vermeden indirebilmişlerdi. Yanlarına vardıklarında ise gemi tamamen boştu.

Dişlilerin, pistonların ve buharlı makinelerin büyüsüyle büyümüş, dişlilerin ritmi ve buharın sıcak nefesi onun için bir tutku haline gelmiş olan mühendis bu kısmı yeniden yaparken sayaçlar, göstergeler ve kadranlar karmaşıklığını, görünür hareketli parça dizileriyle beraber cam bölmeli bombeli kapakların arkasına koyarak steampunk estetiğine 'işleyiş' hissini eklemişti. Sonra paslanmış metal parçaları temizlemiş, bazı motorları yenilemiş  ve kontrol sistemlerini güçlendirmişti.

Rüzgar sertleşiyordu.

Büyüteçli lenslerle donatılmış ve karmaşık dişli mekanizmalara sahip olan    binoküler dürbünle ileri baktı. Fırtına geliyordu. İnecek bir yer aradı ama geç kalmışlardı. Sertleşen rüzgar zeplini sarsıyordu. Elektrikli ve buharlı makineler köprüyle birlikte sallanmaya başlamış ve mühendis kontrolü hemen hemen kaybetmişti. Aşağı baktı. Yüksek ağaçların üstüne doğru sürdü. Maria'dan bir yerlere sıkıcı tutunmasını istemişti. Gemi çatırtıyla ağaçların üstüne bindirdi. Zeplinin iki katının bulunduğu alt kısım ağaçlardan aşağı sallanıyordu. Bir halat fırlatıp Maria'nın hızla inmesini sağladı. Burası beyaz mermer taşların, değişik biçimli büyük haçların ve taş melek heykellerinin bulunduğu yeşil bir mezarlıktı. Mühendis geminin gerisinde çıkan yangını görmüş, zeplinin balonunun patlayacağını anlayarak halatı yarısında terk edip aşağı atlamış ve Maria ile birlikte uzaklaşmak için koşmaya başlamışlardı. Zeplinin balonunu dolduran uçucu gaza alevler ulaştığında oluşan patlama her tarafı sarsmıştı. Fırtına devam ediyordu. Geri dönüp yükselen alevleri seyrettiler. Zeplinler özenli yapılarına rağmen hassas gemilerdi.

Biraz sonra sokaklarda dolaşırken hava yeniden açtı.  Kadınların elbiseleri genellikle ince bir kumaştan yapılmış ve bellerine oturan korselerle desteklenmişlerdi. Korseler, altın veya bakır renkli metal tokalarla ve dişli detaylarla süslenmişlerdi. Elbiselerinin etek kısmı, kabarık bir şekilde diz hizasına kadar iniyor, kollarında, geniş manşetli ve dantel işlemeli bir gömlek veya bluz bulunabiliyor, altlarında ise genellikle kendisininki gibi topuklu botlar veya dantelli ayakkabılar oluyordu. Kadınlar birbirleriyle karşılaştığında kıyafetlerini gözleriyle detaylı bir incelemeye tutuyor ve yeniden bakışları karşılaştığında yüzlerinde genellikle olumlu duygularını belirten bir ifade oluyordu. Bu yüzden Maria ellerini ceplerine attığı tek parça elbisesiyle bazen hayretle kesilen derin ve delici bakışların muhatabı oluyordu.

rümeye devam ettikçe, bakır ve çelikle biçimlenmiş binaların arasından güneşin ölü sarı ışıkları, buharla dolu sokaklara sızıyor, yanlarından geçen kocaman tekerlekli arabaların bakır parçalarını parıldatıyordu. Gökyüzü baştan başa çelik grisiydi ve bakır renkli bulutlar alçalıyorlardı. Şehir, buharla çalışan devasa makinelerin göğe yükseldiği, dişli çarkların dönüp durduğu bir labirent gibiydi. Yol boyunca, şehrin tehlikeli sokaklarında, tuzaklarla dolu geçitlerinde ve buharla kaplı labirentleri andıran caddelerinde ve bağımsız başıboş çeteler ya da etrafa yayılarak yürüttükleri bina inşaatları gibi birçok engel arasında çalışan bir telsiz arıyorlardı. Telsizi zemin katta bir inşaat alanında bulduklarında gelen arabayla önce hangara ardından portala geri döndüler. Maria, Marina Demyanko'ya geri döneceğini söyleyerek geçitten geçip buraya geldiği yıkık haldeki taş eve geri döndü. Güneş hala tepedeydi. Zaman sanki hiç geçmemiş gibiydi. Evden çıkıp etrafa bakınarak yürürken ağaçların altında eski bir demiryolu iskeletine rastladı. Toprağın içine gömülmüş ve paslanmış eski raylar onu terk edilmiş bir fabrikaya götürdü. Burası tepesindeki uzun ve kirli camlarından boğuk bir ışığın sızdığı çok geniş bir yerdi. Büyük katedrallere, eski garlara özgü ruhani bir havası vardı. Raylar, demir ve çelik sütunlarının yükseldiği dar bir aralıkta son buluyordu.

"Burası çok eskiden bir vagon fabrikasıydı" dedi yorgun bir sesle oradaki yaşlı adam. Duvarlardan ve yerlerden parçalar söküp çıkartıyordu. Parçalanıp dağılmak üzere olan yerleri silkeliyor ve dökülenleri fabrikanın demir el arabasına yüklüyordu. Yavaş adımlarla gelip elindeki feneri dar aralığa tutarak yukarısını işaret etti. Teneke levhalarla kaplanıp kalın ve paslı vidalarla duvara çivilenmiş levhalar büyük yeşile dönmüş pas lekeleriyle  demir duvar kolonlarına dek geliyordu. Onları birbirine bağlayan yağlı ve kirli karmaşık ama hafif görünen çelik yapıyı işaret etti. Burada kirli yağ tabakaları birikip tutkal kıvamına yumuşamış bir örtüyle kaplanmıştı. Oradan tavana dek yükselen kalın zincirlere bakarak "Onları sökmeme yardım eder misin?" dedi. Demirleri ve bakırları söküp hurdacıya satan bir toplayıcıydı. Maria eve dönmek zorunda olduğunu söyleyip başka bir yere daha uğramadan geri döndü. Uzaklarda herşey olup biterken burada  sadece birkaç saat geçtiğini fark etmişti. Üstünde kırmızı kapşonlu ve alt eşortmanlı eski kıyafetleri vardı. Katları çıkıp cebindeki anahtarla evine girip kahvenin düğmesini yeniden açarken, dondurma ile sandviç yaparak karnını doyurdu. Bu onun kendine özgü tuhaflıklarından biriydi. Çenesini kapalı tutacağına Marina'ya söz vermişti. Yine de evde yabancı birinin sesini duymak istiyordu. En yakın hissettiği kişi de hala oydu. Pişman olacağını tahmin ederek aramaya karar verdi. Ondan ayrılalı çok uzun zaman olmamıştı.

Uyuyor mu diye düşünmeden telefon açtı. Eski sevgilisinin günün herhangi bir saatinde uyuyabileceğini biliyordu. Bekledi. Telefon çalıyordu. Açtı. Kesik kesik konuşuyorlardı. Söyleyecekleri sürekli kısa sessizliklerle bölünüyordu.

"Ne yapıyorsun?"

"Hiçbirşey. Bazen yazıyorum"

"Yalnız mısın?"

"Kedi aldım bir tane, kucağımdan inmiyor. Sen?"

Maria duymamazlıktan geldi.

"Yoğunum"

"İşler falan ha? Her zamanki gibi"

Maria telefonu açtığından beridir aslında eski sevgilisinden dışarda buluşmayı teklif etmesini beklediğini farketti. Bu olduğunda kesinlikle reddecekti ama yine de içten içe bunu bekliyor ve sabırsızlığı zaman zaman sesine de yansıyordu. Saç bandını düzelttti.

Eski sevgilisi onu tanıyor, hızlıca birinden diğerine atladığı tuhaf ruh hallerine alışkın olduğundan şu anda bir yaklaşma hareketinin kalıcı bir felaketle sonuçlanacağını içgüdüleriyle sezebiliyordu. Sessizliği karşısında "Peki" dedi sadece.

"Pekala" dedi Maria da. "Sonra görüşürüz o halde" Kapattıktan sonra son eklediği kendi kelimelerine sinirlenerek "O halde" diye tekrarladı. Ne gereksiz bir sondu. Yenişememek hissi ile isteksizce ve tatmin olmamış biçimde telefonu kapatmıştı. Bu tür kendini zayıf hissettiği anlarda eli hemen kendiliğinden ya kolyesini arıyor ya da neredeyse hiç çıkartmadığı saç bandına gidiyordu. Dalgın bakışları geri dönene dek onu oyalayan buydu. Ne düşünmüştü acaba? Kendisinin de ne düşünmüş olabileceğini tam çıkartamıyordu aslında. Sesinden açıkça böyle hissetmemden sen sorumlusun duygusunun düşmanca tavrı sızmıştı. Bu da karşısındakine aslında hiç istemediği talep de etmediği, o ana kadar kendisinin sahip olduğunu da bilmediği bir gücü, şimdi kendisinin verdiğini anlayabiliyordu.

Kapı çaldı. Bir an panik hissetti. Hiç kimseyi beklemediğinden bordo renki taşlı kolyeyi kanapenin arasına sakladı. Tilkiler onu bulmuş olabilirler miydi? Kapıyı açtığında karşısında lacivert resmi üniformalı bir kirpi kadını ve arkasında silahsız gelmiş iki siyah kirpiyi buldu. Kadın rozetini göstererek "Kirpi Özel Birliği" dedi. "Bizimle geliyorsunuz..." Soyadıyla birlikte seslenmişti.  Birlikte merdivenlerden inip dışarı çıkarken farklı bir boyuta geçtiler. Geçiti kapıya kurmuşlardı. Geldikleri bu yeni yer yeşil siyah tonlarındaydı. Boş koridorlarda hızla ilerlediler ve Maria'yı herhangi bir açıklama yapmadan aşağı katlardaki dar ve tek kişilik alçak tavanlı beyaz hücrelerden birine kapattılar.                                                                                                                           

 

 

 

8. Tavşanlardan Bir Farkın Yok

Hücrede sabit bir yatak, küçük bir duvardan uzanan masa çıkıntısı, yanyana duran köşedeki klozet ve küçük bir lavabo dışında hiçbir şey yoktu. Duvarlar kendine zarar vermesini engellemek amacıyla yumuşak dokulu beyaz deri ile kaplanmıştı. Bu aynı zamanda sesi de kesiyordu. Bağırmasının bir faydası olmayacaktı. Beyaz ışığın altında odanın ortasında bir süre durdu. Gelen sıkışma hissiyle boğuşmaya başlamıştı. Bağırmaya ya da gürültü çıkarmaya başlarsa buraya gelirken gördüğü hemşirelerden birinin gardiyanlarla birlikte gelip sakinleştirici bir iğne yapabileceklerini tahmin edebiliyordu ama ayık ve canlı kalmak istiyordu. Neler olduğunu anlamaya çalıştı. Ne olursa olsun Marina'ya haber vermeliydi. Onun yapabilecek birşeyleri olabilirdi. Sessizlikte çalışan havalandırmanın uğultusunu dinledi bir süre. Kat kat birbirini örten beyaz metal açıklıkları seyretti. Maria hayal ettiği gibi oraya ulaşabilseydi bile herhangi bir çıkışa gidene kadar havalandırma boşluğunda aralıklarla konulmuş boşluklu metal engelleri görecekti. Sonrasında yine de ihtiyacı basit bir yıldız tornavida olacaktı. Ayrıca geçitin nerede olduğunu bilmiyordu. Kolyesi de yanında yoktu. Duvarların üstüne gelmesi ve sıkışma hissini gözlerini kapatıp yatağa yatarak geçiştirmeye çalıştı. Kafasını beyaz yastığa koydu ve battaniyeyi üstüne çekti. Ne kadar orada öyle kaldığını bilemiyordu. Zamanı ölçebileceği hiçbirşey yoktu. Dışarda güneşin görünüp görünmediğini bilmiyordu. Işığın tamamı tepesindeki iyi korunmuş beyaz florasandan geliyordu. Demir kapı üç defa vuruldu ve birisi demir kapının altındaki bir bölmeyi açıp köpükten yapılmış bir tabldotta yemek ileri sürdü. Ayak sesleri uzaklaşırken, büyük su dolu bardağın da kağıttan, çatal ve kaşığında plastikten olduğunu fark etti. Kendisine zarar verebileceği hiçbirşey bırakmamışlardı. Hücreye koymadan önce üstünü ararken saç bandını da aldıklarını hatırladı. Kulaklarını duvarlara dayayıp başka yabancı bir ses aradı ancak sadece sessizlik vardı. Burada tutuklular yoğun zamanlar hariç hücrelere bir dolu bir boş şekilde yerleştiriliyordu.

Kendi sesini bir süre duyabilmek için hatırladığı kadarıyla Beatles şarkıları söylemeye başlamıştı. 

Ob-la-di, ob-la-da

Life goes on, Hah!

La, la,La la how the life goes on*

Yemeği yedikten sonra aynı şekilde kapının altından ileri doğru ittirdi. Hücrede kalan birinin romanını okuduğunu anımsadı. Kafasından satranç oynuyordu. Çok geçmeden bunu yapamayacağını anlayıp uyumaya çalıştı. Duvarlara bakarken kendisine ne sorabileceklerini çıkartmaya çalıştı. Hiçbir fikri yoktu. Kendisinden önce burada kalanlardan bir iz aradı ancak bu hücreler otel odaları gibi kimliksizdi. Hiçbir iz yoktu. Sanki onu çıldırtmak için tasarlamışlardı. Hiçbir açıklama yoktu. Boşluğun sesini dinledi. Arada bir çalışan havalandırmanın uğultusu ile kesiliyordu. Işığın hiç kapanmadığını öğrendi, açıp kapatmak için herhangi bir  düğme de bulunmuyordu. Beyaz zaman zaman titreyen soluk florasan ışığının altında bağdaş kurup delirmemek için kendini oyalaması gerektiğini tekrarladı. Hayalinde kirpilere Barbie kıyafetleri giydirdi, bulundukları devasa yapıyı üç defa yaktı ve kendisini gelip alanları kollarından duvara asıp günlerce sorguladı. Yattığı yerden demir kapıda hafif bir tıkırtı duyup kalktı. Aşağıdan büyük kağıt bardak içinde bir şey uzatıldı.

"Bu uzaklardaki bir arkadaşından" dedi gardiyan kısık bir sesle.

"Biraz rahatlamaya çalış"

Kağıt bardağın içinde oldukça kaliteli beyaz şarap vardı. Yudum yudum içerken birilerinin onun burada olduğunu bilmenin rahatlığını hissetti. Çünkü bu koridorlarda kaybolup gitse içinde evinin bulunduğu gerçek dünyada hiçkimsenin haberi olmayacağından emindi. Bir kaç gün sonra bir deste oyun kağıdı kapının altından atıldı. Şeffaf jelatinini dikkatlice açtı. Tally-Ho ! Hem iyi bir oyun kağıdı hem de avcı köpekleri ile birlikte tilki kovalarken yapılan bir seslenişti. Aynı zamanda havacılarda bunu it dalaşı sırasında kullandıkları bir terim haline getirmişlerdi. Jokerinin yerinde bir çiftlik kovboyu olan, sırtları daire şeklinde desenlerle örülü güzel bir kağıttı. İçinden bir tane de pokerdeki el geçer kartı çıkmıştı. Bu onu uzun bir süre oyalayacaktı. Oynamadığında kağıtları sifonun içine saklıyordu. Demir kapının altından köpük tabldotlarda yemek gelirken, getiren gardiyana sorular sormayı denedi ama gardiyanlar hiçbir yanıt vermeden sessizce çekip gidiyorlardı. O da ayak seslerini dinleyerek yeniden yatağına çekiliyordu. İçerde aynada yoktu ve artık nasıl göründüğünü de bilmiyordu.

Zaman mevhumunu tamamen yitirdiği saatlerden birinde kapı açıldı ve iki gardiyan gelip kollarından tutup onu koridorlarda açıklama yapmadan sürüklercesine sorgulanacağı salona getirdiler.

Maria içeri alındığında içeride kırmızı bir tilki sorgulanıyordu. Karşılıklı masada otururken önce tilki sakin görünüyordu. Makul bir tavrı vardı.

"Öyleyse ana renkler kirpilerin, sayısız tonları da biz tilkilere yakın diyebilir miyiz? Kirpiler ana yolları seviyor, tilkilerse ara yollara, arka sokaklara aşina. Dünyanın tüm boyutları pastel boyaların net renkleriyle çizilebilseydi ne iyi olurdu değil mi kirpi?"

Kirpinin bunun karşısında verdiği cevabı ve sorduğu soruyu duyamadı Maria. Yüksek sesle konuşan tilkiydi. Etkileyici tiradına devam etti.

"Sizin bizden aslında hiçbir farkınız yok. Aslında sadece portalları elinizde tutuyorsunuz ve bizi de tavşanların peşinden gitmeye zorluyorsunuz, mecbur bırakıyorsunuz. Sadece totaliter biçimde gücü ve otoriteyi elinizde tutmayı yasal ve resmi kılabilmek için bulabildiği bütün geçitleri kullanan bizleri suçluyorsunuz. Gerçekliğe tamamen hakim olabilmek için çevirdiğiniz oyun, kendinizin kurup kendinizin inandığı bir dümen bu."

Propaganda yaparken sempati uyandırmak için biçim değiştirmişti. Kirpilerin yanında aralarından biri gibi görünüyordu. Sempatik ve yakışıklıydı. Ama zorla kollarından tutup hücresine sürüklenerek götürülürken ya kontrolü yeniden kaybettiği için ya da direnmek için çaba sarf ettiği için kırmızı tilki kafası geri gelmişti.

"Ve Maria" diye seslendi Kirpi. "Maria Maria" dedi önündeki kağıtlara bakarak "Tavşanlardan bir farkın yok" Kontrolsüzce açtığı geçitler canlarını sıkmıştı ama sözün devamında bunu nasıl yaptığını bilmediklerini öğrenmesi de uzun sürmemişti. Taştan kesinlikle haberleri yoktu. Bütün sorgulama boyunca tuhaf ışıklardan, müzikten ya da bordo taşından kesinlikle söz etmemeye kararlıydı.

Tavşanların boyut açarken kullandıkları gizli rünlerin sırlarını biliyor muydu?

Tilkilerle bağlantısı var mıydı ve bilgileri onlara gizlice sızdırmanın belirli bir yolu, aralarında gizli bir şifreleri ve kararlaştırılmış bağlantı noktaları var mıydı?

Geçitlerini kullanan tilkilere ulaşmanın belirli bir yolunu bulmaları ve işbirliği mümkün müydü?

Kirpi kadının soruları giderek saçmalaşırken, herşeyi inkar etmenin onu tuhaf bir biçimde suçlu gibi gösterdiğini fark etmişti. Defalarca hücreye gönderilecek ve defalarca geri alınıp benzer sorulara maruz kalacaktı. Hücrede zaman zaman herşeyi tekrar tekrar aynı kelimelerle anlatmaktan yorgun ve sinirleri bozulmuş halde ağlıyordu.

"Tavşanlardan farkın yok"

"Rasgele geçitler açıp boyutları birbirine katıyorsunuz"

"Tilkiler nerede?"

Sesler hücreye geri döndüğünde her seferinde yeniden tekrar tekrar aklının içinde yankılanıyorlardı. Geçitleri kendisinin açmadığını tekrarlıyordu. Nasıl açıldıklarını da bilmiyordu. Bir bıçağı olsa kirpinin üstüne saldıracak hale gelmişti ancak burada kesici ya da zarar verici hiçbirşey yoktu.

Günler geçiyordu ve beyaz odadan boğulacak bir hale gelmişti. O gün bilgisayar oyunları oynayan bir kalabalığı uzaktan göstererek, eğer anlaşma yapabilirse onun da hücresinden çıkabileceği, koğuşa geçebileceğini, birbirleriyle bağlantılı olan bilgisayarla içeride diğer insanlarla ve başka türlerle iletişim kurabileceğini, isterse buradaki senelerini saatlerce 'Blade of darkness' ya da "Sims"oynayarak geçirebileceğini anlatmışlardı. Ertesi gün yorgun bir halde uzanırken gardiyanlar yeniden geldiler. Sorgulama salonundaki masanın üstünde hiçbir şey yoktu. Oturdu.

"Yetkisiz giriş çıkışların var"

Cevap vermedi.

"Geçit açıyorsun"

Bunun bir sinir harbine dönüştüğünün farkındaydı. Sıkıntılı bir anda içeri elinde sarı resmi kağıtlar, dijital evraklarla Marina Demyanko girdi. Masaya doğru ilerlerken "Benim için çalışıyor" dedi. "Bunlar kağıtları ve bu da silahı" Şok cihazını Maria'ya uzattı.  Kirpinin neden bundan daha önce hiç bahsetmediğini, ‘Tamamen gizli bilgi’ diyerek geçiştirdi. Getirildiğinde sadece Marina'ya ulaşıp haber vermek istemişti. Haber ulaştırılmış ancak görüştürülmemişlerdi. Birlikte dışarı çıkarken "Nasılsın" diye durdu sarılarak. "İyi değilim" dedi Maria.

"Neden bu kadar uzun zamanını aldı?"

Onu kurtarmak için gereken resmi kağıtlar hazırlanırken Marina kadim eserlerin tutulduğu eski kütüphanelerde araştırma yaptığını anlattı. Burada hücrede yaklaşık yirmi gün kadar tutulmuş olduğunu hesaplamıştı.

Arabada radyoyu açtı. Klasik müzik çalıyordu. "Bak" dedi Marina Demyanko. "Bu sonu gelmeyen şarkı. Bu boyutun alameti farikalarından biri. Her nasılsa emprovize, doğaçlama jazz gibi çalıyorlar"  Ancak orkestranın müziği hiçbir zaman kesilmiyordu. Sürekli bildiği kadarıyla senelerdir canlı yayındalardı. Bazı kemancılar kalkarken yerine yenileri gelip oturuyor, bir obuacı çıktığında yerini bir yenisine bırakıyordu. Şefin önünde hiçbir zaman nota dolu kağıtlar yoktu, sadece ritmi yakalamaya ve tempoyu yönetmeye gayret ediyordu. Senkranizasyonları mükemmel olduğu gibi tamamen organik bir birliktelikleri vardı. Marina'ya göre kirpilerin adeta evleri olan bu boyutun temel işareti buydu. Birlikte gökyüzünde dans eder gibi hareketler yapan binlerce sığırcık kuşu gibiydiler. Kuşlar aslında kendilerini savunmak ve gerektiğinde iri yırtıcı kuşların etrafını balon gibi sararak saldırabilmek için askeri bir tatbikat yapıyor olsalar da gökyüzünde dalga dalga her an değişen görünüşleri çok şiirseldi.

Kendilerine verdikleri isimle kök kirpiler canlı, yaşayan şeylere daha fazla değer veriyorlardı. Yazılı eserler ve kayıtlı şarkılar ölüydüler. Onlarda sadece ölü bir şeyi yeniden diriltmenin sihri vardı. Çünkü herşey her an değişiyordu. Ama yaşayan şeyler, yani bu değişimi her an hissedebilen şeyler çok başkaydı. Bu yüzden FRP, Fantastik role playing, hayal gücü ile rol yapma oyunları çok yaygındı ve bazı önemli oyun kurucu, yürütücülerinin devam eden oyunları radyolardan canlı olarak dinlenebiliyordu. Şu an dinledikleri klasik müziğin çaldığı radyo ise onların, kök kirpilerin resmi radyosuydu ve hiç kesilmiyordu. "Rezonans"* onlar için sihirli bir kilit kelimeydi.

Marina kadim ve eski bilgilerin yer aldığı küflü sayfalarıyla tozlu kitapların bulunduğu yeraltı kütüphanelerindeki günlerinde, kılıç ve büyü boyutundan gelen asanın, gerçeklikten ayırt edilemeyecek keskinlikte rüyaların görüldüğü boyutların birinde bir çatışma sonrası kaybolduğunu Thresherduarn'ın Kaybolan Duvarlar Kitabı'ndan öğrenmişti. Geçitlerin açıldığı kemerli koridora geri döndüklerinde artık nereden başlayacaklarını biliyorlardı.

 

Dip not

* Ob-la-di, ob-la-da/ Hayat sürüp gidiyor/Hah, hayat nasıl da akıp gidiyor!

*Rezonans: Bir nesnenin ya da sistemin, dışarıdan uygulanan bir titreşim kaynağıyla aynı frekansta titreşerek enerji transferi veya etkileşimi yaşaması durumudur. Bu durumda, titreşim kaynağının frekansı ile nesne veya sistemdeki doğal frekans arasında rezonans oluşur.

 

 

 

 

 

9. Rüya Geçitleri

Rüya geçitlerini açması için Marina onu portaldaki evin üst katlarından birine çıkarmıştı. İçine girdikleri büyük odada yüksek cibinlikli iki kişilik geniş bir yatak vardı. Yanına bazı kağıtlar, üstünde karmaşık bir desen olan duvara asmak üzere bir kumaş ve rünlerin çizimlerinin olduğu ahşaplar bıraktı.

"Bunlar öğrenmen gereken bazı mantralar*, bu üstünde meditasyon yapacağın mandalaya* benzeyen şey ve şu rünler,* eskimeyen binlerce yıllık sırlar. Herşey şu anda nasılsa binlerce yıl önce de tam da böyleymiş."

Mumları uzattı. Onları yakarken "Eğer doğru yaparsan uyuduğunda lucid olacaksın" dedi. "Yani rüyada olduğunun farkında olacaksın. Bir rüya geçiti görünecek ve oraya bu rünleri gireceksin; işaret parmağınla içeri doğru bastırdığın katılaşmış bir ışık demeti gibi olacaklar. Rünleri unutmaman önemli. Seni orada bulmaya çalışacağım ama başarabileceğimi sanmıyorum."

Maria ilk iki gece yaptıklarından yorgun bir halde uyuyakaldı ve uyandığında hatırlayamadığı değişik rüyalar gördü ama üçüncü gece lucid farkındalığı yakalamış, rünleri girmiş ve rüya geçitlerinin ilkinden geçmişti.

Girdiği ilk boyut çok küçük insanların yaşadığı huzur dolu minyatür bir şehirdi. Orada öyle ufalmıştı ki diğerleri de onu kendilerinden biri olarak görüyorlardı.

Gümüş asa buralardan geçeli çok uzun zaman olmuştu ve geride bıraktığı eski hikayelerden ibaretti. Bu durum asayı takip ettiği diğer boyutlarda da devam ettiğinden kısa zamanda kendini parçaların kusursuzca birbirini örttüğü bir yap bozun içinde buldu.

Onun izini arkasında bıraktığı efsaneler ve masallar üzerinden sürüyordu.

 

Gümüş Asanın Göründüğü Bazı Hikayeler

 

Minyatür Şehir

Günlerden bir gün bu ışıltılı ve huzurlu şehire yorgun bir yolcu gelmiş. Yolcunun elinde dileklerin pek çoğunu yerine getirebilen bir asası varmış. Yolcu kendi gibi küçük olan bu insanları ve küçük binaları küçük köprüleri küçük ağaçları çok sevmiş ve burada yaşamaya karar vermiş. Onca uzun zamandır yollarda geçirdikten sonra ilk defa kendini evinde hissediyormuş. Dilekleri yerine gelen şehirliler ona ilkin çok saygılı davranmaya ve evlerinde konuk etmeye başlamışlar. Herşey mutlu bir masal zamanı gibi akıp gidiyormuş. Gel zaman git zaman yolcunun asasıyla yapabildiği şeyler ülkenin kötü vezirlerinden birine de ulaşmış ve kralın kızı ile evlenip ülkelerinde uzun bir saltanat sürebilmek için asaya sahip olmaya karar vermiş. Yolcuyu arayıp sorarak bulduktan sonra ondan kralın kızı olan güzel prensesi kendisine aşık etmesini istemiş. Yolcu bunu yapamayacağını çünkü asanın bu güce sahip olmadığını eğer denerlerse neler olacağını bilmediğini söylemiş. Kötü vezir haince planlarla, entrikalarla ve güç yoluyla asayı yolcudan kısa zamanda almış ve güzel prenses için onu kendisine yönlendirecek bir aşk büyüsü yapmayı dilemiş. Asa bir an yoğun bir ışık parlaması çıkardıktan sonra ellerinin arasından kaybolmuş. Asadan o günden beri hiçbir iz yokmuş. Kötü vezir arzusuna kavuşamamış, yolcu ise eskiden olduğu gibi bir dilenci durumuna düşmüş ve karnı aç bir halde şehirlilerin kapılarını çala çala kasabadan çıkıp yolculuğuna devam etmiş.

 

Mistik Göl

Herşeyin çok ama çok yeni olduğu, çok ama çok eski zamanlarda mistik göller ve devasa ejderhaların dünyası, içinde yaşayan fakir halkının güçlü ejderhalar yüzünden zor hayatlar yaşadığı ama yine de yeşil doğasıyla güzel ve büyülü bir yermiş. Bir gün görkemli atının üzerinde bir şövalye buraya gelmiş, ama su içmek için göle eğildiğinde mistik gölün dinginliğine, içini olduğu gibi gösterebilmesine ve sihirli sessizliğine hayran kalmış. Meğer o göle bakanlar bütün umutlarını, olumsuz bütün duygularıyla birlikte kaybediyorlarmış. Birini terk eden muhakkak hemen ardından bir diğerini de terk ediyormuş. Bunu bilmeyen şövalye o gece orada dinlenmiş ve sabah olduğunda buraya gelmesinin amacı olan ejderhaları öldürmek konusunda hiçbir umudu kalmamış halde yeniden yola çıkmış. Ama olumsuz hislerini de terk ettiğinden kendini tamamen boş ve neredeyse amaçsız hissediyormuş. Şövalye atıyla bu uzun gezintisi sırasında kayaların dibinde bir asaya rastlamış. Gümüş asa kendini gizlemek için adeta basit bir sopa gibi görünüyormuş. Şövalye sopaya tutuna tutuna kayaların arasından yukarı çıkmış ve bir ejderhanın inine gelmiş. Asa sayesinde yeniden eski gücüne kavuşan şövalye, yeşil ejderhayı kılıcıyla uçmaya başlamadan hemen oracıkta işini bitirmiş. Şehrin mutluluğu için diğer ejderhaların da peşine düşmeye kararlı cesur şövalye o gece bir hana girmiş ve başından geçenleri anlatmış. Handaki tesadüfen orada bulunan ve oralardan geçen bir büyücü, gücü mistik gölün gücünden daha yüksek olan bu sopanın sihirlerinin çok kuvvetli olduğunu anlamış ve şövalyeden sopayı kendisine satmasını istemiş. Şövalye büyücünün neden basit bir yürüyüş sopasını almak istediğine bir anlam verememiş ama onu üç kuruşa satmış. O gece büyücünün yaptığı ilk şey, fikrini değiştirmesinden korktuğu şövalyenin odasına gidip onu uyurken öldürmek olmuş. Daha sonra şövalyenin atına atladığı gibi şehrin en değerli hazinelerini koruyan ejderhalardan birinin korkutucu mağarasına gitmiş. Büyüleriyle yürüyüş sopasını asıl olduğu biçime, eski gümüş asa haline getirebilmiş ama öldürdüğü şövalyenin yüreğini aceleyle unutup bedeninden söküp yanına almamış olduğundan tek başına ejderhanın karşısına çıkma gafletini gösterince, devasa ejderha tarafından bir hamlede yutulmuş. Asayı mağaranın içinde diğer hazinelerin arasında arayanlar ise onu hiçbir zaman bulamamışlar.

 

Gizemli Orman

Gümüş asanın bundan sonra göründüğü bir diğer yer geceleri değişik varlıkların canlandıkları söylenen gizemli bir ormanmış. Ormanın dört tarafında çağlayan nehirler üzerinden ormana giden ahşap köprüler varmış ve bu köprüler geceleri yukarı doğru açılarak içinde tuhaf şeylerin döndüğü söylenen ormana doğru giden yolu kapatırlarmış.

Bir gün küçük bir kız annesi hasta olduğu için bu ormana gezintiye gelmiş ve ona iyi gelebilecek şifalı bitkiler aramaya başlamış. O, gizemli ormanın içindeyken vakit ilerlemiş ve köprüler açılmış, yollar kapanmış ve küçük kız o gece ormanda kalmış. Orman yolunda yürürken değişik sesler duymuş ve seslerin geldiği yöne bakmış. Saçları uzun, alacalı renklerde kalabalık bir grup ninniyi andıran bir şarkı söylüyorlarmış. Renkli kıyafetleri içinde tuhaf bir dans ediyor, birlikte ahenkle bir an zıplıyor sonra bir an sonra durup yüzlerindeki beyaz ifadesiz maskelerle ona bakıyorlarmış. Şirinden çok korkutucu bir halleri varmış. Ona bu ormanın kalbinde annesine iyi gelebilecek bir şeyin olduğunu fısıldamışlar. Yaratıklar aslında  yaşlı ağacın gölgesinde büyüyen bir tutam otu işaret etmek istemişler ama küçük kız hemen yanlarından ayrılıp ormanın kalbine doğru yola çıkmış. Fısıldayan ağaçlardan yol istemiş, dallarını kenara çekerek ona yol vermişler. Gece hayvanlarından su istemiş, ona en berrak suların yerini göstermişler. Sonunda ormanın kalbinde açık bir yaşlı ağaç gövdesi bulmuş. Bu yaşlı açık gövdenin içinde gümüş bir asa parıldıyormuş. Annesine iyi gelecek olanın bu olduğuna inanan kız ona doğru ilerlemiş, ama beyaz bir tavşan onun yolunu kesmiş. Bütün ormanın dengesinin bu gümüş asaya bağlı olduğunu, kendi kaldıkları ahşap evlerin de ormana bağlı olduğunu, eğer onu yerinden çekip alırsa kendilerini karanlık bir sonun bekleyeceğine dair efsanelerin olduğunu anlatmış. Ama kız bencilce isteğine yenilip tavşanı ve hikayelerini dinlememiş ve asayı kendine doğru çekip almış. Sabaha karşı gümüş asa ile birlikte geri dönüş yoluna çıktığında göklerin uzaklardan çatırdadığını işitmiş. Sonunda köprüler yıkılmış, ahşap binalar ve ağaçlar devrilmiş ve bir gerçeklik kendi içine çökerek ortadan kaybolmuş.

 

Ebedi Buzul Toprakları

Sonsuz buzulların yayıldığı soğuk ve zorlu bir arazi. Bir sürü buz patencisi ve paten çiftleri sanki gizli bir müziği duyabiliyorlarmış gibi olağanüstü hareketler yaparak açık mavi şeffaf buzun üstünde dolaşıyor, hayatın, zamanın ve kaderin onlara sunduğu bu mucizeyi uçsuz bucaksız görünen buzlar üstünde paten yaparak kutluyorlarmış. Buz çölünün en büyüleyici yanı sadeliğiymiş. Sadelik onlara göre modası hiç geçmeyecek tek akım ve etrafı daima hayranlıkla seyretmelerinin tek sebebiymiş.

Ama günün birinde bu buz şehrine tilki kafalı adamlar gelmiş ve şeffaf bir prizmanın içinden geçen ışığın, renklerine nasıl ayrıldığını göstermişler. Sonra bu teknolojiyi kullanarak bu buz çölüne hiç yakışmayan güneşin yatay ışıklarının değişimine göre renklerini değiştiren buzdan şatodan inşa etmişler. Ama buzlar kraliçesi buna çok sevinmiş ve şehrin bu halini çok beğenmiş onlara aralarındaki savaşlarda bozkır lordlarından aldığı bir asa vermiş. Tilkiler asanın sihirli güçlerini başka tuhaflıklar için kullanmışlar ve hiçbir işe yaramadığına inandıkları buz pistini kapatmış, penguenleri ve beyaz ayıları uzaklara sürmüş, köpeklerin çektiği kızakları kaldırıp yerine kendi araçlarını koymuş ve şehre pek çok yeni tilki kafalı adam getirmeye başlamışlar. Aslında yaptıkları bu buz çölünü de kendi geldikleri yere benzetmekten ibaretmiş. Daha sonra Maria oraya vardığında dinlediği yaygın bir efsaneye göre doğa ana bunları görmüş ve oraya  geldiği gibi asayı bir hamlede yutan dev bir kertenkele göndermiş. Güneşi yaklaştırmış ve buzdan şatolarını eritip ortadan kaybetmiş. Herşey kısa süre sonra eski haline gelmiş ama bir daha gümüş asayı gören olmamış.

 

Gökyüzü Adaları ve Diğerleri

Bundan sonra asanın yeniden ilk ortaya çıktığı yer gökyüzü adalarıydı. Burası büyüklü küçüklü uçan adaların bulunduğu, gökyüzünde yer alan fantastik adalardı ve birbirlerine asma köprülerle bağlanıyordı. Maria buraya geldiğinde gümüş asanın sahibinin uzun zaman önce mezarlık şehrine inmiş olduğunu öğrendi ve peşinden gitti. Ölülerin ruhlarının gezindiği mezarlıkla çevrili karanlık bir şehir alanında dolaştı ve adamın hayalet şehirde gümüş asayıyla çok kalmadığını ve ruh aynası labirentine girdiğini, çünkü asanın gerçek güçlerinin orada sınanabileceğine inandığını öğrendi. Ruh aynası labirenti, insanların iç dünyasının yansımalarının bulunduğu gizemli ve karmaşık labirentlerden oluşan bir boyuttu. Maria'ya göremediği bir yerden duru bir ses oraya vardığında "Burada sadece yalnız olabilirsin." demişti "Sadece getirdiklerin ve sen." Fakat adam gördükleri karşısında dehşete kapılmış ve asayı yok etmeye karar vermişti. Böyle bir gücün hiç kimsenin eline geçmesine ve kullanılmasına razı olamazdı. Asanın yok edilemeyeceğini anladığında büyük buharlı bir gemiye binip açıklarda onu denizin karanlık sularına bırakmıştı. Hiç kimseye de yeri hakkında hiçbirşey söylemeyecekti.

Maria bir iz bulabilmek umuduyla sisli dağlara gitti. Burası görünmezlik etkisi yaratan yoğun sis tabakaların kapladığı dağ sıraları ile ünlü olan bir bölgeydi ve derinliklerinde eski kitaplardan oluşan kadim sırların ve gizli bilgilerin saklandığı büyülü kütüphane de bulunuyordu. Kütüphanede aradığına dair hiçbirşey bulamayınca, çaresizlik içinde mitolojik dünyanın bütün o gizemli parçalarıyla çevrili ve tanrı panteonlarının bulunduğu temel boyutlara geri döndü. Umudunu kaybetmiş gibiydi ama bir gün dağ yolunda bir grup keşiş gördü, peşlerinden hızlıca yetişti ve hikayesini anlattı. Bu keşişler zamanın bir döngü olduğunu ve hiçbir zaman başlangıç veya sonunun olmadığına inanıyorlardı. Onlardan, sonunda yok edilemeyen asanın suya atıldığını ama yaydığı gizemli enerji fark edilince,  sualtını araştıran ve su altına gömülmüş durumda yaşayan Atlantisliler'in asayı bulup koruyorlar olduklarını öğrendi. Atlantis onu paylaşmaya yanaşmıyor ve yüksek güvenli bir alanda muhafaza ediyordu.

Maria uyandığında kendini yeniden canlanmış hissediyordu.  Günlerdir yataktan kalkmamıştı. Marina'nın yanına indi. Onu masasının başında değil mağaranın dibindeki kasanın yanında steampunk mühendisiyle çene çalarken buldu. Kendine makineden bir kahve aldı ve geri geldiğinde "Atlantisliler tarafından alıkonuluyor" dedi sakince. "Yüksek güvenlikli bir alanda muhafaza ediliyor"

"Sırlarla dolu Atlantis" diye tısladı Marina düşünceli bir halde.

"Paylaşmak istemeyeceklerdir"

 

Dipnot

* Mantra,  tekrarlanan bir kelime, hece veya cümle olup zihni sakinleştirmek, konsantrasyonu artırmak veya meditasyon amacıyla kullanılan bir araçtır. Mantralar genellikle Sanskrit dilinden gelir ve ses titreşimlerinin beden ve zihin üzerindeki etkisine dayanır. 

* Mandala, Sanskrit dilinden gelen bir kavram olup "daire" veya "dairesel şekil" anlamına gelir. Genellikle karmaşık desenler ve sembollerin iç içe geçtiği geometrik tasarımlardan oluşur. Mandalalar genellikle simetriye dayanan bir düzeni takip eder ve merkezden başlayarak dışa doğru yayılan bir desen barındırır.

* Rün; Rünler, tarih öncesi dönemlerden beri kullanılan ve genellikle eski Kuzey Avrupa kültürleriyle ilişkilendirilen alfabe veya sembollerdir. Rünler, İskandinav mitolojisi ve pagan inançlarında önemli bir rol oynamıştır.

 

 

 

 

 

 

 

10. Dalgalar Arasında  Zamanda Kaybolmak

Atlantisle ilgili ilk sorun şuydu ki açılan geçitler olması gerektiği gibi çalışmıyordu. Eski yıllarda onlara olabildiğince yakın bir noktaya gidip geri kalan yolculuğu oldukça ilkel bir yolla sürdürmeleri gerekiyordu. Yabancılardan hoşlanmamaları ve daima şüpheyle yaklaşmaları da bir diğer problemdi. Uzun yüzyıllar önce sulara gömülmüş bir medeniyet için bu anlaşılır bir durumdu.

Son gidenlerden bir yolcuyu kanaldan denize atmışlardı. Tamamen suyun altında kurulmuş bir uygarlıktan çıkarken yaşadığı  travmaya suyun içinden gelmekte olan dibi toplayan bir balıkçı ağının içinde çekilip balıkçı gemisine alınması eklenmişti. Denize bakmış ve ahşap bavulunun suyun üstünde yüzmekte olduğunu görmüştü. Balıkçılar bavulu alırken bu duruma bir anlam verememiş, balıkçılara geçen bir yolcu gemisinden düştüğünü söylemiş ve ilk limanda inmişti.

Marina ve kirpiler ise önce resmi yollarla Atlantis'ten asayı istemişler, kağıtlar ve evraklar aralarında gidip gelmiş ancak uzun bir zaman bir sonuç alamamışlardı. Çıkacak kararları bekledikleri günlerin birinde Maria'nın ıslık çalarak bordo taşıyla geri dönüş için açtığı portal kapısından takım elbiseli ince kravatlı kırmızı bir tilki ve hafif göğüs zırhı ve aynı renk hafif kaskıyla resmi kıyafetli siyah dişi bir kirpi aynı anda dövüşerek içeri girmişlerdi. Silahları düşünce yakın dövüşe geçmişler ve tilki bacağının kenarından bir bıçak çekmişti. Kirpi, tilkinin bıçaklı elini tutup kıvırmış ve kendine doğru çekmişti ancak tilki bu boyunduruktan çabucak kurtulmayı başarmıştı. Sonunda Maria, Demyanko'nun çekmecesinden şok silahlarından birini alıp yakından tilkinin beline doğru kullanınca kırmızı tilki yere düşüp titremeye başlamıştı. Kaybetmişti.

 Onu biçim değiştiremeyeceği bir halatla bağlarken "Burayı ana portallardan biri olarak kullanmak istiyorlar demişti dişi kirpi. Maria'yı yakın zaman önce evinden tutuklamak üzere alan aynı dişi kirpiydi. "Böyle bir yere sahip olan bir zihin, buradan ayrılan pek çok boyutu da düşünebilir ve iradesini bağlayabilir, böylece hükmedebilir ve şekillendirebilir." diye anlatmıştı. "Tilkilerin yeni rüyaları bu tip bir portal ele geçirebilmek, geçitler için tavşanlara bağımlı olmamak. Bir defasında kendi doğalarına karşı gelip aralarında anlaşmaya çalışmışlardı ama yürümemişti. Tavşanların oyuncağı olmuşlardı. Bu onları öfkelendirdi ve anlaşma kısa zamanda bozuldu. Bütün boyutları, kovaladıkları tavşanları kışkırtıp geçit açmaya zorlayarak şimdi neredeyse kontrolsüzce birbirine bağlamaya çalışıyorlar. Herşeyi birbirinin içine katmak istiyorlar çünkü karmaşada onlar kendilerini evlerinde gibi hissediyorlar" Steampunk mühendisiyle üstünde çalıştıkları kontrollü geçiş tamamlandığında bu sorun büyük ölçüde çözülecekti. Marina'nın açık halde masada kalmış olan laptopunda birkaç tuşa basan dişi kirpi, tilkiyi yanında götürürken "Bununla ben ilgilenirim" diyerek geçitlerin birinde kaybolmuştu.

Sonunda yargı sürecinden istedikleri sonucu elde ettiklerine inandıklarında Marina Demyanko yanına özel bir kirpi birliği alıp asaya el koymak üzere Atlantis'e doğru açılan geçitten geçti.

Okyanus canlılarından esinlenen heykeller, okyanus bitkileriyle süslenmiş binalar ve suyla iç içe olan modern bir yapıları vardı. Yarı geçirgen özel duvarlardan oksijeni sudan çektiklerinden dışarıyla hiçbir bağları kalmamıştı. Deniz ürünleri avcılığı, deniz dibi topraklarında tarım ve özel tasarlanmış tesislerde yetiştirilen bitkiler gibi yöntemlerle beslenmelerini sağlıyorlardı.  Her yer kavisli ve kıvrımlı, geniş alanların çokça kullanıldığı, şeffaf bir cam benzeri ama daha esnek bir malzeme ile bütün detayları içeriden yansıyan ışıkla görünür hale getirilmiş okyanustan ayrılan mekanlardan oluşuyordu.

Siyahlar içindeki özel birlik başında Marina Demyanko olduğu halde geniş koridorlardan ve Atlantis'e özgü, etrafı karanlık okyanustan şeffaf duvarlarla korunan iki katlı meydanlardan geçip asanın bulunduğu antik eserler müzesine yaklaşırken, başka bir kalabalık özel kirpi birliği grubu da onlara ters yönden yaklaşmaktaydı. Nihayet karşılaştıklarında silahlarını birbirlerine doğrulttular, uyarı sesleri karşılıklı olarak bir panik havası yaratmıştı. Yetki karmaşasını çözmek üzere aralarında pek çok kağıt  gidip geldi. Birbirlerinin nerelerden yetkilendirildiklerini anlamaya çalışıyorlardı. Senatör diğer kirpi birliğinin arasından çıkarak, iki grubun sıkıştıkları alanda ortalarına doğru gelip "Bizler haydut değiliz" diye bağırdı.  "Atlantise ait bir şeyi izinleri olmaksızın zorla alamayız" Atlantisliler onu dinliyordu. Kağıtları inceleyen Marina Demyanko geri çekilmeyi kabul etmişti. Atlantisliler tarafından sempati ile karşılanan senatör şimdi alkışlanıyordu. Marina "Sizinle portalda özel olarak konuşmak için izninizi istiyorum" diye seslendi giderken. "Pekala bu mümkün" dedi senatör bir yandan hala devam eden tebrikleri kabul ederek. Görünen o ki Atlantis bu durumu bir prestij meselesi yapmıştı. Özel kirpi birlikleri ortadan kaybolduktan sonra Atlantis'te hayat normale dönmüştü. Bütün olumlu hisleri, onaylarını ve sevgilerini toplayan senatör de Marina'nın peşinden portala gelmişti. Onu çok eskiden beri tanıyordu.

"Başka yollarda bulunabilir Marina" dedi Senatör konuya hızla girerek.

"Dediğim gibi biz haydut değiliz. Asayı vermek istemediler ve teknik olarak asa  Atlantisin malı."

"Gücünün farkında değiller" dedi Marina. "Bu onlar için eski büyücülere ait bir sopa" Neden sonra "Başka yollar derken ne kastettiniz senatör?" diye sordu Marina.

Senatör Maria'ya bakarak, güvenilirliği ile ilgili onay aldıktan sonra "Bir profesyoneli ikna etmeye çalışıyoruz" dedi. "Para karşılığında asayı müzeden çalabilecek yetenekli biri"  Senatöre göre bu kesinlikle Atlantislileri daha az kızdıracak bir yöntemdi.

Gelen uzun boylu, sarışın ve zeki ifadeli neredeyse sempatik denebilecek hırsız önce uzun zaman müzeye diğer meraklı turistlerle birlikte girip etrafı inceleyerek gözlem yaptı. Portala geldiğinde mekanın şemasını çiziyor ve olası sonuçları hesaplıyordu. Sonunda şüpheli bir durumdan ötürü planını genişletti ve Maria'yı da yanına aldı.

Atlantis'e geceyarısından sonra müzeye olabildiğince yakın bir noktadan geçiş yaptılar. Siyahlar içinde lastik ayakkabılarıyla hızlıca koridorları geçip güvenlik kameralarının başında olan şefin arkasından yaklaşıp eterle bayılttıktan sonra sandalyesine kelepçelediler. Müzenin ortasına asanın durması gereken yere ilerleyip yere çöktüler. Tırtıklı daire şeklinde yerin bir parçası gibi görünen dişliyi elleriyle çevirdiler. Dişli döndükçe dişlinin etrafını çevirdiği geniş dairenin içinden yerden yukarı doğru çıkan şeffaf bir kavisli kutu içinde gümüş asa yükseliyordu. Sonunda hırsız ayağa kalkıp ilk şeffaf duvarı elmasla kestikten sonra asanın bulunduğu daha değişik bir materyalden yapılmış ikinci duvara geçince bunun bildikleri gibi bir çeşit cam olmadığını ve elmasın işe yaramadığını gördüler.

"Tahmin ettiğim gibi B planına geçiyoruz" dedi hırsız.

Maria yanlarında getirdikleri mermer uzun blokları kapıların yanına gidip alarm çalınca yukarıdan aşağı doğru indiklerinde kapanmalarını engelleyecek şekilde aralarına yerleştirdi.

Hırsız asayı içinde tutan son cam fanusu da kaldırdığında alarmlar çalmaya ve etraflarında ışıklar yanıp sönmeye başladı. Bütün kapılar ve dışarı açılan açıklıklar birer birer kapanıp kilitleniyordu. Cam fanusun içinden asayı alır almaz geri dönüp Maria'nın açık tuttuğu kapılara doğru koşmaya başladı. Koridorlardan koşarak ilerleyip birlikte geçitten geçtikten sonra Marina hızla geçiti kapattı ve sonunda sakince ellerindeki asaya baktılar. Yakışıklı hırsız bir bavul dolusu hazır bulunan parayı alıp geçitlerin birinde kaybolmuştu. Senatöre işin başarı ile sona erdiğini anlatan şifreli bir mesaj gönderdikten sonra hala birlikte asaya bakmaya devam ediyorlardı. Uzun bir zaman sonra ellerindeydi sonunda. Uzunluğunca eski bir ağaçtan kırılmış gibi  girintili çıkıntılı bir ahşaptan oluşuyor ve baş kısmı ise gümüşten yapılmış halde pek çok yöne bakan bastonlar gibi açılmış bir çiçeği andıracak biçimde dışarı doğru kıvrılıyordu.

"Şimdi bunun nasıl kullanılacağını bilen birini bulmamız gerekiyor" dedi Maria.

Gümüş asa yakınlarında olduğunda onun gizemli ve büyülü gücünü sanki damarlarında hissediyorlardı. Onun yakınında olmak tuhaf bir güven veriyordu.

 

 

 

 

 

11. Günahkarlar Okulu

Marina "Benim aklıma gelenlerin hepsi güç delisi" demişti.

"Kendi çıkarları için de kullanacak ve ondan kopamayacaklardır"

Maria, asayı kullanabilecek birini bulmak için elfler, cüceler, periler, büyücüler ve  savaşçıların olduğu kayıp bir diyara seyahat etti.  O günlerde Maria'nın evreni, boşlukta,  olasılıklar halinde titriyordu. Orada şeyler oldukları gibi net, hafif ve birbirlerinden ayrı ve hallerinden memnun öylece duruyor gibiydiler. Maria ilk defa bir ormana girdiğinde 'Burası sanki perdesiz bir müzik aletinden çıkan seslere benziyor' demişti. Geçişleri belirsizdi. Birbirlerini aniden öldürüp sakince yiyerek beslenen pek çok hayvan vardı. Ağaçlar toprağın içinden yavaşça çıkıp kıvrılıyor büyüyor ve belirginleşiyorlardı. Sular büyük bir çukura belirsiz bir kaynaktan çıkarak yayılıyordu. Bir keman, viyolonsel ya da onun gibi bir şeye benzer biçimde, tüm ara seslerin çalınmamış olsa da orada bir yerlerde durduklarını hissedebiliyordu. Onun geldiği dünyada ise herşey daha çok bir piyanodan çıkan seslerden belirginleşmiş gibiydi. Sesler ve şeyler şöyle veya böyle net ve kesin aralıklarla birbirlerinden ayrılmışlardı. Büyük şehirler uzaktan ışıklı ve hareketli birer oyuncakçı dükkanına benziyorlardı.  Benzer şeyleri yaşayıp benzer formlara ulaştığımızdan gördüğü sincapın ne yaşamış olabileceğini tahmin etmeye çalıştı.

Sık ormanda yürürken sarı saçlı güzel bir prensese rastladı ve ona katıldı. Onunla birlikte çok uzun zaman geçirdi ve birbirlerine herşeyi anlattılar. Elf prensesi Aurora ya da hayvanların onu çağırdıkları ismiyle Pita, saray hayatından ve muhafızlarından bunalıp tek başına yola çıkmıştı. Saray ahalisi Aurora'nın zaman zaman böyle firarlarına alışık olduklarından ve ormanda kendi evindeymişçesine rahat ettiğini bildiklerinden onu aramaya çıkmamışlardı. Kalplerine göre bir prens bulamamış olmaktan üzgün ama birbirlerini bulabilmiş olmaktan sevinçli halde her gün ormanın daha değişik bir yerine yürüyor, kır cüceleri onlara yol gösteriyor, hayvanlar onlara yardım ediyorlardı. 

Yolculuklarının bir yerinde, bir su kıyısına varmış ve prenses yorulmuş olduğundan olduğu yere oturmuş ve sırtını yaşlı bir ağaca dayamıştı. Maria da prensesin dizine yatmış, geçen günlerinden, özleyip özlemediğinden emin olamadığı eski sevgilisinden, gençlik günlerini geride bırakmak üzere olmanın hüznünden ve asanın güçlerinden söz edip duruyordu. Prenses onun saçlarını okşuyor ve bazen de annesinden öğrendiği eski elf ninnileri söylüyordu. Maria da ona kendi hikayesini anlatıyordu.

"Sonsuz bir gecede uyuyan rüyalar

Meleklerin özlediği mevsim"

"Kuşatılmış gerçeklik çöküyor

Işığın kanatları büyüyor"

"Sonsuz bir rüyanın içindeki insanlar

Dadılarının anlattığı masallar uyanıyor"

"Çürümüş doğrularımız parçalanıyor

Karanlığın kanatları ışıldadığında

Güneş ölü günler doğuruyor

Umudun ışığının sızdığı çatlak nerede?

 Lanetlilerin çürüdüğü adalara bırakılmış gibi

Duvardaki yosunları tırnaklarımla kazıdığım hücreler"

"Düşmüş meleklerin arkadaşlığı"

"Çözümsüz sorunların yıkıcılığı duygusu"

 "Zırhlarım paramparça çıplak haldeyim"

"Ölü bir gündoğumu daha"

"Karanlık sessizlikle beraber geliyor"

"Ölüm arzusu hayatımızın alışıldık bir parçası

Bağlar çok yukarılarda ulaşamıyorum"

"Ve sevgi çok derinlerde

Çıkartıp gösteremiyorum"

 "Tuhaflık yalnızlıkla birlikte uyuyor"

"Sonsuz bir öfke ve intikam arzusu

Hayatın sade bir parçası"

"Şeytanın hizmetlileri ve köpeklerimiz

Çok yakında hissediyorum"

"Ama sevgi çok derinlerde

Ona ulaşamıyorum"

"Yaşamın sürüp gittiği yerler

Cehennemleriyse çok derinlerde

Hepsini oraya gömemiyorum"

"Boşluğun acısı, hiçlik fikri ve yok oluş"

"Derinlik sarhoşluğu ve kendinden geçişler

Gölgelerin arasında

Sevgi ise çok derinlerde "

"Hala ona ulaşamıyorum

Hissettiklerin anlamsız

Hiçbirşey  değişmiyor"

"Okyanusların ıssız kumsallarından uzakta

Çöl gezegeni, çorak ada, sessiz yol"

"Cehennemlerin kör geceleri adına kız

Sevgi çok derinlerde saklanıyor"

Birbirlerine sarılıp uyudukları bu kayıp diyarda yolculukları sürerken yol boyunca güzel elf beyleri ve göz kamaştırıcı elf kızları, etraflarında uçan tül kanatlı periler, geçit açabilen ve bir anda ortadan kayboluveren büyük beyaz tavşanlar görüyorlardı. Büyücüler gümüş asayı duyduklarında kullanmaya istekli olduklarını gösteriyor ancak iradeleriyle ateş lorduna da boyun eğdirmeleri gerektiği ortaya çıktığında isteksizce uzaklaşıyorlardı. Sonunda Prenses Pita ellerini birleştirip uzaklardan bir baykuş çağırdı ve aralarında birşeyler konuştuktan sonra baykuş gökyüzüne doğru uçup gitti.

"Ona Günahkarlar Okuluna birkaç gün sonra varacağımızı haber vermesi için gönderdim" dedi.  Okulun başında kudretli mavi büyücü vardı ve o bu asa ile ilgilenebilirdi. Günahkarlar  Okulunda yedi ölümcül günahın, kibir,  cimrilik, şehvet, öfke, tembellik, açgözlülük, kıskançlık; nasıl incelikle ve ustalıkla yönetilebileceği öğretiliyor ve öğrenciler günahlarında ustalaşıyorlardı. Onları yok etmek gibi bir amaçları yoktu. Öfkelerini düşmanlarına karşı gaddar bir varoluşa taşımış savaşçılar, yataklarının şiiri yazılabilecek tutkulu aşıklar, savurganları ele geçirip kontrollerinde tutabilen açgözlüler, hırslı çalışanlara zamanın ve doğanın tadını çıkartabilmeyi öğreten tembeller yetiştiriyorlardı. Mavi büyücü iradesiyle gerektiğinde herkesi tek tek kontrolü altına alabiliyor ve yönlendirebiliyordu. Ateş lorduyla da başa çıkabilirdi. Ancak karanlık bir cadının arazisine girmişlerdi. Karanlık cadı onları tutsak edebilmek için emrindeki yürür ölülere çevirdiği vampir ve kovulmuş elflerinden oluşan küçük  bir orduyla onlara doğru geliyordu. Prensesin iradesini etkisi altına alırsa bu geniş topraklarda haklı bir hükümranlık talebinde bulunabilirdi. Yanındaki kızın ise gümüş asayı taşıdığını öğrenmişti. Bu durumda eğer savaş çıkarsa ordusuyla birlikte asayı da kullanabilir ve yenilmez olurdu. Cadı onları sığ akan bir nehrin karşı kıyısında bekliyordu ve alaycı bir sesle karşıladı.

"Bizim kuçu kuçularımız tasmasız ne kadar da uzaklara gelebiliyorlar"

"Bizden ne istiyorsun?" diye sordu prenses.

"Sizi güvenlikte ve mutlu kılmak için biraz alıkoymak isterdim" dedi cadı nehrin diğer yanından. Çok güzel bir kadındı. Siyah uzun düz saçları, beyaz tenini geçip omuzlarından aşağı dökülüyordu.

Cadının yanından ayrılan kovulmuş elfler sığ nehiri geçip, Maria ve prensesin yanına gelip onları boyunduruk altına aldılar. Kısa süre sonra birlikte cadının evine doğru yola çıkmışlardı. Normal zamanda etrafı bir görünmezlik büyüsü ile korunduğundan evini bulmak mümkün değildi. Güçlü bir cadı olduğundan kendisi istemediği müddetçe evi görünür olmaz, onu göremezdiniz. Maria ve prensesi ahşaptan yapılmış, birbirine bağlı uzun odunlardan oluşan dar kutuların içine hapis edip günlerce değişik anlaşmalar önerdi. Asa zaten kendisindeydi ama prensesin iradesini de istiyordu. Prenses dinlediklerinin hiçbirini kabul etmedi. Bir gece cadının arka bahçesindeki dar ahşap aralıklı kutuların içindeyken hayvanlarla da konuşabilen prenses Aurora kuşlar aracılığıyla bir pars çağırdı. Koşarak gelen kara parsa durumu anlattı ve kurtulabilmeleri için herkesi toplamasını istedi. Karanlık cadı bir çayır cadısıydı ve hayvanlara hazırlıklıydı ama ertesi sabah evin etrafını saran kalabalık hayvan güruhunu görünce şaşkınlığa düşmekten kendini alamadı. Onlarca kara ayı, pars, kaplan, kurt klanları ve hatta sırtlanlar bile gelmişlerdi. Cadı kendiliğinden teslim olmadığı gibi birdenbire 'ölüm çığlığı' denilen bir bağırış kopardı ve iradelerini kaybedip yürüyen ölüler haline gelmiş vampirler ve kovulmuş elfler hep birlikte saldırıya geçtiler. Güzel cadı da asasını kaldırıp onlara güç veriyor, zaman zaman çarpışma alanına ani yıldırımlarını yolluyordu. Savaş çok uzun sürse de bir kara ayının karşı karşıya çarpıştıkları cepheyi aşıp cadının üstüne çıkması savaşın sonunu getiren hamle olmuştu. Cadının savaşçıları kısa zamanda geri çekildiler. Maria ve prenses asayı geri alıp yaralı hayvanlarla birlikte ormana dönerken akşam çöküyordu. Gece hayvanlarla birlikte uyudular  ve yaralarına baktılar.

Prenses ve Maria, birlikte nehirler geçtiler, tepeler aştılar. Bazen sazlıklarla kaplı bir bataklıkta bir salın üstünde, bazen sonsuz görünen kırlarda birer atın sırtında yol alıyorlardı. Günahkarlar Okulunun yüksek taş duvarları ufukta belirginleştiğinde küçük gölün yakınında yaktıkları ateşleri de görünür olmuştu. Her hafta sonu yaptıkları gibi alevleri alazlanarak uzayıp giden pek çok ateş yakmış ve insan halkaları da bu ateşlerin etrafında kalabalıkça dağılmışlardı. Kudretli mavi büyücüyü üst katlardaki odasında buldular. Ona bütün olan biteni anlattıktan sonra büyücü asayı incelemeyi bırakıp "Dışarı çıkalım" dedi. "Yapılabilir mi?" diye yineledi Maria. Büyücü çemberlere doğru yürürken "Doğru, kudretli bir elin altında bu asa gök ile yeri birbirinden ayırabilir ve yeniden bir araya getirebilir" diye tısladı. Çemberlerin ortasındaki ateşlerden birine yaklaştı ve "Ateş lordu, evlerinin birinden seni çağırıyorum, buraya gel" diye bağırdı. Öğrenciler kendi aralarında konuşmayı bırakıp büyücünün olduğu bölgeye yaklaşmaya başlamışlardı. Kurt klanlarından, vampirlerden, büyücülerden,  elflerden,  pek çok farklı yerden ve türden öğrencileri vardı.

"Ateş lordu, seni evlerinin birinden çağırıyorum" diye yinelerken alevler yükseldi ve bedenlenip büyücüye yaklaştı.

"Sen kimsin ki ateş lordunu çağırıyorsun" dedi beden ateşin içinden.

"Ben asa sahibi kudretli mavi büyücüyüm gel ve itaat et" dedi asasını çıkartarak.

Alevler yeniden canlandı ve bu defa daha belirgin bir form aldı.

"Seni ateşlerle kavurabilirim, alevlerimle yutabilirim" diye hırladı ateş.

"Ben gümüş asanın sahibi kudretli mavi büyücüyüm. Ben senin için yerin ve göğün sahibiyim. Gel ve boyun eğ" dedi. Alevler yaklaşıp gümüş asayı çevreleyip, etrafında dolaştıktan sonra yavaş yavaş geri döndüler. Ateş sessizleşmişti. Alevler alçalmış sanki olduğu yerde hırlayıp tıslayan yaralı bir hayvana benziyorlardı.

"Vampirlerin iradelerini serbest bırakacaksın. Başta siyah beyaz olmak üzere kirpi şehirlerine tilkilerle birlikte yaptığınız saldırılardan vazgeçeceksin ve böylece yeryüzünde her diyarda özgürce yanabilirsin" diye seslendi. Ateşin içindeki beden canlanıp yavaşça boyun eğdiğini gösterir biçimde eğildi ve "Anlaşmaya uyacağım" diye hırladı. Göründüğü gibi ağır hareketlerle geri dönüp alazların dağıldığı merkezde kaybolmuştu. Gümüş asa sahibini bulmuştu, onu büyücüde bırakmaya karar vermişlerdi. Uzun gece boyunca ateşlerin etrafındaki çemberlerde konuştular. Maria vampirlerin arasına katılmıştı.

"Sonsuza dek toprak yiyerek, geri döneceğimiz dünyada, sürünerek dolaşmaya mahkum solucanlar gibi yaşamaktan  mutluluk mu duymalıydık? Asırlarca kan aktı, yanıbaşımızda kan döküldü ve intikam ateşinin daima bir parçası olarak anıldık. Bundan suçluluk mu duymalıydık?"

"Yeni doğmuş bir yavrunun kaplanlar tarafından parçalanışını görüyorum sonra çakalların gelişi ve hatta akbabalar bile bir parça koparmayı başarıyorlardı. Burada tanrısallık, masumiyet, mükemmellik ve denge göremiyorum."

"Önemli olan hiçbir şey yok. Bütün çöller bunu anlatır." diye yanıtladı diğer vampirlerden biri.

"Belki sadece bulanık bir suyun dünya arıtma sisteminden geçişi. Biz tortular burada kalıyoruz, lanetlilerin yolu ya da ne dersen"

"Bu büyük evrenin hiçbirimize ihtiyacı yok, dev dinazorlara da hiç ihtiyaç yoktu hala da yoktur. Bizler sıcak at bokunun içine larvalarını bırakan böceklere benziyoruz." dedi bir tanesi. "Ve yüzlerce sinek çıkar ardından başarabilenler uçar gider ve pek azı hayatta kalır. Hayatta kalabilenlere ne olur? Başka bir sıcak at boku bulup oraya larvalarını bırakırlar. Burada olağanüstü olan ya da hayranlık uyandıran bir şey göremiyorum. Burada hayvanlar gibi üreyen sinekler ve kendini kandırmaya hevesli mahlukatlar var.

Tilkilerin yaratıcı, ucu açık, daha renkli evrenleri ve bakışları bize bir umut vermişti. Ama şimdi bunun da uçup gittiğini görüyorum"

"Sonbaharın başında nehrin başındaki lanet sazanlar azalınca onlarla beslenen kuşlar da azaldı ve böylece değişen duruma uyum sağlanmış yeni bir durum ortaya çıktı. Bunda ben de şaşılası bir denge göremiyorum. Doğanın onlara kolaylıkla ve çok çoğalabilmeleriyle ilgili yaptığı talihsiz şakanın lanetini taşıyan bütün türler gibi çaresizdiler.

Burada tanrısal bir ölçüye uyan bir mükemmellik bulunmuyor."

 

"Güneşten savrulup yeterince uzaklaşamadığı için geri dönüp ona karışan parçalar" dedi Maria. "...ve fazla uzaklaştığı için boşluğa savrulup soğuyarak parçalanan diğer milyonlarcası içinde arada kalmış birkaç tane. Burada mükemmel bir ölçü ve ayarlama göremiyorum. "

"Aslında bazen"  dedi Maria. "Dünyayı tamamen ele geçirmek istiyorum.  Geçen gün  aklıma geldi bu. Tam bir deli işi. Ama yapacak da başka ne var ki?"

 "Aslında evrene de hiç gerek olmaması ne tuhaf değil mi?" dedi vampirlerden biri. Ateş lordunun çekilmesinden sonra yenilgiyi kabul etmişlerdi. Kabullenişlerindeki olgunluk  Maria'yı neşelendirmişti.

Prenses Aurora ilerleyen gecenin içinde kendi coşkulu şarkısını söylüyor ve ağaçlar altında taşlarla çevrili ateşler yanıyordu. Ateşleri çeviren çemberlerle bu şenlikli kutlama sabaha dek sürecekti.

 

Sessiz bir uçuşla ağaçtan aşağı atlayan benekli bir jaguar

Siyah beyaz katil balinalar buzun tepesindeki bir fokun etrafını çeviriyor

Kafasını sallayarak yelelerini havalandıran bir aslan ayağa kalkıyor

Dünya yaşıyor, kara puma sık ormanda hızla koşuyor

 

Yılanlar mağaralarında kıvranıyorlar 

Bir örümcek sessizce ağını örüyor ışıksız bir köşede

Kara ayılar yavaş hareketlerle sığ nehri geçiyor

Dünya yaşıyor, kara puma sık ormanda hızla koşuyor

 

Bataklığın timsahları avlarına ağır ağır yol alıyor

Bozkırda bir at sürüsü dört nala kayalık bir araziye yön değiştiriyor

Güneşli bir öğleden sonrasında tırmandığı ağaçta uyuyakalmış bir kaplan

Dünya yaşıyor, kara puma sık ormanda hızla koşuyor 

 

Göç eden büyük kelebekler görüyorum

Yırtıcı kuşlar kaya doruklarına konup kanatlarını kapatıyorlar

Pulları ışıldayan kalabalık bir balık sürüsünün dansı andıran hareketleri 

Dünya yaşıyor, kara puma sık ormanda hızla koşuyor 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12.  Öfkeli Pençeler

 "Herşeyin biraz şöyle ya da böyle olmasını isteyen birine sorulursa, peki herşey tam olarak her nasılsa öyle olduğunda, olması gerektiği gibi olduğunda tam, tamam işte o an, bunu nereden anlayacaksın, yani nasıl bileceksin bunu? Bana kalırsa çünkü dünyanın da hiç olmasına gerek yok. Ama, bana kalmıyor işte."

Kavga eden tuhaf çifti geçen Maria bir cafeye girdi. Burası üstünde ahşap bir tabelada Değişik Şeyler Dükkanı yazmasına karşın bir müzeyi andırıyordu. Ama bir müzenin aksine herşeye dokunabiliyor ve herşeyi karıştırabiliyordunuz. Çayını yudumlarken sürekli eski siyah beyaz filmler oynatan ahşap bir televizyonu izledi, sonra yaklaşıp sesini açmak istediğinde  yuvarlak düğmenin her çevrilişinde ortasından başka bir siyah beyaz film başladığını gördü. Bir adam  :  "Sana daha fazla yaklaşmamanı söylemiştim" diye uyardı. "Pekala Mike, ben hallederim" "İyi geceler" ; bir ev ; "Bu Paris'ten aldığımız telgrafın bir kopyası" ; bir hapishane :   "Zengin biriyle evlenseydim ona vurmazdım, senin yanlış yaptığın şey buydu işte" ; papyonlu bir adam "Pek yeri değil ama ikinizin bir kömür madeni olduğunu söyledi"  Sonunda  atlı karıncada dönen bir kadın : "Hadi şarkı söyleyelim" diye seslendi ve herkes şarkı söylemeye başladı. Atlar aşağı yukarı inip çıkıyorlardı.

 

eski oyuncaklar kayboldu

 (bazı şeyler farklı olsaydı

yine de herşey aynı olurdu)

rüzgar pencereleri kapatıyor

 

Maria'nın bir şey daha ilgisini çekmişti. Adam tezgahının başından "O kalemi almak istemezsin,  o kalem hep yanlış yazıyor" diye seslendi.

"Bunu daha önce hiç duymamıştım" diye mırıldandı kendi kendine sonra televizyona bakarak, oysa bu filmi de izlediğini anımsıyordu. 'Olasılıklı başkalıklar' diye düşündü. Ahşap eski bir televizyonun içinde daha yüzlerce film vardı, yanında da bu çeşit yuvarlak hatlara sahip açık sarıdan yeşile bir gövde ve geniş turkuaz sapıyla bir radyo. Frekansların ilki 1920 ile başlayıp sonu 2000'lere dek geliyordu. Bunu çevirdiğinde o yıllarda yapılmış müzikler duyulabiliyordu. Bütün eski radyolarda anonsları hep aynı adam yapıyordu, bazısında çok gençti, bazısında yaşlı. Onu tanıyor muydu?  Kuzey ve güney yarımkürelerin kutuplara yakın bölgeleri  kesilmiş  (içi  turuncu bir portakalın içi her nasılsa öyleydi, jölemsi bir kıvama sahip şeffaf ve ışıltılı) böylece sadece ılıman orta kuşağı kalmış bir dünyanın çevresinde, önlerindeki trampetleri ekvator çizgisinin üzerinde rappada rappada yürüyerek ve çalarak dönen mekanik tavşanların yanında duruyordu. Bu tavşanlar hem trampetlerini çalarak dönerken bir yandan da hep birlikte kafalarını da sağa ve sola oynatıyorlardı her adımda.  Ama asıl ilgisini çeken garip bir piyanoydu. Fa tuşuna basılı tuttuğunda Alice Harikalar Diyarında da  denk gelen o sayfanın Fa sesinden okunuyor hali duyuluyordu ve aşağıda sağdaki pedalına basılınca ses yankılanarak çok uzak bir yerden geliyordu (sanırım kapının yanındaki ara sokağı gören açıklıktan) ve La tuşunda da La sesinde okunan bir sayfasını duyabiliyordu. Maria ellerini tuşların üstüne üçlü birer akor basacak biçimde yerleştirdiğinde  uyumlu melodik bir uğultu, tuhaf bir ravarva işitildi. Nota kağıtlarının durması gereken yerde ise kitabın ilk kopyalarından birisi vardı Cheshire kedisinden açık halde. "Alice'i çok özledim" diye düşündü. "O, bununla ne yapılması gerektiğini bilirdi." Sönmüş bir biçimde köşeye atılmış bir deniz oyuncağına baktı, -bir bot, timsah, muz ya da ona benzer bir şeydi- "Bu 'bulut yiyen ejderha' ve onu sadece havalar çok kötü olduğunda çıkartıyorum, yağmur onu durduramıyor, böylece gökyüzünde dolaşıyor ve dikkat çekiyor. Son günlerde pek gelen giden yok" diye açıkladı. "Ben, yaşlı Bangogh'lu bir denizcinin anılarını arıyorum" dedi Maria. "Bu, bir kitap mı" "Hayır, hayır sadece geriye kalanları" Marina ona burada kendisi için bir şey bulacağını söyleyerek göndermişti. Adam raflara dayadığı merdivenin üstünden bir süre Maria'ya baktı, sonunda ne gördüğünü açıklamasa da inip eski bir komidinin alt çekmecesini çekip adam öldüğünde cebinden çıkanları getirdi, metal bir kutunun içinde saklıydılar; balık temizlemeye yarayan çakıya benzeyen bir alet, siyah ve içinde kopmuş saçların da  olduğu siyah bir tel toka, çok öncesine ait yırtılmış karton bir otobüs bileti, birkaç kuru üzüm tanesine yapışmış fıstık kabukları, paslı ve kırık bir konserve açacağı, ucu eğilmiş bir kravat iğnesi (sanırım bazı dolap ya da kapıları açmakta kullanılmıştı) ve siyah beyaz hayli yıpranmış genç bir kadının fotoğrafı. "Bu benim" dedi Maria. "Beni nereden tanıyor olabilirdi ki?"

"Kuzey denizlerinde yüzen" dedi adam "Tamamen buzdan yapılmış bir yelkenli seyreder, fırtına çıktığında yelkenler aynalar gibi kırılıp paramparça güverteye düşerler ama soğuk bir günde denizin suları  yine donarak başka yelkenlere dönüşür. Sakallarında kar birikmiş yaşlı bir kaptanı vardır, ona seslenirsen senden uzaklaşır yoksa güpegündüz baş bodoslamadan gemine bindirebilir, orada Maria bir efsanedir. Şimdiye kadar her ne yaptıysan pek bilmiyorum ama bir süredir uzak denizlerde bile tanınıyorsun"

Bangoglu denizcinin Öfkeli Pençeler çetesine liderlik ettiğini öğrenmişti. Kirpiler tarafından öldürüldüğü düşünülüyordu. Adama göre onlar Kükreyen Pandalarla birlikte çalışmaktaydırlar ya da iletişimleri vardı. Tilkilerin de desteğini alarak pek çok boyutta varlık göstermekteydiler. Maria şimdi aralarında sempatiyle karşılanan bir kahraman gibi olduğunu öğreniyordu. Bir kaç gün önce tehlikeli bulunan biyonik evrim boyutuna girmişti. Bu boyutta, insanlar ve diğer organizmalar, biyonik ve teknolojik gelişmelerle evrim geçiriyor ve biyolojik sınırları aşıyorlardı. Tilkilerin biçim değiştirme özelliklerine kaynaklık eden yer burasıydı. Onları bir kirpi şehrine saldırmaktan vazgeçirmişti. Barışçıl pandaların özellikle bu tarz bir şiddetten hoşlanmadıklarından desteklerini kaybedeceklerine inandırmıştı. Eğer aralarından bir kısmının Kükreyen Pandalar çetesine dahil olmuş olan barışçıl pandalardan bahsedeceksek onlarla ilgili bazı noktaları belirtmek yerinde olur.

 

3 basit gerçek

 

1 . 3 milyon ışık yılı uzaktan dünyayı teleskopla inceleyebilseydik, dünyanın 3 milyon  yıl önceki halini görürdük. (Çünkü ışık bu sürede ulaşıyor ve gördüğün ışıktır)

 

2. Bir ışık tanesinin üstünde ya da ışık olarak seyahat edebilirsen senin için zaman durur. (Hızlanırsan giderek yavaşlar ve ışık hızında durur)

 

3. a  Dünyadan 3 milyon ışık yılı ötedeki bir gezegene yolculuk edeni, dışardan gözleyen, 3 milyon yıl geçtiğini düşünür / öyle gözler.

   b Işığın üstündeki yolcu için ise bu, gözlerini açıp kapayıncaya dek orada olur.

  c 1 numaralı gerçekten ötürü seyahat eden 1 dakika sonra geri döndüğünde dünyanın 3 milyon yıl önceki haline değil buradan yola çıktığından 1 dakika sonraki haline varmış olur. (Ancak toplamda 6 milyon ışık yılı katetmiştir ve dışarıdaki gözlemci bu yolculuğu kameraya çekmek isterse 6 milyon yıl boyunca kayıt yapması gerekir. Ancak sabırlı gözlemcinin yapacağı böyle bir kayıtın hiçbir işine yaramayacağı açıktır)

şte içinde bulunduğumuz boyutun gerçekliği bu çeşit yolculukları teorik olarak olanaklı kılar." Maria sözünü “Ancak elbetteki böyle bir şey bizim için pratikte mümkün değil” diyerek bitirmişti. Tezgahın başındaki adama Kükreyen Pandalar'ın nasıl yıldızlararası, geçit kullanmadan seyahat edebildiklerini anlatmaya çalışıyordu.

Dışarı çıktığında akşam olmuştu. Siyah beyaz bir kedi sokak lambasının ışığı altında kendi gölgesiyle oynuyordu.

Çift elli kılıç ve katanada gösterdiği belirgin başarısızlıktan sonra süvari kılıçlarına ve  eskrime geri dönmüş, bütün vaktini Marina'nın gözetiminde bilinmeyen tarih, teorik fizik, spor egzersizleri ve holografik boyutta dolaşarak geçiriyordu.  Bu boyutta, gerçeklik bir hologram gibi davranıyor, her parça tümü içeriyor, her bölüm, bütünün bir yansıması gibi hareket ediyordu. Duyusal değişim boyutunu ise daha da tuhaf bulmuştu. Duyuların algılarını ve değişimlerini temel alan bir boyuttu. Algılanan duyusal veriler, gerçekliğin nasıl deneyimlendiğini belirliyordu. Buraya ilk girdiğinde "Beni böyle algılama" diye sızlanmıştı kör bir canavar giderek küçük bir çocuğa dönüşerek. Rezonans tamamlandığında herşey, biçimler ve sesler yerli yerine oturmuş ve istikrarlı birer görünüme kavuşmuşlardı.

Eve artık neredeyse hiç uğramıyordu. Yakında Öfkeli Pençeler'den birkaç kişiyle görüşmek üzere yine uzak bir yere sürüklenecekti.

 

 

 

13.  Bu Bir Savaş

Marina ona aslında asanın yarattığı durgunluktan sonradır ki tilkilerle görüşmelere başlamak için  genel bir koalisyon oluşmak üzere olduğunu söylemişti. Ancak kirpilerden bazı başkanların ve senatörlerin bunu engellediklerini anlatmıştı. Aralarında biri onları bir arada tutarak ve diğer geri kalanlara yönelik baskı grubu oluşturarak öne çıkmaktaydı. 

 

"Bildiğin kadarıyla bütün evrenin aslında güneş sisteminden ibaret olması seni şaşırttı mı Maria?"

 

Maria şimdi çekilip alındığı güneş sisteminin maketine bakıyordu. Fişe takılınca çalışan ve dönmeye başlayan, fişten çekilince de duran cinsten. Oysa en son Grondland’a vardığını anımsıyordu. Orada bütün evreni yöneten dev bir kar küreme makinesine inanan bir kabile ile karşılaşmıştı. Sonra tilki kafalı bir adam vardı. Taşımaya başladığı hafif kılıcını çekmiş ve arkasından gitmişti. Şimdi ise buradaydı. Soğuktan donarak ölmüş olup olamayacağını düşündü. Yanındaki sanki herşeyden sıkılmış olduğu izlenimini veren adamın onun  içinden çekip alındığını söylediği ve halen dönmekte olan güneş sistemi maketini gösterirken “Gördüğün gibi geriye kalan sadece bir görüntü, yıldızlar falan işte  sonsuzluk duygusu veriyor”diye açıkladı. “Sonsuzluk duygusu” diye tekrarladı Maria. Şimdi bildiği herşey sanki bir ilkokulun fen laboratuarında devinip duran bir avuç sisli aydınlıktan ibaretti. Kapıyı örtüp dışarı çıkarken “Burası bir kasaba ve sadece birkaç yüz  kişi yaşıyor” dedi adam. “Sonsuz olanaklarla dolu sonsuz boyutlara gidip gelebilen birkaçyüz kişi. Kasabanın dışında da başka hiçbir şey yok. Altı yöne de yüzlerce yıl gidebilir ve hiçbirşeyle karşılaşmayabilirsin.”

 

"Peki bu kasaba nasıl aydınlanıyor, güneş gibi bir şey de yok ki hiç."

 

 “Nerdeyse sürekli aydınlık” dedi adam. “Nedeni belirsiz ve ufka doğru ne kadar yürürsen yürü,  ulaşamıyorsun.  Herneyse, şimdi herkes tiyatro salonunda, çıktıklarında tek tek tanışabilirsin. Sebeplilik ilkesi burada bir problem değil. Lanet olsun ekstra turşu istemiştim

 

Geldikleri hamburgercide siparişi getiren robota öfkeyle bak. “Mükemmel olmak kolay değil” diye tekrarla robot programlandığı biçimde.“Tatsız durumları geçiştirmek için  hazırlanmış bayat bir espri” diye homurdandı  adam. Maria hamburgerini ısırırken “Sigara var mı bari” dedi. "Buraya gelirken beyaz plastik file içinde plastik toplar, yaldızlı cips paketleri, boş gazoz kasaları arasında bir bakkal gördüğümü anımsıyorum”.  “Sadece kırmızı winston soft” dedi adam. “laytı da yok”  Çatık kaşlarıyla turşu konusuna hala  içerlediği belli oluyordu. "Farkı yok" dedi Maria. "Boyutlar için de bir boyut" Buraya bir tilkinin peşinden geldiğini anımsıyordu şimdi, çünkü burası bir portala en çok benzeyen yerdi. 'Tilki bir portal ele geçirebilmeleri için keşif yapıyordu' diye düşündü. Sıkıştırdığı bir tavşanı geçit açıp kaçmaya zorlamış, Maria da peşlerinden gitmişti. Başına darbe almış olmalıydı. Burası başlayacak tilkilerle kirpiler arasındaki olası görüşmeler için de uygun bir yer gibi görünüyordu. Kaçabilecekleri hiçbiryer yoktu. Birbirleriyle konuşmak zorunda kalacaklardı.

 

Portala geri dönen Maria  neden geç kaldığını kısaca ve alalacele açıkladığı, yollarını düşürdükleri başka bir boyutta,  deniz kıyısında kalabalık bir kasabadaydı. Yanındakilerle birlikte onlarca barın gürül gürül karşılıklı uzandığı dar bir sokağa girdiler. Şimdilerde Kükreyen Pandalar'la dirsek teması içindeki Öfkeli Pençeler bir dizi temas için görüşmeye iki kişi göndermişti.  Yarın yola çıkacak ve kilometreler boyunca bir daha ne düzgün bir yemek, ne de soğuk içki bulmaları mümkün olacaktı.  Buraya Öfkeli Pençeler  sık sık gelseler de Maria ilk defa burada bulunduğundan her yere onunla birlikte girip çıkmayı planlamışlardı. Zaman zaman farklı görünüşlü değişik türler görüyor, yeni karşılaştıklarını rahatsız edici olmamaya çalışarak göz ucuyla ve zaman zaman şaşkınlıkla izliyordu. Bu sokaktaki her barın bir ilginçliği muhakkak vardı ve ancak bu kendine özgülükleriyle yüksek kiraları ödemeyi başarıyorlardı. Sokağın mekanlarının mal sahibi olan tepedeki şatoda yaşayan adamdan ya mecazi anlamda ya da gerçekten öyle olduğu için ‘vampir’ diye söz ediyorlardı.  Hafif bir yemek sonrası kafalarını dinlemek ve ilk konuşmalarını yapmak için önce eski makinelerin hiç dokunulmadan sanki bir sanat eserine dönüştürülmüş gibi durduğu en sakin olanıyla başlamışlardı. Makinelerinin işlevselliklerinin ötesinde yapıldıkları dönemin estetik anlayışını yansıttıklarına dair garip bir fikri vardı barın sahibinin. Bir müze gibi içi açılmış bir motor, şeffaf bir kar küreme makinası, yavaş yavaş loş ışıklar içinde ama yavaş yavaş hareket eden dev bir meyve sıkacağı, pistonları inip kalkan muhtemelen bir traktör denemesine ait buharlı bir mekanizma ve bunun gibi makina ve makina iskeletleri arasında dolaşarak sakin sakin kahvelerini yudumladıktan sonra, oturdukları yerden ne zaman çıkıp saldıracakları belli olmayan zombileri vurmak zorunda olduğunuz bir ikinci bara geçtiler. Ölenler sürünerek devam ediyor ya da kalkıp mutfağa gidip birşeyler atıştırıp barmenle şakalaştıktan sonra geri geliyorlardı. Barın geniş iç bahçesinde içtiğiniz şişe biraları da savurup kırdığınız kayaların üzerinde duran başka hedefler de vardı. Geceleri dışarda ateş yakıp konuklar arasında bahislerin konulduğu bir çeşit yarışma yapıyor ve kalabalık akşamlarda  çoğunun sonu kanlı biten tartışma ve kavgalar oluyordu. Havada asılı duran zincirli kutulardaki güzel kadınları oradan çıkarmak için iri kıyım zencilerle dövüş edebildiğiniz bir tanesini Maria çok sevmişti. Barın o akşamki konuklarından kendine güvenenler iyice içip cesaretlendikten sonra saldırıyor ve genelde başarısız olsalar da olan bitenler bardaki kalabalığı eğlendiriyordu.  Maria da içmeye devam etmiş, fena halde eğlenmiş, öksürerek gülerken yere devrilmişti. Yaşlı bir adam ona acıyan bir kadının kafes arkasından memelerini tutmasına izin verdikten sonra yere devrilip sızmıştı. Öfkeli Pençeler alkolün etkisiyle artık sersemlemiş oldukları için tereddüt etseler de tıklım tıkış sokakta yine kavgalı dövüşlü olan başka bir bardan  bahsedince,  meraklanan Maria’nın ısrarıyla oraya girmişlerdi. Gladyatörlerin barına. Önündeki tabelada beyaz tebeşirle “Akşam 11 de başlar” yazıyordu ki oraya vardıklarında  12 yi biraz geçiyordu ve ilk çarpışmanın mağlubu yerde kanlar içindeydi. Buraya aralarındaki problemleri iki elli kılıçla, kılıç kılıca çarpışarak, baltayla ya da yumruk yumruğa çözerken biraz da para kazanıp şöhret edinmek isteyenler geliyordu, çok uzaklardan ya da hemen yakınlardan, değişik yerlerden. Kafes içinde gösteri amaçlı da kılıç kılıca çarpışmaların olduğu bu barda asıl sahne uzun zamandır boştu ve biraz etrafa bakındıktan sonra bir şey içmeden çıkıp Bo’nun yerine girmişlerdi. Bo’nun yeri her ne kadar “Bo’nun yeri” olsa da ortada bir Bo yoktu. Eski mi eski zamanlara ait tabloların röprodüksiyonları dümdüz ve boş katın duvarlarında asılıydılar.

 

"Burası benim favorim" dedi bir tanesi.

 

"Demir çapayı buraya atıyoruz" dedi diğeri.

 

Buluşacakları son adam burada hologram olarak çalışıyordu. Bedeninden sonsuza dek vazgeçmişti. (Onun aslında kim olduğu ve  neden bunu yaptığı burada anlatabileceklerimizin sınırlarını çok aşan, daha başka ve uzun bir hikayedir) Herneyse, etrafta bolca tablo vardı. Olması gerektiği gibi duvarda asılıydılar. Loş ve hatta karanlık denilebilecek bir ortamda, derinden gelen çok eski şarkılar ancak duyuluyordu. Sonra tablolardakilerden biri parıldayarak beliriyor, tablodan çıkıp boşlukta yükseliyor ve barı baştan başa dolandıktan sonra duvardaki başka tablolardan birine girip kompozisyonun bir parçası olarak kendi yeni yerini alıyordu. Böylece çiftlikteki ineklerin önünde kafasını yana yatırarak poz vermiş genç bir kadın barda uçarak  dolaştıktan sonra meşaleli bir kalabalığın arasına katılıyor, meşaleli kalabalıktan birkaç kişi bundan rahatsız olup tablolarından çıkıyor, bir uğultuyla masalar arasında dolaşıp başka başka tablolara dağılıyorlardı. Bara ismini verense bu karakterlerden bazılarının bazen çok ender de olsa kendi halinde içenlere yaklaşarak “boo” diye seslenmeleriydi. Bu yarı yarıya şeffaf varlıkları bir büyücüden kiraladığını anlatan barın sahibiyse aslında tüm bunları teknolojinin yardımıyla gerçekleştiren gerçek bir  iş adamıydı. Öfkeli Pençelerden biri ona el sallayıp yeni gelecek olanlara bir mektup bırakmak istediğini söyledi. Onu tanıyordu ve ricalarını kırmayacağını umut ediyordu. Mektup çok kısa aslında tam olarak bir paragraftı. “Yapılabilecek pek bir şeyin olmadığını, görüşmelerin başlayabilmesi için malum isme odaklanmaları gerektiğini" yazıyordu. "İhanetten yargılayıp kıçının tekmelenmesini istemiyorsan sadece arkadaşlarına güven" diye bitiyordu.   "Kralın adamları durumdan hoşnut olmayacak." dedi iş adamı mektubu zarfın içine geri koyup tezgahın altına sokarken.  

 

Hologram sandalyeye oturmuş ve bir tableti açıp masanın üstünde üç boyutlu olarak görüntülerini oynattığı Dark Thomson hakkında konuşmaya başlamıştı. Olası görüşmeleri baltalayanların başında o geliyordu.

 

Dark Thomson iri yarı kel bir adamdı ancak şık takımlar giyiyor ve zarif hareketleriyle diplomatik bir tipti.

 

"Kampanyasını 'BU BİR SAVAŞ' başlığı altında toplamış, komiteler oluşturup lobicilik faaliyetleri yürütüyor. Kirpilerle tilkiler arasında oluşabilecek uzlaşmacı tüm tavırlara karşı ve olası görüşmeleri engellemeye kararlı"

 

"Kükreyen Pandalar?" diye sordu Maria.

 

"Kükreyen Pandalar çekimser, nötr bir tavır benimsemiş durumda her zamanki gibi"

 

"Ama ana şehirlere saldırılar durdu. Asadan sonra vampirlerin üzerindeki baskı da ortadan kalktı. Eğer bir uzlaşma olacaksa şimdi tam zamanı gibi görünüyor. Galaktik ana boyutta dahi yumuşamalar var"

 

"Oluşan koalisyon havasını bozup  baskı grupları yaratarak gerilimi  eski seviyesine geri çekiyorlar" dedi hologram.

"Merkezinde kesinlikle Dark Thomson var. Ucunu sürdürdüğümüz tüm ipler eninde sonunda ona varıyor. Aslında gizli bir muhalefet var fakat korkularından sesleri çıkmıyor. Düşmanca yaftalanmaktan çekiniyorlar"

Barın sahibi "Balçık kıvamında sert kahveleriniz" dedi masaya kupaları bırakırken.

 

Hologram o anda Maria'nın hiç anlayamayacağı bir şey yaptı ve boo diye uğuldayarak gidip barın içinde  uçarak tablolardan birine girdi. Safça bulduğu Maria'nın sorusunu gülerek "Hayır, tablolar satılık değil" diye yanıtladı bardaki adam.  "Uçmuşsa artık oraya ait demektir." Maria tabloya yaklaşıp “Seni oradan kurtaracağım” dedi hala süren alkolün etkisiyle.  Masaya geri döndüğünde kısa zamanda sıkıldı.  Sürekli Heisenberg'in belirsizlik ilkesi, kaos teorisi ve görelilik kuramı hakkında konuşuyorlardı. Sonra söz dönüp dolaşıp her nasılsa entropiye geliyordu. Oluşan havadan bunalıp "Karşı tarafta ne var?" diye sordu Maria.

Canı  öyle sıkılmıştı ki çıkıp son bir bara daha girmek istedi ve diğerlerini de sürükledi. Burada beyaz önlüklü dersane öğretmeni kılığındaki insanlar beyaz tahtanın başında sıkıcı mı sıkıcı, gereksiz mi gereksiz, aptalca mı aptalca dersler anlatıyor, müşteriler de kağıt bardaklardaki biranın yanında sunulan plastik,  ıslak ve çürük domatesleri sahneye fırlatabiliyor, uygun bir fiyat karşılığında şok verebiliyorlardı.

"Söylediğim gibi sokaktaki mekanların kiraları çok yüksek" dedi Öfkeli Pençelerden yorgun görüneni.

Hava gece için öyle sıcaktı ki ara ara yakıcı meltem estiğinde başlarının üzerinde buharlı ütü çalışıyormuş gibi hissediyorlardı.

 

14. Kükreyen Pandalar

Yerin altında bambaşka bir hayatın olduğu gezegen. Buluşmak için burayı seçmişlerdi. Buradakiler kendi gezegenlerindeki savaş ve yıkımdan kaçmış ve bu topraklara yerleşmişlerdi. Yüzeyi yaşama elverişli değildi ve hiçbir zamanda  elverişli olmayacaktı. Gezegenin sakinleri giderek genişlettikleri tünellerde yaşıyorlardı ve enerji kaynaklarını kazarak çıkartıyorlardı.

"Devam edeceksek bir şeyi kesinlikle bilmen gerekiyor" dedi Öfkeli Pençelerden biri.

"Makul" dedi Maria.

Gözünün önünde Öfkeli Pençelerin gönderdikleri müzakereciler tilki kafalı adamlara dönüşüyorlardı. Her ikisi de.

"Ne diyeceğimi bilemiyorum" diye afalladı Maria. "Marina'nın haberi var mı?"

Başıyla onayladı bir tanesi.

"Burada kirpilerin en güçlü senatörlerinden birine suikast hazırlığı yapmak için toplandık. Böyle bir şeyin geri dönüşü yoktur" dedi diğeri.

Kükreyen Pandalar ışık içinde hareket ettiklerinden onlardan birşey saklayamayacaklarını biliyorlardı. Ancak sessiz ve çekimser tavırlarına güveniyorlardı. Barışçıl yanlarının her zamanki gibi daha ağır basacağına inanıyorlardı.

Yeni açılmakta olan devasa bir tünelin sonunda loş ışıkta oturuyorlardı. Saatler ilerledikçe cinayetin ayrıntıları belirginleşiyordu. Bulunan suikastçiye ulaştırılmak üzere ortadan kaldırmaları gereken adamın özellikleri sıralanıyordu. Suikast için en uygun zaman ve karşılıklı istihbarat paylaşımları sonucunda yer de kesin olarak ortaya çıkmıştı. Bu ölümün herşeyi değiştirebileceği, dengeleri görüşmeye meyilli olan koalisyondan yana yeniden kurabileceğini hesaplamışlardı. Bu aynı zamanda sinmiş durumda olan sessiz muhalefete kendilerine güven kazandıracak bir güç gösterisi de olacaktı. Birkaç saat içinde planlarını hızlı ve eksiksiz biçimde tamamlamışlardı. Cinayet ana galaktik boyutta işlenecekti. Geri dönmeye hazırdılar.

Kükreyen Pandalar planın tam ortasında yer alıyordu. Aslında 'Panda' onların barışçıl yanlarıyla alay etmek için başkaları tarafından uydurulmuş bir isim olmasına karşın pandalar bunu değerli bulmuş ve sahiplenmişlerdi. Kızıl tilkilerden birinin zekice tespitiyle pandaların 'Biz kimseye bulaşmazsak hiç kimsede bize bulaşmaz gibi aptalca bir fikirleri vardı.' Güvenlikleri zayıf olduğundan iri taşlarla örülmüş kat kat ve arka arkaya yükselen surlarının gerisine sızabilecek tek bir profesyonel suikastçi bunu başarabilirdi. Ne var ki Kükreyen Pandalar'dan bir kısmı kendi evsahipliklerinde gerçekleşecek böyle bir suikastı onaylamıyorlardı ve bununla anılmak istemediklerini göstereceklerdi. Tarafsız havalarını korumak istiyorlardı. Yine de alınan istihbarata ve tüm kontrollere rağmen "Her zaman ketçaptır ve her zaman servis kapısıdır" sözünü yalanlayacak biçimde, tutulan suikastçi ana girişten metal dedektörlerinden geçmeyi başarmıştı.  Kulise girdikten sonra sahne arkasına tırmanmış ve karanlığın içinde senatörün konuşma sırasının gelmesini beklemişti. Dark Thomson  sahneye gelmeden önce korumaları yaklaşıp etrafa dağılmışlar, toplantı salonunda gergin bir hava doğmuştu. Sonraları görüntüleri tekrar tekrar izlerken senatörün adamlarının bu sırada saldırı istihbaratını kesinlikle almış oldukları konusunda hemfikirdiler. Senatör "Bu bir savaş" diye  başladığı konuşmasını yaparken şimdi siyahlar giyinmiş olan suikastçi karanlıktan loşluğa geçmiş, arbeletine koyduğu, hedefe vardığında açılan zehirli ahşap oku nişanlamış fakat korumalardan biri bunu görmüş ya da tuhaf bir şeyler olduğunu sezinlemiş, senatörün üstüne atlamış ve apar topar sahneden çıkarmışlardı. Aralarından biri uzun bir kırbaçla, yukarı doğru şaklatarak suikastçiyi bacağından yakalayıp aşağı çekmişti. Korumaların köklerinin başka bir türe ait olduğu, sadece insan gibi göründükleri dedikoduları vardı. Hepsi birbirine benziyordu ve suratları ifadesizdi.  Sahneye devrilen suikastçiyi elektrik veren şok aletiyle hırpaladıktan sonra arabalarına bindirip götürmüşlerdi.  Kirpiler suikastçiyi tekrar tekrar talep etmelerine karşın günlerce senatörün özel korumalarının şiddetli sorgulaması altında kalmıştı. Sonunda suikastçi kirpiler tarafından alınacak, aylar sonra konulduğu hücreden yargılanacağı yere götürülürken kaçırılacak ve kaybedilecekti. Suikastçinin işi alırken olası yakalanma durumuyla ilgili yaptığı anlaşma buydu ve konuşmamış olduğundan bu söz yerine getirilecekti. 

 

 

 

 

15. Şeker Kasabası

 

"I got some troubles, but they won't last

I'm gonna lay right down here in the grass

And pretty soon all my troubles will pass

'Cause I'm in shoo-shoo-shoo, shoo-shoo-shoo

Shoo-shoo, shoo-shoo, shoo-shoo Sugar Town"*

 

O günden sonra Dark Thomson'ın etrafında güvenlik artmıştı. Maria canı sıkılmış ve öfkeli halde şeker kasabasına gitmiş, çocuk parkında havadan inen jelibonları patlatıyordu. Üçünü ya da daha fazlasını yanyana getirince parıltılı bir ses çıkartarak patlayarak ortadan kayboluyor ve yukardan yenileri düşüyordu. Kendini kaybetmiş gibiydi. Ne kadar zaman sonra kendine geldiğine aldırmadan oyundan başını kaldırıp etrafına bakındı. Herşey uçucu renklerde ve pastel tonlardaydı. Pasta yapan dükkanlar, lokumdan yapılmış evler, iki renkli marshmelov veren hoş kokulu ağaçlar caddenin iki yanını süslüyordu. Buranın yerleşik sakinleri de aynı tonlarda giyiniyorlardı ve hiçbiri belini bile geçmiyordu. Oturduğu yerlerde masanın üzerine zıplıyor siparişini alıyor ve hop ortadan kayboluyorlardı.

Parkın karşısındaki iç içe girmiş uçucu kırmızı ve eflatun çizgili desenlerle dekore edilmiş, bir bardan çok iç çamaşırı mağazasını andıran geniş mekana girdi.

"Bir votka martini"

Köşede etrafı iyi gören yumuşak bir koltuğa gömülmüştü. Yanında başka boş koltuklar vardı. Öğleden sonra olduğu için geniş mekan hemen hemen boştu. Cücelerden biri ahşap küçük masaların birinde milkshake içiyordu. Bitirdiğinde kamışa dudaklarını geçirip zorla asılmaya ve bir çocuk gibi höpürdetmeye başladı. Bakıştılar. Gelen votka martinisinin yeşil zeytinini çıkartıp bir hamlede kafasına dikti.

Barın kanatlı kapıları aralandı ve içeri oduncu gömleği, yeleği, silahları, geniş kot pantalonu ve beyaz şapkasıyla orta yaşlarını geride bırakmış bir kovboy girdi. Normal renklerindeydi ve burayla hiçbir ilgisinin olmadığı her ağır adımından belli oluyordu. Maria elini kaldırıp selam verdi. Birkaç jeton atıp şarkı makinesini çalıştıran kovboy onun yanına gitti. Konuşmaya  başladılar.

 

Ringo came to fight

 To kill or to die

 His gun spoke so fast  -  sharp and right

 

 I don’t think he’s cruel

 nor he  loves to duel

 Ringo is the only  -  friend of mine*

 

 Görünüşü, renkleri ve tavırlarıyla kasabaya tamamen uyumsuz olan bu yaşlı kovboy şiddeti özendirdiği iddiasıyla buraya sürülmüştü. Her haftanın ilk lanet günü bölge karakoluna gidip hala burada olduğuna dair imza atıyordu. Vazgeçemediği silahlarından birini çıkardı. Ateş ettiğinde BANG yazan bir bayrak ileri doğru uzanıyordu. Yeniden tetiğe bastığında konfeti saçıyordu. Maria gülmeye başlamıştı. Kovboy "En etkilisi de bu" dedi jelibonlu ayıcık fırlatıyor ve yukarıda asılı renkli balonlara denk getirebildiğinde keskin parlak bir ses çıkartarak ortadan kaybolup arkalarında ışıltılı parçalar bırakarak yukarı yükseliyorlardı. Kovboy canının sıkkın göründüğüne inandığı Maria'ya bakıp herhangi bir açıklama yapmadan sır tutabileceğini söylemişti. Maria'dan olanları dinlediğinde "Yow how how" diye seslendi sığırları güdermiş gibi. "Dur bakalım"

"Ben olanları burada sadece Pofuduk Tavşanlar Haber Bülteninde izleyebildiğim için ayrıntılara hakim değildim. Ben de herkes gibi Kükreyen Pandalar'dan şüphelenmiştim. Onların mekanıydı çünkü. Ve şimdi sen bambaşka bir şey söylüyorsun"

Gelen ısmarladığı biraları ve patates kızartmalarını neredeyse birer hamlede silip süpürürken, kovboy şapkasını da yanlarındaki başka bir boş koltuğa fırlatmıştı.

"Bütün bu pofuduk tavşanları, jelibon ayıcıkları ve diğer yumiyum şekerleri bizim karşımıza çıkaran tilkilerden başkası değil miydi? Şimdi onlarla aynı yerde miyiz?"

"Görüşmek istiyorlar" dedi Maria sakince. "Ortak bir yol aramak için müzakerelerin başlamasından yanalar"

"Bu Dark Thomson denen inatçı keçiye karşı size yardım edebilirim." dedi kovboy net bir tavırla. "Ama beni buradan bir süreliğine de olsa çıkartmak zorundasın"

Sürekli parlak ve güneşli havasıyla caddeye çıkıp, sahiplenilmeyi bekleyen küçük kedi ve onlara havlayan sevimli köpeklerle dolu bir barınağı, yumiyum  şeritleri ve pasta jelleri yapan bir dükkanın önünden geçip kasabanın lunaparkının önüne geldiler. Maria avucuna aldığı bordo taşının üstündeki ışıltıları o ıslık çalarken lunaparkın büyük giriş kapısına atlamasını bekledi ve bu olduğunda geçip portala Marina'nın yanına ulaştılar. Kruvasan yiyor ve kahve içiyordu. Kovboyu beklemiyordu ama havasını sevmişti. O gece boyunca eve geçip konuştular. Kovboy bazı görüşmeler yapmak için kemerli boyut kapılarına girip çıkıyordu. Maria onu beklerken bütün bir vişne votka şişesini bitirip konuşma işini tamamen onlara bırakmıştı.

 

Dipnotlar

* Bazı sıkıntılarım var ama uzun sürmeyecekler / Burada çimenlere uzanacağım / Ve çok yakında bütün dertlerim geçecek / Çünkü ben shoo-shoo-shoo, shoo-shoo-shoo' şeker kasabasında yaşıyorum / Shoo-shoo, shoo-shoo, shoo-shoo Şeker Kasabası /Nancy Sinatra / Sugartown

* Ringo savaşmaya gelmişti/ Öldürmeye ya da ölmeye / Silahı hızlı konuşuyordu/ Keskin ve haklıydı

Onun acımasız biri olduğunu düşünmedim/ Ne de düelloyu sevdiğini/ Ringo  benim tek arkadaşımdı  ["100.000 Dollari per Ringo"dan. Bruno Nicolai tarafından bestelendi. ]

 

 

16. Ringo

Kovboy onlara Dark Thomson'ın evi yakınlarında güvenilir bir bağlantı noktası ayarlamıştı. Tamamen görünür hale gelene kadar evinin arazisinde bulunan geniş depoda araçlarıyla birlikte saklanabileceklerdi. Görüşmelerin sonunda Dark'ın çok iyi korunan evine bir gece saldırısı yapmaya karar vermişlerdi. Korunması arttırılmıştı ama ne yeniden deneneceği   ne de bunu en iyi korunduğuna inandıkları yerde yapacaklarını düşünüyorlardı. Kükreyen Pandalar her zamanki gibi hızlıca haberdar olmuşlardı ancak müdahale etmeyecekleri ve çekimser kalacaklarını bildirmişlerdi. Bu defa oluşacak sonucun ikna edici çekiciliği etkisiyle mutabakata varabildikleri izlenimi veriyorlardı.

Depoda giderek kalabalıklaşıyor, yeni gelenler oluyor ancak kimse ayrılmıyordu. Bir aikido dojosundan ödünç alınmış hareketleri yaparken kullandıkları minderlerden oluşan yer yatakları vardı. Operasyon günü yaklaşırken nihayet tırlar da gelmişti. Son anda ne yapacaklarını bilmedikleri ve senatörün yanından ayrılmayan beyaz kirpiye karşı, bir gri tilki de aralarına katılmıştı. Başından beri yanlarında olan kızıl tilkilerse depodayken  oldukları gibi görünüyor ve tilki kafalarını saklamıyorlardı.   Gece yarısı yola çıkacaklardı. Depodan çıkıp yabani bitkilerle dolmuş, bakım isteyen bahçesini geçip ev sahibini görmek için eve girdi.

Deniz, çaresizce eski bir sevgilisini modellemeye çalışan evden neredeyse hiç dışarı çıkmayan yaşlı ve hasta bir adamdı. Maria'yı gördüğünde "Biraz daha kıskanç olmalısın" dedi. Maria bir an bunun kendisine söylendiğini zannederek irkildi. Bilgisayardaki bayan sesi hala aşamadıkları mekanik bir tonlamayla "Neden sürekli kızlar sana yazıyorlar" diye sordu. Makine Deniz için ayrıldığı sevgilisinin ruhu gibiydi ve henüz bilgisayarın içindeydi. Koltukta oturan modelin içine kopyalanmaya hazır değildi. Filmleri birlikte izliyor üzerinde çalıştığı yapay zeka programı, görüntüleri tam olarak algılayamıyor ama dinliyor sonra filmin üstünde konuşuyorlardı. Makine farklı ses sahiplerini birbirinden ayırdedebiliyordu. Ama şimdilik kızgın ve öfkeli bir ses tonunu diğerlerinden ayıramıyor sadece kelimelere odaklanarak cevap veriyordu. Deniz'in hiçbir şeyden korkusu kalmamıştı. Tilkilerle tavşanların oyunlarından sıkıldığını ve bunu durdurabilmeye çalışacak Öfkeli Pençeler'le görüşebileceğini açıklamıştı. Nihayet kovboyla yaptığı son toplantıdan sonra operasyona tam destek kararı çıkmıştı.

"Size pizza söyleyeyim" dedi Deniz.  Hiçbirşeyi umursamadığı gibi onların da umursamayacakları ön varsayımıyla hareket ediyordu.

"O kadar pizzanın nereye gittiğini nasıl açıklamayı planlıyorsun" diye sordu Maria. "Çünkü bildiğin gibi iki kişiyiz, bizi merak etme birşeyler ayarlıyorlar, Yanımıza gelebileceğini biliyorsun değil mi?"

"Televizyondan izlemeyi tercih ederim" dedi Deniz gülerek.

Maria mutfakta bir sepet hazırlayıp dışarı çıktı. Güneş boğucu bir yakıcılıkla ortalığı cehenneme çevirmişti. Kahve dükkanına uğrayıp aldığı buzları tıkırdayan soğuk kremalı çikolataları üstü şeffaf kapakla örtülü kağıt bardaklarda uzattı.

Sepetindeki sandviçleri çıkartırken "Tünelden geçerken onlara saldıracağız" dedi herkesin duyabileceği biçimde. Köprü Dark Thomson'un her akşam geçtiği yol güzergahının üstündeydi "Teşhizatlı iki kişi de araç durduktan sonra yukardan iplerle buraya inecek." Bunu operasyonun güvenliği için dikkat dağıtmak amacıyla daima yapılması gerektiğine Marina onu inandırmıştı. Eğer etrafta bir araştırma yapmaya koyuldularsa ilk bulacakları şey gerçekleşmesini bekledikleri bu saldırı planı olacaktı. Dinleyenler sandviçlerini alırken olana bitene aldırmadıklarını gösteriyorlardı.

" Önemli olan hiçbir şey yok" bakışlı insanlardı.

Köprü altının serinliğinde, kavurucu havaya direnmek yakıcı yazı atlatmak için üst üste yığdıkları kat kat elbiselerin üstünde, ince sopalara taktıkları sosisleri pişirdikleri çöp ateşinin etrafında toplanmış evsizlerdi. Köprü altından itibaren siyah asfalt sıcaktan erimeye başlıyordu. İki paspal sokak köpeği vardı yanlarında. Bol tüylü ve iri. Dost canlısı ve sevgi dolu. Köpekleri bırakmaları şartıyla devlet onlara bedelsizce oturabilmeleri için bir ev teklif etmişti ama onlar kabul etmemişti. Köpekleriyle köprü altında koyun koyuna uyuyorlardı. İçlerinden biri kadındı. Orta yaşları aşmışlardı. Gelecekleri yoktu ve umutları tükenmişti, hiçbirşeyleri yoktu  köpeklerinden başka. Hayat ya da kader köpeklerini de onlardan çekip almak için zorlamıştı. Maria sandviç ve çikolataları dağıttıktan sonra yanlarına oturup köprü altındaki çöp ateşine baktı uzun bir müddet. Konuşacak hiçbir şey yoktu. Sigara yakıp öksürmeye başladı. Hala dolu sepeti ve paketi yanlarına bırakıp ayrıldı.

Hiç çıkarmadığı elbisesinin cebine ellerine atmış dolaşıyordu. Geniş bir hasır şapka takmıştı. Gökyüzünün mavisi sanki yakıcı aldırmaz tehlikeli ölümcül bir şiddetle parlıyordu. Herşey buharlaşmıştı. Tek bir bulut bile yoktu. Deniz kıyısında bir banka oturdu. Açıklarda demir atmış uzun yük gemilerini ve geçen vapurları izledi. Martılar ne kadar gerçeklerdi. Önünden bisikletle ya da patenle geçenlere ve yürüyen insanlara baktı. Bu sessizlik, herşeyi değiştireceğine inandığı fırtınayı tam kalbinde saklıyordu. Çocukluk günleri aklına geldi. Herşeyin farkında olmadan sonunu getirmiş olabilirdi. Kovboya göre "Ringo" o denli ukala, kendine güvenli ve kendinden emin görünüyordu ki bu hamleyi kesinlikle beklemiyor olacaktı. Oysa bir başkası için istediklerinde ne kadar yaklaşabileceklerini gösteren bu uyarı, onun için başarısızlığa mahkum olduklarına inandıkları topluluklara karşı aldırmazlığının yeni bir parçası olmuştu. Yine de korumalarının gücünü hala bilmiyorlardı. Farklı türlere ait olabilirler miydi yoksa bunu provakasyonları engelleyici biçimde bir dedikodu olarak kendileri mi yayıyorlardı? Kükreyen Pandalar operasyona müdahale etmeyeceklerini bildirmelerine karşın onlara istihbarat akışı sağlamıyorlardı. Yakalanırsa bugünün onun son özgür günü olacağı aklına geldi. Hiçbir anlaşmaları yoktu. Hepbirlikte çökeceklerdi. Buz içinde bekletilen olgun kirazlardan aldı kesekağıdında. Bir çiftini kulaklarına takıp yürüme yolunu kayalardan ayıran banketi geçip kayalara oturdu. Çekirdekleri denize savururken gelen uzun tüylü doğal siyah maskeli desenli bir kediyi okşayıp sevdi. Herşeyi en başa alabilse neleri değiştireceğini düşünmeye başladı. Boyutlar, Marina, Dark Thomson. Değiştirebileceği hiçbirşey yoktu. Herşey kendiliğinden akmıştı. Cebindeki saç bandını çıkartıp bileğine geçirdi. Hala hiç rüzgar yoktu. Etek kısmı kabarık bu elbiseyi seviyordu. Kalkıp sahil yolunda insanların arasında yavaş bir tempoyla yürümeye koyuldu. Sanki aslında ait olmadığı bir rüyanın içinde gibiydi. Etrafındaki bütün gerçeklik onu saran flu bir perdenin arkasında dalgalanıyordu. Deponun serinliğine geri döndüğünde sıcağın ve yalnızlığın onu biçimlendirdiği duru ve sakin hal, güzelliğine dair  iltifatlar almasına ve ona açıkça kur yapan erkeklerin istemediği biçimde yaklaşmasına sebep olmuştu. Şimdi daha dişil ve durgun bir havası vardı.

Akşamüstü herkes araçlarıyla zemin katın altındaki geniş deposuyla yeşillikler içindeki evden çıkıp dağılmışlardı.

Gece yarısı, sessizliğin içinde çok iyi korunan Dark Thomson'ın evinin ön girişi yerine yan duvarlarından birini yıkarak saldırdılar. Öncelikle iki tır yaklaşmış arka kapakları açılmış ve ikişer tankvari, çelikten taretleri olan  zırhlı personel aracı  indirmişlerdi.  Onlar duvarı yıkıp eve girdiklerinde yakınlarda bekleyen silahlı grupta peşlerinden girip evin içinde çoğunluğu sağlamışlardı. Gri tilki hızla belirip böyle tehlikeli zamanlarda boyut değiştirmek için hazırlanmış bahçedeki geçiti tutmuştu. Beyaz kirpi ile dövüşürken, taretlerden biri içeriden yaklaşan hareketlilğe ateş açmış ve ön kapıyı gürültüyle yıkmıştı. Bu arada makineli tüfeklerden açılan ateşlerle Öfkeli Pençelerden ve korumalardan pek çok kişi orada ölüyor ya da vuruldukları yerde ölmek üzerelerdi. Bu karışıklıkta son adamlar eve girip üst katlardan birinde senatörü bulup başına üç el ateş ederek öldürmüşlerdi. Geri kalanlar yani hayatta kalanlar onları yıkılan duvarın yanındaki sokakta çalışır halde hazır bekleyen boş motorsikletlere atlayıp, zırhlı araçları, ölülerini ve tırları orada bırakarak uzaklaştılar. Konvoy yavaş yavaş dağılarak köprü altlarında, tünellerde ve garajlarda tek tek ortadan kayıp olmaya başladıklarında   hala başka motorlar ve helikopterler peşlerindelerdi.

 

 

17.  Ada

Maria, sakalı beline kadar gelen bandanalı ve güneş gözlüklü orta yaşlı bir motorcunun arkasında, beline ellerini bağlamış, sarılmış halde motorla hızla gidiyordu. Kendilerinden öncekiler gibi daha önceden açık bırakılmış geçite doğru, denize uzanan uzun bir iskele boyunca sürüp gözden kayboldular. Eğer herhangi biri yolun bittiğini düşünüp bu noktada durmaya kalksaydı arkasından gelenlerle birlikte tamamı denize dökülebilirdi. Disiplinli ve talimatlata uygun ilerleyişleri sayesinde hiçbiri denize düşmeden başka bir boyuta geçiyorlardı. Daha sonra takip edilmemek için planlandığı gibi arkalarında iz bırakmadan pek çok boyut değiştirerek dağıldıktan sonra son geçiti açan Marina'nın yanına gelmişlerdi. Bu grup şimdi Maria dahil dört kişi kalmıştı. "Sizi yeni hiçbirşey çeviremeyeceğiniz ve bunu da riske atmamak için ıssız bir adaya göndereceğim." dedi. "Burada durumlar yatışınca sizi oradan alacağım" Maria, daha önceden Marina ve Portallardan hiç söz etmediği için ilk kuşkulu ve güvensizlik dalgasını hızla atlatmışlardı. Daha önce tek bildikleri henüz kullanmadıkları geçitlerin  sadece teorik olarak var olabildiği ve doğal olarak oluşmadıklarıydı. Marina grubu geldikleri gibi hızla ıssız bir adaya gönderdikten sonra, gelişmeleri takip etti. Senatör ortadan kalkınca bir arada  tuttuğu baskı grubu da kısa zamanda dağılmaya başlamıştı. Baskı gruplarının zamanında odak noktası olmuş diğerleri de senatörün etki alanından kurtulunca görüşmelerin önü açılmıştı. Aslında bu daha evvel denenmiş bir yoldu ve ilerleme kaydedilememişti. Deneyenler o günleri hatırlayan Dark Thomson gibi ihtiyarlardı ve günün sonunda herşey kuvvet yoluyla zorla yapmaya gidince dağılmışlardı. İhtiyarlar umutsuz ve neredeyse öfkeli biçimde bunu hatırlatırlardı ancak yeni kuşaklarda belki de şimdi zamanı gelmiştir iyimserliği hakimdi. Tilkilerde senatörlüğe denk gelen meclis üyeleri ile kirpi senatörlerin çelik kafeste ölüm maçı yapmalarına kadar öneriler çeşitleniyordu.

Adaya geldikleri ilk günlerde ormanın açıklarında dolaşan çıplak atlara eyersiz binebildiklerini keşfetmişler, geniş düzlükler boyunca at koşturuyorlardı. Yabani güçlü otların sardığı geniş yeşil düzlükler kayalıkların sarp biçimde aşağı indiği sert bir uçuruma dek varıyordu. Zehirli Orkide tuhaf bir şey görmüş gibi atından indi ve uçurumun kenarına ilerledi.

Zehirli Orkide tamamen yanıltıcı biçimde beyaz bir orkide gibi hassas görünüşlü ve zehirli güzelliğiyle bir Çin prensesiydi. Yakın dövüşte fena değildi ancak iki elli kılıçlarda ustadan da öteydi. Kendine özgü şaşırtıcı bir tarzı vardı. Uzun zıplamaları kısa süreli uçuşları anımsatıyordu. Çatışma sırasında ikinci kat balkonuna dışarıdan tırmanmıştı ve senatör vurulurken odada olanlardan biriydi. Onlara hedefin Dark Thomson olduğu kesinleştikten sonra katılmıştı. Aslında Kükreyen Pençeler'e ait değildi. Geçmişte yaptıklarından ötürü onu ne pahasına olursa olsun bulup öldürmek istiyordu. Orada bulunduğu süre boyunca tilkilerle tek kelime konuşmamıştı. Başka bir yerde karşılaştıklarında birbirlerine gireceklerinden emindi.

Burcun etrafındaki toprakları eşeleyen Zehirli Orkide, "Burada daha önceden bir ortaçağ kalesi varmış" diye seslendi.

Kale içi tamamen toprakla dolmuş  ve üstünde çimler bitmiş oldukça eski  bir zamana ait bir  kaleydiDoğa  bu  büyük  taş   kaleye  adeta  bir  saksı muamelesi  yapmıştı.  Surlar  kayalıkların  bitiminden  hızla yükseliyor ve duvarlar gri kayaların zamanla sararmış doğal  bir  uzantısı  gibi  görünüyordu.  Bu  dev  saksının burçları  da  keskinliklerini  kaybetmişlerdi.  Dişleri  dökülmüş yaşlı   bir   masal  canavarını andırıyorlardı. İçini   dolduran topraklar   uçsuz   bucaksız   düzlüklerden   rüzgar   tarafından süpürülüp toplanmış  ve senelerce terk edilmiş bu adada  üst üste biriktirilmişlerdi.   Kendine   içine   saklanacağı   bir   kale duvarı  bulamayan  bir  yığın  zamanla  denize doğru yamaç  boyunca akmış  ve tepelerin engebeli ve dik tırmanma yoluna doğru dökülerek doğal bir yokuş  oluşturmuştu.  Adeta doğa,  insanları  boş   vaadlerle  aldatarak  onlara  kendi  işini yaptırmıştı.  Böylece gün be gün yokuştan aşağı dökülen ve  rüzgarla  savrulan  topraklar,  bu  kayalık  ve  çorak  bölgede   deniz   kıyısında   bol   alüvyonlu   delta   ovaları   gibi verimli  bir  alan  oluşturmuştu.    Burası şimdi  hemen hemen kurak  ve  çorak arazide adeta bir vahaydı ve ormanın koruyucu dokusundan uzakta çeşitli vahşi bitkiler yeşermişti.

Zaman zaman dalgıç kıyafetleriyle derinlere dalış yapıyorlardı. Ama motorcunun sürekli sigara içtiği atlanmış olduğundan, her zaman özellikle de sabahları onun burnundan soluyan öfkesiyle karşı karşıya kalıyorlardı. İletişim kurmaları da kesinlikle yasak olduğundan, aslında bunu isteseler de nasıl yapabileceklerini bilmiyorlardı, şimdilik durum buydu.

İleride sahile germek için kullanacakları büyük  fileler içinde çeşitli konserveler vardı. Kısa, gölge veren geniş yapraklı palmiye ağaçlarının altında ise kit-kat, Snickers, çikolatalı gofretler, tablet çikolatalar, değişik çıtırlar ve meyveli yoğurt veren şeffaf kapaklı iri bir makine koymayı akıl etmişlerdi. Ancak onları oradan alabilmek için gerekli bozuk paraları adanın bir yerine koymamışlardı. Onu ilk keşfettiklerinde etrafını çevirip değişik fikirler yürütmüşlerdi. Motorcu ön şeffaf panelin tamamen kırılmasından yanaydı ama diğer kız yani Zehirli Orkide karşı çıkmıştı. Şu anda oldukları gibi soğuk kalabilmelerini engelleyecek, güneş altında erimelerine neden olacak vandalca bir hareketti bu ona göre. Sonunda metal saç tokaları, çatal ve bıçakla yapılan denemelerin birinde makinenin sigortası attı ve ışıkları söndü. Hızla ısınıyordu. Parçalamamak için bir sebep kalmamıştı. Tuvalet kutusu olarak koydukları dört duvar panelin de suyu çalışmadığından herkes denize gidiyordu.

Normalde birbirlerine kod adlarıyla seslenmeleri ve özel bir bilgi vermemeleri gerekirken, ilk hafta herkes aşağı yukarı kendisi hakkında herşeyi anlatmıştı. Bu noktadan sonra sabit fikirli kirpilerin ya da senatörün adamlarının eline geçecek olurlarsa adada tamamen yalnız, tek başlarına kaldıklarını söylemek konusunda anlaşmışlardı.

"Bir defasında" dedi Dağcı. "...yarı yarıya suyun altında kalmış bir mağara keşfetmiştik. Bir dağın dibindeydi. Demem o ki bu, litaratüre bir keşif olarak geçti ama yörenin yerlileri orayı zaten biliyorlardı. Konumunun tarifini de böyle almıştık. Bence bizim genel durumumuz da bu. Her yeni gelen dağcıyı zirveye götürüp getiren, ama zaten orada yaşayan yerliler gibi. Hikayeyi bilirsiniz mesela Everest tepesinde zirveye götürüp getiren Şerpalar gibi"

Ardından döndükten sonra ne yapmayı planladığını anlatığında Zehirli Orkide "Benim işim bir parça daha zor" dedi ve bir hikaye anlattı. "Doğduğum kentin yakınlarında kalabalık bir köy vardır. Dağ köyüdür ve yolu uzundur. Ben henüz gençken orada bazı doğal olmayan ölümler olduğunu duyardık. Önceleri vahşi hayvan saldırılarına benziyordu ancak ölüm sayıları giderek artmıştı. Köylüler yerel yetkililerden yardım istediler. Yerel yetkililerse onlara ormanda yaşayan özel bir birlik gönderdi. Durumu araştırmak ve kontrol altına almak niyetindelerdi. Geldikleri ilk günler bir şey olmadı. Ortama alışmışlardı. Köylülerin bazılarıyla tanışmış ve zaman zaman birlikte yiyip içiyorlardı. Ama altıncı günün gecesi köy saldırıya uğradı. Çığlıkların ve bağırışmaların olduğu yere koşarken daha önce kulaklarına çalınan ancak aldırmadıkları hikayelerdeki gibi başı kurt olan tamamı tüylerle kaplı yaratıkların üstlerine geldiğini gördüler. Yaralananlar geri dönmüyor, yaklaşmaya ve vahşice saldırmaya devam ediyorlardı. O gece köylülerden onlarcası ile birlikte özel birliğin tamamı katledildi. Anlatılanlar doğruysa kurtlar köylülerden tartışmalı olan bazı belirli isimleri rüyalarına girerek zaman zaman kurban olarak istiyorlardı ve bunu yapmadıklarında kör bir saldırıya geçiyorlardı. Bu saldırılar çok vahşiydi ve sadece hedeflerindeki kurbanlardan oluşmuyordu. Sanki bir grup adam kurda dönüştükten sonra kendisini tamamen kaybediyor gibiydi. İki elli kılıçta ustalaştıktan sonra doğduğum kente hiç geri dönmedim. Ama bu hengameden kurtulduktan sonra ortalıktan biraz çekileceğim, geri döneceğim ve o köye gidip ormanda kurtların karşısına çıkacağım. Çünkü yerel yetkililer ölüleri saydıktan sonra on iki kişinin cesetlerinin olmadığını söylediler. Hiçbir iz yoktu. Onlara da kural ve inançlar gereğince cenaze törenleri yapıldı. Ama köylülerin de bildiği gibi o kayıp on iki kişi kurda dönüşenlerin ta kendisiydi; bir daha geri dönmediler ve bölgeyi de kendi vahşi kurallarına göre yönetmeyi sürdürdüler."

"İstersen seninle gelirim" dedi Motorcu. "Bıçak kullanıyorum"

"İşime yaramazsın, çok yavaşsın" diye güldü Zehirli Orkide.

Ardından önce oturdukları yerde, sonra ayakta hızlıca yakın dövüşe geçmişlerdi. Orkide, Motorcuyu birkaç defa yere savurdu, bir kaç defa da kolunu kırabilecek duruma getirdi. Bir taraftan da "Patates çuvalı gibisin", "Fazla ağırsın" diye takılıyordu. Belirgin bir üstünlüğü vardı.

Günün sürprizi tamamen yağmaladıkları makinenin arkasından çıkan beyaz bir voleybol topuydu. Sahilde bir hat gerip beachvolley oynamaya başlamışlardı. Geleli haftalar olmuştu.

"Ya tamamen unutulursak"dedi sakallı Motorcu.  "Ya da daha kötüsü unutulmuşsak, bunu anlamamız ne kadar vaktimizi alır?"

Dışarda birşeyler ters gitmiş olabilirdi.

"Yiyecekler bittiğinde ki muhtemelen buna altı hafta kaldı, birbirimizi yemeye başladığımızda" dedi Dağcı. Dağa çıkmayı heyecan verici bulan tuhaf tiplerdendi.

"Adanın bir yerlerinde bir geçit olmalı" dedi Maria. Suların içine düşerek gelmişlerdi. Sırılsıklam halde sahile çıkmışlardı.

"Geçit açmayı biliyor musun?" diye sordu Motorcu.

Maria taştan bahsetmemek için kendini zor tuttu.

"Çünkü eğer bunu yapamıyorsan tamamen kaybolmuş olabiliriz"

"Bir yolunu bulurum" diye konuyu kapattı Maria.

Acaba iletişimlerinin kesileceğinden emin olmak için olası geçitleri de tamamen ortadan kaldırmış olabilirler miydi? Öyle bir durumda, yani portalda işler yolunda gitmemişse kurdukları senaryolar sandığından daha fazla gerçeğe yakın olabilirdi. Zıpkın bile bırakmamışlardı.

Marina bir sabah kumsalda yeşil ışıkların dalgalandığı bir kapının önünde göründü.

"Geçitleri toprak altında kalmış. Tamamen yeni bir tane oluşturmamız zaman aldı" dedi. Sırayla kapıdan çıkıp kemerli koridora vardılar.

"Olanlar" diye başladı Marina kesin bir dille. "Hiç bir yerde, hiçkimseye, hiçbir durumda..."

"Tebliğ edilmez" dedi Motorcu. "Bunları biliyoruz"

"Ve herhangi bir yerde karşılaşırsanız yeniden tanışacaksınız" diye bitirdi Marina.

Maria dağcıya baktı. Bunlar onun için tutulamayacak sözler gibi görünüyordu. Konuşmayı seviyordu. Önlerinde uzandığını anlattığı sıradaki Himalaya dağ sıraları tırmanışları sırasında grupta yine böyle zehirli bir güzelliği olan bir kız olursa çenesinin düşeceğinden emindi. Onu hemen burada vurup öldürmek istiyordu aslında. Kafası çok rahatlayacaktı.

"İlk konuşacak olanı ben vuracağım" dedi Maria. Söylediğinin ne anlama geldiğini ağzından döküldüğü anda fark etmişti. Sessizliği "Makul" diyen motorcu bozdu. Maria, zayıf, gevşek halkanın kim olduğunu hisseden Motorcuda da benzer bir tedirginliğin olduğunu hissetmişti.          

Buldukları kale kalıntılarından söz ettiler. Marina'ya göre surlar adaya daha sonradan gelen İspanyol sömürgeciler tarafından yapılmış olmalıydı.

"Sizi gönderdiğim bu yer, vahşi kabilelerin onurlu ve şan kazanmış atalarına saygısızlık edenleri sürgün ettikleri bir yerdi. Kabiledeki yaşayan şamanın da adaya bazı doğal maddeler etkisiyle ulaşabildiğine inanılırdı. Sürgündekini tek görebilen oydu. Onlarda hapis yoktu ve en büyük ceza sürgün ya da ölümdü. Burada her ikisini de görüyoruz.”

Teknik düzeyde başlamış ilk buluşmaların ilk meyveleri gelmişti. Teorik olarak yapılabileceği ispatlanmış bir birleşme pratikte gerçekleştirilmişti.

Mental Manifestasyon Boyutu: Düşüncelerin gerçekliği şekillendirdiği bir boyut, zihinsel odaklanma ve niyetin maddenin doğasını değiştirdiği bir evren.

Bilinç Ağı Boyutu: Bu boyutta, tüm varlıkların birbirine bağlı olduğu bir bilinç ağı bulunur ve her bir varlık, ağın bir parçasıdır.

Mental Manifestasyon Boyutu ile  Bilinç Ağı Boyutu bir araya getirilmiş ve doğrudan iradeleriyle şekillendirmek bu boyutta tek önemli şey haline gelmişti.

maria dalgın halde uykusundan uyanır gibi geçitten çıkarken "Masanın, sen onu oradan kaldırana dek bıraktığın yerde istikrarlı ve kararlı bir biçimde masa olarak durmasının harika bir şey olduğunu öğrendim" dedi. Masanın dört nala uçsuz bucaksız kırlara doğru koşması güzel değildi.

 

 

 

 

18. Oyunun Ruhu  

[bu yüzden] "duvarı ör ve onu sağlam kıl"

gizemli zhenthurs melktuis kitabı 4.yy 12. Kısım

 

Karanlık çok koyu ve güçlüdür, karanlığı inkar edenler onun tarafından yutulurlar. Karanlık insanların içinden dışarı doğru yayılır. Korku imparatorluğu karanlığı olduğu yerde kalmaya zorlar ve aşama aşama ve yavaşça ve mümkün olduğunca kontrollü bir biçimde bu koyu karanlığın dışarı dökülmesine izin verir. Korku imparatorluğu yüzlerce belki binlerce yıl daha hüküm sürecektir. Onu eğer bir zamanlığına ortadan kaldıracak olsaydık hayallerimizin çok ötesinde bir cehennemin bize nefesimizden daha fazla yaklaştığını hissedebilirdik. Yeraltından kaynayarak gelen derin karanlığı tutan bu korkudur. Kontrolsüz salınımını dileyenler ne dilediklerini aslında bilmezler.

"Neden çözümleri bir savaş kurulunda arıyorsun ki?"

"Çünkü bu bir savaş" dedi Marina.

Maria ile yalnız kaldıklarından beridir ki çoğu yaptıklarının ve seçtiklerinin Öfkeli Pençeler planlamadan çok daha önce içinde Marina Demyanko'nunda bulunduğu bir savaş kurulunda oylanmış ve alınmış birer karar olduğunu öğrenerek bir parça hayalkırıklığına uğramıştı. Sadece kendi kararları olarak düşündükleri şeylerin çoğu onların oyunlarının bir parçası olmaktan ibaretti. Demyanko bunu doğrulamıştı ve ona neredeyse hiç yalan söylemediğini, onun durumundaki biri için bunun neredeyse imkansız olduğunu, güç bir işin üstesinden gelmeye çalıştığını anlattı. Savaş kurulu resmi bir oluşum değildi. Kağıt üzerinde yoktu. Marina bunu uzun ve zor uğraşlarla koparılmış bir izinle açıklayabildiğini söyledi.

"Gerçeklik bir önerme değildir, yanlışlanamaz." demişti.

Tilkilere hala hiç güvenmiyordu ve biyolojik evrim boyutuyla ilgili bir kısıtlama üzerinde çalışıyordu. Çünkü asadan sonra oluşan uzlaşma havası tilkilerin açıkça güç kaybetmelerinden ileri geliyordu ve yanıltıcı olabilirdi. Bir zamanlar üstünde çalıştıkları şeylere karşı bir avantaj hissedecekleri bir koku alırlarsa geri dönüş yapabilir, ve avantajı gerçekten elde ederlerse herşey eski haline  dönebilir hatta daha kötüye gidebilirdi.

"Yeniden böcekleri büyütebilir ve dev savaş makineleri gibi bize karşı kullanabilirler. Dev sinekler, tır büyüklüğünde kırkayaklar gibi"

Tavşanları zorlayarak açtıkları boyut kapılarından kirpi dünyalarına akabilirlerdi. Öğrendiği şeylerden bir tanesi de kendi isminin operasyonun kalbine yerleşebilmek için özellikle Öfkeli Pençeler içinde, içerideki bağlantıları sayesinde abartılı ve hızlı bir biçimde şişirilmiş olduğuydu. Kendiliğinden olmuş olan, kendi akışına bırakılmış ve sonuç vermiş olan neredeyse hiçbirşey yoktu. Bir satranç tahtası olmak zorundaydın ona göre ancak o zaman sana yaklaşamazlardı.

"Bir gün burada olacaksın" dedi Marina.

"Bunları ve daha fazlasını bilmen gerekiyordu"

Maria geniş portal evinin boşluğuna ilk girdiklerinde yere atılmış çift kişilik yatağın yanında boş şampanya şişeleri ve kadehler bulmaya alışkındı. Ancak bu defa  yatağın üzerinde "Akşam geliyorum" diye biten Steampunk mühendisinin Marina'ya yazdığı bir mektup da vardı. Yakalanmaktan çekinerek bir çırpıda hepsini okudu. Tam olarak bir aşk mektubu değilse de onda ne gördüğünü yazmıştı.

Kendi felaketlerine doğru güle oynaya ve tam bir iyimserlikle çekilen insanlar. Çok yazıktı onlara. Bazen bir şeyin tam daha en başında kimin ölüp kimin hayatta kalacağını tam bir açıklıkla fark edersin, sezersin ama hiç bir şey söyleyemezsin. Herkes hafif bir şeyler içiyordur, kimsenin tadını kaçırmak istemezsin, müzik fısıltıyla konuşmana dahi yetecek yumuşaklıkta ve hoştur. Böylece çaresizce seyredersin. Onun için şimdiden çok üzgünüm, diye düşündü Maria. Zorlu bir aşktan yeni çıkmıştı ve Marina onu bulduğunda perişan durumdaydı.

 

İyimserliği farkında olmamasından değil salaklığından ileri geliyordu. Yani şöyle garip bir mantık yürütüyordu, ‘bir daha böyle bir aşk ve ayrılık acısı yükünü taşıyamayacağıma göre, eh yani dolayısıyla böyle bir şey olmayacaktır’ Ne var ki işler böyle yürümüyordu. Ondan korkmuyordu bile. Bunu, ona her baktığında gözlerinde belirmesi gereken çaresizliğin izlerini göremediğimde anlamıştı, gözbebekleri sevgiyle parıldıyordu, küçük bir çocuk, aptal bir sokak köpeği ya da ona benzer zavallı bir şeydi. Dün gece, unuttuğu ‘o şey’ hakkında bir fikir, bir hatırlatma edinmiş ve sessizce oturup bunları yazmıştı.

 

...ve sonra hep aynı soru gelir. Ama bu nasıl mümkün olabilir?

 

sevgili Marina Demyanko, hayatım, aşkım;

bakışlarında ve kalbinde acı, hüzün ya da öfke yok. tüm yargılamaların uzağındasın. taze çayı içiyor ve bayat yemeği döküyorsun. bir yere gitmek istediğinde durakta bekliyor ve otobüs gelmediğinde eve dönüyorsun. ve birini öldürdüğünde biliyorsun ki aslında bunu yapmamayı (yapmış olmamayı) tercih ederdin. hiçbirşeyi çok fazla zorlamadın. bir şeyi yapamıyorsan belki de yapmamalısındır. dünyayı sevmiyor ancak bunun hakkında düşünmüyor ve böyle bir şey hakkında konuşmayı sığ buluyorsun. herhangi bir şeyin yoluna gireceği bir zamanın umuduyla ilgilenmiyorsun. şu anda ve burada olduğun gerçeğini hiçbirşeyin değiştiremeyeceği gerçeğini içselleştirmişsin bunu artık hiç düşünmüyorsun. bu herşeyi daha katlanılır yapan ve seni özel kılan duygudur. bu her bir ayrı kişide (hayvanda ve bitkide de) ayrı ayrı eşsiz görünür. doğa, kayalık dağlar, su ve rüzgar. hiçbir cevap yok. sen bir gün crom’un da oturduğu yüksek dağlarda Valhalla’nın büyük sarayının geniş mermer merdivenlerle çıkılan yüksek sütunlu girişinde karşılanacaksın. artık sadece sen ve senin gibiler olacak. evet, hepsi bu kadardı. artık kendini daha iyi hissedeceksin. (ama sen bununla da ilgilenmiyordun)

sen Maria’yı seviyorsun. çünkü ondaki sevgi ve merhamet sana anlaşılmaz derecede ölçüsüz geliyor. o sana göre gizemli ve harikulade bir varlık. onun karşısında kendini çaresiz hissetmek seni çok rahatsız ediyor. bu senin alışık olduğun ve hoşlandığın bir duygu değil. bu yüzden onu anlamaya çalışıyorsun. (belki başa çıkabilmek için) onun senin gibi ele geçirilemezliği seni şaşırtıyor. ve bu duygu da yine alışık olduğun birşey değil. böylece onu çaresizce seviyorsun. bu sevginin bir zayıflık olduğunu bilerek ve bundan kendine itiraf etmekte zorlandığın bir rahatsızlık duyarak. burada yalnız olduğunu sanıyordun ama o da var ve sana hiç benzemiyor. bunu da tuhaf buluyorsun. (elimdeki güç ile kendimce gereği ne ise yapıyorum ve tanrılarınız, yüksek varlıklar onlar her ne iseler işte her kimseler bundan daha azını yapıyorlar ve bunu uygun buluyorlarsa selamıma layık değiller diye düşünüyorsun) Maria seninle aynı fikirde değil ve bunu anlaşılmaz buluyorsun.  ancak şunu öyle kuvvetli seziyorsun ki bu bir aşk neredeyse. cevap her ne ise, her neredeyse ama senin için dinde, felsefede yada neredeyse ilahi bir tutkuyla sarıldığımız sanatta da değil. orda, onda, orada bir yerde. ele geçirilemez bir kale gibi (sanki mistik bir biçimde aktarılan ve ifade edilemeyen bir sır gibi) bütün gizemi ve ihtişamıyla onda saklı duruyor.

içinde derinde bir yerde onu bir kağıt gibi avucunun içinde buruşturup fırlatmak istiyorsun. bu, seni; onun hiç söylemediği fikirlerinde ve tecrübelerinin sonunda vardığı yerde ve duygularında ve başka herşeyde ne kadar yanılmış olduğunu ona ve kendine kanıtlamanı sağlayacak. aslında daha da derinde bütün kuvvetinle bunu denemek ancak başarısız olduğunu görmek istiyorsun. onun haklı olduğuna böylece inanacaksın. ama kendinin haklı olduğuna kesinlikle inandığından ötürü böyle bir şeyi hiç ama hiçbir zaman denemeyeceksin. (aslında bu da maria’nın haklı olduğunu kanıtlamaktadır ancak bunu göremiyorsun)

 

Marina onu elinde mektupla gördüğünde “Böyle bir kelebek için kanatları bile kimbilir ne kadar büyük bir yüktür” dedi .

Maria kitaplıktan bir kitap çekti. Üstünde açık pembe ve mavi ile, sağa doğru zarif el yazısıyla affedişler mevsimi yazıyordu. Fakat üstünde ne bir isim ne de etiket vardı. Sayfalarsa boştu. Yine de kitaba dokunmaktan (henüz ona ilk uzanırken dahi) hissettiği hafifliği kendine açıklayamamıştı. Rafa geri bıraktı. “Bizler göklerde süzülen dev balinayı arayan Kaptan Ahab’larmışız belki de…” diye düşündü niye öyle düşündüğünü hiç bilemeden, belki çok eskiden bir kitap okumuştu ama şimdi anımsayamadığı kadar uzun zaman önceydi bu. (O romanda dünyadaki en dev canlının en küçük planktonlarla beslendiği yazıyor muydu? )

 

 Maria gezilerinin birinde bütün evreni dolaşmış birine rastladı (balık ayıklıyordu)  ve ona bir halt ederek evrenin aslında nasıl bir yer olduğunu sordu. O da “Kötü görünse de kötü değil, iyi görünse de kötü değil, kısaca kötü değil” dedi. “Peki iyi mi?” Karşısındaki  o balıkların öldürülmesine hiç ses çıkartmadan birde zalimce içlerini deşip pişirmeye hazırlanan canavar koca bir kahkaha atarak “İşte onu hiç sorma” dedi.

 

Maria, boklu toprağı ve çamurlu suyu, güneşli bir günde çiçek olarak yorumlayan bilgiyi öğrenmek istiyordu.

 

 

 

19. Ölümcül av 

İlk toplantı yapılmıştı. Toplanan kurulda tilkilerde kirpilerde vardı. Deyim yerindeyse Andromega galaksisi ile Samanyolu galaksisi çarpışıyor, birbirine giriyordu. Milyonlarca yıldız birbirine girecek ve tek vücut olacakken milyonlarcası da uzay boşluğuna savrulacaktı. Eşzamanlı olarak başka ana boyutlarda da başka benzer toplantılar yapılıyordu. Fakat bir kutlama havasından çok derin bir gerginlik göze çarpıyordu. "Bakalım bu cumhuriyetçilerle demokratların kavgası nereye varacak" dedi Maria televizyonu kapatırken. Ölümcül av bitmişti. Evreni haritalandırmaya devam edecekti. Portaldaki taş evin çalışma odasında herşeyin üstünde, büyük ve bilinen evrenin ellide birini gösteren ana galaktik boyut haritası duruyordu. Bir astronomi harikası olan bu haritada Samanyolu ve Andromega galaksileri serçe parmağının ucu kadar bir yer tuttuğu gibi aralarındaki mesafede iki parmaktan fazla değildi. Bilinen evren bildiğimiz kadarıyla  tamamen boştu. İçindeki tüm devasa yıldız, gezegen ve diğer abur cuburların durumu; bomboş ve geniş bir salona üflenen bir avuç tozun durumu gibiydi. Kendi devam ettiği haritalandırmada kelebeğe benzeyen bir resim çıkmıştı ortaya. Kanatlara bağlanan çizgilerin ucuna bilgilerin girildiği dosya numaralarını yazıyordu. Sonuncu seyahatinin başlıklarını ve başlıkların altına bilgilerini girmeye başlamıştı.

 Hala dünya uğuldayarak baş döndürücü bir hızla değişmeye devam ediyordu, sanki binlerce yıla ihtiyaç duymadan herşey hızlıca olup bitiyordu burada. Yeni gelen zamanların insanları coğrafyaları ve şehirleri çalkalayıp yutuyor ya da önlerine katıp dağılmış harabeler gibi sürüklüyorlarlardı. Zaman böylece dünyayı çalkalarken bazı şehirler çok gerilerde kalıyor ve diğerleriyle aynı hızda toparlanamıyorlardı. Böylece onları bir halı gibi sarmalayıp  ekilen yeni çim sarmalları gibi yuvarlayarak götürüp başka bir  yere yeniden açmışlardı. Çarlık döneminde takılı kalmış Prag'ın az ötesinde ortaçağ başlarındaki  iyi örülmüş taş sokaklarıyla Alman şehirleri, denize doğru ise imparatorluk döneminden, oldukça yeşil fazlasıyla kozmopolit bir İstanbul vardı. Her daim zamansız gibi görünen çöl aşıldığında yeni kurulmakta olan New York'un karmaşası tekneyle gelirken sizi karşılıyordu. Buraya gelenlerin pek çoğu zaman yolculuğu yaşadıkları yanılgısına düşüyorlardı. Diğer başka pek çok şehirden Maria sadece  ellili yıllarında seyreden Kasablanka ile Paris'i tanıyabildi.  Garip olan şeyse karşılaştığı insanların herşeyin normal olduğunu düşünmeleriydi. Hadiselerin aşağı yukarı aynı biçimde tekrarlanmaları onlarda bir güven ya da bir alışkanlık duygusu yaratmıştı. Mesela şu sıralar orada bulunmasını salık verilmediği eski Çin de durmak bilmeyen bir iç savaş vardı ve aynı imparatorun tıpkı daha önce yaptığı gibi savaşı kazanacağı ve imparatorluğu birleştirip askerleriyle birlikte başkent ilan edeceği aynı şehire döneceğini biliyorlardı. Herşey sona erdiğinde yeniden en başa dönüyordu. Maria önündeki kalabalıktaki insanlardan içinde bulunduğu şehrin adının yakında New York olacağını öğrenmişti. İstanbul'da herkes yakında yangınlar çıkacağını, bu yangınları vebanın ve muazzam bir zelzelenin takip edeceğinden kesinlikle emindiler. 'Herşey herhangi bir biçimde olabilir' gibi garip bir inançları vardı sanki. Kaybolanın yerini bir başkası alır ve hiçbir şey aslında değişmezdi. Karşılaştığı adam kendisi açısından konuyu buradan kapatmıştı "Değişim ilüzyondur" Maria adama "Burada hiç saçma bir şey olmaz mı?" diye sordu. "Az önce otobüse binen kadın Boston'a bir seminer dizisi  vermeye gidiyor. Başarısız olacak hatta yuhalanacak, sonra lobide yetmişli yaşlarında bir ihtiyarla karşılaşacak ve kalbini ona kaptıracak ve hikayenin sonu hayal kırıklığı ve onun buraya geri dönüşü ile bitecek. Bunları kendisi de benim kadar biliyor ama yine de başka ne yapabilir ki? Yani sorunun cevabı hayır. Herşey düzgünce ve muntazam biçimde olup bitiyor, saçma hiçbirşey yok, başka türlü bir gerçeklik fazlasıyla gelişigüzel, rasgele, dağınık ve başedilemez olurdu. Tanrı böyle bir şey yapmaz" Maria burada da Tanrının ne yapıp ne yapmayacağını çok iyi bilen birini bulmuş olmasına sevinmişti.

Maria yolculuklarının birinde bomboş bir gezegene geldi. Burada hiçbirşey yoktu.  (Hidrojen ve helyumla çalkalanarak sessizce dönüyordu.) Bu yüzden hemen başka bir tanesine geçti. Yeni vardığı gezegende  heryer halıyla kaplıydı ve büyük büyük kediler keyifli bir uyuşukluk içinde halıların üstüne dağınıkça yayılmışlardı. Başka hiçkimse ve hiçbirşey yoktu. Maria onları sakince izlerken açık mavi gözlü bir siyam kedisiyle gözgöze geldi. Kedi, patisini zerafetle uzatarak, nezaketle kendini takdim etti.  “Naklovya kedisi.”

"Siz konuşabiliyorsunuz" dedi Maria şaşkınlığını gizleyemeden.

Evet canım aslında bütün kediler konuşabilir, sadece söyleyecek bir şeyimiz yok” dedi kedi.

“Bunu yazabilir miyim?” 

“Evet canım pekala yazabilirsin ama bu konuşmamızı sağlamayacak”

Maria, “MX6847a gezegeninde konuşan bir kedi var” diye not aldı.

Burası kedilerin cennetiydi anlattığına göre. Kediler en karmaşık olanda dünyaya gelir ve sonunda buraya kadar ulaşabilirlerdi. “Bundan bir öncekinde duvarlara asılı rulolar halinde tuvalet kağıtları, toplar ve yumaklar da vardı ama sonunda bir yumak eninde sonunda bir yumaktır, yuvarlanır, yumuşaktır, kenarlarından ipleri sarkar.” Bir an durduktan sonra “Aslında bir yumak olsa ne iyi olurdu be” dedi. Maria çantasını karıştırıp belki bu işini görebilir diye buruşturulmuş bir kağıt topu uzattı. Topu eline aldıktan sonra patileriyle çevirirken “Hayır hayır” dedi büyük kedi umutsuzca. “Benziyor ama bir yumağın yerini asla tutamaz” (Belki de bu yüzden burada hala konuşan tek kedi bu diye düşündü maria)

Daha sonra ise bir jöle uzayına  sahip bir gezegendeydi.

"Buraya çocuklar ya da büyük insanlar tabutlar içerisinde gelirler, kapıyı çalarlar ve biz de açarız." Maria içinden çıktığı ceviz kaplamalı parlak tabuta baktı. "Az kalsın boğuluyordum" dedi öfkeyle. Geçiti tabuta koymuşlardı. Ama gökyüzüne baktığında sinirleri yatıştı. Gökyüzü katı, şeffaf bir malzemeyle kaplanmıştı, hayır kaplanmamış gökyüzünün yerinde değişik renklere gidiş gelişler yaparak tüm uzayı kaplayan tuhaf bir şey erimiş gibiydi. İçlerinde çok uzaklarda yanan yıldız ışıkları vardı, şeffaf jöleden süzülen  bu yumuşak ışık gezegene melankolik bir hava veriyordu ve içindeki ışık kıpırtıları da seçilebiliyordu. Çok yükseklerde sarı bir denizaltının bu jölenin içinde ağır ağır yol almaya çalıştığını gördü. Zaman zaman takılıyor ve duruyor, sonra yeniden yola koyuluyordu. "Yiyecek olarak bir şeyiniz var mı" diye sordu. "Çok açım." "Biz jöle yeriz" dedi çocuklardan biri. "Burada sadece değişik renklerde farklı biçimlerde hazırlanan jöleden başka birşey yoktur." "Buna alışkınım" dedi Maria. "Dünyada muz kızartması, muz suyu, muz salatası ya da patates kızartması, patates yemeği, patates ezmesi dışında birşey olmayan pek çok yerde bulundum. "Ama biz onları gökyüzünden topluyoruz" dedi çocuk. "O yüzden bu kutsal bir yiyecektir." Eliyle bir bölgeyi işaret etmişti. Gökyüzünün o bölgesi zalimce kaşıklanmış gibi dışarıya doğru hunharca deşilmişti. "Hiç bitecek gibi değil" Benim geldiğim yerde dedi Maria "Jöle yoktur." Çocuk gözlerini kısarak kuşkuyla baktı. Mesela şimdi buradan oraya kadar boşluk varya. Evet anlamında başını salladı çocuk. "İşte o boşluk gibi büyük bir boşluk var evrenin heryerinde" "Pöh saçmalık" dedi çocuk. "Evrenin hiçbiryerinde jöleden başka bir şey yoktur" "Evet çünkü bu bilimsel bir şey" diye atıldı kızlardan biri. "Pek çok denizaltı oralara gitti ve gerçektende jöleden başka hiçbirşeyin olmadığını getirilen örneklerde açıkça görüldü. Hatta biliyor musun" dedi yaklaşarak, çerikteki şeker oranı evrenin neresine gidersen git aynı kalıyormuş. Bu da bütün jölenin aynı kaynaktan yayıldığına dair bir kuramı destekliyor." Tabağındaki turuncu jöleyi kaşıklarken burada uzun zaman kalabileceğini düşündü Maria, tadı harikuladeydi. "Burada anladığım kadarıyla hiç gece olmuyor" dedi Maria. Çünkü dönmüyordu ve yıldızlar normalde olacağından çok daha yakınlardı "Hayır zaman zaman" yıldızları işaret ederek "Kapanan lambalar gibi sönerler". "İşte o zaman gece olur" diye açıkladı çocuk. Geceleri çok kısaydı. Tabağındakilerin sonu gelirken masadakilerden birine "Peki siz neye inanırsınız" diye sordu Maria şaşkınlıkla. "Biz kurabiyelere inanırız" dedi çocuk. "Nasıl?" "Kurabiyelerin çok muhteşem şeyler olduklarına.. çünkü fırından yeni çıkmış kurabiye gibisi yoktur..ama böylesi de öyle kolayından bulunmuyor" "Hayır yani..." diye konuşacakken bir an sustu, bu konuyu açmaması belki daha iyi olacaktı. "Sence de kurabiyeler harika değil midir?" diye üsteledi masadaki çocuklardan biri. Cevabını da merakla beklediğini ve kelimelerini şimdi çok dikkatli seçmesi gerektiğini anladı Maria, çünkü bir sessizlik olmuştu. "E evet bence de harikalar" diye konuştu. Masadaki canlı ve neşeli hava böylece geri gelmişti. Maria bir eşiği geçtiğini, artık onlarla arkadaş olabileceğini ve bir süre burada kalmaktan mutluluk duyabileceğini hissediyordu. "Kup kekler de var ama onlar o kadar iyi değil" diye destekledi çocuk iyice bu yakınlığı pekiştirmek istercesine.  

(Kendi yaptıkları iş olarak bir yığın saçma meşgaleyi sayıp döktükten sonra)

"Peki sen ne yaparsın" diye sordu çocuk

"Ben evreni haritalandırmaya çalışıyorum" dedi Maria.

 "Ama doğrusu pek ilerleyemedim"

"Ben jöle toplayıcılarıyla altıncı gruptanım, o ise gemilerin tamir ve bakımlarıyla uğraşıyor, şişman olansa görünüşüne hiç bakma yaşadığımız ve uyuduğumuz tünelleri kazıyor." "Neden evlerinizi dışarıda inşa etmiyor da tüneller de yaşıyorsunuz ki?" "Çünkü ışıktan ötürü uyumak mümkün olmaz" "Ama duvarların üstüne eğer bir çatı ile kapatırsanız, ışık içeri giremez". Birbirlerine baktılar.

"Sen gerçekten de çok değişik bir insansın, Böyle fikirler aklına nereden geliyor?"

"Geldiğim yerlerde buna benzeyen böyle evlerde uyurlar".

"Çatı ile kapatmak" Kendi aralarında konuşmaya dalmışlardı. Maria da dolaşmak üzere gezgin çadırlar karnavalına doğru ilerledi.

 

 

20. Şeker Kız

 

Güney Amerika ormanlarında yaşayan tek bir ağaç vardır. Ancak bu ağacın dalları yeniden toprağa döner ve oradan da başka kalın gövdeli başka ağaçlar büyür, böylece tek bir ağaç, bir orman olarak görünebilir ve binlerce metrekarelik bir alanı kaplayabilir. Köklerse toprağın altında birbirine karışmıştır.  Maria bunu görmeye gitmiş ancak şeker kız ile karşılaşmıştı. Şeker kız elindeki şeyi sevmişti.

Bu bir ayna” dedi Maria. “Nereye tutulursa orayı gösteren cihaz”

Böyle bir şeyi neden kullanıyorsun ki” dedi yerli kız. “İstediğin herhangi bir yere bakabilirsin”

Bununla kendime bakıyorum” dedi Maria. “Genellikle sahipleri onu bu iş için kullanırlar, su gibi ama daha iyi

Kız cep aynasını alıp kendi yüzüne tuttu bir süre. “Çok siyah” dedi. “Sen beyazsın, ben de siyahım” Sonra bir süre daha bakmaya devam etti. “Bakmak istediğim yeri yakınlaştırmıyorsa sana ancak birkaç gümüş verebilirim, daha fazla değil”  

Maria aynayı kızın avucunun içine koydu ve “Yıldızlara bak” dedi. “Hepsi avucunun içindeler” yıldızların, en azından bir kısmının avucunun içinde olduğu fikri, isminin şeker kız olduğunu öğrendiği yerlinin çok hoşuna gitmişti. Avucunu yavaşça göğün farklı yerlerine çevirdi ve hala şaşkınlıkla kendi avucunun içine bakıyor oluşu onu hoşnut etti. Sonunda Maria istediğini almıştı. “17 gümüş." Böylece gördüğü anıtın bir kopyasının taşa kazınmış halini alıp yanında götürebilecekti. Küçük taş kopyalarında yazılı olanlar yaygın olan dile çevrilmişlerdi. Kazılı olan taşta şunlar yazıyordu:

 

benim insanlarımın asıl ilgisini çeken soru

 

"herşeyin neden var olduğu" sorusudur.

 

  sadece vardır ve böyledir.

 

bu da bir cevap değildir

 

      çünkü başlangıçta soru yoktur

 

"soru ve cevap" bizim ZİHNİMİZE ait KATEGORİLERDİR.

 

     şeyler, öyledirler

 

böylece benim insanlarımın  sadece tek bir kavrayış haliyle ilgilenmelerini  diledim

 

     d o l a y s ı z  k a v r a y ı ş

 

 Bir çeşit büyük bir kitabe ya da anıt diyebileceğimiz bir taşın altında  yazıyordu bunlar. Doğal halde tuttukları, belirli geometrik biçimlere şekillendirmedikleri büyük bir taşın üstüne kazılıydı. Yanındaki şeker kız "İnanışa göre o herşey hakkında herşeyi biliyordu" diye açıkladı. O bilge kral ne kendisi, herhangi bir şey hakkında tek bir satır bir şey yazdı, ne de konuşmalarının taş tabletlere kazınmasına izin verdi; bu, onun tek mirasıdır. Bu konuda hiçbir şey söylememesine rağmen bunu yaparak doğanın kendisini taklit ettiğine inanıyorum." dedi. Küçük çantasını yeniden yokladı. Bu kısa sürede aldığı  aynayı kaybetmişti.

"Denir ki bazı oyunbaz cinler  seninle oyun oynamak istedikleri zaman küçük bir eşyanı hop diye gözünün önünden kaybeder ve sen onu ararken de kendi aralarında eğlenirlermiş, ama eğer olur da onların sakladıklarını anlar, tekerlemelerini söylersen birdenbire hop diye eşyanı gözünün önünde bir yere bırakıverirlermiş. Bunu çok eğlenceli bulan üç tanesinin adı Ledi, Cedi ve Meri’dir, tekerlemeleri de farklı farklıdır, hangisinin aldığını düşünüyorsan onun tekerlemesini söylersin" dedi Maria.

 

Ledi ağaçtan hoplayarak atlar

Sular dalgalanır ve sincaplar kaçar

Benim eşyamı alan Ledi

Onu yeşil bir kaydıraktan atar

 

Topları çeviren Cedi hiç düşürmez

En yükseğe zıplar ve  hiç devrilmez

Eşyalarım kaybolursa bilirim ki

Cedi bulur ama belki getirir belki getirmez

 

Evet” dedi Şeker kız. “ama peki ya Meri aldıysa?”

“Üzgünüm” dedi Maria. “Ben de tekerlemelerden sadece bu kadarını biliyorum.” Şeker kız üzgün göründü. “Umarım Ledi ya da Cedi almıştır, sana iyi şanslar”

 

MX579, üstünde    yaşam    olan    gezegenlerden    biri    olarak listelenmişti.  Oraya  vardığında  sadece  boyu  bir  karışı geçmeyen  solgun  kırmızı  çalımsı  bitkiler  buldu.    Uçsuz  bucaksız çorak  arazilere  ve  kayalık  dağlara  baktı. Çadır kurdu. Bu sessizlikte haftalarca dinlenebilirdi. Hiçbir  hareketlilik  yoktu.    "Milyonlarca  yıl  daha  burası böyle  hiç değişmeden  kalacak  ne  tuhaf"  diye düşündü.  O sırada her tarafa ateş  edebilen ve alçak uçuş  yapabilen gemileriyle  hızla  büyümekte  olan  MXV imparatorluğunun  ileri  karakollarından  biri  olduğunu  bilmiyordu. Öğrendiğinde bunu da notlarına ekleyip Portala geri dönmüştü. En çok bir milyon yılı kalmış  sönmekte olan bir yıldızın  etrafında  dönen  atmosferi  ince  ve  gece  gündüz sıcaklık  farkı  çok  yüksek  bir  gezegendi. 

'Yanılgılar evrenine gidiyoruz' dedi masaya bir harita açarak. “Aslında oraya bizim verdiğimiz bir isim bu, yani haritayı hazırlayanların ırkçı ve türcü yaklaşımlarından ötürü. Orada bulunduğumuzda o gerçeklik bizim için de gerçek olmayacağından böyle bir isim bulmuşlar.”  Tehlikeli bulduğu için Marina’nın da eşlik ettiği yanılgılar evreninden işgalciler olarak görüldükleri için hızla kaçmışlardı.

Marina’nın anlattığına göre o bölgeye bu ismi bulan dedesi garip bir insandı ve av tüfeğiyle kendini vurmadan önce intahar notu olarak “thats all folks!” [Hepsi bu kadar millet!]  yazan bir kağıt ve birkaç parça para etmeyen kıyafet ve eşya dışında  bir şey bırakmamıştı. Öldüğünde cennete gitmiş ya da gittiği yer iyi ve insanların mutlu ve halinden memnun ortalıkta dolaştığı bir yer olduğu için cennette olduğunu sanmıştı. Sorun şuydu ki canı hala sıkkındı ve uçurumun kıyısında bir çadırda birkaç gün geçirdikten sonra –çünkü kimseyi görmek istemiyordu- aşağı kasabaya indiğinde erzak almak için uğradığı bakkala yaklaşıp “Burada ölünce ne oluyor?” diye sordu.  Marina gençlik yıllarında bunları arkadaşlarıyla biraz eğlenmek için ruh çağırdıkları bir akşam dedesinin kendisinden öğrenmişti. “Eh peki ne oluyormuş” dedi Maria. “Bir fok olarak dünyaya gönderiliyor ve hiçbirşey hatırlamıyormuşsun” diye açıkladı tam bir ciddiyetle. “Uydurmuş Bence” dedi önce, ama yine de o günden sonra karşılaştığı birkaç foka da şüpheyle bakmış ve mesafeli yaklaşmıştı. “Hayatın genel olarak saçma olduğuna inanırdı, Tanrı onu hayal kırıklığına uğratmak istememiş olabilir” dedi Marina içkisini yudumlarken.

 

 

21. Maria’nın Geri Kalan Melankolik Rüyaları

Üstünde olduğu kaya doğal bir eğimle aşağı doğru bakıyordu. Denizin büyük dalgalarının kırılıp yosunlu kayaların üstünü kaplayıncaya dek serilip ardından geri çekildiği sahile doğru baktı. Kayanın yan tarafındaki hafif eğimde hafifçe ayağa kalkıp kendini biraz ilerideki denize doğru uzanmış başka bir kayaya doğru bırakıp yeniden tutundu. Ayakları boşlukta kendini yukarı çekmeye çalışırken bunu yapamadığını farketti. Ayakları kayada düz bir yüzeyi sürterek sıyırarak geçiyordu, elleri daha sağlam ve daha yukarıda bir parça kaya bulmayı denedi ancak kopacağı belli olan bir sivrilik dışında hiçbir şey yoktu. Bedenini yukarı çekeceği yerde bir başka kayanın daralttığı bir boşluk vardı. Eli yine gerilerde kör bir noktayı araştırdı tutunmak için ancak kayalığın eğimli yüzeyinden başka bir şey bulamadı. Boşluk duygusu onu korkutmaya başlamıştı. Aşağıda çalkalanıp duran denize gözü kaydı bir an. Ayak uçlarının korkudan uyuştuğunu ve onları artık hissedemediğini farketti. Tutunduğu kayayı ana kayaya bağlayan nokta  o kadar sağlam görünmedi. Yukarda gezinen sohbet eden birşeyler içen ve gülüşen insanlar vardı. Hemen az ötedeydiler ancak sesini çıkartmıyordu. Kayanın bu bağlantı noktasından kırılıp kırılmama olasılığını tarttığından birini daha çağırmak istemiyordu. Kaya gelecek olanı taşıyamayabilirdi. Seslenmeyi düşündü ilkin ama ne yapabilirlerdi, halat ve kanca gerekiyordu. Çok saçma sapan bir noktada asılı kalmıştı. Buradan düşüp ölse çok garip olacaktı. Kendisine doğru  bakan  genç adamın "Hey buraya gelsene" dediğini duydu. Onun sadece yüzünü görebiliyor olduklarına emindi.

"Ben... burada asılı kaldım, yani geri gidemiyorum kendimi yukarı da çekemiyorum." Oradan baktığında kendisinin manzarayı boş gözlerle seyreden hülyalı biri gibi göründüğünü farketmişti. "Ama lütfen telaşlı birşeyler yapma ya da söyleme çünkü şu an aklımı toparlamaya çalışıyorum, ayaklarım boşlukta"

Genç adam kayaya doğru yaklaşırken "Hayır hayır buraya gelme, yaklaşma" diye bağırdı. "Burası ikimizin ağırlığını birden kaldırmaz."

"Pekala akşama kadar orada kalacağını düşünebiliriz şu halde"

Hala alay edebilmesine inanamıyordu, öte yandan gerginliğinin ve korkusunun bir anlığına geçtiğini hissetti. Çok rahat bir sesle söylenmişti. Başka bir genç adamın durumun ciddiyetini kavradığını anlamıştı. Kollarıyla kendini yeniden çekmeyi denedi. Gövdesini düzlüğe doğru koyduğunda diziyle abanarak çıkmayı başarmak istedi bu defa ancak sadece kayaya sürtünüp duruyordu.  İlk adam gülmeye başlamıştı

"Bak" dedi sakin olmaya çalışarak. "Burada durum gerçekten ciddi, aptalca göründüğünün farkındayım ama yukarı çıkamıyorum."

Hemen bir adım ötesinde kahve içip sandviç yiyenlerden ona bakanlar oldu. Ciddi olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı. Ortada hiçbir önemli neden yokken birdenbire koşmaya başlayıp kendi başlarına asla inemeyecekleri ağaçlara bir çırpıda tırmanan kedilere benziyordu şimdi.

"Bir halat bulana kadar dayanabilir misin?"

"Nereden bulacaksın halatı?"

"Kesinlikle bilmiyorum"

"Dayanabileceğimi sanmıyorum"

Oturanlar da durumu yeni fark ediyorlardı. Yardım etmek üzere yaklaşabilecek birisi sallanan kayayla birlikte uçuruma düşebilirdi. Biraz sonra gözlerinin önünde boşluğa yuvarlanabileceğini ve onların da bunu seyretmek zorunda kalabilecekleri şimdi iyice anlaşılıyordu. Başkalarına haber vererek oluşacak telaş dalgasından Maria kendini nasıl koruyabileceğini ise hiç bilmiyordu. Ağırlığının bir kısmını ayağının kör bir noktada yeni bulduğu bir aralığa doğru vererek dinlenmeye çalıştı. Ellerinin kaydığını hissetti ve boşlukta birdenbire hızla düşmeye başladı. Denizdeki kayalıklara çarpmadan ter içinde uyanmıştı. Kendini çok yalnız hissediyordu ve pazar gününü tek başına geçirmek istemiyordu.  Saate baktı öğleden sonraya geliyordu.

Telefon açtı,  bir kahve dükkanı zincirinde buluştular. Eski sevgilisi sakal bırakmıştı ve dalgalı dağınık saçları vardı. Sanki o hafta sonu okumak istediği bir kitap vardı ama henüz yazılmamış olduğunu, bunu kendisinin yapmak zorunda olduğuna inanmıştı.

"Neden gerçek olmayan şeyler yazıyorlar ki" demişti bir defasında Maria. Sevgilisi elinden alıp inceleyerek "Bu bir roman" demişti. "Burada buna benzeyen çok fazla şey vardır ve romanların büyük çoğu gerçeğin anlatmaya değmeyecek kadar bulanık olduğu önyargısından hareket eder."

Masada üstünde m.a.r.i.a, oyunun ruhu yazan şeffaf kapaklı bir dosya vardı.

 "Kentin asfalt damarlarına enjekte edilebilecek  yeni bir şey daha" dedi Maria.

İçini açıp sayfalara baktı.

Maria kitabı incelerken içindekilerin son iki gün içinde hayatında olanlarla hayret verici biçimde uyuştuğuna dikkat etti.

"Kitapta ilerlediğinde bir noktadan sonra bilinen varoluşun doğal sınırlarına ulaşıyorsun" dedi eski sevgilisi.

"Ama orada beklediğin gibi bir şey yok".

Maria, hep merak ettiği, her zaman yaptığı gibi kitabın önce sonuna baktı. Sonra bir an gülümseyerek dosyayı kapattı.

"Herşeyin sonunun geldiğine sevindim" dedi Maria.

Bir daha görüşmeyeceklerdi.

Akşam yaklaşıyordu. Sarışın bir erkek çocuğu kahve dükkanında koşuyordu. Neden sonra durdu.

"Ayın yarısı nerede?"

"Aydaki adam diğer yarısından kendine bir tekne yaptı ve yola çıktı"

"Ama gelecek değil mi?"

"Dönecek"

"Kesin mi?"

"Kesin."

 

SON

 



Bu blogdaki popüler yayınlar

Tur Dağı Paramparça Volkan Ay [roman]

TUR DAĞI PARAMPARÇA VOLKAN AY kitabı satın almak için tıklayın Uzak göklerde ve tamamlanmamış yıldız atlaslarında aranılan Marla'ya... ve toprak parçalarında nefeslenen başka ruhlar da, onun sessiz ışıltısını görmek, tek nefeste söylenilen adını seslenmek için asırlarca dolaşmıştılar uzun bir lanete uğramış ya da herşeyi açığa çıkarıp berraklaştıran efsunlu bir gök yağmuruna tutulmuş gibi  Tur Dağı Paramparça  Roman İndir     Birinci Kitap     HERŞEY VAHŞİ HERŞEY SESSİZ                       Bismillahirrahmanirrahim;   Bu defteri Recebülevvel ayının onyedisi yahut onsekizinde yazmaya başlıyorum. Defter Atlıhisar kasabasının   dağ k öyünden başlar, yürüyerek veya at   üstünde geçtiğimiz topraklarda, deve tepelerinde sallanarak aştığımız çöllerde ve yelken açtığımız denizlerde yaşadıklarımızı anlatır. Yola çıkışımızdan, g üvenli taş duvarlarla çevrili   sıcak yataklarımızın huzurlu sıcaklığına varıncaya dek her günü, her yolu, geçtiğimiz her çö

TUTKU VE SIR, VOLKAN AY, ROMAN [PULP]

  Kasabanın ölüm meleğinin gece sorgusundan sonra eski bir Amerikan arabasıyla Route 66'i Los Angeles'a varana dek sürmek dışında bir planı kalmamıştı. Boş tren istasyonuna ürkütücü bir sessizlik hakimdi. Altı blok ötede boğazı maket bıçağıyla kesilmiş bir makdulun cesedi ahşap bir bavul içinde bir çöp tenekesinin yanında çürüyordu. Türkiye'den gelen 16yy'a tarihlenmiş bükümü ve yalmanıyla darbe ve kesim gücü yüksek, oldukça keskin nadir bir kılıç ahşap kadife kaplı kutusunun içinde takırdayarak giden eski bir trenin lokanta vagonunun masalarının birinde pencerenin hemen yanında duruyordu.  TUTKU VE SIR VOLKAN AY roman  indir 1 "Köpekleri Puik gibi" "Puik?" "Vardı ya Zagor'da uyuz bi köpek" Duvardan atladılar. "Rintintin" "Puik" "Rintintin konuşabiliyordu en azından" "Ama bekçi var bir tane" Karanlığın içine sindiler. İnşaat alanı çok sessiz ve  büyüktü. Gündüzleyin içeri girmeyi denemiş fakat içe

BANA KAHVE ISMARLA

 Diyelim ki romanlarımdan birini ya da tamamını okudunuz ve bana kahve ısmarlamak istiyorsunuz. İşte bunun için bir bağlantı. Şimdiden Teşekkürler...   BANA KAHVE ISMARLA ya da Türküz türkü çığırırız nedir bu dolar işleri diyorsanız. Doğrudan IBAN numaram: Volkan AY : TR02 0006 2000 2050 0006 8734 68 Bana kahve ısmarlayın.     The publishing world is facing a crisis today. Magazines are closing one by one. Publishing houses cannot print books. The biggest reason for this is the huge increases in paper prices. We need the attention of especially aristocratic bourgeois families who have always supported art and science. This method, which was also tried by Stephen King, the author of fluent novels, tries to eliminate all kinds of intermediaries between the reader and the writer. Yayıncılık dünyası bugün bir krizle karşı karşıya. Dergiler tek tek kapanıyor. Yayınevleri kitap basamıyor. Bunun en büyük sebebi kağıda gelen büyük zamlardır. Sanata ve bilime her daim destek olmuş özellikle ar

Gece Köpekleri Volkan Ay [roman]

  Gökyüzünün büyük nükleer savaş ve sonraki kimyasal silahların kullanıldığı döneminden kalan çürümüş bataklık yeşilinin önceleri daha zehirli bir parlaklığı vardı. Sonraları ölmekte olan bir sarmaşığı andıran gök zaman zaman gün batımlarında eski televizyon dizilerinde gördüğümüz, çocukluk günlerinden hatırladığımız gibi iç karartıcı bir bakır kırmızısına dönüyordu. Böyle zamanlarda nedenini bilmesek de Shelly daha üzgün görünürdü. Uyanamadığımız bir rüyanın ya da gerçekliğini inkar ederek kurtulmaya çalıştığımız eski bir anı parçasının içinde sıkışıp kalmış gibi.  GECE KÖPEKLERİ VOLKAN AY roman  indir Satın almak için tıklayın     "...bütün mümkünlerin, esasında ebedi olarak hazır [actuel] olduğunu ve halin geçmişten ibaret  ve geleceğe gebe bulunduğunu, geleceğin mümkün olmaktan ziyade, yüksek idrakın gözünde zaten var olduğunu, mümkün ile varlığın ayrılması bizim görüş tarzımızda asıl şeyler arasında zamanın konmasından doğan bir kuruntu olduğunu kabul etmek lazım mıdır? Bu do