m.a.r.i.a
OYUNUN RUHU
1. Başlangıç
Dünya büyüyor, kalabalıklaşıyor ve çağlar birbiri
ardına açılıp kapanıyorlardı. Maria kafasını boşaltmak için çalıştığı
onaltıncı kattaki şirketten kafasını caddeye doğru dışarı çıkarıp "RAAAAAAA" diye bağırdı.
Haftasonuna bırakmak istemiyordu çünkü hafta sonu gelmek istemiyordu. Çoğunlukla sinirlenmiyor, öfkelenmiyor sadece işler yoğunlaştığında yanından
geçen biri tarafından üstüne geçirilmiş gibi hissettiği dolu çöp kovasını fırlatıp atmanın bir yolunu
arıyordu. Kağıtları toplayıp geç de olsa çıktığında boş belediye otobüsünün camlarından ışıklı şehiri seyretti. Kaldırımlarda rasgele insanlar, ışıklı
vitrinler, sokak lambaları, ağaçların
arkasındaki duvarda yırtılmış afişlere göz gezdirdi. Şehirde yeni bir Jazz Band vardı.
Dışarıda bambaşka bir hayat akıyordu. Sokak köpekleri. Birbirlerine aldırmayan yabancılar.
İşlerin düzelmesi için zamanda ne kadar ileri gitmeleri gerekirdi? Göğsünde sanki bir
sıcaklık hissetti. Çıkartıp, kolyesinin ucundaki avucuna tam oturan
yuvarlak doğal taşa baktı. Bunu bir mezbelede bulmuştu. Yıkamış, fırçalamış, temizlemiş ve kendi gümüş
zincirlerinden birinin ucuna takmıştı. Ama bugün sanki farklı mat ve pastel tonlarda değişik bir
ışıkla parlıyordu. Eve vardığında yemek
hazırlarken televizyona ıssız yerlerdeki terkedilmiş ev gezintilerinden birini
yansıttı. Boşluğu seviyordu. Issız okulların geniş ve boş koridorları, dünyanın değişik yerlerinde keşfedilmeyi bekleyen
uzun zaman önce kapanmış sanatoryumların boş odaları, tıp araçları giderken sökülüp götürülmemiş çok katlı hastanelerin üstü büyük lambalı
ameliyathaneleri, zamanın donmuş olduğu eski iki katlı bahçeli, eşyalı kale evler ve ayakta güçlükle durduğunu
düşündüren taş kaleler her biri eşsiz ve kendine özgü bir boşluğu
saklıyordu ona göre. Paslı parmaklıkların arkasında kendi kaderine
bırakılmış boş hücreleriyle hapishaneler, paslı ve parçalanmış dev oyuncaklarıyla vahşi yeşilliklerin
her tarafını sardığı büyük eğlence parkları onu saatlerce oyalıyordu. Uzun
zaman önce iflas edip terk edilmiş büyük bir otelin
boş havuzunda, duvarları kaplayan
grafitileri incelerken salonun büyük kanepesinde üstünde
battaniyesiyle uyuyakalmıştı. Ertesi sabah filtre kahve makinesinin düğmesine basıp beklerken yeniden kolyesinin
bulunduğu yerde bir sıcaklık hissetti ve çıkartıp mutfak tezgahının üstüne bıraktı.
Taşta bir tuhaflık vardı. Taşın üstündeki ışık yansıyan bir ışığın parıldaması gibi görünmesine karşın
taşın kendi içinden geliyordu. Çok geçmeden
onu bir pusula gibi avucunda tuttuğunda ışığın belirli bir yönü işaret
ettiğini keşfetmişti. Kahvesini büyük karton bir bardağa alıp, saç bandını taktı. Üstüne hafta
sonları neredeyse üstünden çıkarmadığı kırmızı kapşonlusunu geçirip anahtarı eşortmanın cebine atıp dışarı çıktı. Bordo renkli yuvarlak taş onu yönlendiriyor, bir yere götürüyor gibiydi.
Taşın onu kendi ilk bulunduğu
yere yeniden götürdüğünü keşfetmesi uzun sürmedi. Burası arkası ormana bağlanan içinde eski terk edilmiş bir evin de bulunduğu
geniş bir koruluktu. Alçak duvardan
atladı. Herşey hatırladığı gibiydi. Geniş yeşil açıklıklarla geçilen toprak bir
yoldan sonra vardığı taş evin arkasından yaşlı bir ormanın içine doğru
ilerleyecek taş merdivenler vardı. Eve doğru uzanan taş merdivenlerin iki
yanındaki geniş ve düz korkuluklar büyük kaya parçalarıyla örülmüş, üstleri tamamen yosunla kaplanmıştı. Bütün bu
geniş bahçeyi ormana bağlanan koruyu saran aynı açık yeşil
tonlardaki şekilsiz gövdeli ağaçlar,
doğrudan güneşi görmeyen
vahşi otlar ve yerdeki diğer kalın yapraklı bodur bitkileri sarmış olan yeşilin
aynı koyu tonlarıydı. Yosunlar taş merdivenlerin sonunda duvara paralel
uzanıyor, duvarla birlikte içeri doğru
ilerliyordu. Merdivenler neredeyse tamamen çökmüş, yok olmuş, parçalara
ayrılmış ve pek çok parçası da alınıp götürülmüş çok eski bu
taş binanın ön duvarına varıyordu.
Sadece ayakta kalan bu kalın ön cephe, çürümüş çatısı ve diğer
odalara açılan parçalanmış
kapılarıyla birkaç sağlam duvardı. Evin eşyaları açık dolap kapaklarından ve çekmecelerden dağınık biçimde yerlere saçılmıştı. Eşyalar
arasında en dikkat çekeni bir
ayağı çökmüş, dengesi
bozulmuş ve bazı tuşları parçalanmış duvara
dayalı bir piyanoydu. Bir zamanlar çatıyı ayakta tuttuğu anlaşılan küçük dar
bir tavan arası üçgen penceresiyle ön cephe girişte yükseliyor, dikkatli bakıldığında
evin arkalarında bir kapı, şimdi yaşlı ormana geri açılıyordu. Maria elini
verandada devam eden taş korkuluğun yosunlu yüzeyinde gezdirdi. Zaman içinde
çatlamış taşların aralarına sızmış olan toprağa tutunmuş yosunların yumuşak bir
hoşluğu vardı. Neredeyse tek başına duran bu kalın ön duvar kalıntısına baktı.
İlk katın sonunda üçgen biçiminde yukarı doğru sivrilen tepesine dek, üstü
yuvarlak kemerli kapı boşluğunun etrafını çeviren örülmüş taşların
muntazamlığında hiçbir kusur yoktu. O kapıdan yeniden geçmeyi bir an çok
istedi. Elindeki taş da bunu istiyordu. Bir zamanlar büyük bir taş ev olan,
şimdi vahşice genişleyen ormanın bir parçası olmuş küçük salona buradan içeri adım atmayı. Kapının
eşiğinden burada yetişmiş olan ince ve narin ağaçlara baktı. Etraflarını yabani
yeşil ve geniş yapraklı bitkiler ve zemini ise üstünden geniş ve sert kalın
topuklu bordo botlarıyla çiğneyerek geçip gittikten sonra bile arsızca canlanıp
geri ayağa dikilen vahşi otlar sarmıştı. Bir zamanlar ocağın olduğu yerin
etrafı kümelenmiş bir toprakla çevriliydi. Batı duvarında hala sağlam kalmış
parça parça yıkıldıktan sonra sökülüp götürülmemiş bir kaç parça taş duvar
kalıntısı da devrilip üst üste yığılmışlardı. Onların aralarından yuvasından
merakla dışarı bakmak üzere kendini göstermiş, korkak bir sincabı andıran başka
bir vahşi çalının başlangıcı vardı. Dikenli gövdesi sivri yapraklarının
arasında mor ve yuvarlak meyveleri seçiliyordu. Maria eğer bu eşikten geçip o
meyvelerden yiyebilirse sihirli bir şey olacağına inanabilirdi. Yine de tedirgin biçimde sanki bir şeyi
bekliyor gibiydi. Birdenbire ağaçların arasından aksayarak çıkagelebilecek
yaşlı bir kocakarı ona geçmişine dair sorular sorabilir ya da ölülerin
ruhlarını bir zamanlar yaşadıkları bu eski dünyaya geri çağıran gizemli bir
kitabın lanetli sayfalarından sağlam kalmış son bir kaç sayfası rüzgarda uçuşup
eline düşebilir ya da ocağın taşlarının arasında Maria'nın kendini bulmasına
uğraşabilirdi. Bu taş evde tuhaf bir hava vardı. İki büyük alaca karga evin
içinde büyümüş ağaçlardan birine konduktan sonra biri net bir biçimde
"Gaak" dedi. Bu yanındaki arkadaşına değil de sanki doğrudan Maria'ya
yapılmış bir seslenme gibiydi. Maria kargaların gaklamalarında daima olan biten
herşeyle alay eden bir hava bulmuştu. Onunla eğlenmek, oyalanmak belki
yapabilirlerse biraz korkutmak. Maria'nın sanki kendisini anlamamış olmasına
şaşırmış gibi yeniden aynı tekdüze tonda "Gaak" diye tekrar etti.
Maria kargaya baktı ve nezaket gereği birşeyler söylemesinin yerinde ya da daha
uygun olacağına karar verdi. "Gaak" dedi sakince sonra o da. Şimdiye
kadar sessiz olan diğer alaca karga, "Sen ne dersin şimdi bu işe" der
gibi yerinde bir iki kıpırdanıp gaklamış olan diğerine baktı. Maria elindeki
taşın işaret ettiği gibi içeri daha fazla
girip onlara yaklaşınca kargalar havalandılar. Ama şimdi taşın üstündeki ışık tam
ortasında parlıyordu. Gidebilecek başka bir yer yok gibiydi. Etrafına baktı. Büyük karton
bardaktaki kahvesinden büyük bir yudum daha alıp yerdeki yosunlarla kaplı
taş bir yükseltinin üstüne bıraktı.
Bir zamanlar zeminin parçası gibi duran
geniş taşı temizlediğinde altında nota çizgilerinin olduğu boş bir satır gördü. Daha önce geldiğinde bulup kolye yaptığı taşın
oturabileceği bir boşluk vardı. Yavaşça
taş zeminde yerine bıraktı ve içeri ittirdi.
Taşın üstündeki ışık
aşağıdaki boş çizgilerle dolu yere ulaşıp onu yarımlıklarla
doldurdu. Maria önce belirmiş yarımlık notalara baktı bir süre, sonra işaret edilen seslerin toplamının ne
olabileceğini merak ettiğinden piyanoya ilerleyip gördüklerini yavaşça çaldı. Gizemli
garip bir melodiydi. Ama çürümüş ahşap piyano
köhne halde ve parçalanmış olduğundan sesler doğru çıkmıyordu. Islıkla çaldı bu defa. Yeniden çaldı. Taşın üstünden nota çizgilerine geçen ışık piyanonun yanındaki açık kapıda belirip kayboluyordu. Sonra duruldu.
Şimdi bu boşluk taş koridorlarla dolu bambaşka bir yere açılıyordu. Maria büyük kahvesini
dipleyip orada bıraktı. Kolyesini içeri
ittirdiği boşluktan çekip yeniden boynuna geçirdi ve bu yeni açılan kapıdan içeri yürüdü. Kapıdan geçtiği ve taş koridorlarda yürümeye başladığı
anda kıyafetlerinin de değişmiş olduğunu fark etti. Bordo çizmeleri hala ayağındaydı ama üstünde ellerini
ceplerine sokabildiği kestane rengi saçları
ve kahverengi gözleriyle uyumlu kabarık etekli tek parça koyu renkli bir elbise vardı. Maria ilk andan
itibaren geri dönmeyi hiç
aklına getirmemişti. Cesaretle bu tuhaf yolculuğun sonuna kadar gitmeye
kararlıydı. Şimdi çekinerek geçtiği iki yanı da sayısız taş kemerle örülmüş koridorun sonunda ahşap masasının üstü kağıtlarla
karma karışık bir Marina Demyanko duruyordu. İsmi, çevresi oyularak yuvarlak desenlerle biçimlendirilmiş ahşap masasının üstündeki demir
levhada yazılıydı. Başka açıklayıcı bir ibarede yoktu.
Önünde küçük beyaz bir lap top açıktı.
Toprak rengi deri koltuğundan ayağa kalktı, orta yaşlarının sonlarında
sarışın dalgalı saçlı, gözlerinde
alevler yanan bir kadındı. Çok güzel ve kararlı bir yüzü, biçimli ve dolgun dudakları vardı. Gözlerinin rengini sonraları anımsayamıyordu ama
ona kapkara gibi gelmişlerdi. Kağıtları birbirinin üstüne getirip
bakıyor ve yine birşeylerin olmadığını söylüyordu. Gerçeklik boyutları birbirine girmişti. Bir noktada
bitip benzer bir başkasının başlaması gereken noktada bambaşka şeyler oluyor
tuhaf şeyler vuku buluyordu ve bunun hiçbir açıklaması
da yoktu. Maria'ya mevcut durumu anlattı. Beyaz tavşanlar değişik gerçeklikler arasında hareket ediyor ve onları
kovalayan tilkiler de peşlerinden geliyor herşey bu kovalamacanın içinde birbirine giriyordu. Onların varlığı
birbirlerinden kesin bir biçimde ayrılması
gereken boyutları birbirine bağlıyor ilişkilendiriyor ve nihayet bazen
dokundukları noktadan tuhaf birleşimler yapmalarına sebep oluyordu. Yerde dolaşan kirpilerden birinin sırtındaki
dikenlerine geçirilmiş bir kağıt yaprağını daha alıp baktıktan
sonra diğerlerinin üstüne
yerleştirirken "Kirpi koruyucular" dedi Marina Demyanko inançla ve tutkuyla
"Gerçekliğin koruyucuları" Ona göre kirpi koruyucular bildiğimiz anlamdaki
gerçekliğin yerli yerinde kalmasını sağlıyorlardı. Belli bir gerçekliğin
sorunsuzca sürüp gitmesi için bu gerçekliği değiştirmeye çalışanlara karşı
sürekli mücadele ediyorlardı. İnsanlar önceleri Marina Demyanko'yu da tek boyutlu olmakla
suçlayıp kirpilerden biri diyerek aşağılarcasına alay etmiş ve genel olarak
tilkileri destekleme yanılgısına düşmüşlerdi. Oysa tavşanlar gerçeklik bir noktadan
kırıldığında o noktadan içeri sızıyorlardı. "Aslında sen de böyle bir yanlışlığın sonucu buradasın Maria"
diye açıkladı Demyanko.
"O
kapının buraya açılmaması gerekiyordu. Kolyen yanında mı?"
Maria başıyla evetledi.
"Onu kaybetme ne zaman kaybolursan o seni
yeniden buraya getirecektir" Maria onu nasıl takip etmesi gerektiğini öğrenmişti. Marina Demyanko aniden tavşanlar ve
tilkilerin kovalamaca oyununa geri döndü. "Onları bulup yok etmek ya da
uzaklaştırmak ve kırılan gerçekliği onarmak bizim işimiz. Sen de farklı bir
gerçeklikten geliyorsun, bu noktada bir seçim yapmalısın. Şüphelisin ve
karantina altındasın. Şimdi kırıp geçerek geldiğin bu gerçeklikten içeri
sızanlara bir bak." Dizüstünün soluk ekranında silik mavi ışıklar göründü.
"Bu, iki gün öncesine ait bir görüntü. Onları bulamazsak önce insanların
ve coğrafyaların değişim arzularıyla dahası bu arzuyu onlara da aşılayarak
canlarına okuyacaklar ardından zamana ve
giderek tarihe hükmedecekler"
"Peki ama asıl amaçları ne?"
"Hepimizinkinden farklı değil. Var
olmak"
"Ama neden kendi boyutlarında
kalmadılar"
"Biz neden ormanlarda kalmamıştık. Nehir
kıyısında balık avlıyor olmalıydık"
"Ama bu binlerce sene önceydi"
"Bu da zaman kadar eski bir savaş"
Sızanların ilkleri tavşan ruhluydu, o yüzden onlara tavşanlar, tavşanların peşlerinden
gelenlerse tilki ruhlulardı o yüzden onlara da
tilkiler deniyordu. Sonra Marina Demyanko kararını vermiş gibi sakince
"Seni gemi kafalı kadına yollayacağım" dedi. "Seni buna
olabildiğince karıştırmamaya çalışacağım
sadece onları nerede bulabileceğimiz hakkında istihbarat raporları
hazırlayacaksın. Bunlar kirpi koruyucular için bir başlangıç teşkil edecek. Kirpiler senin için de hayati bir öneme sahip Maria. Buradan kendi gerçekliğine
döndüğünde bambaşka boyutlardan bahseden, gerçeklik boyutlarını birbirine karıştıran, iç içe girmiş bir
karmaşadan kendini ayıramayan bir şizofren olma tehlikesi içinde
olduğunu da söylemeliyim. Yeniden eskiden tanıdığın hayata ve
gerçek olduğuna kesinlikle çok inandığın şeye uyum sağlayamama tehlikesi
anlıyor musun?"
Maria başıyla yine onayladı.
"Gemi kafalı kadını nerede bulacağım?"
2. Hafifle
Marina Demyanko'nun işaret ettiği taş
koridorlardaki kemerlerden biri şimdi gezegenler arası seyreden dev bir tatil
gemisinin mutfağına açılıyordu.
Demir kapı o geçtikten sonra arkasından sertçe kapandı.
"Ne oldu" dedi tavanın başındaki yaşlı
adam. Bir fok balığını andırıyordu. Sesi duymuştu
"Ben
geldim" dedi Maria
"Neden?" diye sordu fok balığı tavadan
başını kaldırmadan
"Çünkü kapı açıktı"
diye açıkladı Maria.
Gemi mutfağı gürültülü ve oldukça kalabalık bir yerdi. Fok balığının işaret
ettiği gibi ona yaklaşınca "Neden-sonuç
ilişkisinin zamansal ilişkisine dikkat edilmelidir." diye
fısıldadı. "Neden, zaman olarak önce görünmesine karşın,
amaçlılık söz konusu olduğunda asıl öncelik -sonuç- tur. Bunun için bilgi ya da
farkındalık gerekir. Belirli bir şeyin olması için nedenler ortaya konur. Ancak
bu farkındalığa ya da bilgiye sahip olmayanlar tarafından anlaşılmaz ve şu
şöyle oldu çünkü zaman olarak önce olan şu şey yüzünden -neden- , sonuç olarak
bu gerçekleşti, denilir. Mesela aşçı patateslere bakar ve bunları kızartın der,
bir kısmını da kumpir için ayırır. Patates, neden kızardım ya da kumpir oldum
diye düşünürse ateş, yağ, pişirilme gibi nedenleri bulabilir. Asıl ve öncelikli
sebep ise patates olmasıdır. Daha sonra da aşçının canının kumpir ve kızartma
istemesi gelir ki ateş, yağ ve pişirilme anlaşılacağı gibi üçüncü hatta
dördüncü sıradadır, hatta denilebilir ki bu sadece bir ayrıntıdır."
"Sonuçta" dedi fok balığını andıran adam
"Benim gezegenimde herşeyin büyük silindir siyah bir şapkadan çıktığına
inanılır."
"Şimdi" diye tısladı yeniden. Maria'ya
dönmüştü ilk kez.
"Neden gelmiş olabilirsin?"
"Gemi kafalı kadını arıyorum" dedi
Maria.
"Bu daha mantıklı" diye kafasını
salladı fok.
Söylediğine göre gemi kafalı kadın daima kafasında şapka
biçiminde gür saçlarına tutturulmuş ahşap bir yelkenliyle dolaşıyordu.
İçinde
bulundukları uzay gemisinin üstü şeffaf biçimde kapalıydı ancak taşıyıcı demir kolonları
daha yükseklere uzanıyor, çelik yapılarla birleşiyor ve uzaktan bütün yelkenleri
fora edilmiş, kara yelkenli bir korsan gemisini andırıyordu. Rotasını güneş büyüklüğündeki yıldızların yanından geçerek çizen
bu yıldızlararası uzay gemisinin yelken bölümünde de ışığın enerjisini çeken, dünyaya
dair bir deyişle siyah 'güneş panelleri' vardı. Gemi kafalı kadının
başındaki de aşağı yukarı bu geminin bir benzeriydi. Gerçi bu tip yavaş gezinti gemileri de aşağı yukarı
birbirlerini andırıyorlardı.
Maria mutfağın hareketli karmaşasından çıkıp, koridorunun iki tarafı da yanından geçerken sizinle birlikte hareketlenen kalın çerçeveli
tabloların olduğu holden geçti. Bıçak fırlatan adam çok gerçekçi, sarı başaklarla dolu tarlalarında orak yapan köylüler
etkileyiciydi.
Gemi Kafalı Kadın'ın şapkasındaki geminin ön
tarafında kıyafetiyle uyum sağlayacak biçimde büyük
bir tüy olurdu. Bugün de bir tavus kuşu tüyü vardı ve hayli otantik desenlere
sahip renkli kıyafeti ile bu orta yaşlı oldukça güzel kadının görünümünü tamamlıyordu. Onu görmemek neredeyse imkansızdı.
Maria değişik türlerin birbirleriyle kaynaştığı geminin kalabalık
salonuna girdiğinde hemen onu farkedip yanına gitti. Gemi kafalı kadın siz
misiniz, diye sormanın aptalca olacağı ortadaydı, o yüzden doğrudan konuya girdi. Gemi Kafalı Kadın
yanındaki kararlı çizgilere sahip, müstehcen gülüşlü genç
bir kıza "Maybe more MORE PULP!!! MORE PULP*, ÖLÜLERİN ŞAFAĞI falan."
diyordu.
"Marina Demyanko sizi görmemi istedi" dedi Maria.
"Evet evet Marina" dedi Gemi Kafalı
Kadın. Elindeki vişne rengi, yanına bir limon dilimi asılmış kokteyli
yudumluyordu. Ayaktaydı ve elindeki uzun kadehi yanındaki yüksek masaya bıraktı. Tilkilerin bu gemiyi bir
portal olarak kullandığından şüphe ediyordu. Çok fazla tür ve onlarca bağlantı sağlama olanakları vardı.
Tilkilerin yayılma sevdalarından bahsetti. Her seferinde bir bahane
buluyorlardı. Bu defa da kaçakları
yakalamak için, ki onlara tavşan diyorlardı bütün boyutları
birbirine katmışlardı. Gerçek beyaz tavşanları
da ya avlıyor ya da uzaklaştırıyorlardı. Aslında kapıları açmak için
tilkilerin onlara ihtiyaçları da
olduğundan, aralarında birbirlerinden daimi olarak kopamadıkları tuhaf bir ilişki vardı.
Boyutları ve değişik gerçeklikleri böylece kendi tuhaf oyuncaklarına çevirmişlerdi. Birayı şarapla, viskiyi votkayla
karıştırıyor arada bir limonu tekilayla karıştırıp iyi bir iş çıkardıklarında da altlarına hemen kendi
imzalarını atıyor ve bundan gururlanıyorlardı.
"Post modernizm pek vahşi, evcilleştirilemez"
dedi onları dinleyen yaşlı bir adam tok bir sesle. "Ne alakası var"
dedi kadın. "Onlar zamanın başından beri bunu yapıyorlar." Tilkilerle
tavşanların kovalamacalarının ölümsüz olduğuna
inanıyordu.
Dışardan gelen seslerle bir an için ilgileri dağıldı. Salondaki kalabalık neler
olduğuna bakmak için kapılara yönelmiş, aralarındaki konuşmalar bir uğultu
halinde etrafı sarmıştı. Hareketlilik yakınlarındaydı. Görkemli boynuzları olan büyük bir geyik
servis koridorlarında koşturuyordu. Korkmuş halde etrafı dağıtarak ilerliyor,
insanlar ve diğer türler iki yana kaçışıyorlardı. Maria geyik salona vardığında
yanından geçerken ona sarılmayı denedi ama geyik boynunu
kolaylıkla kurtarıp diğer kapıdan çıkıp
aşağı katlara doğru yoluna devam etti. Orman yolundan, büyük beyaz
tavşanların açtıkları bir tünelden geçmiş olmalıydı. Çatı katındaki yani güvertedeki karanlık yıldızlar manzaralı büyük havuz
dışında bir de aşağıda yapay dalgalı deniz suyu ile doldurulmuş geniş kumsalı
olan bir diğer plaj daha vardı. Sörfçüler tahtalarını alıp buraya gelirlerdi. Maria
geniş bordo halılarla kaplı merdivenlerden aşağı inince bir an geyiği yeniden gözden kaybetti. Büyük beyaz bir
tavşan gördüğünü sandı ama
aniden o da ortadan kaybolmuştu. Koridorun sonuna doğru hızla yürüyüp üstü kavisli ahşap bir kapıyı açtı. Beyaz kıyafetli insanlar seccadelerinin üstünde namaz
kılıyorlardı. Loş bir yerdi. Çıkıp
karşısındaki üstü kavisli başka
bir ahşap kapıyı daha açtı. Bu defa
meditasyon ve yoga yapan başkaları
vardı. Mavi ışığın her tarafa eşit biçimde
yayıldığı serinlik hissi veren sakin bir atmosfer sanki açık kapıdan bir an
etrafa dağıldı. Kapatıp merdivenlerden hızla bir aşağı kata geçti. Burası çok yüksek
tavanlıydı ve dev kolonların arasında içinde yapay güneş ışığıyla canlandırılmış yeşil bitkiler ve ağaçlar göze
çarpıyordu. Arkasından gelen kirpileri
duyabiliyordu. Birbirlerine sesleniyorlardı. Geyik bu yeşil kalın yapraklı ağaçların köşede
kalmış birinin arkasında aniden görünüp aralarındaki
boşluğa yönelince kendiliğinden açılan altı ve üstü boşluklu büyük ahşap
kapıların arasından geçince Maria da
onun peşinden kumsala yöneldi. Burası yapay plajın yoluydu ve boynuzları büyük ve görkemli geyik şimdi sahil boyu ilerleyen kumsal
boyunca kumları etrafa dağıtarak koşarak kaçıyordu. Plaja yapay olarak oluşturulmuş dalgalar
yuvarlanıp devrilirken insanlar ve diğer tuhaf türler sudan çıkıp bu gösterinin bir parçası olmak için birbirlerine yaklaşıyorlar ve neler olduğunun
ayırdına tam varamadan rasgele fotoğraf çekiyorladı. Göğüslerinde kirpi
logolu yeşil siyah tonlarında kamuflaj giysili ve siyah başlıklı askerler göründüklerinde tavşanlar ortadan kaybolmuşlardı. Plaja
dağılan kirpiler geyiği avlayıp mutfağa götürdüler. Şimdi şekil değiştiren tilkileri yakalama
vaktiydi. Tavşanlar genelde onlardan kaçarken bu türden kapılar açıp olmadık yerlerde izlerini kaybettiriyorlardı.
Ama tilkilerden hiçbir iz yoktu.
Akşam yemeği için diğerleriyle birlikte yuvarlak geniş
pencerelerinde uzak bulutsuların parladığı restoranlardan birine girdi. Üstünde hayat
bulunan gezegenlerin -çünkü gezegenlerin yüzeyinde sondaj yapmadıklarından daha sonra göreceğimiz gibi bu çöl görünümlü gezegenlerin bazılarında yeraltı hayatı son
derece canlı bir hareketlilik barındırabiliyordu- yanından geçerken o gezegenleri anımsatan müzikler
çalıyorlardı. Maria sadece hala dünyanın yakınlarındayken arka planda çalan Kitaro'yu tanıyabilmişti. Restoranda ise
akşam yemeğinde tek bir piyanodan oluşan canlı müzik vardı. Fakat siyah beyaz piyanolarından çıkan sesler tuhaftı. Maria merakla yaklaştığında
bu eski piyanonun üstünde çevrilebilen kara yuvarlak ve büyük, hassas dönüşlü bir düğmenin
olduğunu fark etti. Bu döndüğünde tuşların
sesleri bağlandıkları ana notalardan kurtuluyor ve sesler birbirlerine
yaklaşıyorlardı. Tamamen çevrildiğinde
ise neredeyse tek bir notanın sesi, aralarında sadece ton farklarıyla yirmiden
fazla tuşa yayılıyordu. Birbirlerine yakın seslerle şimdi bu dinlediği yavaş,
sakin ve tuhaf müzik dinginlik ve huşu vericiydi.
Manzaraya baktı. Bulutsuların süpernova olarak ölen yıldızların açığa çıkardığı
çok renkli
gaz ve tozlar tarafından meydana gelen desenleri olağanüstüydü. Ondan ayrıldıktan kısa bir süre sonra ağır depresyonunu kendisi gibi ilaçlarla atlatmayı başaramamış eski sevgilisi aklına
geldi. Hastaneye götürüldüğü ve üç
defa elektro şok aldığını öğrenmişti.
Yeni yıldızların milyon yıllık doğum yerlerinde de şimdi pencerelerden
yansıyana benzer çok renkli bulutsuların göründüklerini okuduğunu hatırladı. Dışarı çıktı. Onunla ayrılana dek onu hayatta aşağı çekenin tam olarak hiçbir zaman böyle ifade etmese de o olduğuna inanıyordu. Ama
ayrıldıktan sonra çalıştığı şirketleri de defalarca değiştirmesine
rağmen tepesinde toplanmış kara bulutların dağılmadığını fark etmişti.
Defalarca o gün evden çıkmayı
hiç istemediği için gözlerinde
yaşlarla ağlayarak işe gittiğini anımsıyordu. Kötü giden bir şey
yoktu. Amacının ne olduğunu bilmiyordu. Varmak istediği belirgin hiçbiryer yok gibiydi. Yine de bir sokak köpeği vardı. Sabahları onunla birlikte servis bekliyordu
ve döndüğünde zaman zaman onu uzanmış ve patisini
kaldırımdan aşağı sarkıtmış halde, her
daim kapalı kepenkleriyle karanlık bir iş yerinin önünde
buluyordu. Güvertenin şeffaf tavanından ve geminin kara
yelkenlerinin arasından korkutucu büyüklükteki
bitimsiz, karanlık ama yıldızlarla dolu gökyüzüne baktı. Kendini kaybolmuş gibi hissediyordu
şimdi. Geri dönebileceğinden emin değildi. Marina'nın güven verici olağanüstü varlığının ve
kara kara bakan derin ve buğulu gözlerinin yanında olmayı istedi. Tilkilerden hiç bir iz yoktu. Mutfağın yuvarlağımsı demir
kapısının önüne yürüdü. Kolyesi avucunun içindeydi. Hatırladığı ıslığı çaldı ve yeniden çaldı. Melodiyi çok iyi anımsıyordu çünkü bildiği eski
bir şarkıya benziyordu.
I don't want to set the world on fire
I just want to start
A flame in your heart*
Kolyedeki taşta dolaşan pastel tonlarda belirmiş
ışık, kalabalık gemi mutfağının demir kapısının boşluğuna atlayarak orada da göründüğünde yavaşça içinden geçti. Sayısız kemerlerle dolu taş koridora geri dönmüştü.
Koridorun iki yanında sayısızca uzanan kemerlerin
birinden çıktığında gözleri ilk olarak Marinayı aradı ama sadece
yuvarlak desenlerle ve ince bir işçilikle
oyulmuş ahşap masanın üzerinde bir
not buldu.
Sunday morning
Sun shining from your eyes
Sleepy face
Smiling into mine *
dipnotlar
*PULP genellikle ucuz edebiyat için kullanılan bir terimdir. "Daha fazla
Pulp" diyor Gemi Kafalı Kadın.
* Dünyayı ateşe
vermek istemiyorum / Tek istediğim kalbini tutuşturabilecek bir alev
yaratabilmek
* "Pazar sabahları / Güneş gözlerinde
parlıyor/Uykulu bir yüz/Bana gülümsüyor"
3. Dünyanın Sonu
Maria kelimeleri beyaz laptoptun başına geçip -deri koltuk çok rahattı- aratınca bunun bir şarkı olduğunu ve
şarkıyı Julie London'un söylediğini gördü.
Sunday morning
Lots of time with nothing to do
Lots of time to spend with you
On Sunday morning*
Marina Demyanko'nun açık bıraktığı sayfaya baktı. Görünen o ki
buradaki kemerli boşlukların birinden vampirler, kurt adamlar ve cadılarla dolu
bir ortaçağ zamanına geçit açmıştı.
Maria onun geri dönemeyeceğini çünkü oluşturduğu
geçit eğer kapanırsa orada yeniden yaratabileceği
laptopu aceleyle yanına almadığını düşündü. Ama
Maria'nın onu takip edeceğini tahmin ediyordu.
Maria açık
geçitten karanlık
ormana adım attı. Burası yüksek ve çiseleyen yağmurdan koruyucu dallara sahip, ağaçlarla çevrili
loş bir yerdi. Yeniden geldiğinde kolayca bulabilmek için parçaladığı
kuru dallarla etrafı işaretledi. Gökten
sızan ışıklarla yarı karanlık orman lacivert ve pusluydu. Ormanın içine baktığında bataklığı andıran bir genişliğin üstünün gökten kopmuş
gri bulutları andıran bir sisle kaplı olduğunu gördü. Marina'yı biraz uzakta ormanın çıkışındaki açıklıkta ateş yakmış halde buldu. Yanında bir ayı
vardı. Onu takip eden evcil bir ayı olduğunu anlattı. Yemesi için ateşin üstünden biraz
daha et koparıp fırlattı. Ayı eti alıp çiğneyerek ve kafasını sallayarak durumdan
hoşnutluğunu gösterdi. Gitmiyordu. Marina ona bakarken
"Tilkileri bulabilmek için izlediğim,
olağanüstü bir şeyler
bulma umuduyla göz gezdirdiğim yerlerden birinde bir ses izine
rastladım" dedi. "Sezgisel olarak takip ettim. Eski bir radyo üzerinden canlı yayın yapılan bir kulüp binasına varıyordu." Sonra kesilmeler ve
boşluklar başlamış, ses bir geçitten geçip bir başkasında kaybolmuştu. Aceleyle onun
peşinden şu an bulundukları yere gelmişti. Tepenin üstünden vadiye
bakarken ileride taş binaların çevresinde bir hareketlilik gördüler. Hava hala
alacakaranlıktı ve yağmur çiseliyordu.
Marina geldiğinde kurt adamlarla karşılaşmış, kurtlar kendi klanlarının
bulunduğu sivri kuleleriyle büyük taş evi işaret etmişti. Ateş
yakacaklarını, bunun ortalığın güvende olduğunu ve gelebileceğini anlatan bir
işaret olacağını söylemişlerdi. "Ben de koridordayken senin
geldikten sonra yaptığın gibi seste duyduklarımı arattım. Julia London'ı
backstage'ten yani sahne arkasından kaçırdıklarını
anladım. Bu çok tuhaf çünkü o
siyah-beyazdaydı." Demyanko, Maria'ya dikkatle ve hayretle baktı
"Yani orası kirpilerin evi gibidir." dedi. "Herşey siyah ve
beyazdır, film noir kadınlarının, gangsterlerin ve eski gece kulüplerinin dünyasıdır." Sonra ateşi karıştırarak
"Kurtadamlarla vampirler arasındaki ölümsüz savaşı bilirsin" dedi büsbütün yeni bir hikayeye geçtiğini belli eden farklı bir ses tonuyla. Bir
defasında onları tanımıştı. Vampirlerin telkin yeteneklerini kullanarak, gördükleri tüm tuhaflıkları insanlara unutturduklarını
boyutların arasındaki bağları koparabildiklerini o yüzden birlikte ilerlediklerini anlattı. Bu noktada
kirpi koruyuculardan pek bir farkları yoktu.
"Ancak bu defa" dedi Demyanko kesin bir sesle. "Karşı
taraftalar" Vadinin aşağısındaki hareketlilikte göremedikleri şey vampirler arasında itaatsiz,
otoriteye boyun eğmeyen disiplinsiz küçük
bir grubun kendi bağımsız kararlarıyla klanın taş evine saldırıyor
olduklarıydı. Cadılardan ikisi dar surların üstünde asalarıyla
onlara geri saldırıyor, asaların ucundan çıkan ışık toplarına benzeyen halkalar vampirlere çarptığında uzaktan yıldırımı andıran karmaşık
şimşek çizgileri çıkartıyorlardı. Vampirler de hızlı hareket etme
ve esneklik gibi olağanüstü yetenekleriyle tek sıçrayışta duvarlara tırmanıyor ve kurtlara
saldırıyorlardı. Bir süre sonra
cadılar ve kurtlar bağımsız vampirleri geri püskürtmeyi
başardıktan sonra taş duvarlarla çevrili bahçede bir ateş yakıldığını gördüler. Bu
Marina'nın beklediği işaretti.
Ayağa kalkarak "Hadi gidiyoruz" dedi
kararlılıkla aniden. Kurtların, evcil ve
koruyucu olduğunu anlattıkları büyük ayı da onları takip ediyordu. Vadi aşağıda
yemyeşil çayırların ötesinde ufuktaki karaltılara dek uzanıyordu.
Alacakaranlık gökyüzü giderek kararıyor, serin yağmur hızını
artırıyordu.
Taş evin kapısına sırılsıklam ve üşümüş halde vardılar. Ahşap büyük kapının
kanatları iki yana gıcırtılar çıkartarak açıldı. Koridorlar ve salonlardan geçtiler ve kısa süre sonra üstlerindeki battaniyelerin arasından kuru
elbiselerle zemin katta biraz önce yakılmış
bir ocağa bakıyorlardı. Ayı üstündeki ıslaklığı etrafa silkinerek attıktan sonra
kalabalıktan uzak bir yere devrilmişti. Kurtlardan biri "Bunu daha önce de yapmışlardı" dedi. Elindeki kılıcı
yavaşça bileyleyerek "Savaşları önlemenin bir yolu olarak o zamanlar sorunların
başka türlü çözüldükleri boyutlara gönderiyorlardı." diye anlattı. "Tilkiler
de efsane bir amerikan futbolu koçunu ve iki
yıldız oyuncuyu kaçırıp kendi taraflarından oyuna girmeye
zorlamışlardı. Koç bir sezon başlarında durmuş maçlar sürüp gitmişti. Anlamsızca seyrediyorduk. Neden sonra
yeniden adeta yeni bir şeymiş gibi savaşmaktan başka hiçbir çıkar
yol olmadığını anladıklarında onları yeniden savaşarak geri aldılar. Bir daha
da böyle 'barışçıl' şeylere kalkışılmayacağını, buna
bulaşmayacaklarını sanmıştık ama gerçekliğin
etki alanını yayma konusunda tuhaf bir yarışa giriştiler. Son olay kesinlikle
bunun bir parçası"
"Değil" dedi ihtiyar bir tanesi.
Sakallarını karıştırdı. Yaşlı bir kurttu. Ocağın kızıl alevlerinin ışığı yüzünde gezinecek
kadar yaklaşmıştı. Işık ayakta duran ihtiyara vurdukça yerde sert gölgeler yapıyordu. Dışarıdan gelen yağmurun sesi yumuşamıştı.
Sular mazgallardan akıp dar aralıklardan geçip kendi yolunu izleyerek yüksek tavanlı geniş mekanın sonundaki taş bir
havuza dökülüyordu. "Zamanlamaya bak. Vampirleri
neredeyse tamamen çevirdiklerinde oluyor bu. Bizim dünyamızla onlarınki arasında bir köprü bir geçit oluşturmak için zayıf, çok zayıf bir bağlantı onunla kendiliğinden güçlenene dek Julie'yi burada tutacaklardır."
Marina başını salladı "Sonrası muhtemelen bildiğimiz anlamdaki dünyanın sonunu getirebilir. Çünkü vampirleri,
kirpilerin kalbine sokmayı başarmayı planlıyor olmalılar. Vampirler
siyah-beyazı ele geçirdiklerinde kirpilerin ana kaleleri düşecektir."
"Bu şimdi oluşturdukları zayıf bağlantı
boyutlararası geçiti oluşturacak kadar güçlenmeden müdahale etmeliyiz." dedi Maria heyecanla bir
an yerinde duramayarak. Konuşmalara hiç müdahale etmiyordu, yeni olduğunu biliyordu. "Kirpileri beklersek geç kalabiliriz." dedi yine de.
"Ne kadar zamana ihtiyacı olduklarını
bilmiyoruz"
"Muhtemelen onlarda bilmiyorlardır"
dedi yaşlı kurt. Yağmur yeniden fırtınaya dönmüştü. Gök gürlemeleri taş evi bir an salladı. Sarsıldıklarını
hissettiler. Ayı bir an yerinden doğrulup ateşin yanına yaklaşıp yeniden
devrilip yattı.
Uyumak için
vakit yoktu. Julie ufukta bir karaltı olarak görünen
vampirlerin kalelerinden birinde tutuluyordu. Kurtlar atlarına atlayıp yağmur
altında kasabaya bütün adamları
kaldırmak için indiler. Sabaha karşı saldıracaklardı.
Maria, Demyanko ile birlikte onlarla işbirliği içindeki papazın bulunduğu kiliseye yürüdüler. Ahşap kazıkları sivriltiyor ve daha küçük bir parça daha ekleyerek onları birer haça çeviriyorlardı.
Bunları vampirlerin kalplerine denk getirebilmek çok zordu ama darbenin tek ölümcül yolu buydu. Gelen adamlardan birinde yakın
mesafeden ahşap kazık fırlatan bir arbalet vardı. Arbelet için hazırladığımız kazıkların üstüne, etrafta
kahverengi kapşonuyla bedenini tamamen örten tek parça bir kıyafetle dolaşan papaz dua ederek kutsal
su döküyordu. Dışarda
okçulardan korunmak için başlarının üstüne kapatıp
ahşap kapılara koç başı vuracakları dev ahşap kalkanın üstüne branda
geriliyor ve açıklıkları acele içinde yamanıyordu.
Gece karanlığında kalabalık bir kafile olarak
yola çıktılar. Savaşın yeniden bir kadın yüzünden
alevlendiği konuşuluyordu. Uzaklardan kargaların nefret dolu uğursuz
gaklamaları duyuluyor ancak yıldırımların ışığında birbirlerini bir
anlığına görebiliyorlardı.
Sabahın serinliği yaklaşırken surları görmüşlerdi.
Yağmurun altında onlarca adam yürüyüşlerini
hızlandırarak kaleye yaklaştılar. Gelen ilk ok dalgasında büyük ahşap
iskeletli brandanın altında kalmayanlar da kalkanlarını göğe kaldırdılar. Koşmaya başlamışlardı. İki yanına
geçtikleri koçbaşı kalenin kapısına gürültüyle çarpana
dek iki defa daha okların salvosunun altında kalmışlardı. Ancak çıkan sert rüzgar okların yönlerini değiştiriyor ve atışlarını
etkisizleştiriyordu. Kapı çatırdamaya
başladığında vampirler duvarlardan atlayarak gelip hızlı bir katliama
giriştiler. Başa çıkabileceklerinden çok daha fazla kan dökülüyordu. Haçlar işe yaramamıştı çünkü vampirler çok hızlılardı ve hareketlerini takip etmek bile güçtü. Sadece
arbeletler işe yarıyor, yaralananlar taş kalelerine geri dönüyorlardı. Bu
arada durmayan koç başının ileri ve geri gidişleri çarpa çarpa
gürültüyle ahşap kapıyı kırmıştı. İçeri girdiler. Koç başını tutanlar da kılıçlarını çıkarmışlardı.
Gölgelerin arasından sürekli yeni vampirler çıkıyordu. Bu saldırıya hazırlıklı gibiydiler.
Kılıç kılıca çarpışırken
"Sadece kadını verin gidelim" diye bağıran adamlar "Gelin alın
bakalım" diye yanıtlanıyorlardı. Yağmur sabahın gri aydınlığında perde
perde gökten dökülüyor ve savaşan
adamlara rüzgarla sert dalgalar gibi çarpıyordu. Maria ve Marina ellerinde hafif süvari kılıçlarıyla içeri yeni girmişlerdi. Arkalarından gelen ayının kükremesini duydular. Maria'ya saldıran dişi bir vampirle boğuşmaya
başlamıştı. Adamlardan biri boğuşmalarını fırsat bilerek ahşap haçın kazıklı tarafını vampirin kalbine sokarak onu
yere devirdi. Açık ağzını bir an için göğe
çeviren ayı yürümeye devam
edip kalabalıkta pençe vuruşlarıyla daha fazla ilerleyerek onlara
avludan çıkışın yolunu açtı. Alevlenen çarpışmanın şiddetli bir anında ayının birden
fazla kılıç darbesiyle yere düştüğünü gördüler. Ölmeden önce
sayıklar gibi kükrüyordu. Giriş
holüne girdiklerinde geri kalan vampirler de arka
taraftan atlarına binmiş uzaklaşıyorlardı. Kurtlar ve savaşçıları kılıçlarını kınlarına soktular. Çok kan dökülmüştü ama vampirleri şimdi atlarla peşlerine düşüp kovalamaktan
daha acil bir işleri vardı. Julie London taş
kale evin aşağı katında
tutuluyordu. Savaş başladığında ellerinden kurtulmuş, bulabildiği en derin hücrelerden birine yanına demir anahtarını da
alarak girmiş ve kendisini oraya kilitlemişti. Onu bulduklarında "Fazla
zamanımız yok" dedi yaşlı kurt. "Geri dönmelisiniz" Geldikleri toprak yolu
yavaşlayan yağmurda bu defa göğün gri aydınlığında geri yürümeye
başladılar. "Sadece vampirler değil, cadıların bir kısmı da onlarla
birlikte çalışıyordu" dedi Julie London."Kara büyülerle
uğraşıyorlar ve yeni bir şeyler deniyorlardı. Islak toprak şimdi her noktada çamura dönmüştü. Bata çıka dengelerini zaman zaman kaybederek
ilerliyorlardı "Muhtemelen şekil değiştiren tilki kafalı güruhtan
birkaç kişi de beni gece kulübünde
izleyenlerin arasındaydı. Onları asıl oldukları takım elbiseli tilki kafalı
halleriyle görebilmek neredeyse imkansız" Ormanda geçitin bulunduğu yeri aradılar. İşaretlediği yer
fırtınada dağılmıştı. Maria kolyesini çıkardı
ve ıslığını çaldı ve sonra yeniden çalarken ışık geçite atladı ve geçit dalgalanmaya başladı. İçinden geçip
gittiler. Koridoru hızla geçip masasının
başına geçen Marina "*öt herifler" dedi. Laptopun köşesinde kirpilerin nöbetçi acil müdahale birliğinden bir mesaj vardı. "Acil
durumla kastımızın ne olduğunu soruyorlar" dedi Marina Demyanko. Önce sinirli bir şekilde güldü. Sonra küfür ederek
mesajı kapattı. "Şimdilik gidelim" dedi Demyanko. Daha sonra onları
askeri mahkemeye verecekti.
Kulübe
girdiklerinde henüz açılışa uzun
saatler olduğundan içerisi tamamen boştu ve elbette herşey siyah
beyazdı. Maria gözleri alıştıktan sonra Marina'ya dönüp "Güzel görünüyorsun"
dedi. Julie London "Ben sahnedeyken biri kuliste aynaları sırlamış olmalı.
Bir tür büyü. Çünkü sahnede bir tuhaflık olduğunu sezmeme karşın içeri gidene kadar hiçbirşey olmadı. Sonra baktığım etrafı yanan küçük ampullerle çevrili aynanın içinden çöl
ortasında garip kum renginde bir tapınağa çekildim. Her yer boş ve ıssızdı. Ama başka bir
ayna daha vardı orada. Bu aynanın sırrını oradaki uzak çadırındaki bir çöl bedevisinden aldıklarını öğrendim. Daha sonra başka bir aynanın içinden vampirlerin ve cadıların arasına
çekildim."
"Senin titreşimini yeniden yakaladığım yer
orasıydı." dedi Marina. "Sanırım izlerini kaybettirmeyi
denemişler"
Julie aynada saçlarına bakıp eliyle yoklayarak fırçayla düzelttikten
sonra kulisteki siyah pirinç çevirmeli telefonun ağır ahizesini kaldırıp birkaç numara çevirdi
arka arkaya. Her çevrimden sonra ahizenin kıvrımlı uzun bir
kordonla bağlı olduğu pirinç gövdenin yuvarlak halkası dönerek bir tıkırtıyla eski bulunduğu yere
geliyordu.
"Şehre geri döndüm
sevgilim" dedi Julie London. Bir taraftan ruj sürüyordu.
"Misafirlerimiz var"
Why does the sun go on shining?
Why does the sea rush to shore?
Don't they know it's the end of the world?
'Cause you don't love me any more
Why do the birds go on singing?
Why do the stars glow above?
Don't they know it's the end of the world?
It ended when I lost your love*
dipnotlar:
* "Pazar sabahı / Çok fazla zaman hiçbirşey yapmamaya / Çok fazla zaman seninle harcamaya/ Pazar
sabahında" Julie London. Sunday Morning.
*"Neden güneş hala parlıyor? / Neden denizler sahile
ulaşıyor? / Bunun dünyanın sonu olduğunu bilmiyorlar mı? / Çünkü sen beni daha
fazla sevmeyeceksin / Neden kuşlar hala şarkı söylüyor? / Neden
yıldızlar parıldıyorlar yukarda? / Bunun dünyanın sonu olduğunu bilmiyorlar mı? / Bu senin
sevgini kaybettiğimde sona ermişti." Julie London. End of the World.
4. Demir Lokomotif
Horlayan ve köh köh sesler çıkartan yuvarlak hatlı eski arabalar yolları
kaplamıştı. Önlerine kırıp sağa çeken kapısı ters yöne açılan
bir Ford modeli bu sokaklar için bile yaşlı
sayılırdı. Yol boyu önlerinde
uzun zaman kasasındaki çocukları ve köpekleriyle yavaşça süren geniş bir
pikap ilerliyordu. Julie'nin evinin girişinde de karşılıklı iki köpek heykeli vardı. İçeridekilere selam verip yukarı çıktıklarında, odasında camekan içinde tuttuğu hafif ve ince tacını gösterdi. Aynısından Lana Del Rey' ye de
yaptırmıştı.
Maria
hayretle baktı Julie London'a.
"Amerika'daki evine gönderdim. Ama ulaştı mı bilmiyorum"
Artık üretilmeyen
küçük beyaz laptopu ahşap makyaj masasına açan Demyanko bir süre sonra "Hayır" dedi.
"Ulaşmamış" Düşünceli bir şekilde laptopunu kapattı. "Tilki
kafalı takım elbiselilerin eline geçmiş
olmalı"
"Onlar da bana ulaşmak için tacı kullandılar" diye tamamladı London.
"Değişik boyutlar arasındaki kapıları ve geçitleri zorlamak sadece tilkilerin işine
yarar" dedi Marina Demyanko.
Akşam yemeğinden sonra tuhaf bir tiyatro oyununa
gidebilmek için yeniden kararan havada parlayan sokak
lambalarının aydınlattığı dar sokaklarda ve geniş kalabalık caddelerde sürdüler. Üçü de kıyafetlerine uygun şapkalar takmışlardı. Çok şık görünüyorlardı.
Vardıklarında "PEKİ AMA BİR LOKOMOTİFİ NEREYE SAKLAYABİLİRSİN?"
başlamak üzereydi. Tiyatronun girişindeki afişinde sadece
eski model yaşlı bir tren vardı. Oyunda uzaylılar dünyayı ele geçiriyor ve insanları intikam almaya kararlı
oldukları eski buharlı bir lokomotifi bulmaya zorluyorlardı. Dünyada yağmalar başlıyor, hükümetler
devriliyordu. Biz seyirciler herşeyi içinde
bir televizyon ve kanepenin olduğu bir apartman katından takip ediyorduk.
Sonunda yaşlı lokomotif bir fabrikanın dev deposunda bulunuyor, parçalanıyor ve demir eritme atölyesine gönderiliyordu. Uzaylılar tatmin olmuş şekilde
ayrılıyor, üstümüzde ışıklar dolaşıyordu. Ve son. "Hayatımda
bundan daha kötü bir oyun
seyretmemiştim." dedi Maria. Ayakta alkışlanıyorlardı. Tam bir
dalavereydi.
Julie London tilkilerin izlerini kaybettirmek için kullandıkları çöldeki tapınağa yeniden gitmenin bir yolunu
bulmuştu. Bunun için önce pastel
tonlardaki renkli döneme geçmeleri
gerekiyordu. Bir uçakla oraya hızlıca gidebilirlerdi ama geçiş çok ani ve
sarsıcı oluyordu. Eski bir trenle yola çıkacaklardı.
İki ahşap yuvarlak bavulla önü çizgili şekilde
boyanmış ahşap tabelaları ve içinde yuvarlak
bir bankın bulunduğu bekleme salonuyla küçük istasyonlarından binip kompartımanlarına yürüdüklerinde vakit öğleden sonraydı. Siyah beyazın yaşlı treni yavaşça dışarıda siyah beyaz manzaraları geride
bırakıyordu. Maria kompartımandaki tek pencereyi aşağı çekerek açtı.
Sıcak bir rüzgar içeri
doldu. Trenin yeknesak takırtıları bir ritm duygusu veriyordu. Çantaları orada bırakıp restoran vagonuna geçtiler. Beyaz fincanlarda küçük masada karşılıklı çay içiyorlardı.
Vagonların sallantısı huzur vericiydi. Herhangi bir şeyin neden varolduğunu düşündü Maria. Bilmek ve anlamak istediğinden de emin
değildi. Sonra ağaçların sakladığı balkonları ve pervazları çiçeklerle dolu
evlerin devam ettiği manzaraya baktı. Julie kompartmanlarına döndüklerinde
elindeki kitaptan başını bir an kaldırıp
yukarıdaki kuşette yattığı yerden aşağıda ilerleyen ağaçlıklı pastel tonlardaki yeşil manzaraya baktı.
Demir canavar gürültüyle ve hızla ilerliyordu ama hala onlar siyah
beyazlardı. Renklenmemişlerdi. Koridorlardan geçip lokomotife ilerlediler. Koltuklarındaki çoğu yolcu da durumun tuhaflığını fark etmeye
başlamıştı. Olan biten herşeyi tamamen normal olarak karşılayan sadece küçük çocuklardı.
Başka ve daha belirgin bir gerçekliğe henüz alışmadıkları için gerçekliğin bu halini tereddütsüz ve olduğu
gibi kabul ediyorlardı. Trenin sesi en çok vagon geçişlerinde demir bağlantıların yapıldığı
yerlerdeki hareketli zeminde tehlikeli biçimde yükseliyordu.
Bu geçişlerde ayakta durmak güçtü, iki yana
tutunarak ilerliyorlardı. Lokomotif
vagonuna girdiklerinde burada hiç kimsenin
olmadığını gördüler. Tren
anlaşılacağı gibi tamamen kendi kendine gidiyordu. Önlerinde ileri doğru uzanan demir raylara
baktılar.
Tren istasyondan kalktığında şekil değiştiren
tilkiler de trendelerdi. Yolun bir yerinde lokomotife girmiş ve kontrolü almaya uğraşmışlardı. Şekil değiştirdikleri
zaman ayrıca bir güç sarfettiklerinden mücadele etmeye ve dövüşmeye
başladıklarında kendiliklerinden asıl hallerine geri dönüyorlardı.
Lokomotifte tilki izleri arıyorlardı ama bulamadılar. Geçtikleri son vagon aralığında dış kapının dışarı doğru açık olduğunu ve kendilerinin kapattığını anımsattı
Demyanko. Geri dönüp yanlarından
geçtikleri kompartmanlara bakınca iki ölü adam buldular. Biri kondoktördü ve diğeri de
resmi üniformalı bir görevliydi. Silahla vurulmuşlardı. Kalanların
burada çarpışırken onlarla birlikte açık kapılardan dışarı yuvarlandıklarını tahmin
edebiliyordu. Tilkiler belirli ıssız bir noktada treni durdurmak ve daha önce denedikleri şeyi bu defa daha kalabalık bir
toplulukla yeniden yapmayı planlamışlar ancak trendekiler beklediklerinden daha
fazla direnç göstermişlerdi.
Yolcuların büyük kısmını kaçırıp bağlantılarını güçlendirmek istedikleri başka bir boyuta
taşıyacaklardı. Ölü adamların
birinin üzerinden anahtarları alıp lokomotifin ön kısmında kapalı bir kutuyu açan Julie ortaya çıkan açıklıkta
belirgin biçimde duran yuvarlak siyah düğmeyi yavaşça çevirerek siyah
beyaz eski treni de yanlarından geçtikleri
pastel tonlarla uyum içine getirdi
yavaşça. Renklerle birlikte hisleri de titreşimlerle
değişiyor ve eski ilk renkli filmlerin umutlu havasına yaklaşıyorlardı. Orada
olduğunun farkında olmadıkları karamsarlık onları terk ederken hissettikleri
hafiflemeyle derin ve kesinlikle yanıltıcı bir nefes almışlardı. Çünkü değişen hiçbirşey yoktu.
Treni durdurabilmek için vagonların içindeki kolları aşağı çekince sadece lokomotif kısmında ön panelinde kırmızı bir düğmenin yanıp söndüğünü bunun bir işe
yaramadığını gördüler. Marina
kendi kompartmanlarına geri döndüklerinde laptopunu dizlerinin üstüne açmıştı. Trende vagonların arasında açabileceği ve yolcuları tahliye edebilecekleri
uygun bir geçit yoktu. Ancak Marina bir saat kadar sonra
normalde durup önlerinden geçmesini beklemeleri gereken başka bir trenle çarpışacaklarını öğrenmişti.
Tren hızla yoluna devam ediyor, çelik köprülerden ve yaklaştıklarında uyarı çanları çalan
kasabalardan, asfalt araba yollarıyla demir yolunun kesiştiği şehirlerden geçiyor, yanlarında devam eden nehire paralel olarak
uzanan demir yolu Maria'ya teknik rota ile doğal yolun birbiriyle yan yana ilerlerken sağladıkları uyumu nasıl sürdürebileceklerini
düşündürüyordu. Treni
durdurmak için en fazla bir saatleri vardı.
Haber trenin içinde hızla yayılmıştı. Orta yaşlı şişmanca bir
adam elinde baltasıyla gelip lokomotifin elektrik düzeninin geçtiği, anahtarla daha önce kapakları açılmış olan dolaba saldırdı. Elektrik kaynağıyla
bağlantılarını kesebilirlerse tren duracaktı. Çocukları ve eşi aynı trendeydi ve kendini feda
etmeye karar vermiş, kömür olacağını bile bile hırsla ve defalarca önündeki
kabloları saklayan çelik levhalara vuruyordu. Sonunda bu şişman koca
adamı birkaç kişi yaptığı işten geri çekip, kendileri bu defa pense ve demir makasıyla
açıkta olan kabloları rasgele kesmeye başladılar.
Kısa bir süre sonra trenin iç ışıkları gitti. Ana güç kaynağı daha derindeydi. Ulaşmak imkansız görünüyordu.
Genel fikir lokomotifle diğer vagonların
arasındaki bağlantıyı kesmeleri gerektiği yönündeydi. Ama önce olası bir çarpışmada kayıpları azaltmak için yolcuların arka vagonlara doğru tahliye
edilmeleri gerekiyordu. Burada ölüm başka başka bilmedikleri boyutlara iradesizce
savrulmaları anlamına geliyordu ki hiç
kimsenin istediği bu değildi. Birkaç gönüllü tahliyeyi sağlayabilmek için trende geriye doğru yürümeye başladı.
Geri kalanlar ellerinde balta ile öylece
durmuş vagon aralığında birbirinin üstünde oynayan zemine bakıyorlardı. Hareketli
zeminin demir çelik konstrüksüyonları çok güçlüydü. Yararsızca
dışarıdan birbirlerine bağlandığını düşündükleri kesişim
yerlerine defalarca vuruyorlardı. Hiçbir
değişiklik hissedilmiyordu. Burayı açabilseler
dahi daha sonra vagonların dış bağlantılarını nasıl kesecekleri hakkında ise hiçbir fikirleri yoktu. Lokomotif aralığının yüksek takırtısını
terkedip trenin içinde geri,
diğer vagonlara doğru yürümeye başlamışlardı. Bir kaç kişi dışında içeride hiç telaş yoktu. İnsanlar kendi hallerinde durumu
kabullenmiş gibi aralarından bazıları dönüşlerin birinde
suya atlamanın uygun bir yol olup olmayacağını tartışıyorlardı.
Kompartımana döndüklerinde Maria
"Şampanya içmeliyiz" dedi. Çölde çay
filmini hatırlayan Julie güldü. Filmdeki kadın "Bu sihir bir treni bile
durdurabilir" diye fikir yürütüyordu şu an içinde bulunduklarına benzeyen eski bir tren
kompartımanda.
"Pekala ev sahibine götürdüğümüz şarapları açabiliriz" dedi Julie ahşap yuvarlak
bavullarını karıştırırken. Maria ellerini çırparak kesinlikle bunu uygun bulmadığı ve
alışkın olmadığını belli eden Marina'ya sarıldı. Akşamın alaca ışıkları
manzarayı değiştirirken restoran vagonundan getirdikleri kadehlerle beyaz şarap
içiyorlardı."İstasyonlardan geçerken durumumuzun yazılı olduğu kağıtları aşağıda
durmamızı bekleyenlere atalım" dedi. "Onlar ana hattın enerjisini
kesebilirlerse treni durdurabiliriz." Bu fikirle koridorlarda ilerleyip
kağıtları hazırlarken birkaç istasyon daha
geçmişlerdi. Hazır olduklarında kağıtların hepsini
pencerelerden peron hattı uzun bir istasyondan geçerken fırlatıp rüzgarda savrulmalarını seyrettiler.
"TRENİ DURDURAMIYORUZ"
Kafasını pencereden içeri soktu tekrar. Birşeyler olmasını beklerken
umutları kırılmıştı. "Dikkate alacaklarını sanmıyorum" dedi Demyanko.
En çok yarım saatleri kaldığını hatırlattı. Trende
bir ölü daha
bulunmuştu. Kompartımanların birinde üstteki
kuşetler yatak olacak biçimde çekilmiş ve kirpilerden biri yüzü içeri vagona bakacak şekilde yatırılmıştı. Siyah
beyaz da tilkilerin karıştığı olaylar arttığından beri kalabalık yerlerde bir
ya da iki kirpi silahlı olarak dolaşmaya başlamıştı. Tilkiler vagonların içinden ilerlerken ilk önce trendeki kirpiyi bulup ortadan kaldırmış bu
da lokomotiftekilere zaman kazandırmış, treni durdurabilecekleri pedalları ve
lokomotifi kontrol eden paneli etkisizleştirmiş, telsize davrandıklarında ise
tilkilerle boğuşmaya başlamışlardı. Tilkilerin de lokomotifte üstünlüğü
sağladıklarında ilk olarak işlevsizleştirdikleri telsiz olmuştu. Ancak
adamlardan biri tilkilerden birinin doğrulttuğu silahın üstüne yürümüş ona çarpmış
ve tilkileri bir an için saf dışı
bırakmaya çalışmıştı. Sonunda ikisini de kendileriyle
birlikte aşağı sürüklemeyi
başarmışlardı.
Marina "Tehlikeli bir şey deneyeceğim"
dedi. Eğer oluşan tuhaflığı farkedip onbeş dakikaya kadar elektriği ana
şalterden kesmezlerse, haritada takip ettiği girecekleri ilk uzun tüneli otobanın çıkışına bağlayarak bir geçit oluşturacaktı. Tren otobandan çıkarak asfaltta ilerleyecek, belki bazı
arabalara, tırlara da çarpacak ancak
hızı azaldığından daha yavaş devrilecek ve duracaktı. Olası bir çarpışmadan daha az tehlikeli görünüyordu.
Tren ilerledikçe açık
pencerelerinden gelen hava koridoru tazeliyor, hareketlenmiş yolcular birbirleriyle
gerginlikten uzak bir çeşit kader
birliği etmiş olanlara özgü kabulleniş dolu bir havada sakince
konuşuyorlardı. Marina nihayet laptopunun başında hazırlanmış geçiti açmak
için geri sayıyordu fakat tren tünele girerken birdenbire hızı kesildi ve yavaşlayıp
durdu. Yolcular eşyalarını almadan hızla aşağı iniyor ve etrafa bakıyorlardı.
Enerji kesilmişti. Çok geçmeden
otobüsler geldi. Kapısına hücum eden yolcuların ilk kısmını alıp gara götürmek üzere yola çıktı. Yenilerinin gelmesini bekliyorlardı.
"Otoyola çıkalım" dedi Julie. Otostop çekmek üç güzel kadın için çok zor
değildi. Duran ilk arabanın sahibi olan adam aynadan Marina'ya bakarak
"Beni öldürmezsin değil
mi" diye sordu. "Tehlikeli birine benziyorsun" Marina gülümsedi. Şehire
girdiklerinde buldukları ilk telefon kulübesinde arabadan indiler. Gidecekleri evin sahibi
olan yaşlı kadın olanları radyodan duymuştu ve onları arabayla gelip caddenin köşesinden aldı.
O akşam ellerini yuvarlak bir masada birleştirmiş,
yaşlı kadının söylediklerini yapıyorlardı. Masaya bakan duvara
dayalı olarak konuşmuş bir boy aynası vardı ve önünde birkaç tane mum yanıyordu. Odayı aydınlatan tek şey
onlar ve yansımalarıydı. Bazı latince kelimeler duyduğunu anımsıyordu. Kayıp
ruhlardan yardım istiyordu. Kadının önündeki açık
el yazması kitaptan sise benzeyen bir şey yükseldiğini sandı. Tuhaf bir rüzgar odayı çepeçevre dolaştı.
Maria ayna sular gibi dalgalanır hale gelince birşeyler öğrenebilmek umuduyla içinden geçip
çöldeki tapınağa adım attı. Marina kemerli
koridorlarına geri dönüyor, Julie
yaşlı kadınla getirdiği şaraplardan sonuncusunu birlikte içmek üzere
açıyorlardı.
Maria, çöldeki
tapınakta aynanın içinden çıktıktan
sonra, içinden geçip
buraya adım attığı aynada geri dönüp kendine baktı yeniden. Yorgun görünüyordu. Kum rengi iri taşlarla örülmüş boş tapınakta sessizce dolaştı ve çölün ortasındaki
bu gizemli kalenin minderlerle çevrili bir köşesinde uyuyakaldı.
5.Çöldeki Tapınak
"Yüreğimde arzuyu tutuşturup uzaklara gitti! Barınağımızdan uzaklara! Benim zavallı aklım da onunla birlikte uçup gitti ve o dönünceye kadar da geri gelmeyecek. Gözyaşlarım onun yokluğuna adandı; arzumun beni ona taşımadığı bir gün
bile yok! Yokluğunun acısını
anmadan da yüreğim kanmıyor! Hayali ruhumda belirir belirmez, aşkım, arzularım ve anılarım
çoğalıyor! Günün ilk saatlerinden başlayarak,
gözlerimin önünde beliren daima onun sevgili hayalidir; ve bu hep böyledir! " 1001 Gece Masalları
Tanrı çölü başka herşeyin sonunda yaratmış ve
şöyle demiş olmalıydı:
"Sanırım böyle daha iyi oldu"
Maria çölü seyrederken yalnızlığını unutmuştu. Kayısı
rengindeki çöl tepeleri turuncuya çalan göğün altında ve sessizliğin içinde
hayranlık uyandırıcıydı. Uzaklardan geçen deve kervanları dışında tapınak her an tamamen
kendi boşluğunu hatırlatan ıssız bir yerdi. Üstü tamamen açık çatı katını çeviren toprak rengi düz duvarlara tutunarak çöl manzarasını izlerken, hareketli bir arap atının
üstündeki başı
geleneksel biçimde sargılı bir adamın kalabalık bir topluluktan
ayrılıp yanına, tapınağa doğru sürdüğünü gördü. Kalbi nedenini bilmediği halde hızla atıyordu.
Onu beklemiyordu ama korkmuyordu da. Ellerini
tek parça elbisesinin ceplerine atıp onu tapınağın
kapısında karşılamak için aşağı indi.
Adamın gösterişli atından bir hamlede inişini seyretti.
Onda ilk anda ruhunu, içini kamaştıran
birşeyler olduğunu anlamıştı. Karşısında gülümseyerek
konuşmaya başladığında ve ona doğru yaklaşırken kelebekler taşıyan bir bulutun
içinde tüy
gibi sıcak bir rüzgarda dağıldığını hissetti. Genç adam gezgin bir çöl bedevisiydi. Bu tapınağa kör ve zekasız hazine avcılarından başkaları
gelmeyeceği için bu çöl
tapınağının yeni ziyaretçisinin kim
olduğuna bakmaya gelmişti.
"Hazine avcıları her nasılsa tapınağın karanlık ve kadim
kalıcı ruhlarıyla başlarını belaya sokarlar, sonra biz de onlardan kalanları
alırız." demişti.
Yüzünde, üstünde başında aslında bedeninin her kıvrımında
henüz yataktan kalkmış gibi savruk ve rahat bir hava göze
çarpıyordu. Çöl bedevisinin her hareketinde baştan sona
herşeyinde çekici tuhaf bir çiğ ve kesin çizgilerine
kesinlikle ulaşmamış hava yeknesak halde sürmekteydi. Sanki sürükleyici bir
hikaye hala anlatılıyormuş gibi bir his
veriyordu. Allah adeta onu her an yeniden yaratıyordu. Olmuş bitmiş bir katılık
tam bir kesinlikten uzak durulmuştu.
Bir defasında "Sebeplilik bizi bir arada
tutuyor.” demişti Maria.
“O olmasaydı uzay boşluğuna dağılırdık"
Sebepler sebebi daima gizlidir diyen
Aristotales'i anımsatan bedevi Elindeki şerhlere göre geçen
birkaç binyılda da daha değişik ve ilgi çekici bir yanıtla karşılaşmadığını söylemişti.
O belki içinden çıkıp
geldiği çöle benziyordu. Öfkelendirecek kadar açık ve reddedilemezdi. Kendi hoşluğu ve alıcığı, kabul
ediciliği karşısında kaçacak, saklanacak bir yer bırakmıyordu. "Kavranamaz ve dolaysız." diye düşündü Maria. Böyle anlarda bazen düşündüğünde, (kendini düşünüyor halde
yakaladığında) belki aslında neden kaçtığını sormalıydı kendine. Kalan başka herşeyi “geri
kalan diğer bütün o şeyler” kategorisi altına alıp kaybeden sakin kelimeleri kıvrımlı dudaklarının içinden dökülürken çabasızca bütün dikkati
kendi üzerinde topluyordu.
Aktarılamaz ve
açıklanamaz olandı. Sanki tam bir açlıkla akıllarına gelen herşey hakkında konuşmaya başlamışlardı. Birbirleri
gibi biriyle daha önce hiç
karşılaşmamışlardı.
"Şu ve şu olmayanlar, a ve a olmayan başka
herşey. Kalıcı zannedilen zihinsel konumlamalar" demişti Maria son
defasında onu gönderirken.
Günler geçmişti. Çöl
bedevisi her akşam aynı saatlerde
geliyordu. Ona bir yolcu olduğunu söylemişti.
Çok yakında ayrılacaktı. Onun ise limandan
gelenleri yağmalayan bir çöl topluluğuna
ait olduğunu öğrenmişti. Ve toprak biriktiriyordu. Seneler içinde avuç
avuç uzaklardan toplayıp getirmiş, onu sıklıkla davet
ettiği evinde küçük bir arka bahçe hazırlamış içine birşeyler ekmişti. Getirdiği toprakları parça parça
her gün bu bahçeye
dağıtıyordu. Ondan sevgiyle ve tutkuyla söz ediyordu. Gelirken ona tuhaf şeyler
getiriyordu.
Maria yattığı yerden çiçek dürbününü
dalgalanan muma çevirdi. Bugün de bedevi ona bir çikolata kutusu getirmişti, bir elinin büyüklüğündeydi. Yanından çıkan minik bir kol çevrilerek mekanik bir müzik çalıyordu.
Üstünde
Toulouse Lautrec işi bir Moulin Rouge vardı.
Ona bir zamanlar denize de çıktığını ve içki içtiğini
söyledi.
"Kılıçlarımızı şakırdatıp denize yuvarlanmadan
hemen önce güneş altında bir bardak
sıcak şarap içecek kadar vaktimiz olacak mı
bilmiyorduk" diye anlattı.
Maria şarkı bittiğinde uzanıyor ve eline aldığı küçük müzik kutusunun
kolunu yeniden çeviriyordu.
"Bütün dünyayı önümüze açıp, kendimizi
kendimize karanlık bırakmak ince bir mizah anlayışı." dedi Maria. "Bu arada gönderdiği
kitapları okudum, ayrıca kum çölleri de hayli değişik
ama şimdiye dek hiçbirisinde ben yoktum."
"Aslında dünya
deneyimlemek için değilse de, seyir zevki
için harika bir yer."
"Bir defasında bir leopar görmüştüm safaride." diye devam etti Maria. "Görmüştük, başka insanlar da vardı. Önce ayağını görmüştük. İri patisini toprağın üzerine basıyordu yavaşça. Bir leopar. Bakışıyla, yürüyüşüyle tam bir leopar. İnsan bir leopar görünce başka
bir şey düşünemiyor. Ona bakınca onun bir
leopar olduğunu anlıyorsun ve konu kapanıyor."
Genç adamın şimdi
hiç olmadığı kadar ilgisini çekmişti. Maria'yı en hafif ifadeyle tuhaf
buluyordu.
"Sonuç : 'quidquid fid, necessaria
fit' muhtemelen. Varolan herşey -en küçüğünden en büyüğüne- zorunlulukla gerçekleşir.
...bu yüzden onlar
aracılığıyla gerçekten yeni olan hiçbirşey oluşmaz, aksine eylediklerimiz dolayısıyla ne olduğunu öğreniriz."
"Allah, merak içinde huzursuzlanan akılların
yardımcısı olsun!" dedi bedevi.
Yıldızlar göklerde titreyerek yanıyorlar, sıcak bir meltem çatı katını yumuşak bir okşayışla esip geçiyordu.
Ay ışığının altında uzun ve bitmeyen aşk geceleri
yaşadılar ama bazen hiç sıkılmadan
sabaha dek konuşurlardı. Bu güzel, gizemli
ve esmer çöl bedevisi Maria ile
tartışmalarının sonunda ona bazen
hikayeler anlatırdı.
Anlatı
Üslup
Bir delikanlı memleketinden uzak bir yere seyahate
çıkacaktı. Dikkate değer bazı konuları kaleme almak niyetindeydi. Anlatacakları
sabit ancak üslup konusu belirsizdi. Dedi ki :
"Okuduklarım ruhumu yatıştırmadı. Yazılanlar hep
birbirini andırıyor."
Onu duyan bir yolcu ona şöyle seslendi:
"Güzel ve kolay sözler hatırda kalır. Kafası
bulanık kişinin lafı ise dolandıkça dolanır. Soylu hükümdarların, akıllı
vezirlerin bulunduğu meclislere devam eden bir kişi bu konuda şöyle söylemiştir
:
"Zarif ve kapalı sözleri hanımlarıma saklarım. Çünkü
bu onların tabiatına daha uygundur"
Delikanlı bu sözleri duydu ve yerinde buldu. Yüklediği
deveyi ipinden tutup yola koyulacağı sırada meraklanıp yolcuya adamın akıbetini
sordu. Yolcu şöyle cevap verdi:
"Kısa zamanda itibarını kaybetti. Sözlerinden birini
beğenmeyen hükümdarın türlü eziyetine uğradı. Ardından hapis edildi, zindanda
taş zeminde uyudu. Sonunda keder ve yoksulluk içinde öldü. "
Söz uygun olana söylenmeli, uygun olmayınca kesilmelidir.
Kervan
Kervan su başında mola vermişti. İki kuvvetli muhafız
kavgaya tutuştular. Kervancıbaşı onları orada bırakıp develeri yükledi ve
yeniden yola koyuldu. Ona yetişip bu hareketinin nedenini sordum. Bana şunları
söyledi:
İş uzayıp kılıçlar çekilince elbette biri galip
ayrılacaktı. O durumda kervanın yükü tehlikeye girer diye düşündüm. Benim
bu hareketim bilgelerin şu sözüne de uygundur :
"Salıncağı tutan iplerden biri kesilirse, sefa vakti
kısa tutulmalıdır"
Aşık
Delikanlı yolunun düştüğü bir vilayette filanca kişiye
aşık oldu. Karanlık çökünce kızın duvarından atlayıp bahçelerine geliyor,
birlikte aşk geceleri yaşıyorlardı.
ruhum senin yanında yağmur altında parıldayan çiçekler
gibi hayat buldu
bakışın bir kor gibi kalbime düştü, gönül evimin ocağı
ateşine kavuştu
Yaşlı bir kocakarı bir vakit onları duydu ve delikanlı
gelip usulünce istesin diye aşıkların işine mani oldu. Nihayet ertesi gece kız
evden çıkmadı. Böylece geçen üçüncü gecenin sonunda delikanlı işinin
bozulduğunu anladı. Devesini yükleyip yeniden yola koyuldu. Şairin söylediği
gibi ;
yüreğinin yükü hafifleyen aşığın başından kasvet dumanları
dağıldı
çiçekler içinde bir bahçede nefeslenen kişi hülyalı bir
uykuya daldı
Kişi kış başında boynunu büken çiçek gibi olmamalı,
Tanrı'nın planına sadık kalmalıdır.
İş bozucu kocakarının ve dedikoducu insanların şerrinden Tanrı'ya sığınırım.
Söz
Delikanlı çokça zaman dolaştı, değişik sohbet
meclislerinde bulundu. Nihayet memleketine geri dönüp anlatacağını sabit
bulduğunu bir bir yazıp anlattı. Eserinin bir kopyası benim de elime geçti.
Okuduktan sonra ona sordum:
"Sözünün üslubu eskilere pek uyuyor, öyleki aynı
babadan doğmuş iki kardeş gibi. Seyahatin seni hoşnut etmedi mi, aradığına
kavuşamadın mı?"
Delikanlı bana şunları söyledi:
"Yazacağım söz sade ve duru olsun diye uğraş verdim.
Öyleki gönülde bir hoşluk ve hafiflik bıraksın istedim, neticesi bu
oldu."
* * *
Maria da karanlık gökyüzünde ışıldayan bir taca benzeyen takım
yıldızlarını işaret ederek "Kraliçe
takım yıldızları" dedi ve ona şu hikayeyi anlattı.
"Uzun yıllar önce birbirleriyle savaşan iki büyük kavim
varmış. Paylaşamadıkları basit bir su kıyısı için ve sürülerini otlatacakları yeşil otlaklar için verdikleri savaşlarda her sene çokça adam
kaybederlermiş. Kavimlerden birinin başında yerli bir kral, diğerinin başında
eşini kaybetmiş genç ve güzel
bir kraliçe varmış. Günün birinde
kraliçe savaşlardan yorulmuş ve evlilik yoluyla bu çok hoş ve çekici adama savaşı sona erdirecek bir birleşme
teklifi etmiş. Hepbirlikte büyük, güzel
ve mutlu bir ülke olma hayali varmış. Kral bu teklifi
gururlandırıcı bulmuş ama hastalanıp ölen
eşini unutamıyor ve anısına saygısızlık etmekten çok korkuyormuş. Sabaha karşı mezarlığa gidip her
zaman yaptığı gibi genç yaşında ölen kızlarına dua etmiş ve ondan bir işaret
istemiş. Bu evlilikte rızası olup olmadığını bilmiyormuş. Küçük kız çok
uzak yıldızların birinde babasını duymuş ve tam onun baktığı sırada işaret
parmağıyla babasının Maria ile evlenmesi için bir işaret olarak gece göğüne M harfi çizmiş. Yıldızlar şimdi bulundukları yerlere geçerek hemen parıldamaya başlamışlar. Yaşlı kral
bunu görmüş ve Kraliçe Maria ile evlenerek birleştirdikleri ülkelerinde birlikte sonsuza dek mutlu
yaşamışlar."
"Benim ismim bu eski hikayeden geliyor"
dedi Maria.
O gece serindi. İçeri girip ateş yaktılar.
"Sana ateş lordlarından birinin hikayesini
anlatacağım" dedi bedevi. "Bu o merak ettiğin bazı şeyleri sana açıklayabilir"
“Onun ismini bilen hiçkimse yoktu.” diye başladı. “Ateşi kapı olarak kullandığı için eski bir efsaneye uygun olarak küllerinden doğduğu safsatası yayılmıştı. Ateşin
kendisi onun için evdi ve evlerinin arasında geçiş yapabiliyordu. Bir yerde açık bir yerde ateş yakmak adeta onu çağırmak anlamına geliyordu. İlk zamanlar Hestia
gibi aile ve evde yanan ocak ateşi koruyucusu olarak varolmuştu, ancak daha
sonra karanlık tarafa geçmiş ve asıl gücüne de orada
kavuşmuştu. Çöl bedevisine göre vampirleri çeviren de oydu. İki kızı oldu. Onlara Meredith ve
Benaruth isimlerini koydu. Bu kızlar büyüdüklerinde ölümüne birbirlerine girdiler ve savaşları onlarca yıl
kanlı ve kara büyülerle dolu
olarak sürüp gitti.
Babaları olan ateş lordu onları bu çöl
tapınağına birlikte hapis etti. Yüzlerce yıl
birlikte kaldıktan sonra güçlerini
birleştirerek babalarına karşı geldiler ve gümüş asanın
yardımıyla onu bir süre için
alt edip özgürlüğe kavuştular. Tapınak o günden beri tamamen boş ve gümüş asa da kendi
aralarında devam edip giden savaşlarda kaybolmuştu.”
"Ateş lorduna boyun eğdirmek istiyorsan gümüş asayı
bulmalısın" dedi bedevi.
Ertesi sabah yalnızken boynundan kolyesini çıkartıp kapılarla dolu girişte ayakta durup
ıslıkla o eski melodiyi çaldı ve
sakince yeniden çalarken taşın ışığının girişteki sütunların arasına atladığını gördü. Yavaşça aralarından geçerek yeniden Marina'nın bulunduğu koridora yürüdü.
"Gümüş asa" dedi Maria. "Ateş lorduna boyun
eğdirmek istiyorsak onu bulmalıyız"
6. Rüzgarlı Vadi
Marina Demyanko cevap vermeden "İçeri gel Maria" dedi. "Seni göndermek istediğim bir yer var. Tuhaf şeyler
oluyor"
"Bu tamamen yeni bir şey değil" dedi
Maria, Demyanko'nun gösterdiği
kemerli kapılara doğru ilerlerken.
Kapı açan
tavşanların birinin peşinden bu defa gri bir tilkinin dünyanın son gününe gittiği görülmüştü. Gri tilkiler
en tehlikeli olanlardı. Dünyanın son günü zor bir
boyuttu. Şu an beyaz bir kirpi de onların peşindeydi.
Maria kemerli geçitten geçtiğinde
üstünde isminin
yazılı olduğu bir kartonetle onu bekleyen birini bulmayı beklemiyordu.
Etraflarını çeviren siyah camla kaplı binalarda yanıp sönen hareketli dev reklam panolarının altında
insanlar ve arabalar küçülmüşlerdi. Arabaların geçtiği hala asfalt yolların ortasında geniş ve
kalabalık bir yaya bölümü vardı. Maria köşedeki polis binasının kapısından geçmişti. NYPD. Burası ünlü New York
beşinci caddeydi. İsmine doğru ilerledi. Onu bekleyen orta yaşlı kızıl saçlı bir kadındı.
"Bu dünyanın son günü Maria." dedi
kadın. "İnsanlığın geldiği son nokta. Şimdiye kadar daha ileri bir tarihe
hiç geçen olmadı. Bir sonraki daha farklı bir gün için yeterli sayıda insanın
bu cumartesi gününe gelmelerini beklememiz gerekiyor." Maria etrafına
baktı yeniden. Hayalkırıklığı herhalde
derhal beden dilinden okunuyor haldeydi.
"Ne bekliyordun, uçan arabalar
falan mı? Onlar kağıt uçak katlayan makine ya da işleriniz çok yoğun olduğunda
tatile sizin yerinize giden robot gibi kullanışsızlıklarından ötürü
kaldırıldılar."
Ailelerin kaldığı kalabalık bir
yere gittiler. Geniş boşluklar, geniş koridorlar, tuhaf depo gibi büyük kısmı boş
olan yerlerden geçmişlerdi.
Buraların aralarında hiç kapı yoktu.
Küçük bir kız yanlarından geçerken
hayıflanıyordu.
"Şunu da yapmak
istemiyorum, bunu da yapmak istemiyorum, başka bir şey de yapmak istemiyorum,
hiçbir
şey yapmadığımda da canım sıkılıyor."
Hemen sonra küçük bir topluluk
sandalyesinde onlara birşeyler anlatan uzun beyaz saçlı adamı yere oturmuş halde dinliyorlardı.
"Aradığımız türde 'ilahi' bir adaleti hiçbir zaman bulabileceğimize inanmıyorum. Çünkü eğer mümkün
olsaydı zaten hali hazırda olurdu. Gecikmiş bir adalet, aradığımız
türden bir adalet değil."
"İnsanlara merhamet edilmesine karşı olanlardan biri" diye
başladı Maria'nın yanındaki kadın tamamen başka bir yere yürürken.
"Milyonlarca yıl,
-milyonlarca yıl- gezegenin rakipsiz ve
baskın türü olarak hayatlarını sürdürmüş olan dinazorların bugün kemiklerini
sayıyoruz. Evrenin gözlerinden ya da
gaia'nın ruhuyla bu noktaya bakmaya çalıştığım zaman şunu görüyorum : Hiç kimse
vazgeçilmez değil. Bu lanet
cumartesiyi atlattıktan sonra önümüzdeki birkaç yüzyıl içindeki davranış tarzımız ve
alacağımız kritik kararlar kaderimizi tayin edecek."
Gelmişlerdi. Etrafta eski moda basılı dergiler ve siyah beyaz bir
dizinin oynadığı eski külüstür bombeli bir
televizyon vardı. Pikaplar ve plaklar gibi bunlar da daha sonra yeniden üretilmişlerdi.
"O yüzden ..." diye
seslendi oradakilere, Maria'nın yanında başladığı sözü bitirerek.
"Bu dünyada makul olmak çok önemli birşeydir
baylar"
Evdekiler yeni uyanmış, kahvaltı
ediyorlardı. Masaya oturdular. Yanındaki
yorgun halde görünen, uykusunu
alamadığını düşündüren ve belirgin bir çekiciliği
olan yarı yarıya orta yaşı geçmiş kel bir
adam ona şöyle dedi.
"Evet
Maria yaşadığımız herşey aslında bu güne gelebilmek içindi. Bugün günlerden ne?? Evet Cumartesi. Bundan sonra çok
uzun bir zaman hep Cumartesi olacak. Güneş aynı saatte doğup aynı saatte
batacak ve hep aynı şeyler tekrar tekrar olacak ta ki..."
"Aslında gelirken biraz bahsetmişlerdi"
dedi Maria kaba olmamaya çalışarak.
"...ta ki yeterli sayıda insanı bu Cumartesi
gününe taşıyana dek."
"Peki şimdi yeterli sayıda olup olmadığımızı
nereden anlayacağız?"
"Yarın anlarız. ...Bizler uzun zamandır
bugünü yaşıyoruz. Bizler Cumartesi Şövalyeleriyiz. Artık sen de aramızda
olduğun için bu akşam bir kabul töreni düzenleyeceğiz. Öyle çok parlak bir şey
değil tabi, kendi aramızda."
"Günün sonunda herşey basit bir irade savaşına dönüşüyor değil mi?" diye sordu Maria.
"Kirpilerle tilkilerin arasında"
"Herneyse. Neyse ne. Dün Cumaydı yarın da
Pazar. Sadece hep aynı s.ktiğimin günü. Onlardan daha güçlü bir iradeye
sahip olmadan devam edemeyiz. Boyutları kilitlediler."
Maria'nın gözleri büyük büyük açılmıştı. Kahve rengi
parlak cam küreleri gibiydiler. Adam Maria'nın o halini endişe verici
bulduğundan daha fazla uzatmak istemedi.
"Çayını al.
Geçen seferde şunu yapmışlardı" Arkasına yaslandı.
"Renkleri değiştiriyorlardı. Önce
arabalardan başladı, ekose denli arabalar, önce çok renkli arabalar zararsız görünüyordu. Ama
sonra sıra asfaltlara ve ağaçlara geldi. Savaşın bir noktasında uyandığımızda
gökyüzünün turkuazdan yeşile doğru açıldığını gördük. Kendi gerçeklik
boyutlarını buraya kopyalıyorlardı sanırım.
Başka bir seferinde tüm apartmanları yerin dibine
soktular. Her yer kırlık ve ovalık gibiydi. Böylece doğayla iç içe olacağımıza
inanıyorlardı. İnsanlar yeraltına kurulmuş apartmanlarda yaşıyorlardı. Tüm
yaşam üniteleri havalandırmayı sağlayan jeneratörlere bağımlı hale gelmişti.
Son seferi en kötüsüydü. Sessizce sızdılar ve
insanların içlerinde yaşadılar. İnsanların gözlerinden yalnız karanlıkta fark
edilen mavi bir ışık çıkıyordu. Sonra koza halini alıyor ve akıl almaz bir kas
gücüyle beraber kanatları çıkmaya başlıyor, birer birer ölümcül makinelere
dönüşüyorlardı. Avlanamaz görünüyor ve her şeyi yapabileceklerini
düşünüyorlardı. Sonunda hepsi teker
teker öldüler. Dev böcekleri öldüren geliştirdiğimiz mikroskobik bir virüstü ancak
bu seferinde hiç kolay olmadı her birini ayrı ayrı tek tek bulmamız gerekti.
Bunu görmek istemezdin. Günün sonunda her şeyi normal hale getirebilmek için
önce dünyalar arasındaki uzun bir köprüyü yok
etmeliydik. Çelik ve demirden yapılmış köprüyü havaya uçurduk. Her şey sona erdiğinde, her şey sıradan
bir Cumartesi sabahına geri döndü. Bizim dışımızda hiçkimse hiçbirşey
hatırlamıyordu -herşeyi görmüşlerdi oysa oradaydılar- Cumartesi Şövalyelerinin
hikayesi bu. "
"Hissediyor musunuz, yakınlardalar"
dedi masada bir kadın.
Uyuşuk hafif bir müziğin çaldığı
sessiz radyodan iki frekans fırlayıp görünür hale
gelmişti. Kılıç çarpışmaları önce salonlarındaydı. Birbirleriyle ölümüne savaşıyorlardı. Sonra gri tilki masada açık bir Vogue dergisine sıçrayınca beyaz kirpi de peşinden gitti. Dergide
hemen üstlerindeki gri ve beyaz kıyafetlerin incelikli
bir dökümü yapılmıştı. Şimdi salonda tamamen ortadan
kaybolmuşlar sadece dergi sayfaları üzerinden
takip edilebiliyorlardı.
Dergide şöyle yazıyordu şimdi:
Tilki kafalı adam kol boyu duruşuyla onu
karşılayıp ileri hamle yaptı. Mesafeyi koruyup aşağıdan göğsüne kılıcının
ucuyla bir vuruş denedi. Beyaz kirpi kısa kalmış saldırgan atağını
cezalandırabilmek için döndü. Tilki kılıçlarını temasa sokmayı engelleyen bir aldatma ile,
bir şaşırtmacayla geri çekildi. Atak hazırlığı niyeti içeren şimdilik tehdit edici olmayan bir pozisyon
denediğinin farkındaydı. Rakibinin kılıcı üzerinden yapacağı bir atakla avantaj sağlamak
istiyordu. Kirpi bu belirsiz ataktan üstün çıkmak için yaptığı avuç içi aşağıda
kontr atakla rakibinin göğsünün altında
keskin bir acıyla bir an için geri çekilmesine neden oldu.
Savaşanların gri ve beyaz kıyafetlerinin de
detaylı biçimde sayfalarında yeniden tasvir edilen Vogue
dergisinden teknik bir mühendislik
dergisine sıçrayınca kelimelerin içine eskrim terimleri karışmaya ve çok daha detaylı açıklamalar görünmeye
başlamıştı. Maria ve arkadaşları onları sadece açık dergi sayfalarından gördükleri
kelimeler kadarıyla takip edebiliyorlardı hala.
Mühendislik
dergisinde şöyle yazıyordu;
Tilki Bate yapmıştı yani, rakibinin
kendisine yönelen silahının yönünü değiştirebilmek için hafif bir baskıyla kılıcın orta yerini
silahının zayıf yerine yönlendirmişti.
Kirpi bunun ardından bilekle ve dirsekle yürütülen hızlı dönüşlü bir kesmeden sonra bir sıyırma ile doğrultusu
değiştirilen kılıcı yeni bir sıyırma ile eski doğrultusunda bir kompoze,
birleşik bir atak yaptı. Onu zorlukla karşılayan tilki birleşik atak algısı
yaratan kandırmacalı bir kontr atakla zaman kazanmıştı. Hedefi vuramadan geçip giden atağı ona gerisindeki merdivenlerde iki
adım çıkarak yükselmesine
fırsat vermişti. Şimdi tilki merdivenlerden bir davet yapmıştı yani
rakip atağını bilerek teşvik etmek için
kasıtlı olarak açık bıraktığı bir yol, bir yönle kirpiyi yönlendirmek istemişti. Direnme hareketine
hazırlanan kirpinin bir anda gördüğü bu boşluk
fırsatına yönelmesi onu derginin içinden çıkartıp
televizyonda devam eden siyah beyaz Adams ailesinin dizisine çekilmesine sebep olmuştu. Masanın ucuna bir an
ayak uçlarıyla dokunup görünür olduktan hemen sonra eski bombeli ekranlı külüstür televizyonun içine atlamışlardı. Şimdi televizyonda Adams
ailesinin salonunda çarpışıyorlardı. Kızları Wednesday merdivenleri
tırmanmış yukarıdan olanları takip ediyordu.
Çarpışmaları
taraflardan birinin yanlış, başarısız bir hamlesi geldiğinde görünmeyen
seyircilerin kahkahaları ile kesiliyordu.
Gri tilkinin düz biten nokta atağının hızlı bir dürtmesi sonrası, farklı tempolu karşılıklı ileri
hamleler geldi. Kirpi tilkinin arka bacağını gererek öne doğru yaptığı bu saldırıyı, bir yönde başlayıp atak bitmeden önce, diğer yöne değiştiği bir feint'le, gösterişle
karşıladı. Gri tilki doğrudan olmayan bir atağın temasını engelleyecek biçimde düşmanının
kabzesine yakın bir yerden yakaladı ve diğer eliyle onu kendine çekti. Kirpi bir an savrulup giden bedenine
kılıcının ucunun yaptığı dairesel bir hareketle ileri doğru uzandı. Tilki onu
karşılayıp karşı yönlerde birbirlerini zorlayıp güçlerini sınadıkları kılıçlarının kesişim noktasının aşağı yukarı inip çıktığı bir pozisyonda kalmışlardı. Kirpi bir anda
kendini silahını kaydırarak geri çekerken
tilkinin dizlerinden birine tekme attı. Rakip silahların birkaç çapraz çarpışmasından sonra tilki aralarındaki
mesafelerini tartıp hedefi vuramadan geçip giden etkisiz bir atak yaptı. Yer
değiştirmişlerdi.
Beyaz kirpinin yeni atağıyla Maria'nın bulunduğu
salona geri sıçradılar. Tilki
onu bu yeni bir yöne zorlayan
temas karşısında soğukkanlılıkla hızlı bir manevrayla sertçe bitirici bir vuruş yaptı. Kirpi kılıcı kullanmadığı diğer yönden gelen bu atağı bilekliğiyle karşıladı.
İkisinin de kılıç tutmayan kollarında darbeleri karşılayıcı sağlam
birer çelikten dövülme bileklik
vardı. Ağır bileklikten gelen hamlenin sertliği karşısında kıvılcımlar çıktı. Kendi etrafında yarım dönüş yapan kirpi
dalgalanma yaptığı bir şaşırtmacayla tilkiye yeniden çarptı fakat kılıçları yeniden birbirine kavuşmuştu. Sıkışmış
gibilerdi. Yeniden herhangi birinin vuruş yapabilmesi için silahların geri çekilmesini gerektirecek kadar yakın bir vuruşma,
-assaut- durumunda kalmışlardı. Geri çekildiler. Yakından etkili silahıyla salona
Marina gelmişti. Frekansların tuhaf salınımlar yaptığını beyaz laptopundan
takip etmiş ve hızla buraya kapı açmıştı.
Tilki şok silahıyla yaklaşmaya çalışan
Marina'ya bir taraftan beyaz kirpiye karşı dövüşürken, kılıç tutmadığı avucunu açarak bir enerji dalgası gönderdi. Bu yavaş ilerleyen beyaz bir ışık topu
gibi görünüyordu. Marina çarpmanın etkisiyle yere düştü.
Sersemlemişti.
Tilki çarpışmalarında
aniden duruşlarından sonra ters yöne gelişen
hareketlerde çok iyiydi. Kirpi ise bir anda ayaklarının yerden
kesildiği uçuş halindeki ileri ataklarda çok etkiliydi. İkisi de çok hızlılardı ve takip etmek çok güçtü.
Gri tilki ürkütüp şaşırtmak amaçlı kılıcını öne doğru savurmadan önce ayağını birden güçlü biçimde yere vurdu. Aksiyon temposunda ani bir
değişiklik yapmıştı. Beyaz kirpi hamleyi çekimser ve diğer eliyle de kılıcını kabzeden
desteklediği bir karşılama ile savuşturdu. Tilki sahte ve devam etmeyen birkaç hareket yaparak rakibinin tepkisini iyice
sınadıktan sonra hazırlandığını düşündürdüğü karmaşık bir
hareket yerine kılıcını sert ve çapraz
savurduğu bir kesme denedi. Bu kirpiyi sıyırmıştı. Hemen toparlanıp yaptığı
ani ileri hamlesi tilki tarafından
kabzeye yakın bir noktadan karşılandı. Rakip silahla teması devam ettirerek hem
gelen atağı savunduğu, hem de iletişim noktasını kaydırıp değiştirerek daha
kuvvetli baskı yapabileceği bir noktaya sürüklendi. Ama
rakibi geri çekilirken kılıcını kaldırarak gri tilkinin baş
kısmına tehlikeli bir vuruş için uzandı.
Tilkinin ani yana doğru dönüşü
olmasaydı gri kafasından zekice bakışlarla parıldayan gözlerinden birini bırakabilirdi. Beyaz kirpiden
yeniden kuvvetle sıyırıp geçen bir atak
geldi. Bu defa da temas vardı ancak ölümcül değildi. Gri
tilki açık bir bilgisayar ekranında kayboldu. Beyaz kirpi
de hızla peşinden onu takip etmişti.
"Onu yaraladı sanırım"
"Bakalım" dedi Marina Demyanko
bilgisayarın başına geçip, kara
ekranın üstünde yeşil
yazılı temel Dos ekranını açarak.
Şöyle yazıyordu:
Gelen bir hamleyi kılıcının ortasında yakalayıp,
gücünü aşağı doğru yönlendirecek biçimde ileri savurdu.
"Hangisi?"
"Yazmıyor"
Gri tilki yarım bir dönüşle kılıç kabzesini beyaz kirpinin kafasına vurarak bir an
sersemletti.
Beyaz kirpinin dönüşleri iyi,
aldatmacaları inandırıcı ama gardları düşüktü. Tilkininse ayak oyunları ve dengesi mükemmel, zamanlamaları harikaydı. Nokta vuruşları
biraz daha ileri yetişebilseydi ölümcül olabilirdi.
Satırın sonuna gelmişlerdi.
"Nereye gittiler?"
"Kayboldular" dedi Marina Demyanko.
Onlar en derinlerdekilerdi.
Maria onların çarpışmalarını izlerken bu savaşın hiçbir zaman sona eremeyeceğini anlıyordu. Savaşçılar çok
inceliyor, hassaslaşıyor sonunda frekanslara dönüyorlardı.
Marina'nın elinde sadece yakından etki eden elektrikli şok tabancası ve biçim değiştirmelerini engelleyecek biçimde bağlanabilmelerini sağlayan bir halat vardı.
Gri tilkiden birşeyler öğrenmeyi umut
ediyordu. Ama frekanslara dönüşmüşlerdi
yeniden. Böyle bir çarpışmayla
karşılaşmak çok nadir görülebilecek bir
şeydi. Maria'yı alıp oradan
uzaklaştı. Kendi boyutunda
kemerli koridorda ilerlediler. Marina'nın göstermek istediği bir şey vardı. Demyankonun çalışma masasının arkasındaki ahşap kapıdan çok büyük taş bir evin zemin katına girdiler. Ev tamamen
boştu. Maria, yere atılmış altında somyası olmayan çift kişilik beyaz bir yatak gördü. Üstünde
yastıklarla dağınıktı ve başucunda bir şişe şarap ve kadehler vardı. Geniş
merdivenler yukarı çıkıyordu. Tam karşılarında ise dışarı açılan büyük iki kanatlı ahşap bir kapı vardı. Kanatlarını çekip rüzgarlı
vadiye çıktılar. Mermer veranda taş merdivenlerin başladığı noktaya dek
uzanıyordu. Merdivenlerin iki yanında kaidelerle yükseltilmiş iki heykel vardı. Birinin elinde kılıç tutan üstü çıplak kaslı
bir adam, diğerinde ise bir elinde kitap taşıyan, muhtemelen cadı olan güzel ve kapşonlu bir kadın vardı. Merdivenlerden uçsuz bucaksız uzanan ama yeni kesilmiş gibi duran çimleriyle golf sahası izlenimini veren bir açıklık boyunca yürüyüp, dev ve düz yüzeyli kayaların
üstüste konularak
bir çember oluşturacak biçimde yanyana dizildiği geniş bir yere geldiler.
"Bir benzerini Stonehenge'den
tanıyorsun" dedi Marina Demyanko. "Onlar eski zamanlarda kullanılan
geçitler. Yerliler atalarının ruhlarıyla burada
buluşmak için onu kullanıyorlardı."
Trafik şimdi yoğun değildi ve kontrol altındaydı.
"Gelirken gördüğün heykellerse kılıç ve büyü boyutuna adanmıştır. O bizim için ilkti. Daha önceki boyutları ve portalları kimin inşa ettiğini
hiçbir zaman öğrenemedik. Zaten çok geçmeden
kılıç ve büyünün alternatifi
olan steampunk çıktı yoğun sanayi döneminde. O da temel boyutlardan
biridir."
Hala üzerinde
çalıştıkları bir geçit açıcı
portal steampunk'ın mühendisleriyle
ortak bir çalışma olarak yürüyordu. Yeşil
suların içine konulmuş etrafı sularla çevrili kare şeklindeki taşların üzerinden yürüyerek tamamen
boş mağaramsı serin bir yere girdiler.
7. Steampunk
Gümüş asayı aramaya da en son bakması gereken bu
steampunk evreninden başlamasının yerinde olacağını düşünmüştü. Çünkü evdeki çorapların tek eşleri hep en olmadık yerlerden çıkıyordu.
Serin ve boş mağaranın sonunda, derin bir banka
kasasını andıran, içine birkaç kişinin rahatlıkla sığabileceği, yuvarlak ağır
kapağını hareket ettirmenin bile güç
gerektirdiği, oda büyüklüğündeki demir çelik yığınına baktı. Yuvarlak kapağına geniş
kasanın şifresinin girilmesi gereken yerde de büyük, etrafı çepeçevre eşit
aralıklı çizgilerle sarılmış çevrilebilen bir siyah demir düğme vardı. Düğmenin yanına büyük beyaz bir
kağıt şeffaf bir bantla tutturulmuştu. Sayfayı dolduran düzinelerce farklı boyut isimleri alt alta
sıralanmıştı ve üstünde
'bağlantıları yapılmamış boyutlar' yazıyordu.
Geçitleri buraya almaya çalışmalarının amacı gelebilecek olası bir
tehlikeyi engellemek ve geçişi tamamen
kontrol altında tutmaktı. Kasayı açmadan
önce içeriyi
gözlemleyebilecekleri şeffaf, içeriyi geniş gösterebilen lenslerle güçlendirilmiş yuvarlak dar bir gözlem aralığı vardı. Böyle bir mekanizmayla tehlikeli olduğu için ziyaret etmedikleri boyutlara da gidebileceklerdi.
İçinde girişe doğru boydan boya sarılmış sarı siyah
bir uyarı bandı vardı. Paranormal girişlere karşı etkili olduğuna inanılıyordu.
Henüz bağlantıları
yapılmamış boyutlara baktı Maria.
Yapay Gerçeklik Dünyası:
İnsanların gerçeklik algısını değiştirebilecekleri, sanal gerçeklik ve
artırılmış gerçeklik teknolojilerinin hüküm sürdüğü bir evren.
Elemental Dünya: Farklı
elementlerin, ateş, su, hava, toprak, hakim olduğu ve insanlar arasında bu elementlerin
manipülasyonunun mümkün olduğu bir dünya.
Retro Gelecek: 50'lerin bilimkurgu vizyonlarının ve estetiğinin gerçekleştiği bir dünya. Yuvarlak hatlı evler, lazer silahları, üstü şeffaf
kapatılmış uçan arabalar.
Savaş Sonrası Ruhban Toplumu: Büyük bir savaş sonrası,
insanlar ruhsal ve dini yönleri ön plana çıkararak yeni bir toplum modeli
oluşturmuşlardır.
Antropomorfik dünya: İnsan özelliklerine sahip hayvanların yaşadıkları dünya.
Simülasyon: Gerçek gibi görünen ama
tamamen bir bilgisayar similasyonu olan dünyaya erişim.
Ölümsüzlük Toplumu:
İnsanlar artık ölümsüzlüğe erişmiş ancak bu yeni bir takım sorunları da
beraberinde getirmiştir.
Biyopunk Dünya: Biyolojik
mühendislik ve genetik manipülasyonun hüküm sürdüğü bir gelecek.
Ortaçağ Büyüsü ve
Teknolojisi Harmanı: Ortaçağ tarzı bir dünya, ancak bazı teknolojik
gelişmelerin de olduğu bir evren.
Cyberpunk Metropolleri:
Yüksek teknolojinin ve düşük yaşam standartlarının hüküm sürdüğü, karanlık ve
tehlikeli megakentler
Yüksek Fantezi
Krallıkları: Ejderhaların, elflerin, cücelerin ve diğer fantastik yaratıkların
yaşadığı büyülü krallıklar.
Dieselpunk: 1920'lerin ve 1950'lerin endüstriyel ve savaş temalarını içeren dünya.
Benzin, temel ana madde. Dijital bağlantıları var.
Gölge Dünyası: Görünmeyen güçlerin
ve karanlık varlıkların hüküm sürdüğü bir dünya.
Yokoluş Sonrası Dünya:
Bir felaket sonrası dünya, insanlık çöküş yaşamış ve doğa yeniden hakim olmuş
durumda.
Liste uzayıp gidiyordu. Demyanko'nun Maria'yı
buraya getirmesinin sebebi, hangi boyutta kaybolduğunu bilmediği gümüş asayı
aramanın ve bulmanın nasıl imkansız görünen, zor, deli işi bir çılgınlık olacağını ona göstermekti.
Maria dalgın halde ileri bakarken, demir kasanın
derinliğinde oluşan yeşil bir ışık dalgalanmasının içinden retro ve endüstriyel bir tarzda tasarımlanmış, tuhaf, yukarı katlanan steampunk gözlüğüyle uzun boylu, dağınık sakallı bir adam geldi.
Elinde getirdiği bakır boruları olan çelik
alaşımlı aygıtı kasanın yanına bırakıp dalgalı uzun saçlarını eliyle düzeltip Maria ile tokalaşmak üzere ileri uzandı. Bedeni yağa ve toza
bulanmıştı. Marina'yı dudaklarından öperken
çıkardığı gözlüğü Maria'nın eline geçti. Kapağa asılı kağıdı alıp aletlerini koyduğu
deri cep askılıklı kemerinin içine soktu.
Steampunk gözlüğü kahverengi kayışıyla, paslanmaz bronz, bakır rengi ve metal
tonlarındaydı. Koyu renkte ve metalik
malzemeden yapılmış dayanıklı bir çerçeveye sahip, çerçevenin üzerinde dişli tekerlekler, yaylar ve yersiz takılmış vidalara benzeyen mekanik detaylar, gözlüğün yuvarlak camlarını
çevreliyordu. Bu değiştirilebilen ve bazıları koyu
renkte olan camlar birbiri üzerinde olan çerçeveleriyle kat
kat duruyorlardı. Camlarında bulunan özel
kaplamalar sayesinde parlama azaltılmış ve görüş netleştirilmişti. Gözlük, iki tarafında da yer alan detaylı işlemeleri olan, bakır kaplamalı menteşeler sayesinde kolayca
yukarı doğru açılıp kapanabiliyordu. Steampunk gözlük, başın etrafına oturacak şekilde tasarlanmış ve kaymayı engellemek için ayarlanabilir bir deri kayışa sahipti. Maria
başından geçirip kayışı gerdi. Bu yukarı katlayabilen
steampunk gözlüğün dikkat çeken diğer detayları da cama monte edilmiş küçük lensleri, vida başları gibi süslemeler ve merkezi yerleştirilmiş bir büyütme lensiydi.
Maria şimdi yakından bakınca siyah dönebilen düğmenin yanlarında kazılmış gibi duran sayı ve
rakamları görebiliyordu. "Boyutların kod
numaraları" demişti mühendis gözlüğü yeniden alırken. "Telefon santrali gibi.
Tabi kusursuzca çalışırsa" Yere paralel ve tutulacak yeri
ahşap kaplamalı kolu eliyle kavradı ve yukarı kaldırarak güç verdi.
"Elektrik geliyor"
Mavi kıvılcımlar yanıp söndü. Işık
atlamaları yaparak yıldırımlara benzer çakıp kaybolmalarının ardından bir duman çıktı. Mühendis
şimdi dumanla dolu kasanın içeri girdi.
Kasanın iç duvarlarını kaplayan çelik levhaların henüz açık
olmayanlarını da sökerken sarı parlamalar dumanın arkasından hala görünüyorlardı.
Kasa duvarlarının içine iyi gizlenmiş makinenin içerisinde şimdi yoğunca örülmüş bakır teller ve yer yer deriden yapılmış koruyucu kaplamalarla sarılı kablolar görünüyordu. Bazı kabloların üzerine
darbelere karşı dayanıklılık sağlayan metal borular da eklenmiş, bu kablolardan geçen
enerji, farklı renklere sahip küçük lambalar ile görsel olarak kolay okunur bir hale getirilmişti.
Sistemi ateşleyici ani elektiriği üreten,
mıknatıs
ve etrafında sarılı olan bobinlerden oluşan manyetoların bazıları yanmış, derinindeki elektromekanik anahtarlama cihazları olan röleleri bozmuştu.
Giriş terminallerindeki kontakları temas ettirme ve kontakların temasını kesme anahtarlarını
çıplak elleriyle ayarlayıp yeniden güç verince steampunk boyutu yeniden açılmıştı.
"Gel sana düşürdüğümüz gemiyi göstereyim"
Mühendis kasanın
içinde dalgalanan yeşilimsi bir ışığın içinde kayboldu. Onun geçişiyle geçit yeniden dalgalandığından kapının diğer tarafı
bir an için görünür hale
gelmişti. Maria geniş bir boşluğa açıldığını
farketti. Bir fabrika gibi bir yer olmalıydı. İlerledi. Marina da onu takip
etmişti.
Büyük bir ahşap makinedeki demirkolu aşağı iterek büyük beyaz
kupalara doldurduğu taze filtre kahveleri hazırladığında elindeki şişeleri gösterdi.
"Kahve konyak mı burbon mu?"
"Sadece kahve" dedi Maria.
Duvarda büyük boydan boya
yapılmış, ağzı açık iri bir kara ayı çizimi vardı.
Kahve makinesinin arkasındaki pikapı çalıştırdı. Pikapta dönmeye başlayan Tom Waits'in sesi yerde duran eski model lambalı anfilerden
geliyordu.
Maria bu yüksek duvarlı geniş hangarın büyük boşluğuna
baktı.
Önlerinde bir zeplin duruyordu.
"Yemediğim ama benimle cebelleşen tek
bisküvi, artık sana anlatmayı hak edecek kadar uzun zamandır bizimle birlikte
yaşıyor. Ambalajının dibindeki kalan kakaolu tek bir bisküvi. Onu atmıyordum
da. Eğer atacak olsaydım hiçbir zaman merak ettiğim o sorunun cevabını
bulamayacaktım. Soru ise şuydu : O bisküviyi yiyecek miydim?"
Maria bisküviyi ağzına atıp yutunca "Hadi Zeplinle biraz
dolaşalım" dedi. Marina portala geri dönmüştü. Zeplinin balon kısmı şişiyor, geniş
hangarın tavanı birbirinin üstüne katlanarak
açılıyordu.
Havalandıklarında şöyle anlattı.
"Kendi doğal sınırlarına ulaşmış bir
imparatorluk gibiydik o zamanlar. Yapacağımız her hareket, her ne olursa olsun
zararımıza sonuçlanacaktı. Satrançta bu durum için özel bir terim var. Sıra
sende ama hiçbir hareket yapmamak daha avantajlı. Oynayacağın herhangi bir taş
seni dezavantajlı bir duruma sürükleyecek.
İki tarafın da güçlü savunmalarının olması bu durumun ana nedeniydi.
Ama tilkilerle işbirliği yapan fraksiyonlar birbirleriyle ortaklıklar içine girince savaş kaçınılmaz olmuş ve çatışmalar başlamıştı.
İçinde bulundukları bir savaş zepliniydi. İki
katlıydı. Zeplinin üzerindeki zırh plakalarının altında gizli topçu
bataryalarını saklayabilecek özel bölmeler vardı. Ayrıca yan duvarlarda yer
alan açılır kapanır pencerelerden makineli tüfek atıcıları ateş edebiliyordu.
Bu düşürüp tamir ettikten sonra yeniden oyuna soktukları
savaş zeplini büyük boyutu ve karmaşık detaylarına rağmen zarif
tasarımlarıyla dikkat çekiyor, Victoria dönemindeki
teknolojileri modern bir şekilde yansıtıyordu.
Mekanik silahları pompalama
mekanizmaları, buharın çıktığı tahliye valfleri ve yerde hareket etmesini
kolaylaştıran dişli tekerlek düzenekleriyle ilginç bir tasarıma sahipti. Zaten
onu kolayca hangarlarına sürükleyebilmelerinin nedeni buydu.
“Kural, sınır tanımıyorlar” demişti mühendis. Tavşan deliklerden modern silahlar sokmaya
çalışıyorlar, hatta kimyasal silahlar getirmeyi deniyorlardı. Boyutların
arasındaki net ayırımları korumaya çalışmak gibi bir amaçları hiç
olmamıştı. Ona göre sadece kendi
çıkarlarına uygun ve sorumsuzca davranıyor, gerçekliği eğip büküyor ve
biçimsizleştiriyorlardı.
Üstünde dizlerine dek
inen koyu renkli bir palto vardı. Giysinin altında,
gömleği yüksek yakalıydı ve altına da ince bir kravat takmıştı. Pirinçten
yapılmış düğmeler ve mekanik detaylar, giysinin ön kısmını süslüyor;
omuzlarındaki apuletler, ona askeri ve aristokratik bir hava katıyordu.
“Gerekli ve acil her
durumda kirpi özel birliğinin boyutlar arası geçiş izni var ama” dedi Maria.
Onlar da modern silahlar kullanıyorlardı. “Bu tamamen başka bir konu” diye
geçiştirdi mühendis. “Bence kirpi dünyası, hiç kazanmasak da para bizim
elimizden dönsün diyen yahudi tüccarlara benziyor” dedi Maria inatla.
“Tehlikeli fikirler” diye güldü
mühendis.
Zeplinin gövdesi metalden
yapılmış, üzerinde karmaşık dişli sistemleriyle çalışan pervaneleri vardı.
Arkasında havayı yönlendiren dümene bağlı yardımcı bir kanat dışında, üstünde
pirinç süslemeler, bakır borular ve vagon tekerlekleri gibi unsurlarla
donatılmış, deri kaplamaları ve ahşap panelleri bulunuyordu.
Aşağıda devam eden manzarada siyah ve kahverengi
duman püskürten çatılara ulaşmış ağaçların yeşilinin, dişli çarkların, mekanik
düzenlerin, inip kalkan pistonların ve buharla
dolu sokakların sisli dünyası vardı. Bunların aralarında demir ve
pirinçten yapılmış devasa binalar gördüler. Mühendis zaman zaman geri dönüp
ateş kazanına birkaç kürek daha kömür atıyordu.
Zeplinin iç kısmına
geçildiğinde ise navigasyon sistemi, motor odası, silah sistemleri gibi farklı
bölmeler birbirlerinden ayrılmışlardı. Navigasyon sistemi büyük ahşap bir
pusula ve karmaşık dijital görüntülerle donatılmış bir kontrol paneliydi. Motor
odasında ise buhar gücüyle çalışan devasa makineler, dönen çarklarıyla enerji
üreterek pervaneleri hareket ettiriyordu. Bu zeplinler, tanklara destek
sağlamak ve düşman hatlarını bombalamak için tasarlanmışlardı.
"Günler
önce böyle
bir çarpışmanın ortasındaydık" dedi mühendis.
Güneşin altın ışığı,
metalik zeplinlerin yüzeyinde parlıyor,
her iki
taraftan da bir dizi zeplin, gökyüzünü kaplıyordu. Bakır kaplamalı, dişlilerle dönen motorlar, buhar tüplerinden gelen
buharı emip devasa pervaneleri döndürüyor,
her
zeplinin üzerine yerleştirilmiş demir döküm topçular herhangi bir anda
ateşlemeye hazır durumda bekliyorladı.
Aşağıda, buharla çalışan
tanklar ve savaş makineleri, gökyüzünü kusursuz bir şekilde yansıtan devasa
buharlaşmış bataklıkları geçerek ilerliyor, tankların üzerinde, yüksek basınçlı buharla çalışan
taretler düşman hatlarına ateş kusuyorlardı. Demir
topçuların ateşi ile bir zeplinin zırhı delinirken, hasar gören zeplin hızla
alçalıyordu
“Onu buradan vurduk” dedi
yenilenmiş bölgeyi göstererek. Bu zeplinin hassas karnıydı. Böylece gemiyi
fazla zarar vermeden indirebilmişlerdi. Yanlarına vardıklarında ise gemi
tamamen boştu.
Dişlilerin, pistonların ve buharlı makinelerin büyüsüyle büyümüş,
dişlilerin ritmi ve buharın sıcak nefesi onun için bir tutku haline gelmiş olan mühendis bu kısmı yeniden yaparken sayaçlar,
göstergeler ve kadranlar karmaşıklığını,
görünür
hareketli parça dizileriyle beraber cam
bölmeli bombeli kapakların arkasına koyarak
steampunk estetiğine 'işleyiş' hissini eklemişti. Sonra paslanmış metal parçaları temizlemiş, bazı motorları yenilemiş ve kontrol sistemlerini güçlendirmişti.
Rüzgar sertleşiyordu.
Büyüteçli lenslerle donatılmış ve karmaşık dişli
mekanizmalara sahip olan binoküler
dürbünle ileri baktı. Fırtına geliyordu. İnecek bir yer aradı ama geç kalmışlardı. Sertleşen rüzgar zeplini sarsıyordu. Elektrikli ve buharlı makineler köprüyle birlikte sallanmaya başlamış ve mühendis kontrolü hemen hemen kaybetmişti. Aşağı baktı. Yüksek ağaçların
üstüne doğru sürdü. Maria'dan
bir yerlere sıkıcı tutunmasını istemişti. Gemi çatırtıyla ağaçların üstüne bindirdi. Zeplinin iki katının bulunduğu alt
kısım ağaçlardan aşağı sallanıyordu. Bir halat fırlatıp
Maria'nın hızla inmesini sağladı. Burası beyaz mermer taşların, değişik biçimli büyük haçların
ve taş melek heykellerinin bulunduğu yeşil bir mezarlıktı. Mühendis geminin gerisinde çıkan yangını görmüş, zeplinin
balonunun patlayacağını anlayarak halatı yarısında terk edip aşağı atlamış ve
Maria ile birlikte uzaklaşmak için koşmaya
başlamışlardı. Zeplinin balonunu dolduran uçucu gaza alevler ulaştığında oluşan patlama her
tarafı sarsmıştı. Fırtına devam ediyordu. Geri dönüp yükselen alevleri seyrettiler. Zeplinler özenli yapılarına rağmen hassas gemilerdi.
Biraz sonra sokaklarda dolaşırken hava yeniden açtı.
Kadınların elbiseleri genellikle ince bir kumaştan
yapılmış ve bellerine oturan korselerle desteklenmişlerdi. Korseler, altın veya
bakır renkli metal tokalarla ve dişli detaylarla süslenmişlerdi. Elbiselerinin
etek kısmı, kabarık bir şekilde diz hizasına kadar iniyor, kollarında, geniş
manşetli ve dantel işlemeli bir gömlek veya bluz bulunabiliyor, altlarında ise
genellikle kendisininki gibi topuklu botlar veya dantelli ayakkabılar oluyordu.
Kadınlar birbirleriyle karşılaştığında kıyafetlerini gözleriyle detaylı bir
incelemeye tutuyor ve yeniden bakışları karşılaştığında yüzlerinde genellikle
olumlu duygularını belirten bir ifade
oluyordu. Bu yüzden Maria ellerini ceplerine attığı tek parça elbisesiyle bazen
hayretle kesilen derin ve delici bakışların muhatabı oluyordu.
Yürümeye devam
ettikçe, bakır ve çelikle biçimlenmiş binaların arasından güneşin ölü sarı ışıkları, buharla
dolu sokaklara sızıyor, yanlarından geçen kocaman tekerlekli arabaların bakır parçalarını
parıldatıyordu. Gökyüzü baştan başa çelik grisiydi ve bakır renkli bulutlar alçalıyorlardı. Şehir, buharla çalışan devasa
makinelerin göğe yükseldiği, dişli çarkların dönüp durduğu bir labirent
gibiydi. Yol boyunca, şehrin tehlikeli sokaklarında,
tuzaklarla dolu geçitlerinde ve buharla kaplı
labirentleri andıran caddelerinde ve
bağımsız başıboş çeteler ya da etrafa yayılarak yürüttükleri bina inşaatları gibi birçok engel arasında çalışan bir telsiz arıyorlardı. Telsizi zemin
katta bir inşaat alanında bulduklarında gelen arabayla önce hangara ardından portala geri döndüler. Maria,
Marina Demyanko'ya geri döneceğini söyleyerek geçitten geçip
buraya geldiği yıkık haldeki taş eve geri döndü. Güneş hala tepedeydi. Zaman sanki hiç geçmemiş gibiydi.
Evden çıkıp etrafa bakınarak yürürken ağaçların altında eski bir demiryolu iskeletine
rastladı. Toprağın içine gömülmüş ve paslanmış eski raylar onu terk edilmiş bir
fabrikaya götürdü. Burası tepesindeki uzun ve kirli camlarından boğuk bir
ışığın sızdığı çok geniş bir yerdi. Büyük
katedrallere, eski garlara özgü ruhani bir havası vardı. Raylar, demir ve çelik
sütunlarının yükseldiği dar bir aralıkta son buluyordu.
"Burası çok eskiden bir vagon
fabrikasıydı" dedi yorgun bir sesle oradaki yaşlı adam. Duvarlardan ve
yerlerden parçalar söküp çıkartıyordu. Parçalanıp dağılmak üzere olan yerleri
silkeliyor ve dökülenleri
fabrikanın demir el arabasına yüklüyordu. Yavaş adımlarla gelip elindeki feneri
dar aralığa tutarak yukarısını işaret etti. Teneke levhalarla kaplanıp kalın ve
paslı vidalarla duvara çivilenmiş levhalar büyük yeşile dönmüş pas lekeleriyle demir duvar kolonlarına dek geliyordu. Onları
birbirine bağlayan yağlı ve kirli karmaşık ama hafif görünen çelik
yapıyı işaret etti. Burada kirli yağ tabakaları birikip tutkal kıvamına
yumuşamış bir örtüyle kaplanmıştı. Oradan tavana dek yükselen kalın zincirlere
bakarak "Onları sökmeme yardım eder misin?" dedi. Demirleri ve
bakırları söküp hurdacıya
satan bir toplayıcıydı. Maria eve dönmek
zorunda olduğunu söyleyip başka bir yere daha uğramadan geri döndü. Uzaklarda
herşey olup biterken burada sadece birkaç saat geçtiğini
fark etmişti. Üstünde kırmızı
kapşonlu ve alt eşortmanlı eski kıyafetleri vardı. Katları çıkıp cebindeki anahtarla evine girip kahvenin düğmesini yeniden açarken, dondurma ile sandviç yaparak karnını doyurdu. Bu onun kendine özgü
tuhaflıklarından biriydi. Çenesini kapalı
tutacağına Marina'ya söz vermişti.
Yine de evde yabancı birinin sesini duymak istiyordu. En yakın hissettiği kişi
de hala oydu. Pişman olacağını tahmin ederek aramaya karar verdi. Ondan
ayrılalı çok uzun zaman olmamıştı.
Uyuyor mu diye düşünmeden telefon
açtı. Eski sevgilisinin günün herhangi bir
saatinde uyuyabileceğini biliyordu. Bekledi. Telefon çalıyordu. Açtı. Kesik kesik konuşuyorlardı. Söyleyecekleri sürekli kısa sessizliklerle bölünüyordu.
"Ne yapıyorsun?"
"Hiçbirşey.
Bazen yazıyorum"
"Yalnız mısın?"
"Kedi aldım bir tane, kucağımdan inmiyor.
Sen?"
Maria duymamazlıktan geldi.
"Yoğunum"
"İşler falan ha? Her zamanki gibi"
Maria telefonu açtığından beridir aslında eski sevgilisinden
dışarda buluşmayı teklif etmesini beklediğini farketti. Bu olduğunda kesinlikle
reddecekti ama yine de içten içe bunu bekliyor ve sabırsızlığı zaman zaman
sesine de yansıyordu. Saç bandını düzelttti.
Eski sevgilisi onu tanıyor, hızlıca birinden
diğerine atladığı tuhaf ruh hallerine alışkın olduğundan şu anda bir yaklaşma
hareketinin kalıcı bir felaketle sonuçlanacağını
içgüdüleriyle sezebiliyordu. Sessizliği karşısında
"Peki" dedi sadece.
"Pekala" dedi Maria da. "Sonra görüşürüz o
halde" Kapattıktan sonra son eklediği kendi kelimelerine sinirlenerek
"O halde" diye tekrarladı. Ne gereksiz bir sondu. Yenişememek hissi
ile isteksizce ve tatmin olmamış biçimde
telefonu kapatmıştı. Bu tür kendini
zayıf hissettiği anlarda eli hemen kendiliğinden ya kolyesini arıyor ya da
neredeyse hiç çıkartmadığı saç bandına gidiyordu. Dalgın bakışları geri dönene dek onu oyalayan buydu. Ne düşünmüştü acaba?
Kendisinin de ne düşünmüş olabileceğini tam çıkartamıyordu aslında. Sesinden açıkça böyle hissetmemden sen sorumlusun duygusunun düşmanca tavrı sızmıştı. Bu da karşısındakine
aslında hiç istemediği talep de etmediği, o ana kadar
kendisinin sahip olduğunu da bilmediği bir gücü, şimdi
kendisinin verdiğini anlayabiliyordu.
Kapı çaldı.
Bir an panik hissetti. Hiç kimseyi
beklemediğinden bordo renki taşlı kolyeyi kanapenin arasına sakladı. Tilkiler
onu bulmuş olabilirler miydi? Kapıyı açtığında
karşısında lacivert resmi üniformalı bir
kirpi kadını ve arkasında silahsız gelmiş iki siyah kirpiyi buldu. Kadın
rozetini göstererek "Kirpi Özel Birliği" dedi. "Bizimle
geliyorsunuz..." Soyadıyla birlikte seslenmişti. Birlikte merdivenlerden inip dışarı çıkarken farklı bir boyuta geçtiler. Geçiti kapıya kurmuşlardı. Geldikleri bu yeni yer
yeşil siyah tonlarındaydı. Boş koridorlarda hızla ilerlediler ve Maria'yı
herhangi bir açıklama yapmadan aşağı katlardaki dar ve tek
kişilik alçak tavanlı beyaz hücrelerden birine kapattılar.
8. Tavşanlardan Bir Farkın Yok
Hücrede sabit
bir yatak, küçük bir duvardan uzanan masa çıkıntısı, yanyana duran köşedeki klozet ve küçük bir lavabo dışında hiçbir şey yoktu. Duvarlar kendine zarar vermesini
engellemek amacıyla yumuşak dokulu beyaz deri ile kaplanmıştı. Bu aynı zamanda
sesi de kesiyordu. Bağırmasının bir faydası olmayacaktı. Beyaz ışığın altında
odanın ortasında bir süre durdu.
Gelen sıkışma hissiyle boğuşmaya başlamıştı. Bağırmaya ya da gürültü çıkarmaya
başlarsa buraya gelirken gördüğü hemşirelerden
birinin gardiyanlarla birlikte gelip sakinleştirici bir iğne yapabileceklerini
tahmin edebiliyordu ama ayık ve canlı kalmak istiyordu. Neler olduğunu anlamaya
çalıştı. Ne olursa olsun Marina'ya haber
vermeliydi. Onun yapabilecek birşeyleri olabilirdi. Sessizlikte çalışan havalandırmanın uğultusunu dinledi bir süre. Kat kat birbirini örten beyaz metal açıklıkları seyretti. Maria hayal ettiği gibi oraya
ulaşabilseydi bile herhangi bir çıkışa gidene
kadar havalandırma boşluğunda aralıklarla konulmuş boşluklu metal engelleri görecekti. Sonrasında yine de ihtiyacı basit bir
yıldız tornavida olacaktı. Ayrıca geçitin
nerede olduğunu bilmiyordu. Kolyesi de yanında yoktu. Duvarların üstüne gelmesi ve
sıkışma hissini gözlerini kapatıp yatağa yatarak geçiştirmeye çalıştı. Kafasını beyaz yastığa koydu ve
battaniyeyi üstüne çekti. Ne kadar orada öyle kaldığını bilemiyordu. Zamanı ölçebileceği hiçbirşey yoktu. Dışarda güneşin görünüp görünmediğini
bilmiyordu. Işığın tamamı tepesindeki iyi korunmuş beyaz florasandan geliyordu.
Demir kapı üç defa vuruldu ve birisi demir
kapının altındaki bir bölmeyi açıp köpükten yapılmış bir tabldotta yemek ileri sürdü. Ayak sesleri
uzaklaşırken, büyük su dolu
bardağın da kağıttan, çatal ve
kaşığında plastikten olduğunu fark etti. Kendisine zarar verebileceği hiçbirşey bırakmamışlardı. Hücreye koymadan önce üstünü ararken saç bandını da aldıklarını hatırladı. Kulaklarını
duvarlara dayayıp başka yabancı bir ses aradı ancak sadece sessizlik vardı.
Burada tutuklular yoğun zamanlar hariç hücrelere bir dolu bir boş şekilde
yerleştiriliyordu.
Kendi sesini bir süre duyabilmek için hatırladığı kadarıyla Beatles şarkıları söylemeye başlamıştı.
Ob-la-di, ob-la-da
Life goes on, Hah!
La, la,La la how the life goes on*
Yemeği yedikten sonra aynı şekilde kapının
altından ileri doğru ittirdi. Hücrede kalan
birinin romanını okuduğunu anımsadı. Kafasından satranç oynuyordu. Çok geçmeden
bunu yapamayacağını anlayıp uyumaya çalıştı.
Duvarlara bakarken kendisine ne sorabileceklerini çıkartmaya çalıştı. Hiçbir fikri yoktu. Kendisinden önce burada kalanlardan bir iz aradı ancak bu hücreler otel odaları gibi kimliksizdi. Hiçbir iz yoktu. Sanki onu çıldırtmak için tasarlamışlardı. Hiçbir açıklama
yoktu. Boşluğun sesini dinledi. Arada bir çalışan havalandırmanın uğultusu ile kesiliyordu.
Işığın hiç kapanmadığını öğrendi, açıp kapatmak için herhangi bir
düğme de bulunmuyordu. Beyaz zaman zaman titreyen
soluk florasan ışığının altında bağdaş kurup delirmemek için kendini oyalaması gerektiğini tekrarladı.
Hayalinde kirpilere Barbie kıyafetleri giydirdi, bulundukları devasa yapıyı üç defa yaktı ve kendisini gelip alanları
kollarından duvara asıp günlerce
sorguladı. Yattığı yerden demir kapıda hafif bir tıkırtı duyup kalktı. Aşağıdan
büyük kağıt bardak
içinde bir şey uzatıldı.
"Bu uzaklardaki bir arkadaşından" dedi
gardiyan kısık bir sesle.
"Biraz rahatlamaya çalış"
Kağıt bardağın içinde oldukça kaliteli beyaz şarap vardı. Yudum yudum içerken birilerinin onun burada olduğunu bilmenin
rahatlığını hissetti. Çünkü bu koridorlarda kaybolup gitse içinde evinin bulunduğu gerçek dünyada
hiçkimsenin haberi olmayacağından emindi. Bir kaç gün sonra bir
deste oyun kağıdı kapının altından atıldı. Şeffaf jelatinini dikkatlice açtı. Tally-Ho ! Hem iyi bir oyun kağıdı hem de
avcı köpekleri ile birlikte tilki kovalarken yapılan bir
seslenişti. Aynı zamanda havacılarda bunu it dalaşı sırasında kullandıkları bir
terim haline getirmişlerdi. Jokerinin yerinde bir çiftlik kovboyu olan, sırtları daire şeklinde
desenlerle örülü güzel bir
kağıttı. İçinden bir tane de pokerdeki el geçer kartı çıkmıştı. Bu onu uzun bir süre oyalayacaktı. Oynamadığında kağıtları sifonun
içine saklıyordu. Demir kapının altından köpük tabldotlarda
yemek gelirken, getiren gardiyana sorular sormayı denedi ama gardiyanlar hiçbir yanıt vermeden sessizce çekip gidiyorlardı. O da ayak seslerini dinleyerek
yeniden yatağına çekiliyordu. İçerde aynada yoktu ve artık nasıl göründüğünü de bilmiyordu.
Zaman mevhumunu tamamen yitirdiği saatlerden
birinde kapı açıldı ve iki gardiyan gelip kollarından tutup onu
koridorlarda açıklama yapmadan sürüklercesine
sorgulanacağı salona getirdiler.
Maria içeri
alındığında içeride kırmızı bir tilki sorgulanıyordu.
Karşılıklı masada otururken önce tilki
sakin görünüyordu. Makul bir tavrı vardı.
"Öyleyse
ana renkler kirpilerin, sayısız tonları da biz tilkilere yakın diyebilir miyiz?
Kirpiler ana yolları seviyor, tilkilerse ara yollara, arka sokaklara aşina. Dünyanın tüm
boyutları pastel boyaların net renkleriyle çizilebilseydi ne iyi olurdu değil mi kirpi?"
Kirpinin bunun karşısında verdiği cevabı ve
sorduğu soruyu duyamadı Maria. Yüksek sesle
konuşan tilkiydi. Etkileyici tiradına devam etti.
"Sizin bizden aslında hiçbir farkınız yok. Aslında sadece portalları
elinizde tutuyorsunuz ve bizi de tavşanların peşinden gitmeye zorluyorsunuz,
mecbur bırakıyorsunuz. Sadece totaliter biçimde gücü ve otoriteyi elinizde tutmayı yasal ve resmi
kılabilmek için bulabildiği bütün geçitleri kullanan bizleri suçluyorsunuz. Gerçekliğe tamamen hakim olabilmek için çevirdiğiniz
oyun, kendinizin kurup kendinizin inandığı bir dümen bu."
Propaganda yaparken sempati uyandırmak için biçim
değiştirmişti. Kirpilerin yanında aralarından biri gibi görünüyordu. Sempatik ve yakışıklıydı. Ama zorla
kollarından tutup hücresine sürüklenerek götürülürken ya
kontrolü yeniden kaybettiği için ya da direnmek için çaba sarf
ettiği için kırmızı tilki kafası geri gelmişti.
"Ve Maria" diye seslendi Kirpi.
"Maria Maria" dedi önündeki kağıtlara bakarak "Tavşanlardan bir
farkın yok" Kontrolsüzce açtığı geçitler
canlarını sıkmıştı ama sözün devamında bunu nasıl yaptığını bilmediklerini öğrenmesi de uzun sürmemişti. Taştan kesinlikle haberleri yoktu. Bütün sorgulama
boyunca tuhaf ışıklardan, müzikten ya da
bordo taşından kesinlikle söz etmemeye
kararlıydı.
Tavşanların boyut açarken kullandıkları gizli rünlerin sırlarını biliyor muydu?
Tilkilerle bağlantısı var mıydı ve bilgileri
onlara gizlice sızdırmanın belirli bir yolu, aralarında gizli bir şifreleri ve
kararlaştırılmış bağlantı noktaları var mıydı?
Geçitlerini
kullanan tilkilere ulaşmanın belirli bir yolunu bulmaları ve işbirliği mümkün müydü?
Kirpi kadının soruları giderek saçmalaşırken, herşeyi inkar etmenin onu tuhaf bir
biçimde suçlu
gibi gösterdiğini fark etmişti. Defalarca hücreye gönderilecek
ve defalarca geri alınıp benzer sorulara maruz kalacaktı. Hücrede zaman zaman herşeyi tekrar tekrar aynı
kelimelerle anlatmaktan yorgun ve sinirleri bozulmuş halde ağlıyordu.
"Tavşanlardan farkın yok"
"Rasgele geçitler açıp
boyutları birbirine katıyorsunuz"
"Tilkiler nerede?"
Sesler hücreye
geri döndüğünde her seferinde yeniden tekrar tekrar aklının içinde yankılanıyorlardı. Geçitleri kendisinin açmadığını tekrarlıyordu. Nasıl açıldıklarını da bilmiyordu. Bir bıçağı olsa kirpinin üstüne saldıracak
hale gelmişti ancak burada kesici ya da zarar verici hiçbirşey yoktu.
Günler geçiyordu ve beyaz odadan boğulacak bir hale
gelmişti. O gün bilgisayar oyunları oynayan bir kalabalığı
uzaktan göstererek, eğer anlaşma yapabilirse onun da hücresinden çıkabileceği, koğuşa geçebileceğini, birbirleriyle bağlantılı olan
bilgisayarla içeride diğer insanlarla ve başka türlerle iletişim kurabileceğini, isterse buradaki
senelerini saatlerce 'Blade of darkness' ya da "Sims"oynayarak geçirebileceğini anlatmışlardı. Ertesi gün yorgun bir halde uzanırken gardiyanlar yeniden
geldiler. Sorgulama salonundaki masanın üstünde hiçbir şey yoktu. Oturdu.
"Yetkisiz giriş çıkışların var"
Cevap vermedi.
"Geçit
açıyorsun"
Bunun bir sinir harbine dönüştüğünün farkındaydı. Sıkıntılı bir anda içeri elinde sarı resmi kağıtlar, dijital
evraklarla Marina Demyanko girdi. Masaya doğru ilerlerken "Benim için çalışıyor"
dedi. "Bunlar kağıtları ve bu da silahı" Şok cihazını Maria'ya
uzattı. Kirpinin neden bundan daha önce hiç
bahsetmediğini, ‘Tamamen gizli bilgi’ diyerek geçiştirdi. Getirildiğinde sadece Marina'ya ulaşıp
haber vermek istemişti. Haber ulaştırılmış ancak görüştürülmemişlerdi.
Birlikte dışarı çıkarken "Nasılsın" diye durdu
sarılarak. "İyi değilim" dedi Maria.
"Neden bu kadar uzun zamanını aldı?"
Onu kurtarmak için gereken resmi kağıtlar hazırlanırken Marina
kadim eserlerin tutulduğu eski kütüphanelerde araştırma yaptığını anlattı. Burada hücrede yaklaşık yirmi gün kadar tutulmuş olduğunu hesaplamıştı.
Arabada radyoyu açtı. Klasik müzik çalıyordu.
"Bak" dedi Marina Demyanko. "Bu sonu gelmeyen şarkı. Bu boyutun
alameti farikalarından biri. Her nasılsa emprovize, doğaçlama jazz gibi çalıyorlar"
Ancak orkestranın müziği hiçbir zaman kesilmiyordu. Sürekli bildiği kadarıyla senelerdir canlı
yayındalardı. Bazı kemancılar kalkarken yerine yenileri gelip oturuyor, bir
obuacı çıktığında yerini bir yenisine bırakıyordu. Şefin önünde hiçbir zaman nota dolu kağıtlar yoktu, sadece ritmi
yakalamaya ve tempoyu yönetmeye gayret
ediyordu. Senkranizasyonları mükemmel olduğu
gibi tamamen organik bir birliktelikleri vardı. Marina'ya göre kirpilerin adeta evleri olan bu boyutun temel
işareti buydu. Birlikte gökyüzünde dans eder
gibi hareketler yapan binlerce sığırcık kuşu gibiydiler. Kuşlar aslında
kendilerini savunmak ve gerektiğinde iri yırtıcı kuşların etrafını balon gibi
sararak saldırabilmek için askeri bir
tatbikat yapıyor olsalar da gökyüzünde dalga
dalga her an değişen görünüşleri çok şiirseldi.
Kendilerine verdikleri isimle kök kirpiler canlı, yaşayan şeylere daha fazla
değer veriyorlardı. Yazılı eserler ve kayıtlı şarkılar ölüydüler. Onlarda sadece ölü bir şeyi
yeniden diriltmenin sihri vardı. Çünkü herşey her an değişiyordu. Ama yaşayan şeyler,
yani bu değişimi her an hissedebilen şeyler çok başkaydı. Bu yüzden FRP, Fantastik role playing, hayal gücü ile rol yapma
oyunları çok yaygındı ve bazı önemli oyun kurucu, yürütücülerinin devam
eden oyunları radyolardan canlı olarak dinlenebiliyordu. Şu an dinledikleri
klasik müziğin çaldığı
radyo ise onların, kök kirpilerin resmi radyosuydu ve hiç kesilmiyordu. "Rezonans"* onlar için sihirli bir kilit kelimeydi.
Marina kadim ve eski bilgilerin yer aldığı küflü sayfalarıyla
tozlu kitapların bulunduğu yeraltı kütüphanelerindeki günlerinde, kılıç ve büyü boyutundan gelen asanın, gerçeklikten ayırt edilemeyecek keskinlikte rüyaların görüldüğü boyutların
birinde bir çatışma sonrası kaybolduğunu Thresherduarn'ın
Kaybolan Duvarlar Kitabı'ndan öğrenmişti. Geçitlerin açıldığı kemerli koridora geri döndüklerinde artık
nereden başlayacaklarını biliyorlardı.
Dip not
* Ob-la-di, ob-la-da/ Hayat sürüp gidiyor/Hah,
hayat nasıl da akıp gidiyor!
*Rezonans: Bir nesnenin ya da sistemin, dışarıdan
uygulanan bir titreşim kaynağıyla aynı frekansta titreşerek enerji transferi
veya etkileşimi yaşaması durumudur. Bu durumda, titreşim kaynağının frekansı
ile nesne veya sistemdeki doğal frekans arasında rezonans oluşur.
9. Rüya Geçitleri
Rüya geçitlerini açması için
Marina onu portaldaki evin üst katlarından
birine çıkarmıştı. İçine girdikleri büyük odada yüksek cibinlikli iki kişilik geniş bir yatak
vardı. Yanına bazı kağıtlar, üstünde karmaşık bir desen olan duvara asmak üzere bir kumaş ve rünlerin çizimlerinin
olduğu ahşaplar bıraktı.
"Bunlar öğrenmen gereken bazı mantralar*, bu üstünde meditasyon
yapacağın mandalaya* benzeyen şey ve şu rünler,* eskimeyen binlerce yıllık sırlar. Herşey
şu anda nasılsa binlerce yıl önce de tam da
böyleymiş."
Mumları uzattı. Onları yakarken "Eğer doğru
yaparsan uyuduğunda lucid olacaksın" dedi. "Yani rüyada olduğunun farkında olacaksın. Bir rüya geçiti
görünecek ve oraya
bu rünleri gireceksin; işaret parmağınla içeri doğru bastırdığın katılaşmış bir ışık demeti
gibi olacaklar. Rünleri unutmaman önemli. Seni orada bulmaya çalışacağım ama başarabileceğimi sanmıyorum."
Maria ilk iki gece yaptıklarından yorgun bir
halde uyuyakaldı ve uyandığında hatırlayamadığı değişik rüyalar gördü ama üçüncü gece lucid farkındalığı yakalamış, rünleri girmiş ve rüya geçitlerinin
ilkinden geçmişti.
Girdiği ilk boyut çok küçük
insanların yaşadığı huzur dolu minyatür
bir şehirdi. Orada öyle ufalmıştı ki diğerleri de onu kendilerinden
biri olarak görüyorlardı.
Gümüş asa buralardan geçeli çok
uzun zaman olmuştu ve geride bıraktığı eski hikayelerden ibaretti. Bu durum
asayı takip ettiği diğer boyutlarda da devam ettiğinden kısa zamanda kendini
parçaların kusursuzca birbirini örttüğü bir yap bozun içinde buldu.
Onun izini arkasında bıraktığı efsaneler ve
masallar üzerinden sürüyordu.
Gümüş Asanın Göründüğü Bazı
Hikayeler
Minyatür
Şehir
Günlerden bir gün bu ışıltılı ve huzurlu şehire yorgun bir yolcu
gelmiş. Yolcunun elinde dileklerin pek çoğunu yerine getirebilen bir asası varmış. Yolcu
kendi gibi küçük olan bu insanları ve küçük binaları küçük köprüleri küçük
ağaçları çok
sevmiş ve burada yaşamaya karar vermiş. Onca uzun zamandır yollarda geçirdikten sonra ilk defa kendini evinde
hissediyormuş. Dilekleri yerine gelen şehirliler ona ilkin çok saygılı davranmaya ve evlerinde konuk etmeye
başlamışlar. Herşey mutlu bir masal zamanı gibi akıp gidiyormuş. Gel zaman git
zaman yolcunun asasıyla yapabildiği şeyler ülkenin kötü vezirlerinden birine de ulaşmış ve kralın kızı
ile evlenip ülkelerinde uzun bir saltanat sürebilmek için asaya sahip olmaya karar vermiş. Yolcuyu
arayıp sorarak bulduktan sonra ondan kralın kızı olan güzel prensesi kendisine aşık etmesini istemiş.
Yolcu bunu yapamayacağını çünkü asanın bu güce sahip olmadığını eğer denerlerse neler
olacağını bilmediğini söylemiş. Kötü vezir haince
planlarla, entrikalarla ve güç yoluyla asayı
yolcudan kısa zamanda almış ve güzel prenses için onu kendisine yönlendirecek bir aşk büyüsü yapmayı dilemiş. Asa bir an yoğun bir ışık
parlaması çıkardıktan sonra ellerinin arasından kaybolmuş.
Asadan o günden beri hiçbir iz yokmuş. Kötü vezir
arzusuna kavuşamamış, yolcu ise eskiden olduğu gibi bir dilenci durumuna düşmüş ve karnı aç bir halde şehirlilerin kapılarını çala çala
kasabadan çıkıp yolculuğuna devam etmiş.
Mistik Göl
Herşeyin çok ama çok yeni olduğu,
çok ama çok eski zamanlarda mistik göller ve devasa ejderhaların dünyası, içinde
yaşayan fakir halkının güçlü ejderhalar yüzünden zor
hayatlar yaşadığı ama yine de yeşil doğasıyla güzel ve büyülü bir yermiş.
Bir gün görkemli atının üzerinde bir şövalye buraya gelmiş, ama su içmek için
göle eğildiğinde mistik gölün
dinginliğine, içini olduğu gibi gösterebilmesine ve sihirli sessizliğine hayran
kalmış. Meğer o göle bakanlar bütün umutlarını,
olumsuz bütün duygularıyla
birlikte kaybediyorlarmış. Birini terk eden muhakkak hemen ardından bir
diğerini de terk ediyormuş. Bunu bilmeyen şövalye o gece orada dinlenmiş ve sabah olduğunda
buraya gelmesinin amacı olan ejderhaları öldürmek konusunda
hiçbir umudu kalmamış halde yeniden yola çıkmış. Ama olumsuz hislerini de terk ettiğinden kendini
tamamen boş ve neredeyse amaçsız
hissediyormuş. Şövalye atıyla bu uzun gezintisi sırasında
kayaların dibinde bir asaya rastlamış. Gümüş asa kendini
gizlemek için adeta basit bir sopa gibi görünüyormuş. Şövalye sopaya tutuna tutuna kayaların arasından
yukarı çıkmış ve bir ejderhanın inine gelmiş. Asa
sayesinde yeniden eski gücüne kavuşan şövalye, yeşil ejderhayı kılıcıyla uçmaya başlamadan hemen oracıkta işini bitirmiş.
Şehrin mutluluğu için diğer ejderhaların da peşine düşmeye kararlı cesur şövalye o gece bir hana girmiş ve başından geçenleri anlatmış. Handaki tesadüfen orada bulunan ve oralardan geçen bir büyücü, gücü mistik gölün gücünden daha yüksek olan bu sopanın sihirlerinin çok kuvvetli olduğunu anlamış ve şövalyeden sopayı kendisine satmasını istemiş. Şövalye büyücünün neden basit bir yürüyüş sopasını almak istediğine bir anlam verememiş
ama onu üç kuruşa satmış. O gece büyücünün yaptığı ilk
şey, fikrini değiştirmesinden korktuğu şövalyenin odasına gidip onu uyurken öldürmek olmuş.
Daha sonra şövalyenin atına atladığı gibi şehrin en değerli
hazinelerini koruyan ejderhalardan birinin korkutucu mağarasına gitmiş. Büyüleriyle yürüyüş sopasını asıl olduğu biçime, eski gümüş asa haline
getirebilmiş ama öldürdüğü şövalyenin yüreğini aceleyle unutup bedeninden söküp yanına
almamış olduğundan tek başına ejderhanın karşısına çıkma gafletini gösterince, devasa ejderha tarafından bir hamlede
yutulmuş. Asayı mağaranın içinde diğer
hazinelerin arasında arayanlar ise onu hiçbir zaman bulamamışlar.
Gizemli Orman
Gümüş asanın bundan sonra göründüğü bir diğer yer
geceleri değişik varlıkların canlandıkları söylenen gizemli bir ormanmış. Ormanın dört tarafında çağlayan nehirler üzerinden ormana giden ahşap köprüler varmış ve
bu köprüler geceleri
yukarı doğru açılarak içinde
tuhaf şeylerin döndüğü söylenen ormana
doğru giden yolu kapatırlarmış.
Bir gün
küçük bir kız annesi hasta olduğu için bu ormana gezintiye gelmiş ve ona iyi
gelebilecek şifalı bitkiler aramaya başlamış. O, gizemli ormanın içindeyken vakit ilerlemiş ve köprüler açılmış, yollar kapanmış ve küçük kız o gece ormanda kalmış. Orman yolunda yürürken değişik
sesler duymuş ve seslerin geldiği yöne
bakmış. Saçları uzun, alacalı renklerde kalabalık bir grup
ninniyi andıran bir şarkı söylüyorlarmış. Renkli kıyafetleri içinde tuhaf bir dans ediyor, birlikte ahenkle bir
an zıplıyor sonra bir an sonra durup yüzlerindeki
beyaz ifadesiz maskelerle ona bakıyorlarmış. Şirinden çok korkutucu bir halleri varmış. Ona bu ormanın
kalbinde annesine iyi gelebilecek bir şeyin olduğunu fısıldamışlar. Yaratıklar
aslında yaşlı ağacın gölgesinde büyüyen bir tutam
otu işaret etmek istemişler ama küçük kız hemen
yanlarından ayrılıp ormanın kalbine doğru yola çıkmış. Fısıldayan ağaçlardan yol istemiş, dallarını kenara çekerek ona yol vermişler. Gece hayvanlarından su
istemiş, ona en berrak suların yerini göstermişler. Sonunda ormanın kalbinde açık bir yaşlı ağaç gövdesi bulmuş.
Bu yaşlı açık gövdenin
içinde gümüş bir asa parıldıyormuş. Annesine iyi gelecek
olanın bu olduğuna inanan kız ona doğru ilerlemiş, ama beyaz bir tavşan onun
yolunu kesmiş. Bütün ormanın
dengesinin bu gümüş asaya bağlı
olduğunu, kendi kaldıkları ahşap evlerin de ormana bağlı olduğunu, eğer onu
yerinden çekip alırsa kendilerini karanlık bir sonun
bekleyeceğine dair efsanelerin olduğunu anlatmış. Ama kız bencilce isteğine
yenilip tavşanı ve hikayelerini dinlememiş ve asayı kendine doğru çekip almış. Sabaha karşı gümüş asa ile
birlikte geri dönüş yoluna çıktığında göklerin uzaklardan çatırdadığını işitmiş. Sonunda köprüler yıkılmış,
ahşap binalar ve ağaçlar devrilmiş ve bir gerçeklik kendi içine çökerek
ortadan kaybolmuş.
Ebedi Buzul Toprakları
Sonsuz buzulların yayıldığı soğuk ve zorlu bir
arazi. Bir sürü buz patencisi
ve paten çiftleri sanki gizli bir müziği duyabiliyorlarmış gibi olağanüstü hareketler
yaparak açık mavi şeffaf buzun üstünde dolaşıyor,
hayatın, zamanın ve kaderin onlara sunduğu bu mucizeyi uçsuz bucaksız görünen buzlar üstünde paten
yaparak kutluyorlarmış. Buz çölünün en büyüleyici yanı
sadeliğiymiş. Sadelik onlara göre modası hiç geçmeyecek tek
akım ve etrafı daima hayranlıkla seyretmelerinin tek sebebiymiş.
Ama günün birinde bu buz şehrine tilki kafalı adamlar
gelmiş ve şeffaf bir prizmanın içinden geçen ışığın, renklerine nasıl ayrıldığını göstermişler. Sonra bu teknolojiyi kullanarak bu
buz çölüne hiç
yakışmayan güneşin yatay ışıklarının değişimine göre renklerini değiştiren buzdan şatodan inşa
etmişler. Ama buzlar kraliçesi buna çok sevinmiş ve şehrin bu halini çok beğenmiş onlara aralarındaki savaşlarda bozkır
lordlarından aldığı bir asa vermiş. Tilkiler asanın sihirli güçlerini başka tuhaflıklar için kullanmışlar ve hiçbir işe yaramadığına inandıkları buz pistini
kapatmış, penguenleri ve beyaz ayıları uzaklara sürmüş, köpeklerin çektiği kızakları kaldırıp yerine kendi araçlarını koymuş ve şehre pek çok yeni tilki kafalı adam getirmeye başlamışlar.
Aslında yaptıkları bu buz çölünü de kendi
geldikleri yere benzetmekten ibaretmiş. Daha sonra Maria oraya vardığında
dinlediği yaygın bir efsaneye göre doğa ana
bunları görmüş ve
oraya geldiği gibi asayı bir hamlede
yutan dev bir kertenkele göndermiş. Güneşi yaklaştırmış ve buzdan şatolarını eritip
ortadan kaybetmiş. Herşey kısa süre sonra eski
haline gelmiş ama bir daha gümüş asayı gören olmamış.
Gökyüzü Adaları ve
Diğerleri
Bundan sonra asanın yeniden ilk ortaya çıktığı yer gökyüzü adalarıydı. Burası büyüklü küçüklü uçan adaların bulunduğu, gökyüzünde yer alan fantastik adalardı
ve birbirlerine asma köprülerle bağlanıyordı. Maria buraya geldiğinde gümüş asanın
sahibinin uzun zaman önce mezarlık
şehrine inmiş olduğunu öğrendi ve
peşinden gitti. Ölülerin ruhlarının gezindiği mezarlıkla çevrili
karanlık bir şehir alanında dolaştı ve adamın
hayalet şehirde gümüş asayıyla çok kalmadığını ve ruh aynası labirentine
girdiğini, çünkü asanın gerçek güçlerinin
orada sınanabileceğine inandığını öğrendi.
Ruh aynası labirenti, insanların iç dünyasının yansımalarının bulunduğu gizemli
ve karmaşık labirentlerden oluşan bir boyuttu. Maria'ya göremediği bir yerden duru bir ses oraya vardığında
"Burada sadece yalnız olabilirsin." demişti "Sadece
getirdiklerin ve sen." Fakat adam gördükleri
karşısında dehşete kapılmış ve asayı yok etmeye karar vermişti. Böyle bir gücün hiç kimsenin eline geçmesine ve kullanılmasına razı olamazdı. Asanın
yok edilemeyeceğini anladığında büyük buharlı bir gemiye binip açıklarda onu denizin karanlık sularına bırakmıştı.
Hiç kimseye de yeri hakkında hiçbirşey söylemeyecekti.
Maria bir iz bulabilmek umuduyla sisli dağlara gitti.
Burası görünmezlik etkisi yaratan yoğun sis tabakaların kapladığı dağ sıraları ile ünlü olan bir bölgeydi
ve derinliklerinde eski kitaplardan oluşan kadim sırların ve gizli bilgilerin saklandığı büyülü kütüphane de bulunuyordu. Kütüphanede
aradığına dair hiçbirşey bulamayınca, çaresizlik içinde mitolojik dünyanın bütün o gizemli parçalarıyla çevrili ve tanrı panteonlarının bulunduğu temel
boyutlara geri döndü. Umudunu
kaybetmiş gibiydi ama bir gün dağ yolunda
bir grup keşiş gördü, peşlerinden
hızlıca yetişti ve hikayesini anlattı. Bu keşişler zamanın bir döngü olduğunu ve hiçbir zaman başlangıç veya sonunun olmadığına inanıyorlardı. Onlardan, sonunda yok
edilemeyen asanın suya atıldığını ama yaydığı gizemli enerji fark
edilince, sualtını araştıran ve su
altına gömülmüş durumda yaşayan Atlantisliler'in asayı bulup
koruyorlar olduklarını öğrendi.
Atlantis onu paylaşmaya yanaşmıyor ve yüksek güvenli
bir alanda muhafaza ediyordu.
Maria uyandığında kendini yeniden canlanmış
hissediyordu. Günlerdir yataktan kalkmamıştı. Marina'nın yanına
indi. Onu masasının başında değil mağaranın dibindeki kasanın yanında steampunk
mühendisiyle çene çalarken
buldu. Kendine makineden bir kahve aldı ve geri geldiğinde "Atlantisliler
tarafından alıkonuluyor" dedi sakince. "Yüksek güvenlikli
bir alanda muhafaza ediliyor"
"Sırlarla dolu Atlantis" diye tısladı
Marina düşünceli bir
halde.
"Paylaşmak istemeyeceklerdir"
Dipnot
* Mantra,
tekrarlanan bir kelime, hece veya cümle olup zihni
sakinleştirmek, konsantrasyonu artırmak veya meditasyon amacıyla kullanılan bir
araçtır. Mantralar genellikle Sanskrit dilinden gelir ve ses titreşimlerinin
beden ve zihin üzerindeki etkisine dayanır.
* Mandala, Sanskrit dilinden gelen bir kavram
olup "daire" veya "dairesel şekil" anlamına gelir.
Genellikle karmaşık desenler ve sembollerin iç içe geçtiği geometrik
tasarımlardan oluşur. Mandalalar
genellikle simetriye dayanan bir düzeni takip eder ve merkezden başlayarak dışa
doğru yayılan bir desen barındırır.
* Rün; Rünler, tarih öncesi
dönemlerden beri kullanılan ve genellikle eski Kuzey Avrupa kültürleriyle
ilişkilendirilen alfabe veya sembollerdir. Rünler, İskandinav mitolojisi ve
pagan inançlarında önemli bir rol oynamıştır.
10. Dalgalar Arasında Zamanda Kaybolmak
Atlantisle ilgili ilk sorun şuydu ki açılan geçitler
olması gerektiği gibi çalışmıyordu.
Eski yıllarda onlara olabildiğince yakın bir noktaya gidip geri kalan yolculuğu
oldukça ilkel bir yolla sürdürmeleri gerekiyordu.
Yabancılardan hoşlanmamaları ve daima şüpheyle yaklaşmaları da bir diğer problemdi. Uzun
yüzyıllar önce
sulara gömülmüş bir medeniyet için bu anlaşılır bir durumdu.
Son gidenlerden bir yolcuyu kanaldan denize
atmışlardı. Tamamen suyun altında kurulmuş bir uygarlıktan çıkarken yaşadığı
travmaya suyun içinden gelmekte olan dibi toplayan bir balıkçı ağının
içinde çekilip balıkçı gemisine alınması eklenmişti. Denize bakmış ve
ahşap bavulunun suyun üstünde yüzmekte olduğunu görmüştü. Balıkçılar bavulu alırken bu duruma bir anlam
verememiş, balıkçılara geçen
bir yolcu gemisinden düştüğünü söylemiş ve ilk
limanda inmişti.
Marina ve kirpiler ise önce resmi yollarla Atlantis'ten asayı istemişler,
kağıtlar ve evraklar aralarında gidip gelmiş ancak uzun bir zaman bir sonuç alamamışlardı. Çıkacak kararları bekledikleri günlerin birinde Maria'nın ıslık çalarak bordo taşıyla geri dönüş için açtığı
portal kapısından takım elbiseli ince kravatlı kırmızı bir tilki ve hafif göğüs zırhı ve
aynı renk hafif kaskıyla resmi kıyafetli siyah dişi bir kirpi aynı anda dövüşerek içeri girmişlerdi. Silahları düşünce yakın dövüşe geçmişler ve tilki bacağının kenarından bir bıçak çekmişti.
Kirpi, tilkinin bıçaklı elini tutup kıvırmış ve kendine doğru çekmişti ancak tilki bu boyunduruktan çabucak kurtulmayı başarmıştı. Sonunda Maria,
Demyanko'nun çekmecesinden şok silahlarından birini alıp
yakından tilkinin beline doğru kullanınca kırmızı tilki yere düşüp titremeye
başlamıştı. Kaybetmişti.
Onu biçim değiştiremeyeceği bir halatla bağlarken
"Burayı ana portallardan biri olarak kullanmak istiyorlar demişti dişi
kirpi. Maria'yı yakın zaman önce evinden
tutuklamak üzere alan aynı dişi kirpiydi. "Böyle bir yere sahip olan bir zihin, buradan
ayrılan pek çok boyutu da düşünebilir ve
iradesini bağlayabilir, böylece hükmedebilir ve şekillendirebilir." diye
anlatmıştı. "Tilkilerin yeni rüyaları
bu tip bir portal ele geçirebilmek, geçitler için
tavşanlara bağımlı olmamak. Bir defasında kendi doğalarına karşı gelip
aralarında anlaşmaya çalışmışlardı
ama yürümemişti.
Tavşanların oyuncağı olmuşlardı. Bu onları öfkelendirdi ve anlaşma kısa zamanda bozuldu. Bütün boyutları,
kovaladıkları tavşanları kışkırtıp geçit
açmaya zorlayarak şimdi neredeyse kontrolsüzce birbirine bağlamaya çalışıyorlar. Herşeyi birbirinin içine katmak istiyorlar çünkü karmaşada
onlar kendilerini evlerinde gibi hissediyorlar" Steampunk mühendisiyle üstünde çalıştıkları kontrollü geçiş
tamamlandığında bu sorun büyük ölçüde çözülecekti. Marina'nın açık halde masada kalmış olan laptopunda birkaç tuşa basan dişi kirpi, tilkiyi yanında götürürken "Bununla ben ilgilenirim" diyerek
geçitlerin birinde kaybolmuştu.
Sonunda yargı sürecinden istedikleri sonucu elde ettiklerine
inandıklarında Marina Demyanko yanına özel
bir kirpi birliği alıp asaya el koymak üzere Atlantis'e doğru açılan geçitten
geçti.
Okyanus canlılarından esinlenen heykeller, okyanus bitkileriyle süslenmiş binalar ve suyla iç
içe olan modern bir yapıları vardı. Yarı geçirgen özel
duvarlardan oksijeni sudan çektiklerinden
dışarıyla hiçbir bağları kalmamıştı. Deniz ürünleri avcılığı, deniz dibi topraklarında tarım ve özel
tasarlanmış tesislerde yetiştirilen bitkiler gibi yöntemlerle beslenmelerini sağlıyorlardı. Her yer kavisli ve kıvrımlı, geniş alanların çokça
kullanıldığı, şeffaf bir cam benzeri ama daha esnek bir malzeme ile bütün detayları içeriden yansıyan ışıkla görünür hale getirilmiş okyanustan ayrılan mekanlardan
oluşuyordu.
Siyahlar içindeki özel
birlik başında Marina Demyanko olduğu halde geniş koridorlardan ve Atlantis'e özgü, etrafı
karanlık okyanustan şeffaf duvarlarla korunan iki katlı meydanlardan geçip asanın bulunduğu antik eserler müzesine yaklaşırken, başka bir kalabalık özel kirpi birliği grubu da onlara ters yönden yaklaşmaktaydı. Nihayet karşılaştıklarında
silahlarını birbirlerine doğrulttular, uyarı sesleri karşılıklı olarak bir
panik havası yaratmıştı. Yetki karmaşasını çözmek üzere
aralarında pek çok kağıt
gidip geldi. Birbirlerinin nerelerden yetkilendirildiklerini anlamaya çalışıyorlardı. Senatör diğer kirpi birliğinin arasından çıkarak, iki grubun sıkıştıkları alanda ortalarına
doğru gelip "Bizler haydut değiliz" diye bağırdı. "Atlantise ait bir şeyi izinleri
olmaksızın zorla alamayız" Atlantisliler onu dinliyordu. Kağıtları
inceleyen Marina Demyanko geri çekilmeyi kabul
etmişti. Atlantisliler tarafından sempati ile karşılanan senatör şimdi alkışlanıyordu. Marina "Sizinle
portalda özel olarak konuşmak için izninizi istiyorum" diye seslendi
giderken. "Pekala bu mümkün" dedi senatör bir yandan hala devam eden tebrikleri kabul
ederek. Görünen o ki
Atlantis bu durumu bir prestij meselesi yapmıştı. Özel kirpi birlikleri ortadan kaybolduktan sonra
Atlantis'te hayat normale dönmüştü. Bütün olumlu
hisleri, onaylarını ve sevgilerini toplayan senatör de Marina'nın peşinden portala gelmişti. Onu çok eskiden beri tanıyordu.
"Başka yollarda bulunabilir Marina"
dedi Senatör konuya hızla girerek.
"Dediğim gibi biz haydut değiliz. Asayı
vermek istemediler ve teknik olarak asa
Atlantisin malı."
"Gücünün farkında
değiller" dedi Marina. "Bu onlar için eski büyücülere ait bir sopa" Neden sonra "Başka
yollar derken ne kastettiniz senatör?"
diye sordu Marina.
Senatör
Maria'ya bakarak, güvenilirliği ile ilgili onay aldıktan sonra
"Bir profesyoneli ikna etmeye çalışıyoruz"
dedi. "Para karşılığında asayı müzeden
çalabilecek yetenekli biri" Senatöre göre
bu kesinlikle Atlantislileri daha az kızdıracak bir yöntemdi.
Gelen uzun boylu, sarışın ve zeki ifadeli
neredeyse sempatik denebilecek hırsız önce
uzun zaman müzeye diğer meraklı turistlerle birlikte girip
etrafı inceleyerek gözlem yaptı. Portala geldiğinde mekanın şemasını çiziyor ve olası sonuçları hesaplıyordu. Sonunda şüpheli bir durumdan ötürü planını genişletti ve Maria'yı da yanına aldı.
Atlantis'e geceyarısından sonra müzeye olabildiğince yakın bir noktadan geçiş yaptılar. Siyahlar içinde lastik ayakkabılarıyla hızlıca koridorları
geçip güvenlik
kameralarının başında olan şefin arkasından yaklaşıp eterle bayılttıktan sonra
sandalyesine kelepçelediler. Müzenin ortasına asanın durması gereken yere
ilerleyip yere çöktüler. Tırtıklı daire şeklinde yerin bir parçası gibi görünen dişliyi
elleriyle çevirdiler. Dişli döndükçe dişlinin etrafını çevirdiği geniş dairenin içinden yerden yukarı doğru çıkan şeffaf bir kavisli kutu içinde gümüş asa yükseliyordu.
Sonunda hırsız ayağa kalkıp ilk şeffaf duvarı elmasla kestikten sonra asanın
bulunduğu daha değişik bir materyalden yapılmış ikinci duvara geçince bunun bildikleri gibi bir çeşit cam olmadığını ve elmasın işe yaramadığını gördüler.
"Tahmin ettiğim gibi B planına geçiyoruz" dedi hırsız.
Maria yanlarında getirdikleri mermer uzun
blokları kapıların yanına gidip alarm çalınca
yukarıdan aşağı doğru indiklerinde kapanmalarını engelleyecek şekilde aralarına
yerleştirdi.
Hırsız asayı içinde tutan son cam fanusu da kaldırdığında
alarmlar çalmaya ve etraflarında ışıklar yanıp sönmeye başladı. Bütün kapılar ve
dışarı açılan açıklıklar
birer birer kapanıp kilitleniyordu. Cam fanusun içinden asayı alır almaz geri dönüp Maria'nın açık tuttuğu kapılara doğru koşmaya başladı.
Koridorlardan koşarak ilerleyip birlikte geçitten geçtikten
sonra Marina hızla geçiti kapattı ve
sonunda sakince ellerindeki asaya baktılar. Yakışıklı hırsız bir bavul dolusu
hazır bulunan parayı alıp geçitlerin
birinde kaybolmuştu. Senatöre işin başarı
ile sona erdiğini anlatan şifreli bir mesaj gönderdikten sonra hala birlikte asaya bakmaya
devam ediyorlardı. Uzun bir zaman sonra ellerindeydi sonunda. Uzunluğunca eski
bir ağaçtan kırılmış gibi
girintili çıkıntılı bir ahşaptan oluşuyor ve baş kısmı ise gümüşten yapılmış
halde pek çok yöne
bakan bastonlar gibi açılmış bir çiçeği andıracak
biçimde dışarı doğru kıvrılıyordu.
"Şimdi bunun nasıl kullanılacağını bilen
birini bulmamız gerekiyor" dedi Maria.
Gümüş asa yakınlarında olduğunda onun gizemli ve büyülü gücünü sanki
damarlarında hissediyorlardı. Onun yakınında olmak tuhaf bir güven veriyordu.
11. Günahkarlar Okulu
Marina "Benim aklıma gelenlerin hepsi güç delisi" demişti.
"Kendi çıkarları için de kullanacak ve ondan kopamayacaklardır"
Maria, asayı kullanabilecek birini bulmak için elfler, cüceler, periler, büyücüler ve
savaşçıların olduğu kayıp bir diyara seyahat etti. O günlerde Maria'nın evreni, boşlukta, olasılıklar halinde titriyordu. Orada şeyler
oldukları gibi net, hafif ve birbirlerinden ayrı ve hallerinden memnun öylece
duruyor gibiydiler. Maria ilk defa bir ormana girdiğinde 'Burası sanki perdesiz
bir müzik aletinden çıkan seslere benziyor' demişti. Geçişleri belirsizdi.
Birbirlerini aniden öldürüp sakince yiyerek beslenen pek çok hayvan vardı.
Ağaçlar toprağın içinden yavaşça çıkıp kıvrılıyor büyüyor ve
belirginleşiyorlardı. Sular büyük bir çukura belirsiz bir kaynaktan çıkarak
yayılıyordu. Bir keman, viyolonsel ya da onun gibi bir şeye benzer biçimde, tüm
ara seslerin çalınmamış olsa da orada bir yerlerde durduklarını
hissedebiliyordu. Onun geldiği dünyada ise herşey daha çok bir piyanodan çıkan
seslerden belirginleşmiş gibiydi. Sesler ve şeyler şöyle veya böyle net ve
kesin aralıklarla birbirlerinden ayrılmışlardı. Büyük şehirler uzaktan ışıklı
ve hareketli birer oyuncakçı dükkanına benziyorlardı. Benzer şeyleri yaşayıp benzer formlara ulaştığımızdan
gördüğü sincapın ne yaşamış olabileceğini tahmin etmeye
çalıştı.
Sık ormanda yürürken sarı saçlı güzel
bir prensese rastladı ve ona katıldı. Onunla birlikte çok uzun zaman geçirdi ve birbirlerine herşeyi anlattılar. Elf
prensesi Aurora ya da hayvanların onu çağırdıkları
ismiyle Pita, saray hayatından ve muhafızlarından bunalıp tek başına yola çıkmıştı. Saray ahalisi Aurora'nın zaman zaman böyle firarlarına alışık olduklarından ve ormanda
kendi evindeymişçesine rahat ettiğini bildiklerinden onu aramaya çıkmamışlardı. Kalplerine göre bir prens bulamamış olmaktan üzgün ama
birbirlerini bulabilmiş olmaktan sevinçli
halde her gün ormanın daha değişik bir yerine yürüyor, kır cüceleri onlara yol gösteriyor, hayvanlar onlara yardım
ediyorlardı.
Yolculuklarının bir yerinde, bir su kıyısına
varmış ve prenses yorulmuş olduğundan olduğu yere oturmuş ve sırtını yaşlı bir
ağaca dayamıştı. Maria da prensesin dizine yatmış, geçen günlerinden,
özleyip özlemediğinden
emin olamadığı eski sevgilisinden, gençlik
günlerini geride bırakmak üzere olmanın hüznünden ve asanın
güçlerinden söz edip duruyordu. Prenses onun saçlarını okşuyor ve bazen de annesinden öğrendiği eski elf ninnileri söylüyordu. Maria
da ona kendi hikayesini anlatıyordu.
"Sonsuz bir gecede uyuyan rüyalar
Meleklerin özlediği
mevsim"
"Kuşatılmış gerçeklik çöküyor
Işığın kanatları büyüyor"
"Sonsuz bir rüyanın içindeki insanlar
Dadılarının anlattığı
masallar uyanıyor"
"Çürümüş doğrularımız parçalanıyor
Karanlığın kanatları
ışıldadığında
Güneş ölü günler
doğuruyor
Umudun ışığının sızdığı
çatlak nerede?
Lanetlilerin çürüdüğü adalara bırakılmış gibi
Duvardaki yosunları
tırnaklarımla kazıdığım hücreler"
"Düşmüş meleklerin arkadaşlığı"
"Çözümsüz sorunların yıkıcılığı duygusu"
"Zırhlarım paramparça
çıplak haldeyim"
"Ölü bir gündoğumu daha"
"Karanlık sessizlikle beraber geliyor"
"Ölüm arzusu hayatımızın alışıldık bir parçası
Bağlar çok yukarılarda
ulaşamıyorum"
"Ve sevgi çok derinlerde
Çıkartıp gösteremiyorum"
"Tuhaflık yalnızlıkla
birlikte uyuyor"
"Sonsuz bir öfke ve intikam arzusu
Hayatın sade bir parçası"
"Şeytanın hizmetlileri ve köpeklerimiz
Çok yakında hissediyorum"
"Ama sevgi çok derinlerde
Ona ulaşamıyorum"
"Yaşamın sürüp gittiği yerler
Cehennemleriyse çok
derinlerde
Hepsini oraya gömemiyorum"
"Boşluğun acısı, hiçlik fikri ve yok oluş"
"Derinlik sarhoşluğu ve kendinden geçişler
Gölgelerin arasında
Sevgi ise çok derinlerde "
"Hala ona ulaşamıyorum
Hissettiklerin anlamsız
Hiçbirşey değişmiyor"
"Okyanusların ıssız kumsallarından uzakta
Çöl gezegeni, çorak ada,
sessiz yol"
"Cehennemlerin kör geceleri adına kız
Sevgi çok derinlerde
saklanıyor"
Birbirlerine sarılıp uyudukları bu kayıp diyarda
yolculukları sürerken yol boyunca güzel elf beyleri ve göz kamaştırıcı elf kızları, etraflarında uçan tül
kanatlı periler, geçit açabilen
ve bir anda ortadan kayboluveren büyük beyaz tavşanlar görüyorlardı. Büyücüler gümüş asayı duyduklarında kullanmaya istekli
olduklarını gösteriyor ancak iradeleriyle ateş lorduna da boyun
eğdirmeleri gerektiği ortaya çıktığında
isteksizce uzaklaşıyorlardı. Sonunda Prenses Pita ellerini birleştirip
uzaklardan bir baykuş çağırdı ve
aralarında birşeyler konuştuktan sonra baykuş gökyüzüne doğru uçup gitti.
"Ona Günahkarlar Okuluna birkaç gün sonra
varacağımızı haber vermesi için gönderdim" dedi. Okulun başında kudretli mavi büyücü vardı ve o bu asa ile ilgilenebilirdi. Günahkarlar
Okulunda yedi ölümcül günahın, kibir,
cimrilik, şehvet, öfke, tembellik, açgözlülük,
kıskançlık; nasıl incelikle ve ustalıkla yönetilebileceği öğretiliyor ve öğrenciler günahlarında ustalaşıyorlardı. Onları yok etmek
gibi bir amaçları yoktu. Öfkelerini düşmanlarına karşı gaddar bir varoluşa taşımış
savaşçılar, yataklarının şiiri yazılabilecek tutkulu
aşıklar, savurganları ele geçirip
kontrollerinde tutabilen açgözlüler, hırslı çalışanlara zamanın ve doğanın tadını çıkartabilmeyi öğreten tembeller yetiştiriyorlardı. Mavi büyücü iradesiyle gerektiğinde herkesi tek tek kontrolü altına alabiliyor ve yönlendirebiliyordu. Ateş lorduyla da başa çıkabilirdi. Ancak karanlık bir cadının arazisine
girmişlerdi. Karanlık cadı onları tutsak edebilmek için emrindeki yürür ölülere çevirdiği vampir ve kovulmuş elflerinden oluşan küçük bir
orduyla onlara doğru geliyordu. Prensesin iradesini etkisi altına alırsa bu
geniş topraklarda haklı bir hükümranlık talebinde bulunabilirdi. Yanındaki kızın
ise gümüş asayı
taşıdığını öğrenmişti. Bu durumda eğer savaş çıkarsa ordusuyla birlikte asayı da kullanabilir
ve yenilmez olurdu. Cadı onları sığ akan bir nehrin karşı kıyısında bekliyordu
ve alaycı bir sesle karşıladı.
"Bizim kuçu kuçularımız
tasmasız ne kadar da uzaklara gelebiliyorlar"
"Bizden ne istiyorsun?" diye sordu
prenses.
"Sizi güvenlikte ve mutlu kılmak için biraz alıkoymak isterdim" dedi cadı
nehrin diğer yanından. Çok güzel bir kadındı. Siyah uzun düz saçları,
beyaz tenini geçip omuzlarından aşağı dökülüyordu.
Cadının yanından ayrılan kovulmuş elfler sığ
nehiri geçip, Maria ve prensesin yanına gelip onları boyunduruk
altına aldılar. Kısa süre sonra
birlikte cadının evine doğru yola çıkmışlardı.
Normal zamanda etrafı bir görünmezlik büyüsü ile korunduğundan evini bulmak mümkün değildi. Güçlü bir cadı
olduğundan kendisi istemediği müddetçe evi görünür olmaz, onu göremezdiniz. Maria ve prensesi ahşaptan yapılmış,
birbirine bağlı uzun odunlardan oluşan dar kutuların içine hapis edip günlerce değişik anlaşmalar önerdi. Asa zaten kendisindeydi ama prensesin
iradesini de istiyordu. Prenses dinlediklerinin hiçbirini kabul etmedi. Bir gece cadının arka bahçesindeki dar ahşap aralıklı kutuların içindeyken hayvanlarla da konuşabilen prenses
Aurora kuşlar aracılığıyla bir pars çağırdı.
Koşarak gelen kara parsa durumu anlattı ve kurtulabilmeleri için herkesi toplamasını istedi. Karanlık cadı bir çayır cadısıydı ve hayvanlara hazırlıklıydı ama
ertesi sabah evin etrafını saran kalabalık hayvan güruhunu görünce şaşkınlığa düşmekten kendini alamadı. Onlarca kara ayı, pars,
kaplan, kurt klanları ve hatta sırtlanlar bile gelmişlerdi. Cadı kendiliğinden
teslim olmadığı gibi birdenbire 'ölüm çığlığı'
denilen bir bağırış kopardı ve iradelerini kaybedip yürüyen ölüler haline
gelmiş vampirler ve kovulmuş elfler hep birlikte saldırıya geçtiler. Güzel
cadı da asasını kaldırıp onlara güç veriyor,
zaman zaman çarpışma alanına ani yıldırımlarını yolluyordu.
Savaş çok uzun sürse de bir kara ayının karşı karşıya çarpıştıkları cepheyi aşıp cadının üstüne çıkması savaşın sonunu getiren hamle olmuştu.
Cadının savaşçıları kısa zamanda geri çekildiler. Maria ve prenses asayı geri alıp
yaralı hayvanlarla birlikte ormana dönerken
akşam çöküyordu. Gece hayvanlarla birlikte uyudular ve yaralarına baktılar.
Prenses ve Maria, birlikte nehirler geçtiler, tepeler aştılar. Bazen sazlıklarla kaplı
bir bataklıkta bir salın üstünde, bazen sonsuz görünen kırlarda
birer atın sırtında yol alıyorlardı. Günahkarlar
Okulunun yüksek taş duvarları ufukta belirginleştiğinde küçük gölün yakınında yaktıkları ateşleri de görünür olmuştu. Her hafta sonu yaptıkları gibi alevleri
alazlanarak uzayıp giden pek çok ateş yakmış
ve insan halkaları da bu ateşlerin etrafında kalabalıkça dağılmışlardı. Kudretli mavi büyücüyü üst katlardaki odasında buldular. Ona bütün olan biteni
anlattıktan sonra büyücü asayı incelemeyi bırakıp "Dışarı çıkalım" dedi. "Yapılabilir mi?"
diye yineledi Maria. Büyücü çemberlere doğru yürürken
"Doğru, kudretli bir elin altında bu asa gök ile yeri birbirinden ayırabilir ve yeniden bir
araya getirebilir" diye tısladı. Çemberlerin
ortasındaki ateşlerden birine yaklaştı ve "Ateş lordu, evlerinin birinden
seni çağırıyorum, buraya gel" diye bağırdı. Öğrenciler kendi aralarında konuşmayı bırakıp büyücünün olduğu bölgeye yaklaşmaya başlamışlardı. Kurt
klanlarından, vampirlerden, büyücülerden, elflerden,
pek çok farklı yerden ve türden öğrencileri
vardı.
"Ateş lordu, seni evlerinin birinden çağırıyorum" diye yinelerken alevler yükseldi ve bedenlenip büyücüye yaklaştı.
"Sen kimsin ki ateş lordunu çağırıyorsun" dedi beden ateşin içinden.
"Ben asa sahibi kudretli mavi büyücüyüm gel ve itaat
et" dedi asasını çıkartarak.
Alevler yeniden canlandı ve bu defa daha belirgin
bir form aldı.
"Seni ateşlerle kavurabilirim, alevlerimle
yutabilirim" diye hırladı ateş.
"Ben gümüş asanın sahibi
kudretli mavi büyücüyüm. Ben senin için yerin ve göğün sahibiyim.
Gel ve boyun eğ" dedi. Alevler yaklaşıp gümüş asayı çevreleyip, etrafında dolaştıktan sonra yavaş
yavaş geri döndüler. Ateş
sessizleşmişti. Alevler alçalmış sanki
olduğu yerde hırlayıp tıslayan yaralı bir hayvana benziyorlardı.
"Vampirlerin iradelerini serbest
bırakacaksın. Başta siyah beyaz olmak üzere
kirpi şehirlerine tilkilerle birlikte yaptığınız saldırılardan vazgeçeceksin ve böylece yeryüzünde her
diyarda özgürce
yanabilirsin" diye seslendi. Ateşin içindeki beden canlanıp yavaşça boyun eğdiğini gösterir biçimde eğildi ve "Anlaşmaya uyacağım"
diye hırladı. Göründüğü gibi ağır
hareketlerle geri dönüp alazların
dağıldığı merkezde kaybolmuştu. Gümüş asa sahibini bulmuştu, onu büyücüde bırakmaya karar vermişlerdi. Uzun gece boyunca
ateşlerin etrafındaki çemberlerde
konuştular. Maria vampirlerin arasına katılmıştı.
"Sonsuza dek toprak yiyerek, geri döneceğimiz dünyada,
sürünerek dolaşmaya mahkum solucanlar gibi yaşamaktan mutluluk
mu duymalıydık? Asırlarca kan aktı, yanıbaşımızda kan döküldü ve intikam ateşinin daima bir parçası olarak anıldık. Bundan suçluluk mu
duymalıydık?"
"Yeni doğmuş bir yavrunun kaplanlar tarafından parçalanışını görüyorum
sonra çakalların gelişi ve hatta akbabalar bile bir parça koparmayı başarıyorlardı. Burada tanrısallık, masumiyet, mükemmellik ve denge
göremiyorum."
"Önemli olan hiçbir şey yok. Bütün çöller bunu anlatır." diye yanıtladı diğer vampirlerden biri.
"Belki sadece bulanık bir
suyun dünya arıtma sisteminden geçişi. Biz
tortular burada kalıyoruz, lanetlilerin yolu ya da ne dersen"
"Bu büyük evrenin hiçbirimize ihtiyacı yok, dev dinazorlara da hiç
ihtiyaç yoktu hala da yoktur. Bizler sıcak at bokunun içine larvalarını bırakan
böceklere benziyoruz." dedi bir
tanesi. "Ve yüzlerce sinek çıkar ardından başarabilenler uçar gider ve pek azı hayatta kalır.
Hayatta
kalabilenlere ne olur? Başka bir sıcak
at boku bulup oraya larvalarını bırakırlar. Burada olağanüstü olan ya da hayranlık uyandıran bir
şey göremiyorum. Burada hayvanlar gibi üreyen sinekler ve kendini kandırmaya
hevesli mahlukatlar var.
Tilkilerin
yaratıcı, ucu açık, daha renkli evrenleri ve bakışları bize bir
umut vermişti. Ama şimdi bunun da uçup
gittiğini görüyorum"
"Sonbaharın başında nehrin başındaki lanet sazanlar azalınca onlarla
beslenen kuşlar da azaldı ve böylece değişen duruma
uyum sağlanmış yeni bir durum ortaya çıktı. Bunda ben de şaşılası bir denge göremiyorum. Doğanın onlara kolaylıkla ve çok çoğalabilmeleriyle ilgili yaptığı talihsiz şakanın lanetini taşıyan
bütün türler gibi çaresizdiler.
Burada tanrısal bir ölçüye uyan bir
mükemmellik bulunmuyor."
"Güneşten savrulup yeterince uzaklaşamadığı için geri dönüp ona
karışan parçalar" dedi Maria.
"...ve fazla uzaklaştığı için boşluğa savrulup soğuyarak parçalanan diğer
milyonlarcası içinde arada kalmış birkaç tane. Burada mükemmel bir ölçü ve
ayarlama göremiyorum. "
"Aslında bazen" dedi Maria. "Dünyayı tamamen
ele geçirmek istiyorum. Geçen gün aklıma geldi bu. Tam bir deli işi. Ama yapacak da başka ne var ki?"
"Aslında evrene de hiç gerek olmaması ne tuhaf değil mi?" dedi vampirlerden biri. Ateş lordunun çekilmesinden sonra yenilgiyi kabul etmişlerdi.
Kabullenişlerindeki olgunluk Maria'yı
neşelendirmişti.
Prenses Aurora ilerleyen gecenin içinde kendi coşkulu şarkısını söylüyor ve ağaçlar altında taşlarla çevrili ateşler yanıyordu. Ateşleri çeviren çemberlerle
bu şenlikli kutlama sabaha dek sürecekti.
Sessiz bir uçuşla ağaçtan
aşağı atlayan benekli bir jaguar
Siyah beyaz katil
balinalar buzun tepesindeki bir fokun etrafını çeviriyor
Kafasını sallayarak
yelelerini havalandıran bir aslan ayağa kalkıyor
Dünya yaşıyor, kara puma sık ormanda hızla koşuyor
Yılanlar mağaralarında
kıvranıyorlar
Bir örümcek sessizce
ağını örüyor ışıksız bir köşede
Kara ayılar yavaş
hareketlerle sığ nehri geçiyor
Dünya yaşıyor, kara puma
sık ormanda hızla koşuyor
Bataklığın timsahları
avlarına ağır ağır yol alıyor
Bozkırda bir at sürüsü
dört nala kayalık bir araziye yön değiştiriyor
Güneşli bir öğleden
sonrasında tırmandığı ağaçta uyuyakalmış bir kaplan
Dünya yaşıyor, kara puma
sık ormanda hızla koşuyor
Göç eden büyük kelebekler
görüyorum
Yırtıcı kuşlar kaya
doruklarına konup kanatlarını kapatıyorlar
Pulları ışıldayan
kalabalık bir balık sürüsünün dansı andıran hareketleri
Dünya yaşıyor, kara puma
sık ormanda hızla koşuyor
12. Öfkeli Pençeler
"Herşeyin biraz şöyle ya da böyle olmasını isteyen birine sorulursa, peki
herşey tam olarak her nasılsa öyle olduğunda, olması gerektiği gibi olduğunda
tam, tamam işte o an, bunu nereden anlayacaksın, yani nasıl bileceksin bunu?
Bana kalırsa çünkü dünyanın da hiç olmasına gerek yok. Ama, bana kalmıyor işte."
Kavga eden tuhaf çifti geçen Maria bir cafeye girdi. Burası üstünde ahşap bir tabelada Değişik Şeyler
Dükkanı yazmasına karşın bir müzeyi andırıyordu. Ama bir müzenin aksine herşeye
dokunabiliyor ve herşeyi karıştırabiliyordunuz. Çayını yudumlarken sürekli eski
siyah beyaz filmler oynatan ahşap bir televizyonu izledi, sonra yaklaşıp sesini
açmak istediğinde yuvarlak düğmenin her
çevrilişinde ortasından başka bir siyah beyaz film başladığını gördü. Bir adam :
"Sana daha fazla yaklaşmamanı söylemiştim" diye uyardı.
"Pekala Mike, ben hallederim" "İyi geceler" ; bir ev ; "Bu
Paris'ten aldığımız telgrafın bir kopyası" ; bir hapishane : "Zengin
biriyle evlenseydim ona vurmazdım, senin yanlış yaptığın şey buydu işte" ;
papyonlu bir adam "Pek yeri değil ama ikinizin bir kömür madeni
olduğunu söyledi" Sonunda atlı karıncada dönen bir kadın : "Hadi
şarkı söyleyelim" diye seslendi ve herkes şarkı söylemeye başladı. Atlar
aşağı yukarı inip çıkıyorlardı.
eski oyuncaklar kayboldu
(bazı şeyler
farklı olsaydı
yine de herşey aynı olurdu)
rüzgar pencereleri kapatıyor
Maria'nın bir şey daha ilgisini çekmişti.
Adam tezgahının başından "O kalemi almak istemezsin, o kalem hep yanlış yazıyor" diye
seslendi.
"Bunu daha önce hiç duymamıştım" diye
mırıldandı kendi kendine sonra televizyona bakarak, oysa bu filmi de izlediğini anımsıyordu. 'Olasılıklı
başkalıklar' diye düşündü. Ahşap eski bir televizyonun içinde daha yüzlerce film vardı, yanında da bu çeşit yuvarlak hatlara sahip açık sarıdan yeşile bir gövde ve geniş turkuaz sapıyla bir radyo. Frekansların ilki 1920
ile başlayıp sonu 2000'lere dek geliyordu. Bunu çevirdiğinde o yıllarda
yapılmış müzikler duyulabiliyordu. Bütün eski radyolarda anonsları hep aynı
adam yapıyordu, bazısında çok gençti, bazısında yaşlı. Onu tanıyor muydu? Kuzey ve güney yarımkürelerin kutuplara
yakın bölgeleri kesilmiş (içi turuncu bir portakalın içi her nasılsa öyleydi, jölemsi bir kıvama sahip
şeffaf ve ışıltılı) böylece sadece ılıman orta kuşağı kalmış bir dünyanın çevresinde, önlerindeki trampetleri ekvator çizgisinin üzerinde rappada rappada
yürüyerek ve çalarak dönen mekanik tavşanların yanında duruyordu. Bu tavşanlar
hem trampetlerini çalarak dönerken bir yandan da hep birlikte kafalarını da
sağa ve sola oynatıyorlardı her adımda.
Ama asıl ilgisini çeken garip bir piyanoydu. Fa tuşuna basılı tuttuğunda Alice Harikalar Diyarında da denk gelen o sayfanın Fa sesinden okunuyor hali duyuluyordu ve aşağıda sağdaki
pedalına basılınca ses yankılanarak çok uzak bir yerden geliyordu (sanırım
kapının yanındaki ara sokağı gören açıklıktan) ve La tuşunda da La sesinde
okunan bir sayfasını duyabiliyordu. Maria ellerini tuşların üstüne üçlü birer
akor basacak biçimde yerleştirdiğinde
uyumlu melodik bir uğultu, tuhaf bir ravarva işitildi. Nota kağıtlarının durması gereken yerde ise kitabın ilk kopyalarından
birisi vardı Cheshire kedisinden açık halde. "Alice'i çok özledim"
diye düşündü. "O, bununla ne yapılması gerektiğini bilirdi." Sönmüş
bir biçimde köşeye atılmış bir deniz oyuncağına baktı, -bir bot, timsah, muz ya
da ona benzer bir şeydi- "Bu 'bulut yiyen
ejderha' ve onu sadece havalar çok kötü olduğunda çıkartıyorum, yağmur onu
durduramıyor, böylece gökyüzünde dolaşıyor ve dikkat çekiyor. Son günlerde pek
gelen giden yok" diye açıkladı. "Ben, yaşlı Bangogh'lu bir denizcinin
anılarını arıyorum" dedi Maria. "Bu,
bir kitap mı" "Hayır, hayır sadece geriye kalanları" Marina ona
burada kendisi için bir şey
bulacağını söyleyerek göndermişti. Adam raflara dayadığı merdivenin üstünden bir süre Maria'ya baktı, sonunda ne gördüğünü açıklamasa da inip eski bir
komidinin alt çekmecesini çekip adam öldüğünde cebinden çıkanları getirdi,
metal bir kutunun içinde saklıydılar; balık temizlemeye yarayan çakıya benzeyen
bir alet, siyah ve içinde kopmuş saçların da
olduğu siyah bir tel toka, çok öncesine ait yırtılmış karton bir otobüs
bileti, birkaç kuru üzüm tanesine yapışmış fıstık kabukları, paslı ve kırık bir
konserve açacağı, ucu eğilmiş bir kravat iğnesi (sanırım bazı dolap ya da
kapıları açmakta kullanılmıştı) ve siyah beyaz hayli yıpranmış genç bir kadının
fotoğrafı. "Bu benim" dedi Maria. "Beni nereden tanıyor
olabilirdi ki?"
"Kuzey denizlerinde yüzen" dedi adam "Tamamen buzdan yapılmış bir yelkenli seyreder, fırtına çıktığında
yelkenler aynalar gibi kırılıp paramparça güverteye düşerler ama soğuk bir
günde denizin suları yine donarak başka
yelkenlere dönüşür. Sakallarında kar
birikmiş yaşlı bir kaptanı vardır, ona seslenirsen senden uzaklaşır yoksa
güpegündüz baş bodoslamadan gemine bindirebilir, orada Maria bir efsanedir.
Şimdiye kadar her ne yaptıysan pek bilmiyorum ama bir süredir uzak
denizlerde bile tanınıyorsun"
Bangoglu denizcinin Öfkeli Pençeler çetesine
liderlik ettiğini öğrenmişti. Kirpiler tarafından öldürüldüğü düşünülüyordu. Adama göre onlar Kükreyen Pandalarla birlikte çalışmaktaydırlar ya da iletişimleri vardı.
Tilkilerin de desteğini alarak pek çok
boyutta varlık göstermekteydiler. Maria şimdi aralarında
sempatiyle karşılanan bir kahraman gibi olduğunu öğreniyordu. Bir kaç gün önce tehlikeli bulunan biyonik evrim boyutuna girmişti. Bu boyutta, insanlar ve
diğer organizmalar, biyonik ve teknolojik gelişmelerle evrim geçiriyor ve biyolojik sınırları aşıyorlardı. Tilkilerin biçim değiştirme özelliklerine kaynaklık eden yer burasıydı. Onları
bir kirpi şehrine saldırmaktan vazgeçirmişti.
Barışçıl pandaların özellikle bu tarz bir şiddetten
hoşlanmadıklarından desteklerini kaybedeceklerine inandırmıştı. Eğer
aralarından bir kısmının Kükreyen
Pandalar çetesine dahil olmuş olan barışçıl pandalardan bahsedeceksek onlarla ilgili bazı
noktaları belirtmek yerinde olur.
3 basit gerçek
1 . 3 milyon ışık yılı uzaktan dünyayı teleskopla inceleyebilseydik, dünyanın 3 milyon yıl önceki
halini görürdük. (Çünkü ışık bu sürede ulaşıyor
ve gördüğün ışıktır)
2. Bir ışık tanesinin üstünde ya da ışık olarak seyahat edebilirsen
senin için zaman durur. (Hızlanırsan
giderek yavaşlar ve ışık hızında durur)
3. a Dünyadan 3 milyon ışık yılı ötedeki bir gezegene yolculuk edeni, dışardan
gözleyen, 3 milyon yıl geçtiğini düşünür / öyle gözler.
b Işığın üstündeki yolcu için ise bu, gözlerini açıp kapayıncaya dek orada
olur.
c 1 numaralı gerçekten ötürü
seyahat eden 1 dakika sonra geri döndüğünde dünyanın 3 milyon yıl önceki haline
değil buradan yola çıktığından 1 dakika sonraki haline varmış olur. (Ancak toplamda 6 milyon ışık yılı katetmiştir ve dışarıdaki gözlemci bu
yolculuğu kameraya çekmek isterse 6 milyon yıl
boyunca kayıt yapması gerekir. Ancak sabırlı gözlemcinin yapacağı böyle bir
kayıtın hiçbir işine yaramayacağı açıktır)
"İşte içinde bulunduğumuz boyutun gerçekliği bu çeşit yolculukları teorik
olarak olanaklı kılar." Maria sözünü “Ancak elbetteki
böyle bir şey bizim için pratikte mümkün değil” diyerek bitirmişti. Tezgahın başındaki adama Kükreyen
Pandalar'ın nasıl yıldızlararası, geçit
kullanmadan seyahat edebildiklerini anlatmaya çalışıyordu.
Dışarı çıktığında
akşam olmuştu. Siyah beyaz bir kedi sokak lambasının ışığı altında kendi gölgesiyle
oynuyordu.
Çift elli
kılıç ve katanada gösterdiği
belirgin başarısızlıktan sonra süvari kılıçlarına
ve eskrime geri dönmüş, bütün vaktini
Marina'nın gözetiminde bilinmeyen tarih,
teorik fizik, spor egzersizleri ve holografik
boyutta dolaşarak geçiriyordu.
Bu boyutta, gerçeklik bir hologram gibi davranıyor, her parça tümü içeriyor, her bölüm, bütünün bir yansıması gibi hareket ediyordu. Duyusal değişim boyutunu
ise daha da tuhaf bulmuştu. Duyuların algılarını ve değişimlerini temel alan
bir boyuttu. Algılanan duyusal veriler, gerçekliğin nasıl
deneyimlendiğini belirliyordu. Buraya ilk
girdiğinde "Beni böyle
algılama" diye sızlanmıştı kör bir canavar
giderek küçük bir çocuğa dönüşerek. Rezonans tamamlandığında herşey, biçimler ve sesler yerli yerine oturmuş ve
istikrarlı birer görünüme kavuşmuşlardı.
Eve artık neredeyse hiç uğramıyordu.
Yakında Öfkeli Pençeler'den birkaç kişiyle görüşmek üzere yine uzak bir yere sürüklenecekti.
13. Bu Bir
Savaş
Marina ona aslında asanın yarattığı durgunluktan sonradır
ki tilkilerle görüşmelere
başlamak için genel
bir koalisyon oluşmak üzere olduğunu
söylemişti. Ancak kirpilerden bazı başkanların ve
senatörlerin bunu engellediklerini anlatmıştı.
Aralarında biri onları bir arada tutarak ve diğer geri kalanlara yönelik baskı grubu oluşturarak öne çıkmaktaydı.
"Bildiğin kadarıyla
bütün
evrenin aslında güneş sisteminden ibaret olması seni şaşırttı mı Maria?"
Maria şimdi çekilip alındığı güneş sisteminin maketine bakıyordu. Fişe
takılınca çalışan ve dönmeye başlayan, fişten çekilince de duran cinsten. Oysa
en son Grondland’a vardığını anımsıyordu. Orada bütün evreni yöneten dev bir
kar küreme makinesine inanan bir kabile ile karşılaşmıştı. Sonra tilki kafalı bir adam vardı. Taşımaya başladığı hafif kılıcını çekmiş ve arkasından
gitmişti. Şimdi ise buradaydı. Soğuktan donarak ölmüş
olup olamayacağını düşündü. Yanındaki sanki herşeyden
sıkılmış olduğu izlenimini veren adamın onun içinden çekip alındığını söylediği ve
halen dönmekte olan güneş sistemi maketini gösterirken “Gördüğün gibi geriye kalan
sadece bir görüntü, yıldızlar falan işte
sonsuzluk duygusu veriyor”diye açıkladı. “Sonsuzluk duygusu” diye tekrarladı Maria. Şimdi bildiği
herşey sanki bir ilkokulun fen laboratuarında devinip duran bir avuç sisli aydınlıktan
ibaretti. Kapıyı örtüp dışarı çıkarken “Burası bir kasaba ve sadece birkaç yüz kişi yaşıyor” dedi adam. “Sonsuz olanaklarla dolu sonsuz
boyutlara gidip gelebilen birkaçyüz kişi. Kasabanın dışında da başka hiçbir şey
yok. Altı yöne de yüzlerce yıl gidebilir ve hiçbirşeyle karşılaşmayabilirsin.”
"Peki bu kasaba nasıl aydınlanıyor, güneş gibi
bir şey de yok ki hiç."
“Nerdeyse sürekli aydınlık” dedi adam. “Nedeni
belirsiz ve ufka doğru ne kadar yürürsen yürü,
ulaşamıyorsun. Herneyse, şimdi herkes
tiyatro salonunda, çıktıklarında tek tek tanışabilirsin. Sebeplilik ilkesi burada bir problem değil. Lanet olsun ekstra turşu istemiştim ”
Geldikleri hamburgercide siparişi getiren
robota öfkeyle baktı. “Mükemmel olmak kolay değil” diye tekrarladı robot programlandığı biçimde.“Tatsız durumları
geçiştirmek için hazırlanmış bayat bir
espri” diye homurdandı adam. Maria hamburgerini
ısırırken “Sigara var mı bari” dedi. "Buraya gelirken beyaz plastik file içinde
plastik toplar, yaldızlı cips paketleri, boş gazoz kasaları arasında bir bakkal
gördüğümü anımsıyorum”. “Sadece kırmızı
winston soft” dedi adam. “laytı da yok”
Çatık kaşlarıyla turşu konusuna hala
içerlediği belli oluyordu. "Farkı
yok" dedi Maria. "Boyutlar için de bir boyut" Buraya bir tilkinin
peşinden geldiğini anımsıyordu şimdi, çünkü burası bir portala en çok benzeyen yerdi.
'Tilki bir portal ele geçirebilmeleri için keşif yapıyordu'
diye düşündü. Sıkıştırdığı bir tavşanı geçit açıp kaçmaya zorlamış, Maria da peşlerinden gitmişti.
Başına darbe almış olmalıydı. Burası başlayacak tilkilerle kirpiler arasındaki
olası görüşmeler için de uygun bir yer gibi görünüyordu. Kaçabilecekleri hiçbiryer yoktu.
Birbirleriyle konuşmak zorunda kalacaklardı.
Portala geri dönen Maria
neden geç kaldığını kısaca
ve alalacele açıkladığı, yollarını
düşürdükleri başka
bir boyutta, deniz kıyısında kalabalık
bir kasabadaydı. Yanındakilerle birlikte onlarca barın gürül gürül karşılıklı uzandığı dar bir sokağa
girdiler. Şimdilerde Kükreyen Pandalar'la dirsek
teması içindeki Öfkeli Pençeler bir dizi temas için görüşmeye iki kişi göndermişti. Yarın
yola çıkacak ve kilometreler boyunca bir daha ne düzgün bir yemek, ne de soğuk
içki bulmaları mümkün olacaktı. Buraya Öfkeli Pençeler sık sık gelseler de Maria ilk defa burada bulunduğundan her
yere onunla birlikte girip çıkmayı planlamışlardı. Zaman zaman farklı
görünüşlü değişik türler görüyor, yeni karşılaştıklarını rahatsız edici olmamaya çalışarak göz ucuyla ve zaman
zaman şaşkınlıkla izliyordu. Bu sokaktaki her barın bir ilginçliği muhakkak vardı ve ancak bu kendine
özgülükleriyle yüksek kiraları ödemeyi başarıyorlardı. Sokağın
mekanlarının mal sahibi olan tepedeki
şatoda yaşayan adamdan ya mecazi anlamda ya da gerçekten öyle olduğu için ‘vampir’ diye söz ediyorlardı. Hafif
bir yemek sonrası kafalarını dinlemek ve ilk konuşmalarını yapmak için önce eski makinelerin hiç dokunulmadan
sanki bir sanat eserine dönüştürülmüş gibi durduğu en sakin olanıyla başlamışlardı. Makinelerinin işlevselliklerinin ötesinde yapıldıkları dönemin estetik anlayışını yansıttıklarına dair garip
bir fikri vardı barın sahibinin. Bir müze gibi içi açılmış bir motor, şeffaf
bir kar küreme makinası, yavaş yavaş loş ışıklar içinde ama yavaş yavaş hareket eden
dev bir meyve sıkacağı, pistonları inip kalkan muhtemelen bir traktör denemesine ait buharlı bir mekanizma ve
bunun gibi makina ve makina iskeletleri arasında dolaşarak sakin sakin kahvelerini
yudumladıktan sonra, oturdukları yerden ne zaman çıkıp saldıracakları belli
olmayan zombileri vurmak zorunda olduğunuz bir ikinci bara geçtiler. Ölenler sürünerek devam
ediyor ya da kalkıp mutfağa gidip birşeyler atıştırıp barmenle şakalaştıktan
sonra geri geliyorlardı. Barın geniş iç bahçesinde içtiğiniz şişe biraları da savurup kırdığınız
kayaların üzerinde duran başka hedefler de vardı. Geceleri dışarda ateş yakıp konuklar arasında bahislerin konulduğu bir çeşit yarışma yapılıyor ve kalabalık akşamlarda çoğunun sonu kanlı biten tartışma ve kavgalar
oluyordu. Havada asılı duran zincirli kutulardaki güzel kadınları oradan çıkarmak için iri kıyım
zencilerle dövüş edebildiğiniz bir tanesini Maria çok sevmişti. Barın o akşamki
konuklarından kendine güvenenler iyice içip cesaretlendikten sonra saldırıyor
ve genelde başarısız olsalar da olan bitenler bardaki kalabalığı
eğlendiriyordu. Maria da içmeye devam etmiş, fena halde eğlenmiş, öksürerek gülerken yere devrilmişti. Yaşlı bir adam ona
acıyan bir kadının kafes arkasından memelerini tutmasına izin verdikten sonra yere devrilip sızmıştı. Öfkeli Pençeler alkolün etkisiyle artık sersemlemiş oldukları için tereddüt etseler de tıklım tıkış sokakta
yine kavgalı dövüşlü olan başka bir bardan
bahsedince, meraklanan Maria’nın
ısrarıyla oraya girmişlerdi. Gladyatörlerin barına. Önündeki tabelada beyaz
tebeşirle “Akşam 11 de başlar” yazıyordu ki oraya vardıklarında 12 yi biraz geçiyordu ve ilk çarpışmanın
mağlubu yerde kanlar içindeydi. Buraya aralarındaki problemleri iki elli kılıçla, kılıç kılıca çarpışarak, baltayla ya da yumruk yumruğa çözerken biraz da para kazanıp şöhret edinmek
isteyenler geliyordu, çok uzaklardan ya da hemen yakınlardan, değişik
yerlerden. Kafes içinde gösteri amaçlı da kılıç kılıca çarpışmaların
olduğu bu barda asıl sahne uzun
zamandır boştu ve biraz etrafa bakındıktan sonra bir şey içmeden çıkıp Bo’nun
yerine girmişlerdi. Bo’nun yeri her ne kadar “Bo’nun yeri” olsa da ortada bir Bo yoktu.
Eski mi eski zamanlara ait tabloların röprodüksiyonları dümdüz ve boş katın duvarlarında asılıydılar.
"Burası benim favorim" dedi bir tanesi.
"Demir çapayı buraya
atıyoruz" dedi diğeri.
Buluşacakları son
adam burada hologram olarak çalışıyordu. Bedeninden sonsuza dek vazgeçmişti. (Onun aslında kim olduğu ve
neden bunu yaptığı burada anlatabileceklerimizin sınırlarını çok
aşan, daha başka ve uzun bir hikayedir) Herneyse, etrafta bolca tablo vardı.
Olması gerektiği gibi duvarda asılıydılar. Loş ve hatta karanlık denilebilecek bir ortamda, derinden gelen
çok eski şarkılar ancak duyuluyordu. Sonra tablolardakilerden biri parıldayarak
beliriyor, tablodan çıkıp boşlukta yükseliyor ve barı baştan başa dolandıktan
sonra duvardaki başka tablolardan birine girip kompozisyonun bir parçası olarak
kendi yeni yerini alıyordu. Böylece çiftlikteki ineklerin önünde kafasını yana
yatırarak poz vermiş genç bir kadın barda uçarak dolaştıktan sonra meşaleli bir kalabalığın
arasına katılıyor, meşaleli kalabalıktan birkaç kişi bundan rahatsız olup tablolarından
çıkıyor, bir uğultuyla masalar arasında dolaşıp başka başka tablolara
dağılıyorlardı. Bara ismini verense bu karakterlerden bazılarının bazen çok
ender de olsa kendi halinde içenlere yaklaşarak “boo” diye seslenmeleriydi. Bu
yarı yarıya şeffaf varlıkları bir büyücüden kiraladığını anlatan barın
sahibiyse aslında tüm bunları teknolojinin yardımıyla gerçekleştiren gerçek
bir iş adamıydı. Öfkeli Pençelerden biri ona el sallayıp yeni
gelecek olanlara bir
mektup bırakmak istediğini söyledi. Onu tanıyordu ve ricalarını kırmayacağını umut ediyordu. Mektup çok kısa
aslında tam olarak bir paragraftı. “Yapılabilecek pek bir şeyin olmadığını, görüşmelerin başlayabilmesi için malum isme odaklanmaları gerektiğini"
yazıyordu. "İhanetten
yargılayıp kıçının tekmelenmesini istemiyorsan sadece arkadaşlarına güven" diye bitiyordu.
"Kralın adamları durumdan
hoşnut olmayacak." dedi iş adamı mektubu zarfın içine geri koyup
tezgahın altına sokarken.
Hologram sandalyeye
oturmuş ve bir tableti açıp masanın üstünde üç boyutlu olarak görüntülerini oynattığı
Dark Thomson hakkında konuşmaya başlamıştı. Olası görüşmeleri
baltalayanların başında o geliyordu.
Dark Thomson iri
yarı kel bir adamdı ancak şık takımlar giyiyor ve zarif hareketleriyle
diplomatik bir tipti.
"Kampanyasını
'BU BİR SAVAŞ' başlığı altında toplamış, komiteler oluşturup lobicilik
faaliyetleri yürütüyor. Kirpilerle tilkiler arasında oluşabilecek uzlaşmacı tüm tavırlara karşı
ve olası görüşmeleri engellemeye kararlı"
"Kükreyen
Pandalar?" diye sordu Maria.
"Kükreyen Pandalar çekimser, nötr bir tavır
benimsemiş durumda her zamanki gibi"
"Ama ana
şehirlere saldırılar durdu. Asadan sonra vampirlerin üzerindeki baskı da
ortadan kalktı. Eğer bir uzlaşma olacaksa şimdi tam zamanı gibi görünüyor. Galaktik ana
boyutta dahi yumuşamalar var"
"Oluşan koalisyon havasını bozup baskı grupları yaratarak gerilimi eski seviyesine geri çekiyorlar" dedi hologram.
"Merkezinde kesinlikle Dark Thomson var.
Ucunu sürdürdüğümüz tüm ipler eninde
sonunda ona varıyor. Aslında gizli bir muhalefet var fakat korkularından
sesleri çıkmıyor. Düşmanca yaftalanmaktan çekiniyorlar"
Barın sahibi
"Balçık kıvamında sert kahveleriniz" dedi masaya kupaları bırakırken.
Hologram o anda Maria'nın hiç anlayamayacağı bir
şey yaptı ve boo diye uğuldayarak gidip barın içinde uçarak tablolardan birine
girdi. Safça
bulduğu Maria'nın sorusunu gülerek
"Hayır, tablolar satılık değil" diye yanıtladı bardaki adam. "Uçmuşsa artık oraya ait
demektir." Maria tabloya yaklaşıp “Seni oradan kurtaracağım”
dedi hala süren alkolün etkisiyle. Masaya
geri döndüğünde kısa zamanda sıkıldı. Sürekli
Heisenberg'in belirsizlik ilkesi, kaos teorisi ve görelilik kuramı hakkında konuşuyorlardı. Sonra söz dönüp dolaşıp her nasılsa entropiye geliyordu. Oluşan
havadan bunalıp "Karşı tarafta ne var?" diye sordu Maria.
Canı öyle sıkılmıştı ki çıkıp
son bir bara daha girmek istedi ve
diğerlerini de sürükledi. Burada beyaz önlüklü
dersane öğretmeni kılığındaki insanlar beyaz tahtanın başında sıkıcı mı sıkıcı,
gereksiz mi gereksiz, aptalca mı aptalca dersler anlatıyor, müşteriler de kağıt bardaklardaki
biranın yanında sunulan plastik, ıslak ve çürük domatesleri sahneye
fırlatabiliyor, uygun bir fiyat
karşılığında şok verebiliyorlardı.
"Söylediğim gibi sokaktaki mekanların kiraları
çok yüksek" dedi Öfkeli Pençelerden yorgun görüneni.
Hava gece için öyle sıcaktı ki
ara ara yakıcı meltem estiğinde başlarının üzerinde buharlı ütü çalışıyormuş gibi hissediyorlardı.
14. Kükreyen Pandalar
Yerin altında bambaşka bir hayatın olduğu
gezegen. Buluşmak için burayı seçmişlerdi. Buradakiler kendi gezegenlerindeki
savaş ve yıkımdan kaçmış ve bu topraklara yerleşmişlerdi. Yüzeyi yaşama elverişli değildi ve hiçbir zamanda
elverişli olmayacaktı. Gezegenin sakinleri giderek genişlettikleri tünellerde yaşıyorlardı ve enerji kaynaklarını
kazarak çıkartıyorlardı.
"Devam edeceksek bir şeyi kesinlikle bilmen
gerekiyor" dedi Öfkeli Pençelerden biri.
"Makul" dedi Maria.
Gözünün önünde Öfkeli Pençelerin gönderdikleri
müzakereciler tilki kafalı adamlara dönüşüyorlardı. Her ikisi de.
"Ne diyeceğimi bilemiyorum" diye
afalladı Maria. "Marina'nın haberi var mı?"
Başıyla onayladı bir tanesi.
"Burada kirpilerin en güçlü senatörlerinden birine suikast hazırlığı yapmak için toplandık. Böyle bir şeyin geri dönüşü yoktur" dedi diğeri.
Kükreyen
Pandalar ışık içinde hareket ettiklerinden onlardan birşey
saklayamayacaklarını biliyorlardı. Ancak sessiz ve çekimser tavırlarına güveniyorlardı. Barışçıl yanlarının her zamanki gibi daha ağır
basacağına inanıyorlardı.
Yeni açılmakta
olan devasa bir tünelin sonunda loş ışıkta oturuyorlardı. Saatler
ilerledikçe cinayetin ayrıntıları belirginleşiyordu.
Bulunan suikastçiye ulaştırılmak üzere ortadan kaldırmaları gereken adamın özellikleri sıralanıyordu. Suikast için en uygun zaman ve karşılıklı istihbarat
paylaşımları sonucunda yer de kesin olarak ortaya çıkmıştı. Bu ölümün herşeyi değiştirebileceği, dengeleri görüşmeye meyilli
olan koalisyondan yana yeniden kurabileceğini hesaplamışlardı. Bu aynı zamanda
sinmiş durumda olan sessiz muhalefete kendilerine güven kazandıracak bir güç gösterisi de
olacaktı. Birkaç saat içinde
planlarını hızlı ve eksiksiz biçimde
tamamlamışlardı. Cinayet ana galaktik boyutta işlenecekti. Geri dönmeye hazırdılar.
Kükreyen
Pandalar planın tam ortasında yer alıyordu. Aslında 'Panda' onların barışçıl yanlarıyla alay etmek için başkaları tarafından uydurulmuş bir isim
olmasına karşın pandalar bunu değerli bulmuş ve sahiplenmişlerdi. Kızıl
tilkilerden birinin zekice tespitiyle pandaların 'Biz kimseye bulaşmazsak hiç kimsede bize bulaşmaz gibi aptalca bir fikirleri
vardı.' Güvenlikleri zayıf olduğundan iri taşlarla örülmüş kat kat ve arka arkaya yükselen surlarının gerisine sızabilecek tek bir
profesyonel suikastçi bunu başarabilirdi. Ne var ki Kükreyen Pandalar'dan bir kısmı kendi
evsahipliklerinde gerçekleşecek böyle bir suikastı onaylamıyorlardı ve bununla
anılmak istemediklerini göstereceklerdi.
Tarafsız havalarını korumak istiyorlardı. Yine de alınan istihbarata ve tüm kontrollere rağmen "Her zaman ketçaptır ve her zaman servis kapısıdır" sözünü yalanlayacak biçimde, tutulan suikastçi ana girişten metal dedektörlerinden geçmeyi başarmıştı.
Kulise girdikten sonra sahne arkasına tırmanmış ve karanlığın içinde senatörün konuşma
sırasının gelmesini beklemişti. Dark Thomson
sahneye gelmeden önce korumaları
yaklaşıp etrafa dağılmışlar, toplantı salonunda gergin bir hava doğmuştu.
Sonraları görüntüleri tekrar tekrar izlerken senatörün adamlarının
bu sırada saldırı istihbaratını kesinlikle almış oldukları konusunda
hemfikirdiler. Senatör "Bu bir savaş" diye başladığı konuşmasını yaparken şimdi siyahlar
giyinmiş olan suikastçi karanlıktan
loşluğa geçmiş, arbeletine koyduğu, hedefe vardığında açılan zehirli ahşap oku nişanlamış fakat
korumalardan biri bunu görmüş ya da tuhaf bir şeyler olduğunu sezinlemiş,
senatörün üstüne atlamış ve
apar topar sahneden çıkarmışlardı. Aralarından biri uzun bir kırbaçla, yukarı doğru şaklatarak suikastçiyi bacağından yakalayıp aşağı çekmişti. Korumaların köklerinin başka bir türe ait olduğu, sadece insan gibi göründükleri dedikoduları vardı. Hepsi birbirine
benziyordu ve suratları ifadesizdi.
Sahneye devrilen suikastçiyi elektrik
veren şok aletiyle hırpaladıktan sonra arabalarına bindirip götürmüşlerdi.
Kirpiler suikastçiyi tekrar
tekrar talep etmelerine karşın günlerce senatörün özel korumalarının şiddetli sorgulaması altında
kalmıştı. Sonunda suikastçi kirpiler
tarafından alınacak, aylar sonra konulduğu hücreden yargılanacağı yere götürülürken kaçırılacak ve kaybedilecekti. Suikastçinin işi alırken olası yakalanma durumuyla ilgili
yaptığı anlaşma buydu ve konuşmamış olduğundan bu söz yerine getirilecekti.
15. Şeker Kasabası
"I got some troubles, but they won't last
I'm gonna lay right down here in the grass
And pretty soon all my troubles will pass
'Cause I'm in shoo-shoo-shoo, shoo-shoo-shoo
Shoo-shoo, shoo-shoo, shoo-shoo Sugar Town"*
O günden sonra
Dark Thomson'ın etrafında güvenlik
artmıştı. Maria canı sıkılmış ve öfkeli halde
şeker kasabasına gitmiş, çocuk parkında
havadan inen jelibonları patlatıyordu. Üçünü ya da daha
fazlasını yanyana getirince parıltılı bir ses çıkartarak patlayarak ortadan kayboluyor ve
yukardan yenileri düşüyordu. Kendini
kaybetmiş gibiydi. Ne kadar zaman sonra kendine geldiğine aldırmadan oyundan
başını kaldırıp etrafına bakındı. Herşey uçucu renklerde ve pastel tonlardaydı. Pasta yapan
dükkanlar, lokumdan yapılmış evler, iki renkli
marshmelov veren hoş kokulu ağaçlar caddenin
iki yanını süslüyordu. Buranın
yerleşik sakinleri de aynı tonlarda giyiniyorlardı ve hiçbiri belini bile geçmiyordu. Oturduğu yerlerde masanın üzerine zıplıyor siparişini alıyor ve hop ortadan
kayboluyorlardı.
Parkın karşısındaki iç içe girmiş uçucu kırmızı ve eflatun çizgili desenlerle dekore edilmiş, bir bardan çok iç çamaşırı mağazasını andıran geniş mekana girdi.
"Bir votka martini"
Köşede etrafı
iyi gören yumuşak bir koltuğa gömülmüştü. Yanında
başka boş koltuklar vardı. Öğleden sonra
olduğu için geniş mekan hemen hemen boştu. Cücelerden biri ahşap küçük masaların birinde milkshake içiyordu. Bitirdiğinde kamışa dudaklarını geçirip zorla asılmaya ve bir çocuk gibi höpürdetmeye
başladı. Bakıştılar. Gelen votka martinisinin yeşil zeytinini çıkartıp bir hamlede kafasına dikti.
Barın kanatlı kapıları aralandı ve içeri oduncu gömleği, yeleği, silahları, geniş kot pantalonu ve
beyaz şapkasıyla orta yaşlarını geride bırakmış bir kovboy girdi. Normal
renklerindeydi ve burayla hiçbir ilgisinin
olmadığı her ağır adımından belli oluyordu. Maria elini kaldırıp selam verdi.
Birkaç jeton atıp şarkı makinesini çalıştıran kovboy onun yanına gitti.
Konuşmaya başladılar.
Ringo came to fight
To kill or
to die
His gun
spoke so fast - sharp and right
I don’t
think he’s cruel
nor
he loves to duel
Ringo is
the only - friend of mine*
Görünüşü, renkleri ve
tavırlarıyla kasabaya tamamen uyumsuz olan bu yaşlı kovboy şiddeti özendirdiği iddiasıyla buraya sürülmüştü. Her haftanın
ilk lanet günü bölge karakoluna gidip hala burada olduğuna dair
imza atıyordu. Vazgeçemediği silahlarından birini çıkardı. Ateş ettiğinde BANG yazan bir bayrak
ileri doğru uzanıyordu. Yeniden tetiğe bastığında konfeti saçıyordu. Maria gülmeye başlamıştı. Kovboy "En etkilisi de
bu" dedi jelibonlu ayıcık fırlatıyor ve yukarıda asılı renkli balonlara
denk getirebildiğinde keskin parlak bir ses çıkartarak ortadan kaybolup arkalarında ışıltılı
parçalar bırakarak yukarı yükseliyorlardı. Kovboy canının sıkkın göründüğüne inandığı
Maria'ya bakıp herhangi bir açıklama
yapmadan sır tutabileceğini söylemişti.
Maria'dan olanları dinlediğinde "Yow how how" diye seslendi sığırları
güdermiş gibi. "Dur bakalım"
"Ben olanları burada sadece Pofuduk
Tavşanlar Haber Bülteninde izleyebildiğim için ayrıntılara hakim değildim. Ben de herkes gibi
Kükreyen Pandalar'dan şüphelenmiştim. Onların mekanıydı çünkü. Ve şimdi sen
bambaşka bir şey söylüyorsun"
Gelen ısmarladığı biraları ve patates
kızartmalarını neredeyse birer hamlede silip süpürürken, kovboy şapkasını da yanlarındaki başka bir
boş koltuğa fırlatmıştı.
"Bütün bu pofuduk tavşanları, jelibon ayıcıkları ve
diğer yumiyum şekerleri bizim karşımıza çıkaran tilkilerden başkası değil miydi? Şimdi
onlarla aynı yerde miyiz?"
"Görüşmek istiyorlar" dedi Maria sakince.
"Ortak bir yol aramak için müzakerelerin başlamasından yanalar"
"Bu Dark Thomson denen inatçı keçiye
karşı size yardım edebilirim." dedi kovboy net bir tavırla. "Ama beni
buradan bir süreliğine de olsa çıkartmak zorundasın"
Sürekli parlak
ve güneşli havasıyla caddeye çıkıp, sahiplenilmeyi bekleyen küçük kedi ve onlara havlayan sevimli köpeklerle dolu bir barınağı, yumiyum şeritleri ve pasta jelleri yapan bir dükkanın önünden geçip
kasabanın lunaparkının önüne geldiler. Maria avucuna aldığı bordo taşının üstündeki
ışıltıları o ıslık çalarken lunaparkın büyük giriş
kapısına atlamasını bekledi ve bu olduğunda geçip portala Marina'nın yanına ulaştılar. Kruvasan
yiyor ve kahve içiyordu. Kovboyu beklemiyordu ama havasını
sevmişti. O gece boyunca eve geçip konuştular.
Kovboy bazı görüşmeler yapmak
için kemerli boyut kapılarına girip çıkıyordu. Maria onu beklerken bütün bir vişne
votka şişesini bitirip konuşma işini tamamen onlara bırakmıştı.
Dipnotlar
* Bazı sıkıntılarım var ama uzun sürmeyecekler / Burada çimenlere uzanacağım / Ve çok yakında bütün dertlerim geçecek / Çünkü ben shoo-shoo-shoo, shoo-shoo-shoo' şeker kasabasında yaşıyorum / Shoo-shoo, shoo-shoo,
shoo-shoo Şeker Kasabası /Nancy Sinatra /
Sugartown
* Ringo savaşmaya gelmişti/ Öldürmeye ya da ölmeye / Silahı hızlı konuşuyordu/ Keskin ve
haklıydı
Onun acımasız biri olduğunu düşünmedim/ Ne de
düelloyu sevdiğini/ Ringo benim tek arkadaşımdı ["100.000 Dollari per Ringo"dan.
Bruno Nicolai tarafından bestelendi. ]
16. Ringo
Kovboy onlara Dark Thomson'ın evi yakınlarında güvenilir bir bağlantı noktası ayarlamıştı. Tamamen
görünür hale gelene kadar evinin arazisinde bulunan
geniş depoda araçlarıyla birlikte saklanabileceklerdi. Görüşmelerin
sonunda Dark'ın çok iyi korunan evine bir gece saldırısı yapmaya
karar vermişlerdi. Korunması arttırılmıştı ama ne yeniden deneneceği ne de bunu en iyi korunduğuna inandıkları
yerde yapacaklarını düşünüyorlardı. Kükreyen Pandalar her zamanki gibi hızlıca haberdar
olmuşlardı ancak müdahale etmeyecekleri ve çekimser kalacaklarını bildirmişlerdi. Bu defa
oluşacak sonucun ikna edici çekiciliği
etkisiyle mutabakata varabildikleri izlenimi veriyorlardı.
Depoda giderek kalabalıklaşıyor, yeni gelenler
oluyor ancak kimse ayrılmıyordu. Bir aikido dojosundan ödünç alınmış hareketleri yaparken kullandıkları
minderlerden oluşan yer yatakları vardı. Operasyon günü yaklaşırken nihayet
tırlar da gelmişti. Son anda ne yapacaklarını bilmedikleri ve senatörün yanından
ayrılmayan beyaz kirpiye karşı, bir gri tilki de aralarına katılmıştı. Başından
beri yanlarında olan kızıl tilkilerse depodayken oldukları gibi görünüyor ve tilki kafalarını saklamıyorlardı. Gece yarısı yola çıkacaklardı. Depodan çıkıp yabani bitkilerle dolmuş, bakım isteyen bahçesini geçip
ev sahibini görmek için
eve girdi.
Deniz, çaresizce
eski bir sevgilisini modellemeye çalışan evden
neredeyse hiç dışarı çıkmayan
yaşlı ve hasta bir adamdı. Maria'yı gördüğünde
"Biraz daha kıskanç
olmalısın" dedi. Maria bir an bunun kendisine söylendiğini zannederek irkildi. Bilgisayardaki
bayan sesi hala aşamadıkları mekanik bir tonlamayla "Neden sürekli kızlar sana yazıyorlar" diye sordu.
Makine Deniz için ayrıldığı sevgilisinin ruhu gibiydi ve henüz bilgisayarın içindeydi. Koltukta oturan modelin içine kopyalanmaya hazır değildi. Filmleri birlikte
izliyor üzerinde çalıştığı
yapay zeka programı, görüntüleri tam
olarak algılayamıyor ama dinliyor sonra filmin üstünde
konuşuyorlardı. Makine farklı ses sahiplerini birbirinden ayırdedebiliyordu.
Ama şimdilik kızgın ve öfkeli bir ses
tonunu diğerlerinden ayıramıyor sadece kelimelere odaklanarak cevap veriyordu.
Deniz'in hiçbir şeyden korkusu kalmamıştı. Tilkilerle tavşanların
oyunlarından sıkıldığını ve bunu durdurabilmeye çalışacak Öfkeli Pençeler'le görüşebileceğini açıklamıştı. Nihayet kovboyla yaptığı son
toplantıdan sonra operasyona tam destek kararı çıkmıştı.
"Size pizza söyleyeyim" dedi Deniz. Hiçbirşeyi
umursamadığı gibi onların da umursamayacakları ön varsayımıyla hareket ediyordu.
"O kadar pizzanın nereye gittiğini nasıl açıklamayı planlıyorsun" diye sordu Maria.
"Çünkü bildiğin gibi iki kişiyiz, bizi merak etme
birşeyler ayarlıyorlar, Yanımıza gelebileceğini biliyorsun değil mi?"
"Televizyondan izlemeyi tercih ederim"
dedi Deniz gülerek.
Maria mutfakta bir sepet hazırlayıp dışarı çıktı. Güneş
boğucu bir yakıcılıkla ortalığı cehenneme çevirmişti. Kahve dükkanına uğrayıp aldığı buzları tıkırdayan soğuk
kremalı çikolataları üstü şeffaf
kapakla örtülü kağıt bardaklarda uzattı.
Sepetindeki sandviçleri çıkartırken
"Tünelden geçerken onlara saldıracağız" dedi herkesin
duyabileceği biçimde. Köprü Dark Thomson'un her akşam geçtiği yol güzergahının üstündeydi
"Teşhizatlı iki kişi de araç durduktan
sonra yukardan iplerle buraya inecek." Bunu operasyonun güvenliği için dikkat dağıtmak amacıyla daima yapılması
gerektiğine Marina onu inandırmıştı. Eğer etrafta bir araştırma yapmaya koyuldularsa
ilk bulacakları şey gerçekleşmesini
bekledikleri bu saldırı planı olacaktı. Dinleyenler sandviçlerini alırken olana bitene aldırmadıklarını gösteriyorlardı.
" Önemli
olan hiçbir şey yok" bakışlı insanlardı.
Köprü altının
serinliğinde, kavurucu havaya direnmek yakıcı yazı atlatmak için üst üste yığdıkları
kat kat
elbiselerin üstünde, ince sopalara taktıkları sosisleri pişirdikleri çöp ateşinin etrafında toplanmış evsizlerdi. Köprü altından
itibaren siyah asfalt sıcaktan erimeye başlıyordu. İki paspal sokak köpeği
vardı yanlarında. Bol tüylü ve iri. Dost canlısı ve sevgi dolu. Köpekleri
bırakmaları şartıyla devlet onlara bedelsizce oturabilmeleri için bir ev teklif
etmişti ama onlar kabul etmemişti. Köpekleriyle köprü altında koyun koyuna uyuyorlardı. İçlerinden biri kadındı. Orta yaşları aşmışlardı. Gelecekleri yoktu ve
umutları tükenmişti, hiçbirşeyleri yoktu
köpeklerinden başka. Hayat ya da kader
köpeklerini de onlardan çekip almak için zorlamıştı. Maria sandviç ve çikolataları
dağıttıktan sonra yanlarına oturup köprü altındaki çöp ateşine baktı uzun bir müddet. Konuşacak hiçbir şey yoktu. Sigara yakıp öksürmeye başladı.
Hala dolu sepeti ve paketi yanlarına bırakıp ayrıldı.
Hiç çıkarmadığı elbisesinin cebine ellerine atmış
dolaşıyordu. Geniş bir hasır şapka takmıştı. Gökyüzünün mavisi sanki
yakıcı aldırmaz tehlikeli ölümcül bir şiddetle
parlıyordu. Herşey buharlaşmıştı. Tek bir bulut bile yoktu. Deniz kıyısında bir
banka oturdu. Açıklarda demir atmış uzun yük gemilerini ve geçen vapurları izledi. Martılar ne kadar gerçeklerdi. Önünden
bisikletle ya da patenle geçenlere ve yürüyen insanlara
baktı. Bu sessizlik, herşeyi değiştireceğine inandığı fırtınayı tam kalbinde
saklıyordu. Çocukluk günleri aklına geldi. Herşeyin farkında olmadan
sonunu getirmiş olabilirdi. Kovboya göre
"Ringo" o denli ukala, kendine güvenli ve kendinden emin görünüyordu ki bu hamleyi kesinlikle beklemiyor
olacaktı. Oysa bir başkası için
istediklerinde ne kadar yaklaşabileceklerini gösteren bu uyarı, onun için başarısızlığa mahkum olduklarına inandıkları
topluluklara karşı aldırmazlığının yeni bir parçası olmuştu. Yine de korumalarının gücünü hala bilmiyorlardı. Farklı türlere ait olabilirler miydi yoksa bunu
provakasyonları engelleyici biçimde bir
dedikodu olarak kendileri mi yayıyorlardı? Kükreyen Pandalar operasyona müdahale etmeyeceklerini bildirmelerine karşın
onlara istihbarat akışı sağlamıyorlardı. Yakalanırsa bugünün onun son özgür günü olacağı
aklına geldi. Hiçbir anlaşmaları yoktu. Hepbirlikte çökeceklerdi. Buz içinde bekletilen olgun kirazlardan aldı
kesekağıdında. Bir çiftini kulaklarına takıp yürüme yolunu
kayalardan ayıran banketi geçip kayalara
oturdu. Çekirdekleri denize savururken gelen uzun tüylü doğal siyah
maskeli desenli bir kediyi okşayıp sevdi. Herşeyi en başa alabilse neleri değiştireceğini
düşünmeye başladı.
Boyutlar, Marina, Dark Thomson. Değiştirebileceği hiçbirşey yoktu. Herşey kendiliğinden akmıştı.
Cebindeki saç bandını çıkartıp bileğine geçirdi. Hala hiç rüzgar yoktu.
Etek kısmı kabarık bu elbiseyi seviyordu. Kalkıp sahil yolunda insanların
arasında yavaş bir tempoyla yürümeye koyuldu. Sanki aslında ait olmadığı bir rüyanın içinde
gibiydi. Etrafındaki bütün gerçeklik
onu saran flu bir perdenin arkasında dalgalanıyordu. Deponun serinliğine geri döndüğünde sıcağın ve yalnızlığın onu biçimlendirdiği duru ve sakin hal, güzelliğine dair
iltifatlar almasına ve ona açıkça kur yapan erkeklerin istemediği biçimde yaklaşmasına sebep olmuştu. Şimdi daha dişil
ve durgun bir havası vardı.
Akşamüstü herkes araçlarıyla zemin katın altındaki geniş deposuyla
yeşillikler içindeki evden çıkıp dağılmışlardı.
Gece yarısı, sessizliğin içinde çok
iyi korunan Dark Thomson'ın evinin ön
girişi yerine yan duvarlarından birini yıkarak saldırdılar. Öncelikle iki tır yaklaşmış arka kapakları açılmış ve ikişer tankvari, çelikten taretleri olan zırhlı personel aracı indirmişlerdi. Onlar duvarı yıkıp eve girdiklerinde
yakınlarda bekleyen silahlı grupta peşlerinden girip evin içinde çoğunluğu
sağlamışlardı. Gri tilki hızla belirip böyle tehlikeli zamanlarda boyut değiştirmek için hazırlanmış bahçedeki geçiti
tutmuştu. Beyaz kirpi ile dövüşürken,
taretlerden biri içeriden yaklaşan hareketlilğe ateş açmış ve ön
kapıyı gürültüyle yıkmıştı. Bu arada makineli tüfeklerden açılan ateşlerle Öfkeli Pençelerden ve korumalardan pek çok kişi orada ölüyor ya da
vuruldukları yerde ölmek üzerelerdi.
Bu karışıklıkta son adamlar eve girip üst
katlardan birinde senatörü bulup başına üç el ateş ederek öldürmüşlerdi. Geri kalanlar yani hayatta kalanlar
onları yıkılan duvarın yanındaki sokakta çalışır halde hazır bekleyen boş motorsikletlere
atlayıp, zırhlı araçları, ölülerini ve tırları orada bırakarak uzaklaştılar.
Konvoy yavaş yavaş dağılarak köprü altlarında, tünellerde ve garajlarda tek tek ortadan kayıp
olmaya başladıklarında hala başka
motorlar ve helikopterler peşlerindelerdi.
17. Ada
Maria, sakalı beline kadar gelen bandanalı ve güneş gözlüklü orta yaşlı
bir motorcunun arkasında, beline ellerini bağlamış, sarılmış halde motorla
hızla gidiyordu. Kendilerinden öncekiler gibi
daha önceden açık
bırakılmış geçite doğru, denize uzanan uzun bir iskele boyunca
sürüp gözden kayboldular. Eğer herhangi biri yolun
bittiğini düşünüp bu noktada durmaya kalksaydı arkasından
gelenlerle birlikte tamamı denize dökülebilirdi. Disiplinli ve talimatlata uygun
ilerleyişleri sayesinde hiçbiri denize düşmeden başka bir boyuta geçiyorlardı. Daha sonra takip edilmemek için planlandığı gibi arkalarında iz bırakmadan pek
çok boyut değiştirerek dağıldıktan sonra son geçiti açan
Marina'nın yanına gelmişlerdi. Bu grup şimdi Maria dahil dört kişi kalmıştı. "Sizi yeni hiçbirşey çeviremeyeceğiniz
ve bunu da riske atmamak için ıssız bir
adaya göndereceğim." dedi. "Burada durumlar
yatışınca sizi oradan alacağım" Maria, daha önceden Marina ve Portallardan hiç söz etmediği için ilk kuşkulu ve güvensizlik dalgasını hızla atlatmışlardı. Daha önce tek bildikleri henüz kullanmadıkları geçitlerin
sadece teorik olarak var olabildiği ve doğal olarak oluşmadıklarıydı.
Marina grubu geldikleri gibi hızla ıssız bir adaya gönderdikten sonra, gelişmeleri takip etti. Senatör ortadan kalkınca bir arada tuttuğu baskı grubu da kısa zamanda dağılmaya
başlamıştı. Baskı gruplarının zamanında odak noktası olmuş diğerleri de senatörün etki
alanından kurtulunca görüşmelerin önü açılmıştı. Aslında bu daha evvel denenmiş bir yoldu
ve ilerleme kaydedilememişti. Deneyenler o günleri hatırlayan Dark Thomson gibi ihtiyarlardı
ve günün sonunda
herşey kuvvet yoluyla zorla yapmaya gidince dağılmışlardı. İhtiyarlar umutsuz
ve neredeyse öfkeli biçimde
bunu hatırlatırlardı ancak yeni kuşaklarda belki de şimdi zamanı gelmiştir
iyimserliği hakimdi. Tilkilerde senatörlüğe denk gelen meclis üyeleri ile kirpi senatörlerin çelik
kafeste ölüm maçı yapmalarına kadar öneriler çeşitleniyordu.
Adaya geldikleri ilk günlerde ormanın açıklarında dolaşan çıplak atlara eyersiz binebildiklerini
keşfetmişler, geniş düzlükler boyunca at koşturuyorlardı. Yabani güçlü otların
sardığı geniş yeşil düzlükler kayalıkların sarp biçimde aşağı indiği sert bir uçuruma dek varıyordu. Zehirli Orkide tuhaf bir şey
görmüş gibi atından
indi ve uçurumun kenarına ilerledi.
Zehirli Orkide tamamen yanıltıcı biçimde beyaz bir orkide gibi hassas görünüşlü ve zehirli güzelliğiyle bir Çin prensesiydi. Yakın dövüşte fena
değildi ancak iki elli kılıçlarda ustadan
da öteydi. Kendine özgü şaşırtıcı bir
tarzı vardı. Uzun zıplamaları kısa süreli
uçuşları anımsatıyordu. Çatışma sırasında ikinci kat balkonuna dışarıdan
tırmanmıştı ve senatör vurulurken odada olanlardan biriydi. Onlara
hedefin Dark Thomson olduğu kesinleştikten sonra katılmıştı. Aslında Kükreyen Pençeler'e ait değildi. Geçmişte yaptıklarından ötürü onu ne pahasına olursa olsun bulup öldürmek
istiyordu. Orada bulunduğu süre boyunca
tilkilerle tek kelime konuşmamıştı. Başka bir yerde karşılaştıklarında
birbirlerine gireceklerinden emindi.
Burcun etrafındaki toprakları eşeleyen Zehirli
Orkide, "Burada daha önceden bir
ortaçağ kalesi varmış" diye seslendi.
Kale içi tamamen toprakla dolmuş ve üstünde çimler bitmiş oldukça eski bir
zamana ait bir kaleydi. Doğa bu büyük
taş kaleye adeta
bir saksı muamelesi
yapmıştı. Surlar kayalıkların
bitiminden hızla yükseliyor ve
duvarlar gri kayaların zamanla sararmış doğal
bir uzantısı gibi
görünüyordu. Bu dev
saksının burçları da keskinliklerini kaybetmişlerdi. Dişleri
dökülmüş yaşlı bir masal
canavarını andırıyorlardı. İçini dolduran topraklar uçsuz
bucaksız düzlüklerden rüzgar
tarafından süpürülüp toplanmış ve
senelerce terk edilmiş bu adada üst üste biriktirilmişlerdi. Kendine içine
saklanacağı bir kale duvarı
bulamayan bir yığın
zamanla denize doğru yamaç boyunca akmış
ve tepelerin engebeli ve dik tırmanma yoluna doğru dökülerek doğal bir
yokuş oluşturmuştu. Adeta doğa, insanları
boş vaadlerle aldatarak
onlara kendi işini yaptırmıştı. Böylece gün be gün yokuştan aşağı dökülen
ve rüzgarla savrulan
topraklar, bu
kayalık ve çorak
bölgede deniz
kıyısında bol alüvyonlu
delta ovaları gibi verimli
bir alan oluşturmuştu. Burası şimdi hemen
hemen kurak ve çorak arazide adeta bir vahaydı ve ormanın
koruyucu dokusundan uzakta çeşitli vahşi
bitkiler yeşermişti.
Zaman zaman dalgıç kıyafetleriyle derinlere dalış yapıyorlardı. Ama
motorcunun sürekli sigara içtiği atlanmış olduğundan, her zaman özellikle de sabahları onun burnundan soluyan öfkesiyle karşı karşıya kalıyorlardı. İletişim kurmaları
da kesinlikle yasak olduğundan, aslında bunu isteseler de nasıl
yapabileceklerini bilmiyorlardı, şimdilik durum buydu.
İleride sahile germek için kullanacakları büyük fileler içinde çeşitli
konserveler vardı. Kısa, gölge veren
geniş yapraklı palmiye ağaçlarının
altında ise kit-kat, Snickers, çikolatalı
gofretler, tablet çikolatalar, değişik çıtırlar ve meyveli yoğurt veren şeffaf kapaklı
iri bir makine koymayı akıl etmişlerdi. Ancak onları oradan alabilmek için gerekli bozuk paraları adanın bir yerine
koymamışlardı. Onu ilk keşfettiklerinde etrafını çevirip değişik fikirler yürütmüşlerdi. Motorcu ön şeffaf panelin tamamen kırılmasından yanaydı
ama diğer kız yani Zehirli Orkide karşı çıkmıştı. Şu anda oldukları gibi soğuk
kalabilmelerini engelleyecek, güneş altında
erimelerine neden olacak vandalca bir hareketti bu ona göre. Sonunda metal saç tokaları, çatal ve bıçakla yapılan denemelerin birinde makinenin
sigortası attı ve ışıkları söndü. Hızla ısınıyordu. Parçalamamak için bir sebep kalmamıştı. Tuvalet kutusu olarak
koydukları dört duvar panelin de suyu çalışmadığından herkes denize gidiyordu.
Normalde birbirlerine kod adlarıyla seslenmeleri
ve özel bir bilgi vermemeleri gerekirken, ilk hafta
herkes aşağı yukarı kendisi hakkında herşeyi anlatmıştı. Bu noktadan sonra
sabit fikirli kirpilerin ya da senatörün adamlarının eline geçecek olurlarsa adada tamamen yalnız, tek
başlarına kaldıklarını söylemek
konusunda anlaşmışlardı.
"Bir defasında" dedi Dağcı.
"...yarı yarıya suyun altında kalmış bir mağara keşfetmiştik. Bir dağın
dibindeydi. Demem o ki bu, litaratüre
bir keşif olarak geçti ama yörenin
yerlileri orayı zaten biliyorlardı. Konumunun tarifini de böyle almıştık. Bence bizim genel durumumuz da bu.
Her yeni gelen dağcıyı zirveye götürüp getiren, ama
zaten orada yaşayan yerliler gibi. Hikayeyi bilirsiniz mesela Everest tepesinde
zirveye götürüp getiren Şerpalar gibi"
Ardından döndükten sonra ne
yapmayı planladığını anlatığında Zehirli Orkide "Benim işim bir parça daha zor" dedi ve bir hikaye anlattı.
"Doğduğum kentin yakınlarında kalabalık bir köy vardır. Dağ köyüdür ve yolu uzundur. Ben henüz gençken
orada bazı doğal olmayan ölümler olduğunu duyardık. Önceleri vahşi hayvan saldırılarına benziyordu
ancak ölüm sayıları
giderek artmıştı. Köylüler yerel
yetkililerden yardım istediler. Yerel yetkililerse onlara ormanda yaşayan özel bir birlik gönderdi. Durumu araştırmak ve kontrol altına almak
niyetindelerdi. Geldikleri ilk günler bir şey
olmadı. Ortama alışmışlardı. Köylülerin bazılarıyla tanışmış ve zaman zaman
birlikte yiyip içiyorlardı. Ama altıncı günün gecesi köy saldırıya uğradı. Çığlıkların ve bağırışmaların olduğu yere koşarken
daha önce kulaklarına çalınan ancak aldırmadıkları hikayelerdeki gibi
başı kurt olan tamamı tüylerle kaplı
yaratıkların üstlerine geldiğini gördüler.
Yaralananlar geri dönmüyor,
yaklaşmaya ve vahşice saldırmaya devam ediyorlardı. O gece köylülerden
onlarcası ile birlikte özel birliğin
tamamı katledildi. Anlatılanlar doğruysa kurtlar köylülerden
tartışmalı olan bazı belirli isimleri rüyalarına girerek zaman zaman kurban olarak
istiyorlardı ve bunu yapmadıklarında kör
bir saldırıya geçiyorlardı. Bu saldırılar çok vahşiydi ve sadece hedeflerindeki kurbanlardan
oluşmuyordu. Sanki bir grup adam kurda dönüştükten sonra kendisini tamamen kaybediyor gibiydi.
İki elli kılıçta ustalaştıktan sonra doğduğum kente hiç geri dönmedim.
Ama bu hengameden kurtulduktan sonra ortalıktan biraz çekileceğim, geri döneceğim ve o köye gidip ormanda kurtların karşısına çıkacağım. Çünkü yerel
yetkililer ölüleri saydıktan
sonra on iki kişinin cesetlerinin olmadığını söylediler. Hiçbir iz yoktu. Onlara da kural ve inançlar gereğince cenaze törenleri yapıldı. Ama köylülerin de
bildiği gibi o kayıp on iki kişi kurda dönüşenlerin ta
kendisiydi; bir daha geri dönmediler ve bölgeyi de kendi vahşi kurallarına göre yönetmeyi
sürdürdüler."
"İstersen seninle gelirim" dedi
Motorcu. "Bıçak kullanıyorum"
"İşime yaramazsın, çok yavaşsın" diye güldü Zehirli
Orkide.
Ardından önce oturdukları yerde, sonra ayakta hızlıca yakın
dövüşe geçmişlerdi. Orkide, Motorcuyu birkaç defa yere savurdu, bir kaç defa da kolunu kırabilecek duruma getirdi. Bir
taraftan da "Patates çuvalı
gibisin", "Fazla ağırsın" diye takılıyordu. Belirgin bir üstünlüğü vardı.
Günün sürprizi tamamen
yağmaladıkları makinenin arkasından çıkan
beyaz bir voleybol topuydu. Sahilde bir hat gerip beachvolley oynamaya
başlamışlardı. Geleli haftalar olmuştu.
"Ya tamamen unutulursak"dedi sakallı
Motorcu. "Ya da daha kötüsü unutulmuşsak, bunu anlamamız ne kadar vaktimizi
alır?"
Dışarda birşeyler ters gitmiş olabilirdi.
"Yiyecekler bittiğinde ki muhtemelen buna
altı hafta kaldı, birbirimizi yemeye başladığımızda" dedi Dağcı. Dağa çıkmayı heyecan verici bulan tuhaf tiplerdendi.
"Adanın bir yerlerinde bir geçit olmalı" dedi Maria. Suların içine düşerek
gelmişlerdi. Sırılsıklam halde sahile çıkmışlardı.
"Geçit
açmayı biliyor musun?" diye sordu Motorcu.
Maria taştan bahsetmemek için kendini zor tuttu.
"Çünkü eğer bunu yapamıyorsan tamamen kaybolmuş
olabiliriz"
"Bir yolunu bulurum" diye konuyu
kapattı Maria.
Acaba iletişimlerinin kesileceğinden emin olmak için olası geçitleri de tamamen ortadan kaldırmış olabilirler
miydi? Öyle bir durumda, yani portalda işler yolunda
gitmemişse kurdukları senaryolar sandığından daha fazla gerçeğe yakın olabilirdi. Zıpkın bile
bırakmamışlardı.
Marina bir sabah kumsalda yeşil ışıkların
dalgalandığı bir kapının önünde göründü.
"Geçitleri
toprak altında kalmış. Tamamen yeni bir tane oluşturmamız zaman aldı"
dedi. Sırayla kapıdan çıkıp kemerli
koridora vardılar.
"Olanlar" diye başladı Marina kesin bir
dille. "Hiç bir yerde, hiçkimseye, hiçbir durumda..."
"Tebliğ edilmez" dedi Motorcu.
"Bunları biliyoruz"
"Ve herhangi bir yerde karşılaşırsanız
yeniden tanışacaksınız" diye bitirdi Marina.
Maria dağcıya baktı. Bunlar onun için tutulamayacak sözler gibi görünüyordu. Konuşmayı seviyordu. Önlerinde uzandığını anlattığı sıradaki Himalaya
dağ sıraları tırmanışları sırasında grupta yine böyle zehirli bir güzelliği olan bir kız olursa çenesinin düşeceğinden emindi. Onu hemen burada vurup öldürmek istiyordu
aslında. Kafası çok rahatlayacaktı.
"İlk konuşacak olanı ben vuracağım"
dedi Maria. Söylediğinin ne anlama geldiğini ağzından döküldüğü anda fark etmişti. Sessizliği "Makul"
diyen motorcu bozdu. Maria, zayıf, gevşek halkanın kim olduğunu hisseden
Motorcuda da benzer bir tedirginliğin olduğunu hissetmişti.
Buldukları kale kalıntılarından söz ettiler. Marina'ya göre surlar adaya daha sonradan gelen İspanyol sömürgeciler
tarafından yapılmış olmalıydı.
"Sizi gönderdiğim bu yer, vahşi kabilelerin onurlu ve şan
kazanmış atalarına saygısızlık edenleri sürgün ettikleri
bir yerdi. Kabiledeki yaşayan şamanın da adaya bazı doğal maddeler etkisiyle ulaşabildiğine
inanılırdı. Sürgündekini tek görebilen oydu. Onlarda hapis yoktu ve en büyük ceza sürgün ya da ölümdü. Burada her ikisini de görüyoruz.”
Teknik düzeyde
başlamış ilk buluşmaların ilk meyveleri gelmişti. Teorik olarak yapılabileceği
ispatlanmış bir birleşme pratikte gerçekleştirilmişti.
Mental Manifestasyon Boyutu: Düşüncelerin gerçekliği
şekillendirdiği bir boyut, zihinsel odaklanma ve niyetin maddenin doğasını
değiştirdiği bir evren.
Bilinç Ağı Boyutu: Bu
boyutta, tüm varlıkların birbirine bağlı olduğu bir bilinç ağı bulunur ve her
bir varlık, ağın bir parçasıdır.
Mental Manifestasyon Boyutu ile Bilinç Ağı Boyutu bir araya getirilmiş ve doğrudan iradeleriyle
şekillendirmek bu boyutta tek önemli şey
haline gelmişti.
maria dalgın halde uykusundan uyanır gibi geçitten çıkarken
"Masanın, sen onu oradan kaldırana dek bıraktığın yerde istikrarlı ve
kararlı bir biçimde masa olarak durmasının harika bir şey olduğunu
öğrendim" dedi. Masanın dört nala uçsuz bucaksız kırlara doğru koşması
güzel değildi.
18. Oyunun Ruhu
[bu yüzden] "duvarı ör ve onu sağlam kıl"
gizemli zhenthurs melktuis kitabı 4.yy 12. Kısım
Karanlık çok koyu ve güçlüdür, karanlığı inkar edenler onun tarafından
yutulurlar. Karanlık insanların içinden dışarı doğru yayılır. Korku
imparatorluğu karanlığı olduğu yerde kalmaya zorlar ve aşama aşama ve yavaşça
ve mümkün olduğunca kontrollü bir biçimde bu koyu karanlığın dışarı dökülmesine
izin verir. Korku imparatorluğu yüzlerce belki binlerce yıl daha hüküm
sürecektir. Onu eğer bir zamanlığına ortadan kaldıracak olsaydık hayallerimizin
çok ötesinde bir cehennemin bize nefesimizden daha fazla yaklaştığını
hissedebilirdik. Yeraltından kaynayarak gelen derin karanlığı tutan bu
korkudur. Kontrolsüz salınımını dileyenler ne dilediklerini aslında bilmezler.
"Neden çözümleri bir
savaş kurulunda arıyorsun ki?"
"Çünkü bu bir savaş" dedi Marina.
Maria ile yalnız kaldıklarından beridir ki çoğu yaptıklarının ve seçtiklerinin Öfkeli Pençeler planlamadan çok daha önce
içinde Marina Demyanko'nunda bulunduğu bir savaş
kurulunda oylanmış ve alınmış birer karar olduğunu öğrenerek bir parça hayalkırıklığına uğramıştı. Sadece kendi
kararları olarak düşündükleri şeylerin çoğu onların oyunlarının bir parçası olmaktan ibaretti. Demyanko bunu doğrulamıştı
ve ona neredeyse hiç yalan söylemediğini,
onun durumundaki biri için bunun
neredeyse imkansız olduğunu, güç bir işin üstesinden gelmeye çalıştığını anlattı. Savaş kurulu resmi bir oluşum
değildi. Kağıt üzerinde yoktu. Marina bunu uzun ve zor uğraşlarla
koparılmış bir izinle açıklayabildiğini
söyledi.
"Gerçeklik
bir önerme değildir, yanlışlanamaz." demişti.
Tilkilere hala hiç güvenmiyordu ve
biyolojik evrim boyutuyla ilgili bir kısıtlama üzerinde çalışıyordu.
Çünkü asadan sonra
oluşan uzlaşma havası tilkilerin açıkça güç
kaybetmelerinden ileri geliyordu ve yanıltıcı olabilirdi. Bir zamanlar üstünde çalıştıkları şeylere karşı bir avantaj
hissedecekleri bir koku alırlarsa geri dönüş yapabilir,
ve avantajı gerçekten elde ederlerse herşey eski haline dönebilir
hatta daha kötüye
gidebilirdi.
"Yeniden böcekleri büyütebilir ve dev savaş
makineleri gibi bize karşı kullanabilirler. Dev sinekler, tır büyüklüğünde
kırkayaklar gibi"
Tavşanları zorlayarak açtıkları boyut kapılarından kirpi dünyalarına akabilirlerdi. Öğrendiği şeylerden bir tanesi de kendi isminin
operasyonun kalbine yerleşebilmek için
özellikle Öfkeli Pençeler içinde,
içerideki bağlantıları sayesinde abartılı ve hızlı
bir biçimde şişirilmiş olduğuydu. Kendiliğinden olmuş
olan, kendi akışına bırakılmış ve sonuç
vermiş olan neredeyse hiçbirşey yoktu.
Bir satranç tahtası olmak zorundaydın ona göre ancak o zaman sana yaklaşamazlardı.
"Bir gün burada olacaksın" dedi Marina.
"Bunları ve daha fazlasını bilmen gerekiyordu"
Maria geniş portal evinin boşluğuna ilk
girdiklerinde yere atılmış çift kişilik
yatağın yanında boş şampanya şişeleri ve kadehler bulmaya alışkındı. Ancak bu
defa yatağın üzerinde "Akşam geliyorum" diye biten
Steampunk mühendisinin Marina'ya yazdığı bir mektup da vardı.
Yakalanmaktan çekinerek bir çırpıda hepsini okudu. Tam olarak bir aşk mektubu
değilse de onda ne gördüğünü yazmıştı.
Kendi felaketlerine doğru güle
oynaya ve tam bir iyimserlikle çekilen insanlar. Çok yazıktı onlara. Bazen bir
şeyin tam daha en başında kimin ölüp kimin hayatta kalacağını tam bir açıklıkla
fark edersin, sezersin ama hiç bir şey söyleyemezsin. Herkes hafif bir şeyler
içiyordur, kimsenin tadını kaçırmak istemezsin, müzik fısıltıyla konuşmana dahi
yetecek yumuşaklıkta ve hoştur. Böylece çaresizce seyredersin. Onun için
şimdiden çok üzgünüm, diye düşündü Maria. Zorlu bir aşktan yeni çıkmıştı ve Marina onu bulduğunda
perişan durumdaydı.
İyimserliği farkında
olmamasından değil salaklığından ileri geliyordu. Yani şöyle
garip bir mantık yürütüyordu, ‘bir daha böyle bir aşk ve ayrılık acısı
yükünü taşıyamayacağıma göre, eh yani dolayısıyla böyle bir şey olmayacaktır’
Ne var ki işler böyle yürümüyordu. Ondan korkmuyordu bile. Bunu, ona her
baktığında gözlerinde belirmesi gereken çaresizliğin izlerini göremediğimde
anlamıştı, gözbebekleri sevgiyle parıldıyordu, küçük bir çocuk, aptal bir sokak
köpeği ya da ona benzer zavallı bir şeydi. Dün gece, unuttuğu ‘o şey’ hakkında
bir fikir, bir hatırlatma edinmiş ve sessizce oturup bunları
yazmıştı.
...ve sonra hep aynı soru gelir. Ama bu nasıl mümkün olabilir?
sevgili Marina Demyanko, hayatım, aşkım;
bakışlarında ve kalbinde acı, hüzün ya da öfke yok. tüm yargılamaların
uzağındasın. taze çayı içiyor ve bayat yemeği döküyorsun. bir yere gitmek
istediğinde durakta bekliyor ve otobüs gelmediğinde eve dönüyorsun. ve birini
öldürdüğünde biliyorsun ki aslında bunu yapmamayı (yapmış olmamayı) tercih
ederdin. hiçbirşeyi çok fazla zorlamadın. bir şeyi yapamıyorsan belki de
yapmamalısındır. dünyayı sevmiyor ancak bunun hakkında düşünmüyor ve böyle bir
şey hakkında konuşmayı sığ buluyorsun. herhangi bir şeyin yoluna gireceği bir
zamanın umuduyla ilgilenmiyorsun. şu anda ve burada olduğun gerçeğini hiçbirşeyin
değiştiremeyeceği gerçeğini içselleştirmişsin bunu artık hiç düşünmüyorsun. bu
herşeyi daha katlanılır yapan ve seni özel kılan duygudur. bu her bir ayrı
kişide (hayvanda ve bitkide de) ayrı ayrı eşsiz görünür. doğa, kayalık dağlar,
su ve rüzgar. hiçbir cevap yok. sen bir gün crom’un da oturduğu yüksek dağlarda Valhalla’nın büyük sarayının geniş
mermer merdivenlerle çıkılan yüksek sütunlu girişinde karşılanacaksın. artık
sadece sen ve senin gibiler olacak. evet, hepsi bu kadardı. artık kendini daha
iyi hissedeceksin. (ama sen bununla da ilgilenmiyordun)
sen Maria’yı seviyorsun. çünkü ondaki sevgi
ve merhamet sana anlaşılmaz derecede ölçüsüz geliyor. o sana göre gizemli ve
harikulade bir varlık. onun karşısında kendini çaresiz hissetmek seni çok rahatsız
ediyor. bu senin alışık olduğun ve hoşlandığın bir duygu değil. bu yüzden onu
anlamaya çalışıyorsun. (belki başa çıkabilmek için) onun senin gibi ele
geçirilemezliği seni şaşırtıyor. ve bu duygu da yine alışık olduğun birşey
değil. böylece onu çaresizce seviyorsun. bu sevginin bir zayıflık olduğunu
bilerek ve bundan kendine itiraf etmekte zorlandığın bir rahatsızlık duyarak.
burada yalnız olduğunu sanıyordun ama o da var ve sana hiç benzemiyor. bunu da
tuhaf buluyorsun. (elimdeki güç ile kendimce gereği ne ise yapıyorum ve
tanrılarınız, yüksek varlıklar onlar her ne iseler işte her kimseler bundan
daha azını yapıyorlar ve bunu uygun buluyorlarsa selamıma layık değiller diye
düşünüyorsun) Maria seninle aynı fikirde değil ve bunu anlaşılmaz buluyorsun. ancak şunu öyle kuvvetli seziyorsun ki bu bir
aşk neredeyse. cevap her ne ise, her neredeyse ama senin için dinde, felsefede
yada neredeyse ilahi bir tutkuyla sarıldığımız sanatta da değil. orda, onda, orada bir yerde. ele geçirilemez bir kale gibi (sanki mistik bir
biçimde aktarılan ve ifade edilemeyen bir sır gibi) bütün gizemi ve ihtişamıyla
onda saklı duruyor.
içinde derinde bir yerde onu bir kağıt gibi avucunun içinde buruşturup
fırlatmak istiyorsun. bu, seni; onun hiç söylemediği fikirlerinde ve tecrübelerinin
sonunda vardığı yerde ve duygularında ve başka herşeyde ne kadar yanılmış
olduğunu ona ve kendine kanıtlamanı sağlayacak. aslında daha da derinde bütün
kuvvetinle bunu denemek ancak başarısız olduğunu görmek istiyorsun. onun haklı
olduğuna böylece inanacaksın. ama kendinin haklı olduğuna kesinlikle
inandığından ötürü böyle bir şeyi hiç ama hiçbir zaman denemeyeceksin. (aslında
bu da maria’nın haklı olduğunu kanıtlamaktadır ancak bunu göremiyorsun)
Marina onu elinde mektupla gördüğünde “Böyle bir kelebek için kanatları bile kimbilir ne kadar büyük bir yüktür” dedi .
Maria kitaplıktan bir kitap çekti.
Üstünde açık pembe ve mavi ile, sağa doğru zarif el yazısıyla affedişler
mevsimi yazıyordu. Fakat üstünde ne bir isim ne de etiket vardı. Sayfalarsa boştu.
Yine de kitaba dokunmaktan (henüz ona ilk uzanırken dahi) hissettiği hafifliği
kendine açıklayamamıştı. Rafa geri bıraktı. “Bizler göklerde süzülen dev
balinayı arayan Kaptan Ahab’larmışız belki de…” diye düşündü niye öyle
düşündüğünü hiç bilemeden, belki çok eskiden bir kitap okumuştu ama şimdi
anımsayamadığı kadar uzun zaman önceydi bu. (O romanda dünyadaki en dev
canlının en küçük planktonlarla beslendiği yazıyor muydu? )
Maria gezilerinin birinde bütün evreni
dolaşmış birine rastladı (balık ayıklıyordu)
ve ona bir halt ederek evrenin aslında nasıl bir yer olduğunu sordu. O
da “Kötü
görünse de kötü değil, iyi görünse de kötü değil, kısaca kötü değil” dedi.
“Peki iyi mi?” Karşısındaki o balıkların
öldürülmesine hiç ses çıkartmadan birde zalimce içlerini deşip pişirmeye
hazırlanan canavar koca bir kahkaha atarak “İşte onu hiç sorma” dedi.
Maria, boklu toprağı ve çamurlu suyu, güneşli bir günde çiçek olarak
yorumlayan bilgiyi öğrenmek istiyordu.
19. Ölümcül av
İlk toplantı yapılmıştı. Toplanan kurulda
tilkilerde kirpilerde vardı. Deyim yerindeyse Andromega galaksisi ile Samanyolu
galaksisi çarpışıyor, birbirine giriyordu. Milyonlarca
yıldız birbirine girecek ve tek vücut olacakken
milyonlarcası da uzay boşluğuna savrulacaktı. Eşzamanlı olarak başka ana
boyutlarda da başka benzer toplantılar yapılıyordu. Fakat bir kutlama
havasından çok derin bir gerginlik göze çarpıyordu.
"Bakalım bu cumhuriyetçilerle
demokratların kavgası nereye varacak" dedi Maria televizyonu kapatırken. Ölümcül av bitmişti. Evreni haritalandırmaya devam
edecekti. Portaldaki taş evin çalışma
odasında herşeyin üstünde, büyük ve bilinen
evrenin ellide birini gösteren ana
galaktik boyut haritası duruyordu. Bir astronomi harikası olan bu haritada
Samanyolu ve Andromega galaksileri serçe
parmağının ucu kadar bir yer tuttuğu gibi aralarındaki mesafede iki parmaktan
fazla değildi. Bilinen evren bildiğimiz
kadarıyla tamamen boştu. İçindeki tüm
devasa yıldız, gezegen ve diğer abur cuburların durumu; bomboş ve geniş bir
salona üflenen bir avuç tozun durumu gibiydi. Kendi devam ettiği
haritalandırmada kelebeğe benzeyen bir resim çıkmıştı ortaya. Kanatlara bağlanan çizgilerin ucuna bilgilerin girildiği dosya
numaralarını yazıyordu. Sonuncu seyahatinin başlıklarını ve başlıkların altına
bilgilerini girmeye başlamıştı.
Hala dünya
uğuldayarak baş döndürücü bir hızla
değişmeye devam ediyordu, sanki binlerce yıla ihtiyaç duymadan herşey hızlıca
olup bitiyordu burada. Yeni gelen zamanların insanları coğrafyaları ve
şehirleri çalkalayıp yutuyor ya da önlerine katıp dağılmış harabeler gibi
sürüklüyorlarlardı. Zaman böylece dünyayı
çalkalarken bazı şehirler çok gerilerde kalıyor ve diğerleriyle aynı hızda
toparlanamıyorlardı. Böylece onları bir halı gibi sarmalayıp ekilen yeni çim sarmalları gibi yuvarlayarak götürüp başka
bir yere yeniden açmışlardı. Çarlık
döneminde takılı kalmış Prag'ın az ötesinde ortaçağ başlarındaki iyi örülmüş taş
sokaklarıyla Alman şehirleri, denize doğru ise imparatorluk döneminden, oldukça
yeşil fazlasıyla kozmopolit bir İstanbul vardı. Her daim zamansız gibi görünen
çöl aşıldığında yeni kurulmakta olan New York'un karmaşası tekneyle gelirken
sizi karşılıyordu. Buraya gelenlerin pek çoğu zaman yolculuğu yaşadıkları yanılgısına düşüyorlardı.
Diğer başka pek çok şehirden Maria sadece
ellili yıllarında seyreden Kasablanka ile Paris'i tanıyabildi. Garip olan şeyse karşılaştığı insanların
herşeyin normal olduğunu düşünmeleriydi. Hadiselerin aşağı yukarı aynı biçimde
tekrarlanmaları onlarda bir güven ya da bir alışkanlık duygusu yaratmıştı.
Mesela şu sıralar orada bulunmasını salık verilmediği eski Çin de durmak
bilmeyen bir iç savaş vardı ve aynı imparatorun tıpkı daha önce yaptığı gibi
savaşı kazanacağı ve imparatorluğu birleştirip askerleriyle birlikte başkent
ilan edeceği aynı şehire döneceğini biliyorlardı. Herşey sona erdiğinde yeniden
en başa dönüyordu. Maria
önündeki kalabalıktaki insanlardan içinde
bulunduğu şehrin adının yakında New York olacağını öğrenmişti. İstanbul'da
herkes yakında yangınlar çıkacağını, bu yangınları vebanın ve muazzam bir
zelzelenin takip edeceğinden kesinlikle emindiler. 'Herşey herhangi bir biçimde
olabilir' gibi garip bir inançları vardı sanki. Kaybolanın yerini bir başkası
alır ve hiçbir şey aslında değişmezdi. Karşılaştığı adam kendisi açısından
konuyu buradan kapatmıştı "Değişim ilüzyondur" Maria adama
"Burada hiç saçma bir şey olmaz mı?" diye sordu. "Az önce
otobüse binen kadın Boston'a bir seminer dizisi
vermeye gidiyor. Başarısız olacak hatta yuhalanacak, sonra lobide
yetmişli yaşlarında bir ihtiyarla karşılaşacak ve kalbini ona kaptıracak ve
hikayenin sonu hayal kırıklığı ve onun buraya geri dönüşü ile bitecek. Bunları
kendisi de benim kadar biliyor ama yine de başka ne yapabilir ki? Yani sorunun
cevabı hayır. Herşey düzgünce ve muntazam biçimde olup bitiyor, saçma hiçbirşey
yok, başka türlü bir gerçeklik fazlasıyla gelişigüzel, rasgele, dağınık ve
başedilemez olurdu. Tanrı böyle bir şey yapmaz" Maria burada da Tanrının
ne yapıp ne yapmayacağını çok iyi bilen birini bulmuş olmasına sevinmişti.
Maria yolculuklarının birinde bomboş bir gezegene geldi. Burada hiçbirşey yoktu. (Hidrojen ve helyumla çalkalanarak sessizce dönüyordu.) Bu yüzden hemen
başka bir tanesine geçti. Yeni vardığı gezegende heryer halıyla kaplıydı ve büyük büyük
kediler keyifli bir uyuşukluk içinde halıların üstüne dağınıkça yayılmışlardı.
Başka hiçkimse ve hiçbirşey yoktu. Maria onları sakince izlerken açık mavi
gözlü bir siyam kedisiyle gözgöze geldi. Kedi, patisini zerafetle uzatarak,
nezaketle kendini takdim etti. “Naklovya kedisi.”
"Siz
konuşabiliyorsunuz" dedi Maria şaşkınlığını gizleyemeden.
“Evet canım aslında bütün kediler
konuşabilir, sadece söyleyecek bir şeyimiz yok” dedi kedi.
“Bunu yazabilir miyim?”
“Evet canım pekala yazabilirsin ama bu konuşmamızı sağlamayacak”
Maria, “MX6847a gezegeninde konuşan bir kedi var” diye not aldı.
Burası kedilerin cennetiydi anlattığına göre. Kediler en karmaşık olanda dünyaya gelir ve sonunda buraya kadar
ulaşabilirlerdi. “Bundan bir öncekinde duvarlara asılı rulolar halinde tuvalet
kağıtları, toplar ve yumaklar da vardı ama sonunda bir yumak eninde sonunda bir
yumaktır, yuvarlanır, yumuşaktır, kenarlarından ipleri sarkar.” Bir an
durduktan sonra “Aslında bir yumak
olsa ne iyi olurdu be” dedi. Maria çantasını karıştırıp belki bu işini
görebilir diye buruşturulmuş bir kağıt topu uzattı. Topu eline aldıktan sonra
patileriyle çevirirken “Hayır hayır” dedi
büyük kedi umutsuzca. “Benziyor ama bir yumağın yerini asla tutamaz” (Belki de bu yüzden burada hala konuşan tek kedi bu diye düşündü maria)
Daha sonra ise bir jöle
uzayına sahip bir gezegendeydi.
"Buraya çocuklar ya da büyük insanlar tabutlar içerisinde gelirler,
kapıyı çalarlar ve biz de açarız." Maria içinden çıktığı ceviz kaplamalı
parlak tabuta baktı. "Az kalsın boğuluyordum" dedi öfkeyle. Geçiti tabuta
koymuşlardı. Ama gökyüzüne baktığında
sinirleri yatıştı. Gökyüzü katı, şeffaf bir
malzemeyle kaplanmıştı, hayır kaplanmamış gökyüzünün yerinde değişik renklere gidiş gelişler yaparak tüm uzayı kaplayan tuhaf bir şey
erimiş gibiydi. İçlerinde çok uzaklarda yanan yıldız ışıkları vardı, şeffaf
jöleden süzülen bu yumuşak ışık gezegene
melankolik bir hava veriyordu ve içindeki ışık kıpırtıları da seçilebiliyordu.
Çok yükseklerde sarı bir denizaltının bu jölenin içinde ağır ağır yol almaya
çalıştığını gördü. Zaman zaman takılıyor ve duruyor, sonra yeniden yola
koyuluyordu. "Yiyecek olarak bir şeyiniz var mı" diye sordu. "Çok açım."
"Biz jöle yeriz" dedi çocuklardan biri. "Burada sadece değişik
renklerde farklı biçimlerde hazırlanan jöleden başka birşey yoktur." "Buna alışkınım" dedi Maria. "Dünyada muz kızartması, muz suyu,
muz salatası ya da patates kızartması, patates yemeği, patates ezmesi dışında
birşey olmayan pek çok yerde bulundum. "Ama biz onları gökyüzünden
topluyoruz" dedi çocuk. "O yüzden bu
kutsal bir yiyecektir." Eliyle bir bölgeyi işaret etmişti. Gökyüzünün o bölgesi zalimce kaşıklanmış gibi dışarıya
doğru hunharca deşilmişti. "Hiç bitecek gibi değil" Benim geldiğim
yerde dedi Maria "Jöle yoktur." Çocuk gözlerini kısarak kuşkuyla baktı. Mesela şimdi
buradan oraya kadar boşluk varya. Evet anlamında başını salladı çocuk. "İşte o boşluk gibi büyük bir boşluk var evrenin heryerinde" "Pöh saçmalık" dedi çocuk. "Evrenin hiçbiryerinde
jöleden başka bir şey yoktur" "Evet çünkü bu bilimsel bir şey"
diye atıldı kızlardan biri. "Pek çok denizaltı
oralara gitti ve gerçektende jöleden başka hiçbirşeyin olmadığını getirilen
örneklerde açıkça görüldü. Hatta biliyor musun" dedi yaklaşarak, "İçerikteki şeker
oranı evrenin neresine gidersen git aynı kalıyormuş. Bu da bütün jölenin aynı
kaynaktan yayıldığına dair bir kuramı destekliyor." Tabağındaki turuncu jöleyi kaşıklarken
burada uzun zaman kalabileceğini düşündü Maria, tadı harikuladeydi. "Burada anladığım kadarıyla hiç gece olmuyor" dedi Maria. Çünkü dönmüyordu ve
yıldızlar normalde olacağından çok daha yakınlardı "Hayır zaman
zaman" yıldızları işaret ederek "Kapanan lambalar gibi
sönerler". "İşte o zaman gece
olur" diye açıkladı çocuk. Geceleri çok kısaydı. Tabağındakilerin sonu
gelirken masadakilerden birine "Peki siz neye inanırsınız" diye sordu Maria şaşkınlıkla. "Biz kurabiyelere inanırız" dedi çocuk.
"Nasıl?" "Kurabiyelerin çok muhteşem şeyler olduklarına.. çünkü
fırından yeni çıkmış kurabiye gibisi yoktur..ama böylesi de öyle kolayından
bulunmuyor" "Hayır yani..." diye konuşacakken bir an sustu, bu
konuyu açmaması belki daha iyi olacaktı. "Sence de kurabiyeler harika değil midir?" diye üsteledi masadaki
çocuklardan biri. Cevabını da merakla beklediğini ve kelimelerini şimdi çok
dikkatli seçmesi gerektiğini anladı Maria, çünkü bir sessizlik olmuştu. "E evet bence de harikalar"
diye konuştu. Masadaki canlı ve neşeli hava böylece geri gelmişti. Maria bir
eşiği geçtiğini, artık onlarla arkadaş olabileceğini ve bir süre burada
kalmaktan mutluluk duyabileceğini hissediyordu. "Kup kekler de var ama
onlar o kadar iyi değil" diye destekledi çocuk iyice bu yakınlığı
pekiştirmek istercesine.
(Kendi yaptıkları iş olarak bir
yığın saçma meşgaleyi sayıp döktükten sonra)
"Peki sen ne yaparsın" diye sordu çocuk
"Ben evreni haritalandırmaya
çalışıyorum" dedi Maria.
"Ama doğrusu pek
ilerleyemedim"
"Ben jöle toplayıcılarıyla altıncı gruptanım, o ise gemilerin tamir
ve bakımlarıyla uğraşıyor, şişman olansa görünüşüne hiç bakma yaşadığımız ve
uyuduğumuz tünelleri kazıyor." "Neden evlerinizi dışarıda inşa etmiyor da tüneller de yaşıyorsunuz
ki?" "Çünkü ışıktan ötürü uyumak mümkün
olmaz" "Ama duvarların üstüne eğer bir çatı ile kapatırsanız, ışık
içeri giremez". Birbirlerine baktılar.
"Sen gerçekten de çok değişik bir
insansın, Böyle fikirler aklına nereden geliyor?"
"Geldiğim yerlerde buna benzeyen böyle evlerde uyurlar".
"Çatı ile kapatmak" Kendi aralarında konuşmaya dalmışlardı.
Maria da dolaşmak üzere gezgin çadırlar karnavalına doğru ilerledi.
20. Şeker Kız
Güney Amerika ormanlarında yaşayan tek bir ağaç
vardır. Ancak bu ağacın dalları yeniden toprağa döner ve oradan da başka kalın
gövdeli başka ağaçlar büyür, böylece tek bir ağaç, bir orman olarak görünebilir
ve binlerce metrekarelik bir alanı kaplayabilir. Köklerse toprağın altında
birbirine karışmıştır. Maria
bunu görmeye
gitmiş ancak şeker kız ile karşılaşmıştı. Şeker kız elindeki şeyi sevmişti.
“Bu bir ayna” dedi Maria. “Nereye tutulursa orayı gösteren cihaz”
“Böyle bir şeyi neden kullanıyorsun ki” dedi yerli kız. “İstediğin herhangi bir yere bakabilirsin”
“Bununla kendime bakıyorum” dedi Maria. “Genellikle sahipleri onu bu iş için kullanırlar,
su gibi ama daha iyi”
Kız cep aynasını alıp kendi yüzüne tuttu bir süre. “Çok
siyah” dedi. “Sen beyazsın, ben de siyahım” Sonra bir süre daha
bakmaya devam etti. “Bakmak istediğim yeri yakınlaştırmıyorsa sana ancak
birkaç gümüş verebilirim, daha fazla değil”
Maria aynayı kızın avucunun içine koydu ve “Yıldızlara bak” dedi. “Hepsi avucunun içindeler” yıldızların, en azından bir
kısmının avucunun içinde olduğu fikri, isminin şeker kız
olduğunu öğrendiği
yerlinin çok
hoşuna gitmişti. Avucunu yavaşça göğün farklı yerlerine çevirdi ve hala
şaşkınlıkla kendi avucunun içine bakıyor oluşu onu hoşnut etti. Sonunda Maria istediğini almıştı. “17 gümüş." Böylece gördüğü anıtın bir kopyasının taşa kazınmış
halini alıp yanında götürebilecekti. Küçük taş kopyalarında yazılı olanlar yaygın
olan dile çevrilmişlerdi.
Kazılı olan taşta şunlar yazıyordu:
benim insanlarımın asıl ilgisini çeken soru
"herşeyin neden var olduğu" sorusudur.
sadece vardır
ve böyledir.
bu da bir cevap değildir
çünkü
başlangıçta soru yoktur
"soru ve cevap" bizim ZİHNİMİZE ait
KATEGORİLERDİR.
şeyler,
öyledirler
böylece benim insanlarımın sadece tek bir kavrayış haliyle
ilgilenmelerini diledim
d o l a y s
ı z k a v r a y ı ş
Bir çeşit büyük bir kitabe ya da anıt diyebileceğimiz bir taşın altında yazıyordu bunlar. Doğal halde
tuttukları, belirli geometrik biçimlere
şekillendirmedikleri büyük bir taşın üstüne kazılıydı. Yanındaki şeker kız "İnanışa göre o herşey hakkında herşeyi biliyordu" diye açıkladı. O bilge kral ne kendisi, herhangi bir
şey hakkında tek bir satır bir şey yazdı, ne de konuşmalarının taş tabletlere
kazınmasına izin verdi; bu, onun tek mirasıdır. Bu konuda hiçbir şey
söylememesine rağmen bunu yaparak doğanın kendisini taklit ettiğine inanıyorum."
dedi. Küçük
çantasını
yeniden yokladı. Bu kısa sürede
aldığı aynayı kaybetmişti.
"Denir ki bazı oyunbaz cinler seninle oyun oynamak istedikleri zaman küçük
bir eşyanı hop diye gözünün önünden kaybeder ve sen onu ararken de kendi
aralarında eğlenirlermiş, ama eğer olur da onların sakladıklarını anlar, tekerlemelerini söylersen birdenbire hop diye eşyanı
gözünün önünde bir yere bırakıverirlermiş. Bunu çok eğlenceli bulan üç
tanesinin adı Ledi, Cedi ve Meri’dir, tekerlemeleri de farklı farklıdır, hangisinin
aldığını düşünüyorsan onun tekerlemesini söylersin"
dedi Maria.
Ledi ağaçtan hoplayarak atlar
Sular dalgalanır ve sincaplar kaçar
Benim eşyamı alan Ledi
Onu yeşil bir kaydıraktan atar
Topları çeviren Cedi hiç düşürmez
En yükseğe zıplar ve
hiç devrilmez
Eşyalarım kaybolursa bilirim ki
Cedi bulur ama belki getirir belki getirmez
“Evet” dedi Şeker kız. “ama peki ya Meri aldıysa?”
“Üzgünüm” dedi Maria. “Ben de tekerlemelerden sadece bu kadarını
biliyorum.” Şeker kız üzgün göründü. “Umarım Ledi ya da Cedi almıştır, sana iyi şanslar”
MX579, üstünde
yaşam olan gezegenlerden biri
olarak listelenmişti. Oraya vardığında
sadece boyu bir
karışı geçmeyen solgun kırmızı
çalımsı bitkiler buldu.
Uçsuz bucaksız çorak arazilere
ve kayalık dağlara
baktı. Çadır kurdu. Bu sessizlikte haftalarca dinlenebilirdi.
Hiçbir hareketlilik yoktu.
"Milyonlarca yıl daha
burası böyle hiç
değişmeden kalacak ne
tuhaf" diye düşündü. O sırada her tarafa ateş edebilen ve alçak uçuş yapabilen gemileriyle hızla
büyümekte olan MXV imparatorluğunun
ileri karakollarından biri
olduğunu bilmiyordu. Öğrendiğinde
bunu da notlarına ekleyip Portala geri dönmüştü. En çok bir milyon yılı
kalmış sönmekte olan bir yıldızın etrafında
dönen atmosferi ince
ve gece gündüz sıcaklık farkı
çok yüksek bir
gezegendi.
'Yanılgılar evrenine gidiyoruz' dedi masaya bir harita
açarak. “Aslında oraya bizim verdiğimiz bir isim bu, yani haritayı
hazırlayanların ırkçı ve türcü yaklaşımlarından ötürü. Orada bulunduğumuzda o
gerçeklik bizim için de gerçek olmayacağından böyle bir isim bulmuşlar.” Tehlikeli bulduğu için Marina’nın da eşlik
ettiği yanılgılar evreninden işgalciler olarak görüldükleri için hızla
kaçmışlardı.
Marina’nın anlattığına göre o bölgeye bu ismi bulan dedesi
garip bir insandı ve av tüfeğiyle kendini vurmadan önce intahar notu olarak
“thats all folks!” [Hepsi bu kadar millet!]
yazan bir kağıt ve birkaç parça para etmeyen kıyafet ve eşya
dışında bir şey bırakmamıştı. Öldüğünde
cennete gitmiş ya da gittiği yer iyi ve insanların mutlu ve halinden memnun
ortalıkta dolaştığı bir yer olduğu için cennette olduğunu sanmıştı. Sorun şuydu
ki canı hala sıkkındı ve uçurumun kıyısında bir çadırda birkaç gün geçirdikten
sonra –çünkü kimseyi görmek istemiyordu- aşağı kasabaya indiğinde erzak almak
için uğradığı bakkala yaklaşıp “Burada ölünce ne oluyor?” diye sordu. Marina gençlik yıllarında bunları
arkadaşlarıyla biraz eğlenmek için ruh çağırdıkları bir akşam dedesinin
kendisinden öğrenmişti. “Eh peki ne oluyormuş” dedi Maria. “Bir fok olarak dünyaya
gönderiliyor ve hiçbirşey hatırlamıyormuşsun” diye açıkladı tam bir ciddiyetle.
“Uydurmuş Bence” dedi önce, ama yine de o günden sonra karşılaştığı birkaç foka
da şüpheyle bakmış ve mesafeli yaklaşmıştı. “Hayatın genel olarak saçma
olduğuna inanırdı, Tanrı onu hayal kırıklığına uğratmak istememiş olabilir”
dedi Marina içkisini yudumlarken.
21. Maria’nın Geri Kalan Melankolik Rüyaları
Üstünde olduğu kaya doğal bir eğimle aşağı doğru
bakıyordu. Denizin büyük dalgalarının kırılıp yosunlu kayaların üstünü
kaplayıncaya dek serilip ardından geri çekildiği sahile doğru baktı. Kayanın
yan tarafındaki hafif eğimde hafifçe ayağa kalkıp kendini biraz ilerideki
denize doğru uzanmış başka bir kayaya doğru bırakıp yeniden tutundu. Ayakları
boşlukta kendini yukarı çekmeye çalışırken bunu
yapamadığını farketti. Ayakları kayada düz bir yüzeyi sürterek sıyırarak
geçiyordu, elleri daha sağlam ve daha yukarıda bir parça kaya bulmayı denedi
ancak kopacağı belli olan bir sivrilik dışında hiçbir şey yoktu. Bedenini
yukarı çekeceği yerde bir başka kayanın daralttığı bir boşluk vardı. Eli yine
gerilerde kör bir noktayı araştırdı tutunmak için ancak kayalığın eğimli
yüzeyinden başka bir şey bulamadı. Boşluk duygusu onu korkutmaya başlamıştı.
Aşağıda çalkalanıp duran denize gözü kaydı bir an. Ayak uçlarının korkudan
uyuştuğunu ve onları artık hissedemediğini farketti. Tutunduğu kayayı ana
kayaya bağlayan nokta o kadar sağlam
görünmedi. Yukarda gezinen sohbet eden birşeyler içen ve gülüşen insanlar
vardı. Hemen az ötedeydiler ancak sesini çıkartmıyordu. Kayanın bu bağlantı
noktasından kırılıp kırılmama olasılığını tarttığından birini daha çağırmak
istemiyordu. Kaya gelecek olanı taşıyamayabilirdi. Seslenmeyi düşündü ilkin ama
ne yapabilirlerdi, halat ve kanca gerekiyordu. Çok saçma sapan bir noktada
asılı kalmıştı. Buradan düşüp ölse çok garip olacaktı. Kendisine doğru bakan
genç adamın "Hey buraya gelsene" dediğini
duydu. Onun sadece yüzünü görebiliyor
olduklarına emindi.
"Ben... burada asılı kaldım, yani geri
gidemiyorum kendimi yukarı da çekemiyorum." Oradan baktığında kendisinin
manzarayı boş gözlerle seyreden hülyalı biri gibi göründüğünü farketmişti.
"Ama lütfen telaşlı birşeyler yapma ya da söyleme çünkü şu an aklımı
toparlamaya çalışıyorum, ayaklarım boşlukta"
Genç adam kayaya
doğru yaklaşırken "Hayır hayır buraya gelme, yaklaşma" diye bağırdı.
"Burası ikimizin ağırlığını birden kaldırmaz."
"Pekala akşama kadar orada kalacağını
düşünebiliriz şu halde"
Hala alay edebilmesine inanamıyordu, öte yandan gerginliğinin ve korkusunun bir
anlığına geçtiğini hissetti. Çok rahat bir sesle söylenmişti. Başka bir genç adamın durumun ciddiyetini kavradığını
anlamıştı. Kollarıyla kendini yeniden çekmeyi denedi. Gövdesini düzlüğe doğru
koyduğunda diziyle abanarak çıkmayı
başarmak istedi bu defa ancak sadece kayaya sürtünüp duruyordu. İlk adam gülmeye başlamıştı
"Bak" dedi sakin olmaya çalışarak.
"Burada durum gerçekten ciddi, aptalca göründüğünün farkındayım ama yukarı
çıkamıyorum."
Hemen bir adım ötesinde kahve içip sandviç
yiyenlerden ona bakanlar oldu. Ciddi olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı.
Ortada hiçbir önemli neden yokken birdenbire koşmaya başlayıp
kendi başlarına asla inemeyecekleri ağaçlara bir çırpıda tırmanan kedilere
benziyordu şimdi.
"Bir halat bulana kadar dayanabilir
misin?"
"Nereden bulacaksın halatı?"
"Kesinlikle bilmiyorum"
"Dayanabileceğimi sanmıyorum"
Oturanlar da durumu yeni fark ediyorlardı. Yardım
etmek üzere yaklaşabilecek birisi sallanan kayayla
birlikte uçuruma düşebilirdi.
Biraz sonra gözlerinin önünde boşluğa yuvarlanabileceğini ve onların da bunu
seyretmek zorunda kalabilecekleri şimdi iyice anlaşılıyordu. Başkalarına haber
vererek oluşacak telaş dalgasından Maria kendini nasıl koruyabileceğini ise hiç
bilmiyordu. Ağırlığının bir kısmını ayağının kör bir noktada yeni bulduğu bir
aralığa doğru vererek dinlenmeye çalıştı. Ellerinin kaydığını hissetti ve
boşlukta birdenbire hızla düşmeye başladı.
Denizdeki kayalıklara çarpmadan ter içinde uyanmıştı. Kendini çok yalnız hissediyordu ve pazar gününü tek başına geçirmek istemiyordu. Saate baktı öğleden sonraya geliyordu.
Telefon açtı, bir
kahve dükkanı zincirinde buluştular. Eski sevgilisi sakal
bırakmıştı ve dalgalı dağınık saçları vardı.
Sanki o hafta sonu okumak istediği bir kitap vardı ama henüz yazılmamış olduğunu, bunu kendisinin yapmak
zorunda olduğuna inanmıştı.
"Neden gerçek olmayan şeyler yazıyorlar
ki" demişti bir defasında Maria. Sevgilisi elinden alıp inceleyerek
"Bu bir roman" demişti. "Burada buna benzeyen çok fazla şey
vardır ve romanların büyük çoğu gerçeğin anlatmaya değmeyecek kadar bulanık olduğu önyargısından hareket eder."
Masada üstünde m.a.r.i.a, oyunun ruhu yazan şeffaf kapaklı
bir dosya vardı.
"Kentin asfalt damarlarına
enjekte edilebilecek yeni bir şey
daha" dedi Maria.
İçini açıp sayfalara baktı.
Maria kitabı incelerken içindekilerin son iki gün içinde hayatında
olanlarla hayret verici biçimde
uyuştuğuna dikkat etti.
"Kitapta ilerlediğinde bir noktadan sonra
bilinen varoluşun doğal sınırlarına ulaşıyorsun" dedi eski sevgilisi.
"Ama orada beklediğin gibi bir şey
yok".
Maria, hep merak ettiği, her zaman yaptığı gibi kitabın önce sonuna
baktı. Sonra bir an gülümseyerek
dosyayı kapattı.
"Herşeyin sonunun geldiğine sevindim"
dedi Maria.
Bir daha görüşmeyeceklerdi.
Akşam yaklaşıyordu. Sarışın bir erkek çocuğu kahve dükkanında koşuyordu. Neden sonra durdu.
"Ayın yarısı nerede?"
"Aydaki adam diğer
yarısından kendine bir tekne yaptı ve yola çıktı"
"Ama gelecek değil
mi?"
"Dönecek"
"Kesin mi?"
"Kesin."
SON