Ana içeriğe atla

Gece Köpekleri Volkan Ay [roman]

 



Gökyüzünün büyük nükleer savaş ve sonraki kimyasal silahların kullanıldığı döneminden kalan çürümüş bataklık yeşilinin önceleri daha zehirli bir parlaklığı vardı. Sonraları ölmekte olan bir sarmaşığı andıran gök zaman zaman gün batımlarında eski televizyon dizilerinde gördüğümüz, çocukluk günlerinden hatırladığımız gibi iç karartıcı bir bakır kırmızısına dönüyordu. Böyle zamanlarda nedenini bilmesek de Shelly daha üzgün görünürdü. Uyanamadığımız bir rüyanın ya da gerçekliğini inkar ederek kurtulmaya çalıştığımız eski bir anı parçasının içinde sıkışıp kalmış gibi. 




GECE KÖPEKLERİ


VOLKAN AY


roman 

indir


Satın almak için tıklayın

   

"...bütün mümkünlerin, esasında ebedi olarak hazır [actuel] olduğunu ve halin geçmişten ibaret  ve geleceğe gebe bulunduğunu, geleceğin mümkün olmaktan ziyade, yüksek idrakın gözünde zaten var olduğunu, mümkün ile varlığın ayrılması bizim görüş tarzımızda asıl şeyler arasında zamanın konmasından doğan bir kuruntu olduğunu kabul etmek lazım mıdır?


Bu doktrin yalnız asılsız ve kanıtlanması imkansız değil, bundan başka akılla kavranamaz bir şeydir. Herşey şimdiki haliyle bütün olabileceği şeydir demek, hakkındaki bilgimize göre ancak birbiri yerine geçmek suretiyle var olabilen karşıtları nefsinde birleştirdiği ve uzlaştırdığını söylemek demektir"


Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında

E.Boutroux, Kanunların Zorunsuzluğu bölümü 























"Newton,mesela çekimden, ruhun etkisine benzer metafizik bir kuvvet anlamaz. O, onun için bir ifade şeklidir.Bununla beraber ona göre kuvvet, hareketin sebebidir. Öyleyse sebep sonuçtan öncedir. Burada olayları meydana getiren, metafizik bir unsur var demektir. Matematikçiler bunu hesaba katmışlardır. Kuvvet-hareket ilişkisini açıklamak hususunda, kuvvet 'Hızlandırılmış kütlenin mahsulü' olarak tanımlanmıştır. Burada asıl mesele, kuvvetin mi hareketin, yoksa hareketin mi kuvvetin sebebi olduğudur. Bu da 'çapın çevreyle ilişkisi' gibidir"


E.Boutroux'da Zorunsuzluk Doktrini

Prof.Dr Süleyman H.Bolay, Mekanik Kanunlarının Tenkidi bölümü





        


















Birinci Bölüm             

Gece Köpekleri


Önce bölgeler vardı. Şehir sınırları kadar kesindiler. Gökyüzünün çürümüş yeşil ışığının altında parçalanmış arabalar ve bina iskeletleri arasında dolaşan, çeteden çok inanmış bir grup adanmışı andıran sokak müdavimleri. Sonra çoğu dağıldı, kendilerine uygun başka alanlara doğru yayılmışlardı ve eski kesinlikler kayboldu. 


Gökyüzünün büyük nükleer savaş ve sonraki kimyasal silahların kullanıldığı döneminden kalan çürümüş bataklık yeşilinin önceleri daha zehirli bir parlaklığı vardı. Sonraları ölmekte olan bir sarmaşığı andıran gök zaman zaman gün batımlarında eski televizyon dizilerinde gördüğümüz, çocukluk günlerinden hatırladığımız gibi iç karartıcı bir bakır kırmızısına dönüyordu. Böyle zamanlarda nedenini bilmesek de Shelly daha üzgün görünürdü. Uyanamadığımız bir rüyanın ya da gerçekliğini inkar ederek kurtulmaya çalıştığımız eski bir anı parçasının içinde sıkışıp kalmış gibi. 


Sonra kabulleniş gelir. Şehre sessizce inen bir sis bulutuyla birlikte sabah bildiğin alıştığın herşeyi gri bir boşluk içinde anlamsızca yüzerken bulursun. O gün gündelik rutin işlerinle ilgilenmeye artık ihtiyacın yokmuş gibi görünür ama herhangi bir şey, aç bir kedi, ötmeye başlayan bir telsiz, dönmeyi bırakmış bir jeneratör sana hayatın hala eskisi gibi akmaya devam ettiğini anımsatır. Bu katın büyük yatak odasında tuttuğumuz tavukların dolap raflarına yaptığımız saman yataklarını yokladım, sonra çıkıp tel örgülerin gerisindeki keçilerden birini kendime doğru çekip elimdeki bardağa süt aldım.  Belki bir düzine buzun üstüne epeyce bayatlamış çayı dökerken değişen rengini izledim. Buna "soğuk duş" diyorduk. Taze su, çürümüş hayvan  kalıntılarıyla kirlenmiş gibi, çayı ise boşa harcamanın ölümcül bir hata olacağı (bazen insanın düşmanın elindeki bir teneke kupa kahve için düello teklif edesi geliyordu) düşünülürse içeceğin değeri daha iyi anlaşılır. Elimdeki büyük cam bardakta "soğuk duş" un içindeki buzların tıkırtısıyla çerçevesiz ve camsız pencerelerden geniş bir boşluğun ardından binalar kalabalığının başladığı manzaraya bakıyorum. Uzaktan makineli tüfeklerin takırtısı geliyor. Cephaneyi yenilememiz için bizim de bir "hamle" yapmamız gerekiyor. Hamle; sürekli el değiştiren kaynak bölgelerine yapılan ataklara böyle diyoruz. 


"çürümüş yeşil göğün incisi

ruhum sıkışmış bir sincap gibi

parçalanmış ağaç oyukları içinde


kurtuluş limanına vardığım saat

andolsunki ağladığım vakittir"


Bu Shelly'di. Penny, Piper ve Rosa ile birlikte dört kız ve üç adamdan müteşekkil bir gruptuk. Kendimize Jacky, Joe gibi eski oyunlardan isimler almıştık çünkü geçmişte kim olduğumuzu hatırlayan hiçkimse kalmamıştı. Bahsettiği "Kurtuluş Limanı" değişen bölgeleri işaretlediğimiz haritanın kuzey doğusuna denk gelen ve oradan özgür topraklara varılacağı söylenen doğal bir koydu. Gidenlerden geri dönen ya da bir haber alınan yoksa da liman 'Sağanakçıların' elindeydi. Sağanakçılar balıkçılık yapıyor ve olanı biteni burada çözeceklerine olan kati inançlarıyla limanı koruyorlardı. Çünkü onlara göre özgürlük ancak numen, kendinde şey ile fenomen, görünen arasındaki ilişkiyi anlamamızla olanaklıydı. Numen'e sokulamaz ancak varolduğunu bilebilirdik. Yani tüm görgül gerçeklik aşkın, transandantel bir varoluşla hayat buluyordu. Nedenselliğe 'inanmakla' birlikte insanın özgürlüğü bu anlamda aşkındı, bu; bilgi yeteneğinde değil deneyimde kavranabilirdi. Açıkça Shopenhauer'in yolunu izleyerek bu kaynağın ve kavrayışının bütün zamanların dışında olduğuna varmışlardı. Bana göre söylemedikleri, özgürlüğün aklın kategorilerinin ve güdülenimlerin de ötesinde olduğuydu. Aynı zamanda bu kavrayış ve insanın özgürlüğü apriori kavramsal devamlılık süreçlerinin de ötesine konulmuştu ancak çalışır durumda sağlam bir gemi kalıp kalmadığını   bilmiyorduk. Oraya kadar geçmemiz gereken tehlikeli başka bölgeleri düşündüm.


"yağmur saatinin şarkısını dinlediğimizde içimize dolan serinlik

onunla nasıl huzur buluyorsam kız

senin varlığında öyle sessiz bir ilhamla

hayatımıza ruh verir


tıpkı yakan güneşin altında serinlik veren gizemli bir ışık,

gecenin kanatları altında yakılmış sokak ateşleri gibi


eğer gezegenler yörüngelerinden ayrılıp

tek tek güneşin üstüne düşmedilerse

bunu yeni bir günün habercisi mi saymalıyız?"


Shelly dalgın halde "Herkes aşağıda, ruhun sessiz kıyısı" dedi gitmeden önce son defa giderek kirli bir sisle bulanıklaşıp yaklaşan geceyi haber veren manzaraya bakarken. Onu ilk hangi bölgede yapıldığını hatırlamadığım kilerden bozma loş ama yüksek tavanlı, kalabalık bir yeraltı partisinde görmüştüm. Böyle zamanlarda silahlar dışarıdadır. Konuşmalar müziğin içinde kaybolur. Arkadaşlar kaybedilir ve yeni dostlar kazanılır, müttefiklikler kurulur, anlaşmalar bozulur ve bazen yeni fikirler doğar. Dağınıkça yaşamaya çalışan biz üç adamın bu "inanmışların" arasında onlara hiç benzemeyen bu dörtlü kız -başka bir isim veremeyeceğim- çetesiyle karşılaştığımız yer de orasıydı. İnanmışların işaretleri hala garip bir haçtı ve kaynaklarını onlara körü körüne itaat halinde katıldığınızda paylaşmaya hazır daha az bencil görünen bir gruptu. Ama kalabalıklaştıkça "atakları" aksine etkisizleşti ve onlara katılmak hızlı bir ölümle eş anlama gelmeye başlamıştı. O günü "Gece Köpekleri" nin de kuruluşu olarak sayabiliriz, çünkü biz onların tartışmalarına genellikle aldırmıyorduk ve 'çete' de köpeklere dahil olmuştu.  Daha sonra Joe ile Penny epeyce yakınlaşmış ve bu birleşme o geceden, romantik bir meyve vermek üzereydi. Aramızda bir çocuğa nasıl bakılacağıyla ilgili bir şey bilen kimse yoktu ve eski kitapları kurcalıyor, bebek bezi değiştiren adam videoları izliyor, sonsuz bir liste halinde uzayan eşyaları temin ettikçe yanlarına işaret koyuyorduk. Savaşın içinde büyürken kendimiz de çocuktuk ve olan bitenleri sokağımıza ve sonra gökyüzüne taşana dek televizyondan izlemiştik. Aşağı inen merdivenlerde oturdum.


"Güzel soru, mümkünü gerçek kılanın ne olduğunu arıyorsun; sihir, sihir nerede?"


"Ama o senin haşmetli krallığında insanlar kendilerini reddedilmiş hissederlerdi Jacky. 

Birleştirici Tümel vurgun yüzünden, işte sırf bu yüzden, başarılı olabilir ama kazandığında herkes kaybederdi, kazanan Tümel olurdu, pekala bana gösterebilir misin onu?


O çok sevdiğin tümelin bana küçük bir emaresini göster

ve Tikellerin tamamı sende Tekillere dönüşüyor"


"Ama mümkün" diye yineledi Jacky, tartışmayı kaybettiğini kabullenmişti. Derinlerde süren ısrarının ses tonuna karışmasını ise engelleyemiyordu. Aşağı indim. Rosa, beni görünce, 


"Savan Kraliçeleri, Sosisli Tümeniyle yer değiştirmiş"  


dedi eski konuşmanın bitmesine sevindiğini hissettiren bir neşeyle. 


"Tümen saldırdığında Kraliçeler savunma yapmak yerine silahlarla 'Yabancılar'a sığınmışlar. Oradan Tümenin kendi bölgesine girip tamamen kaleleri boşken ele geçirmişler.


 Şimdi Tümen kendi evine geri dönemiyor."  


"Geride hiçkimseyi bırakmamış gerizekalılar"


Haritada değişen yerlerini işaret etti. Grupları temsil eden üstünde isimlerinin yazılı olduğu ahşap plakalar vardı.


"Ringin ortasına merdiven açıp tepesinden kraliçelerin üstüne atlamaya kalkmışlar ha?" 


 Tümen eski Amerikan güreşçilerinden oluşuyor, gelenlere bu öğretiliyor ve hala bu evrende yaşıyor gibi hareket ediyorlardı.  Onlara göre silahları bırakıp her grup kendi güreşçisini ringe çıkarmış olsaydı uzun  tartışmalardan ve çatışmalardan daha uzakta yaşayabilirdik.


Shelly eliyle hayali bir küçük çanı çalar gibi "bing bing" dedi. 


"Kaynaklar tükeniyor ve zaman azalıyor yavaşça,

Bizim de yeni bir 'hamle' yapmamız gerekiyor


'Kaynakçılar'a saldıramayız ama!

Geçit çok dar ve iyi korunuyor"


Kaynakçılar eski askeriyeden kalma cephaneliği elinde bulunduran çok küçük bir gruptu. Buraya zorla girilemiyor sadece karşılıklı değiş tokuşla mermi ve silahlara ulaşabiliyorduk. Bir ara tankvari iki akreple ilerlemeye kalktılarsa da araçlardan birini bırakarak geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Bunlar yararcılardı. Feyerabend'ın "ne olsa uyar" ilkesi dışında hiçbir şeye sadık kalmamaya yemin etmiş gibi görünen pragmatistlerdi. Ne var ki ilkeleri 'çalışıyordu.' Biz onlara 'kaynakçılar' diyorduk ama kendi kendilerine verdikleri belirli bir isim yoktu, onları işinizi doğru gördüğünüz her durumda istediğiniz şekilde çağırabilirdiniz. Çölden geldikleri ve bu 'yararcı' tavırları yüzünden kimileri için sadece 'çölün fahişeleri'ydiler. Dalgakıranların gerisinde dar bir limandı. Hala limanda olan tüm gemiler oldukları yerin sığ sularında, ne çözülebilen ne ortadan kaldırılabilen problemler gibi batmış gövdelerinin bir kısmı suyun üstünde yüzüyorlardı. 


Cephanenin bulunduğu 'Kaynakçılara' giriş yolundaki dar aralıktan geçmek için önceleri saldırı sonrası terk ettikleri akrebi tamir etmeye çalışsak da faydasızdı. Tamamen parçalanıp elimizde dağılana dek onunla uğraşmıştık "Zırhlı motorlar gerekiyor" dedi Rosa. Motorların önlerindeki zırh, teker siperleriyle birleşik haldeydi ve denilirdi ki düşman size bir bazuka ile nişan almamışsa devrilmeniz olanaksızdı. Fakat şimdiki durumda bazuka hatta tank mermisi de ihtimal dahilinde olduğundan saldırının ani ve hızlı olması gerekiyordu.


"Lanetli göğün horultuları gibi gürleyen motorlar Shelly!


Bunu çok düşündüm ve uykusuz kaldım gece boyunca

Ateşin içinden akan lavlar gibi geçip giderler


Zırhları kendilerini saran ölümü parçalayan demir kılıçlar gibi"


Aynı fikirde değildim.


"Demir ve çelik bizi sever" dedim Rosaya. 


"Ateşli silahlarla aramız hoş olmadı hiçbir zaman

koşan tavşanlar savaşını böyle kaybettik

böyle sığındık bu limana

keskin suikast silahlarıyla

sessizce sokulmalıyız düşmana"


Koşan tavşanlar savaşında bir çeşit kumar oynanmıştı. Herkesin herşeyden bıktığı çözümsüz başka bir dönemde kaynaklar poker çipleri gibi ortaya sürülmüş, açılan kağıtlar yerini dövüşçülere ve onların silahlarına bırakmıştı. Anlaşmaya göre pes edenler geri çekilecek, son kalan bir tek kişi kazanacak ve kazanan yerdeki herşeyi alacaktı. Biz Joe ve Shelly gibi baskın savaşçılarımızdan ötürü buna katılmayı uygun bulmuştuk ancak savaşçılar arasındaki rekabet çözümsüz ve hileli bir hale dönüşünce çatışma başlamış, gece çatışma uzun bir savaşa dönüşmüş ve çember biçimindeki tel örgülerin arasındaki eski bir basket sahasından bozma ahşap ringde üstün durumdayken herşeyi bırakıp geri çekilmek zorunda kalmıştık.


Tartışma neticelenemeden dışarıdan köpek havlamaları duyuldu. Karanlığın çökmesiyle birlikte hareket sensörleri devreye girmişti. Bu yönde, duvarların aksine bizi, görünmeden yaklaşmanızı olanaksız kılan geceleri hareket sensörüyle tetiklenip aydınlanan büyük bir açıklık koruyordu. Bize adımızı veren gece köpeklerinin havlamaları da bir uyarıydı fakat sensörlerle aralarında tuhaf, ironik bir açmazları vardı. Onlar geçtiğinde sensörler çalışıyor, sensörler çalışıp, alan ışığa boğulunca da köpekler havlayarak bir şeyin yaklaştığını teyit ediyorlardı. Piper kapının deliğinden bakıp "Puik" diye açıkladı kısaca. 


Karşımızda binalar ormanı kuzey yönünde ise şimdilik müttefik gibi olan "Yabancılar" vardı. Yabancılar, hiçbir kökten gelmeyen daha doğrusu "kök ve kökenlerinin belirlenimlerini inkar eden" buna karşın birbirlerine yüksek sadakat gösteren, otoriteye biat eğilimi olmayan bir gruptu. İrade 'İnanmışlar'da merkeziyken yabancılarda dağınık ve geçiciydi. Tanıştığımız gün Piper onlarla  gelmeden önce pişirdiği ekmeğe benzeyen kekin lezzeti ve tadı konusunda hassas bir gusto tartışması yaşamış, fakat bu tartışma bir çeşit bar kavgasına dönüşünce biz müdahil olmuştuk. 


Geniş alanın ve kuzey yönü yabancılarının bu durumundan ötürü kalan tek nöbet yeri  açıklığın sonundaki binaların birindeki güney kapısı nöbetiydi. Saldırı altında olma ihtimali dahi olsa, ateş açmadan telsizle alarm veriliyor, ev'de sessiz bir hazırlık başlıyordu. Yani eğer gelen tek bir kişi değilse yolda durdurulmaz ve tek nöbet yeri konumundan öylece geçip bize doğru yaklaşırlardı. Masanın başına geçip telsizle tekrar eden mesajı dinleyip, fenerle "Joe geliyor" dedim kısaca. Konuşma hattı arızalandığından beri telsizle mors alfabesi sinyalleriyle ya da feneri açıp kapatarak ışık var ve ışık yok şeklinde haberleşiyorduk. "Araçla gelsin" diye cevapladı Penny telsiz bip bipleriyle yeniden. Altı saatten sonra yorgun olmalıydı.















İkinci Bölüm             

Atak


"Rüzgar geceyi getiriyor gece köpeği

Karanlığın taşıdığı sadece soğuk ve yağmur mu?


Bu kederli gök yağmuru daha ne kadar sürer suyun sessiz kıyısı?


Yumuşak yeşil çimler ve yeni açmış çiçeklerle kaplı

  o aşkın bahçesine yağsalar nasıl olurdu?"


Shelly ahşap jaluziyi önce çevirmiş, etrafı gördükten sonra tamamen yukarı çekmişti. Ben de dışarı baktım. Yağmur çiselemeye başlamıştı. 


"Rüzgar yeni bir karanlığı daha yaklaştırıyor gece köpeği


Soğuk ve yağmurun taşıdığı sadece keder ve üzüntülerimiz mi?


Ama karanlığı geceden söküp atmak nasıl mümkün olabilir?


Vagonlarını terkeden eski lokomotifler demiryolunda şimdi çiseleyen yağmurun altında ıslanıyorlardır 


Çölün kumlarını okyanuslara savurmak gibi imkansız

Gece kumsalında serin bir rüzgar esiyor"


Penny ıslak geniş şapkası ve uzun kabloları halat biçiminde omzuna çapraz sardığı haliyle Indiana Jones gibi içeri girip, kullandığımız içi ceylan derisiyle kaplı uzun limuzinin anahtarlarını  sallayarak masaya fırlattı. Bağlanacak diğer verici parçalarını çıkardı ve  siyah bir şemsiye açtı. Sapının altından kablo çıkışını işaret ederek "Alıcıyı güçlendiriyor, alanı genişletiyor" diye açıkladı. Şemsiyeyi katı deterministlerin evinden almıştı. Herşeyi elden çıkartıyorlardı. 


"Onların işi artık bitti dedi. 


"Kaynakçılarla çatışanlar öldü diğer ikisi de teslim oldu zaten."


'Katı belirlenimcilerin' gerçekliğin lego parçaları gibi üst üste geçecek biçimde kurulduğunu düşündüren Spinozavari bir kavrayışları vardı.Onlara göre bizim belirsizlenimciliğimiz bilmememizden ötürüydü, yani gerçek açık ve netken sisli ve puslu görüyor ve gerçeği bu sis grisinin içinde belirginliğinden ve tüm ana renklerinden uzakta inşa ediyorduk. Oysa herşeyi açıkça tek tek tanımlayıp yerlerine koymamız yeterliydi. Bizi, birbirleriyle ellerini birşeyi yerine takar gibi iki yana çevirerek selamlaşan lego adamları olarak görüp görmediklerini merak ediyordum. Kabloyu ise yağmacı ve gezgin bir topluluktan almıştı. Yağmacılardan biri geçip gittikleri yerlere çiçek ve güneş resimleri çizen, güzelliğin gerçek anlamının herşeyi kucaklayıp kapsayacağına inanan, sürekli ot içtiklerini düşündüren bir topluluktan bahsetmişlerdi. "Kafaları çok güzeldi" demişti. Sarışın bir pilicin alanın ortasında "Beni dinleyin çünkü ben çiçekli başım" diye bağırdığını anlatmıştı. Siperdekilerden biri "peace is cheaper" [barış ucuzdur] diye yanıtlamıştı onu. Dağıtılmadan önce çatışan iki grubun daha arasına el ele tutuşup şarkı söyleyerek  girip bir hat oluşturmaya çalıştıklarını söylemişti, dağıtılmalarına üzüldüğünü belirten hiçbir işaret taşımayan mimiklerle.


Joe, Penny nin güney nöbetini almak için yola çıktıktan hemen sonra başlayan yağmur kesilmişti. Masada limanın iç binasının planını çalışıyor, bir yandan da Penny, içeri girdiğinde haberi kim verecek diye birbirimize bakıyorduk. Bir çeşit 'kargoyu kim teslim edecek' gergin sessizliği vardı aramızda. Görünen o ki, ihale bana kalmıştı. 'Soğuk duş'un kalanını dipledim. 


Yattıkları odada büyük yer yataklarının hemen yanında yerde duran büyük ahşap eski model bir televizyonun üstünde iki su kaplumbağasının yaşadığı bir bahçeleri vardı. Joe bazen odadaki deri kaplı tekli koltuğu önüne çekip hiçbir yayının olmadığı televizyonun sesini açar ve boş ekranına saatlerce bakar, bu "beyaz gürültünün" onu rahatlattığını söylerdi. Penny ise tuhaf tai-chi hareketleri ve nefes egzersizleri yapıyor olurdu. Kaplumbağalar gecenin bir zamanı iki pat ve pat sesiyle zaman zaman aşağı atlıyor ve evi dolaşmaya çıkıyorlardı. Onlara Johnny White ve Merry Light adını takmışlardı. Kesinlikle orjinallerinin aksine aralarında iyi anlaşamadıklarını düşündürecek biçimde onları daima farklı farklı yerlerde buluyorduk.  Merry seyahatlerinde bulunduğu bölgeyi ortalayan doğrusal bir çizgi izlerken, Johnny daima köşeleri takip ediyor, bu köşeler de muhakkak bir kesişim noktasında son buluyordu. Johnny o kritik noktadan sonra yürüyüşünü sanki aradığı yere varmış gibi sonlandırıyordu. Bir kanape, buzdolabı yada dolap altında değilse onu nerede bulabileceğimizi biliyorduk. Fakat bu defa aç köpeklerden birinin midesinde olduklarını söylemek zorundaydım çünkü bunu onlardan sıkılmış olan Joe'nun yapmamış olduğu anlaşılıyordu. 


"Onları gömmeliyim"


"Bunu yapamayız Penny, kalan sadece yarım bir kabuk" 


Penny köşeye gidince ağlayacak sandım ama ellerini aşağı doğru yavaşça indirip derin ve yavaş nefeslerle tai-chi egzersizine başlamıştı. Telsizin başından "Bunu chi kong tan nasıl ayırıyorsun?"  diye seslendim, bir şey sormuş olmak için.  Meditatif tek bir tonda "Ayııırmıyoruum" dedi monoton bir sesle. Atlatacağı anlaşılıyordu. Parçaları birleştirmiştim. Şemsiyeyi yukarı götürüp açtım. Kabloyu merdiven boşluğundan sarkıtmıştım. Önce Kaynakçıları yakaladım, yağmacılarla Amerikan güreşçileriyle bahis oynatılması ve ton balığı konservesi pazarlığı yapıyorlardı. Limanda kutuladıkları balıkları çip olarak oyuna süreceklerdi. Sonra motorcuların sesini duyduk, 'inanmışlarla' çene çalıyorlardı. 


"Bunlar ayrı varlıklardır eyvallah da, Aqinalı Tomas bize komaz, 

tanrının yeri aşkın varlık olarak yine ayrıdır." dedi hattaki motorcu.


Penny dayanamayıp manyetoya basılı tutarak,


 "Ayrı şeyleri, nasıl ayırıyoruz?" diye bağırdı.


Bozulan frekansın hırıltılı gelgitleri duyuldu. Aralarında bir şey konuşuyorlardı, sonra manyetonun tıkırtısı ve temiz frekans geldi.


"Seni dinliyoruz piliç"


"Önce ağacın yaşayan bir varlık olarak bir ruhu varsa

Dallarını parçalayıp eve götürdüğümüzde 

Suyun içinde dinlenen dalları bir düşünün

Ağacın çiçekleri bile dalların üstünde günlerce açık kalır ve yaşarlar. 


Şimdi kaç ruh vardır. Altı mı yedi mi? 

Geri dönüp dalları ağaca geri aşılarsak,

Sayıları yeniden bire mi iner peki?

Bunu bir de henüz yeşilken koparıp,

Etrafa saçtığımız ağacın yapraklarıyla düşün!

Ağaç şimdi binlerce ruha parçalandı 

ve yapraklar öldüklerinde yeniden bir mi olacak?


Oysa ilk zamanlar, o lanetli skolastik dogmatik dönemde,

Bir hayvanın bile ruhu var mı yok mu tartışılırdı bilirsiniz bunu!

Şimdi bir bitki olarak ağacın ruhunun akıbetini anlatın, 

Ama o kaç tanedir ve nerededir, söylemelisin bana,

Köklerin de midir? Bu ne saçmalık !"


"Daha az gerçektir." diye yanıtladı motorcu. 


"Ve ağaç da eskisinden daha az gerçektir.


Burada sayıdan çok bir şeyin nisbeti vardır.


Ağaç yaprağa nisbetle daha gerçektir, sesimi duyuyor musun, 


Yaprağın iradesi ve ruhu neredeyse ağaca nisbetle yoktur, onda kaybolur. 


Önce sadece ego kendini bu özgürlüğü 

ve varlığıyla sürdürür ve ortaya koyar sansak da  

aslında doğayı ve dış çevreyi yalnızca bu bilinçli iradeye karşı koyan bir engel, bir set olarak değerlendirmek yanlış olur. 


O herşeyde hüküm süren dünya ruhudur, 

Biz de ona nisbetle gerçekliğimizi terk ediyoruz. 


Burada kendi varlığını ağaç bütünlüğünde değerlendiren bir varlık var, yaprak ve dallar da öyle, kesildikleri zaman ayrılmadılar çünkü zaten bu farkındalıkla ayrılardı, daha doğrusu bu farkındalığımız onları ayırıyordu. 


Ama dur bakalım "farkındalığımız" mı? dedim"


Onları biz mi ayırıyorduk? Vasat bir bölgeye adım atmıştı 'herşey bir ve ayrıdır, herşey siyah ve beyazdır, herşey özgür ve bağlıdır, herşey doğru ve yanlıştır' Bu bölgede artık sadece oranlar ve nisbetlerden söz edebilirdik. Kör edici ışığın kör etmesi, artık hiçbirşeyi görünür kılamaması gibi herşey aydınlık ve karanlıktı ya da herşey ne ise oydu, numen ve bu bizim algımızdı, fenomen. Bütün sayılar bir'in kendi kendiyle toplamıydı ve sıfır sadece onun yokluğuydu. Her şey var, yang ya da yoktu, yin. Karşıtlık sadece karşıtının nisbetle yokluğuydu.


Telsizi kapatıp "Bana motorlarını ödünç ver silahları ele geçirince onları sizle paylaşırız, önerisi verelim" dedim. "Kendi işine bak sürtük" diyecektir diye homurdandı Piper. 


"Bu idealist motorcuların araları kaynakçılarla iyiydi" diye açıkladı. "Ayrıca birkaç dakika içinde haber uçururlar ve sürpriz yapma şansımız kalmaz". 


"Pekala" 


Tekrar telsizi açtım. Motorcu hala Fichte ve Scheling idealizmi üzerine atıp tutuyordu. 


"...bu bağlamda  değişmez töz düşüncesini de terk etmeniz gerekiyor" 


"Hiçbir şey gerekmiyor" dedi Jacky. 


"Sadece seçenekler ve tamamen belirsiz sonuçları var, yakında görüşürüz" 


Telsizi kapattı. Hazırlanmaya başlamıştı. Kasklar, zırh, kesici silahlar, ateşli silahlar,  "Geliyor musunuz?" diye tısladı. Gece dürbünü, el bombası ve kalan sonuncu dinamit. Hızlıca avlamanın, hazırlıksız yakalamanın derdindeydi. "Kamuflaj değil bu defa tamamen siyah" diye yukarı seslendi. "Girişteki parkelerin altına bir çeşit mayın tuzağı kurdum" diye geri seslendi Shelly aşağıya doğru. "Garaja ne şifre girdiğinize dikkat edin, iki defa yanlış girerseniz giriş havaya uçar"  İnanmış bir rahibin mantrası gibi "2761" diye tekrarladık.

















Üçüncü Bölüm             

Gün Doğumundan Önce


Limuzine üç kız arkaya Jacky ve ben öne beş kişi bindik, koltuğumu onlara doğru çevirmiştim. Penny'yi telsizin başında evde bırakmıştık. Piper son kalan biraları da açıp arabanın kadehlerine doldurup dağıttı. Bunun içtiğimiz son şey olabileceğini bilerek "Joe'ya" diye kadehleri kaldırdık. Onu beklemediğimiz için bizden nefret edecekti. 


Rüzgarın kanatlarında uçup git 

Memleketindesin bu bizim şarkımız

Seni özgürce söylediğimiz yere


Bu sesi şimdi fazlaca yüksek olan şarkının müdavimi Piper'ın bizden belirgin farkı oydu ki, kurtuluş limanına varmakla aslında zerre kadar ilgilenmiyordu. Geliyordu çünkü biz oraya gidiyorduk. Ona göre doğal barbarlık durumu insanlığın en doğal ve  temel haliydi. Oradan gelmiştik ve nice suni, boş ve zorlama arayışlarımızın neticesinde öyle ya da böyle bu noktaya geri dönecektik. Dışarı baktım. Parçalanmış asfaltın, vahşice genişlemiş dağınık yabani bitkilerin büyüdüğü geniş toprakların ötesinde gölge insanlar yaktıkları yükselmiş sokak ateşlerinin çevresinde eğer savaşmıyorlarsa dans ediyorlardı, dans etmiyorlarsa savaşıyorlardı.


"Anlamıyorum seni geçen gecenin şarkısı

Soramıyorum sana ayaz gününün kar gecesi

Senin sorunun ne cehennemin en lanetli ağıdı


Hani bu şimdi tuhaf ve delirmiş yeryüzünün gördüğü

en harikulade çiçektim 

ve hüzünlü bir ışıkla parıldardım beyaz begonyalar gibi


Senin problemin ne kaybolmuş ruhların en derin  kör boşluğu

Hani ruhun en sessiz kıyısına çekilmiş bir düş, bir hayaldim sadece

gerçek olamazdım ama buradaydım"


Elini sus der gibi kaldırdı, ama anlatmak istedim yine de ona.


"Kumların altında uyuyan kadim bir canavar uyanmaktadır Shelly


Sen bu zalim gezegenin kör şarkısını söylüyorsun


Ocak ateşlerini karıştırıyorsun Shelly

Hestia'nın gözetmenliği ve koruyuculuğunda

Felaketlere karşı koruyup kollayıp gözeten bir ateş tanrıçası gibi


Bir şehiri  karanlığın içinden yutmak üzeredir o

Üstündekilerlerle birlikte alıp götürürecek ve

Çekecektir herşeyi kör bir boşluğa


Neler oluyor anlamıyorum Shelly

O derin sessizliklere de soramayız biliyorsun bunun anlamını

O başka başka işaretleri de yorumlayamam

yanıltıcıdırlar, sinsidirler ve uzaktırlar bize

[uzak kalsınlar]


hepsi hepsi o eski şiir gibi


"Böylece hiç kimse bilmez

ve anlamaz hiç kimse"


Ve uzaklara bakıyorsun hala 

Düşmanın nereden geleceğini sezmeye çalışarak

Ama o çok derinlerden yaklaşıyor Shelly,

Kedi ve köpekler gibi 

Titreyen toprağı hissedebiliyorum 

Parmak uçlarımda  


hepsi hepsi o eski şiir gibi


'Böylece hiç kimse bilmez

ve anlamaz hiç kimse'


Sadece bu kadarı var kalan aklımda"


Gelmiştik. 


"Bir planın var mı ?"


"Kızlar önden gidip onları çatıdan oyalayacak ve meydanda tutacaklar biz arkadan dolaşıp geriden yaklaşacak, etraflarını çevireceğiz."


Shelly "Ben de sizinle geliyorum. dedi. Eski bir mobilya mağaza zincirinin deposuydu. Önce karşı çatıya tırmanmalarını ve sessizce meydanı tarayacak konuma tüfeği kurmalarını izledik. El bombaları onlardaydı. İşaret verince, karanlığın içinde yumuşak ayakkabılarımızla sessiz ve hızlı hareket ederek karşı binanın gerisine geçtik. Deponun arka pencerelerinden birini açıp sarkıttığımız halatla aşağı kaydık. Kot farkı olduğundan ön tarafa göre zeminin iki kat  altına inmiştik. Yüksek tavanlı çok büyük bir yerdi. Bağlı köpeklerin havlamalarını duyduk ancak aynı anda kızlar da konuşmayı bırakıp ateş açmışlardı. Boş kasalarla ve değişik kutularla dolu reyonlarda ilerleyip ışığın geldiği yere yaklaştık. Altı kişi kağıt oynuyor ve şarkıyı söylemesi gerekenin  öfke dolu bir nefretle bağırdığı doom metal tarzı bir şey dinliyorlardı. Shelly silahını kaldırıp teslim olmalarını isteyene kadar adamlardan biri hızlıca silahına davrandı ve  çektiğim japon yıldızını adamın boğazına fırlattım. Saplandığı yerden hırıltılar geliyordu şimdi. Oyun kağıtlarıyla uğraştığım bir dönem fırlatıp geri dönen bumerang tarzı bir hareketi geliştirmiş ve orijinal çelik shurikenlerle denemeye başlamıştım. Bu katta başka birilerini daha uyarmaması için bu hamlenin sessiz olması gerekiyordu. Onları aşağı indiğimiz halatlarla bağlayıp ağızlarını kapatıp ilerledik. Bir kat yukarıda hiç kimse yoktu ve  dışarıdan kızların sesi geliyordu. Çıkışa yaklaşmıştık. Binaya yaklaşırlarsa meydanı havaya uçurmakla tehdit ediyorlardı. İki farklı yöndeki motorculardan birini ben diğeri Jacky arkadan kolumuzla kendimize çekip boğazlarını maket bıçaklarıyla kesecek duruma getirdik. Shelly havaya bir el ateş açıp, motorların anahtarlarını üstlerine bırakıp geri kalanlardan içeri çekilmelerini istedi. Başka bir çatışma olmayacak ve seçtiğimiz üçüyle burayı terk edecektik.İçeri girenlerin üstlerine kapıyı kapatıp, elimizdeki adamların silahlarını alıp serbest bıraktık. Yapabilecekleri bir şey yoktu. Bu işlerden anlayan Piper'ın çatıdan gelmesini bekledik. Biraz inceledikten sonra Rosa'ya eliyle "bu, şu ve diğeri" diye işaret etti. Motorlara atlayıp giderken "Bu Piliç sizi çok seviyor" diye bağırdı sonunu uzatarak. Depolarını boşaltmıştık. Ben bidonları ve arabayı almıştım.  Onlar geriden beni takip ediyorlardı. Kaynakçılara haber ulaştığında yeni bir şeye hazırlandığımızı anlamaları işten bile değildi. Ayrıca artık evi savunmak için bile yeterli cephane yoktu. Gün batımından önce saldırıyı tamamlamak zorundaydık. 


Eve vardığımızda Penny için yukarda benim kaldığım kata tetiğe dokunulduğunda ateş kusacak şekilde iki makineli tüfeği hazırladık. Kek sepetine el bombalarını yerleştirip yanına koyduk. Gece meydanı gören ışığı sürekli açık kalacak şekilde ayarladık. Joe öfkeyle nöbet yerinden dönmüştü, Jacky motorlardan birini ona verip arkasına geçti. Ben ve Shelly aynı motordaydık. Piper'sa geldikleri gibi Rosa ile gidiyordu. Sadece içeri girerken epey gürültü çıkarmalı ve meydana bakan kapıyı açtırmalıydık. Gerisini özel kancalı bir donanımdan oluşan sırt çantaları halledecekti. 


Herkesin inandığı ortak bir şey varsa o da dünyanın bir gün geri döneceğiydi. O gün üstün olan irade herşeyi yeniden şekillendirecekti. Kaynakçılara göre bu savaş, günün savaşı olmaktan çok uzaktaydı. Köklerini geçmişten alan her hamle bugünü belirliyor ve kaçınılmaz olarak geleceği şekilllendiriyordu. Savaşın asıl yönü zaman bariyerinin ötesinde bir kavrayışla yakalanabilirdi. Bana göreyse bütün bunlar olacaksa bile şu anda bizim için bir anlamı yoktu. Hayvanlar için kuru ot bulmalıydım, havalar soğumadan birkaç ağaç devirmeli ya da gaz tanklarını doldurmalıydım. Güney kapısındaki nöbet yerimizden geçerken o kara boşluğa   baktım. Asfalta bidonlarca benzin döküp boş bidonlarını harabe binalara fırlattık. Kısa bir süre sonra dar aralığa girdiğimizde başlayan makineli tüfeklerin taka takaları  yükselip alçalan siren sesiyle karışıyordu. "Pöh" dedi Shelly. "Sadece gürültü. Altı kişiden fazla değiller" Gireceğimiz meydanı aydınlatan işaret fişekleri söyledilerini doğruluyor gibiydi. Üstümüzde dolaşan büyük yuvarlak spot ışıklara aldırmadan kafamızı siperin altına eğerek büyük açıklığa hızlıca girdik. Jacky "Kapıyı açmamışlar" diye bağırıp evde masaya planını yayıp saatlerce çalıştığımız binanın girişine kolundaki yaylı bir zımbırtıya takılı çelik mekanizmayla kalan son dinamiti de ateşleyip fırlattı. Böylece araçlar için yapılmış, merdiven basamakları arasındaki düzlükten motorlarla geçip, arkamızda bizim için fırlatılan bombalar patlarken taş zemini yarılamıştık. Giriş çökmüştü, bununla birlikte cephanenin tutulduğu ikinci kata giden merdiven girişi de onlara katılmış görünüyordu. Motorlardan inip molozların üstünden hızlıca atlayarak yukarı kanca atıp, ipinin takılı olduğu sırt çantasındaki mandalları serbest bırakarak yukarı çekildik. Rosa takılı kalmıştı, Piper kendini iç boşluğa sallandırarak arkasını dönünce yeniden kurtuldular ve yukarı çekildiler. Hızlıca teker teker odaları dolaşan Jacky elinde ufak bir megafonla çıkıp dışarı doğru "CEPHANENİN BU KATTA TUTULDUĞUNU BİLİYORUZ, TESLİM OLUN" diye seslendi. CEHENNEMİN PİÇLERİ" diye bağırdığını duyduk adamlardan birinin ama o da biliyordu ki burada saatlerce çatışmaya yetecek kadar cephane vardı ve sonunda teslim olmak zorunda kalacaklardı. Uzaklaşmakta olan eski bir deniz motorunun horultusu duyuldu. Shelly ve Rosa birbirlerine sarıldılar. "Her tarafı kontrol edelim" diye önerdi Piper. Limandaki batmış gemilerin birinin terk edilmiş odalarının birinde ellerini kaldırmış bir adam buldular. Sirenler çalınca alarm yerine geçmek yerine buraya saklanıp olanları takip etmeyi uygun bulmuştu. Ton balıklarının yeri ve akrebin anahtarları karşılığında gitmesine razı olacağımızı söyledik. "Balıklar yan bina ama bu diğeri gibi değil, bu farklı, bu askeri araç anahtarı yok" dedi dilimizi konuşamadığını belli eden bir bocalamayla. Araca oturunca kendiliğinden çalışacağına yakın birşeyler söylemeyi deniyordu."Yalan söylüyor" dedi Rosa. "Arabayla kaçmayı planlıyor olmalı, Üstünü arayın". Jacky anahtarları bulunca bayıltana dek adamı dövmeye başladı. Piper "Bunu görmek istemiyorum" deyip çıkarken ben de onu takip ettim. Sonunda akrebin arkasına bağladığımız römorkla, cephane, konserve ve yedek lastik dolu olarak orayı terk ediyorduk. Takip ederlerse diye yakmayı düşündüğümüz yola geldiğimizde ağır benzin kokusu kaybolmamıştı. Kontrolsüz ve zamansız alev alabileceğini tahmin ederek yolu kendimiz ateşe verdik. Penny evden bu ateşi görüyor olmalıydı. Hırpalanmış motorların koruyuculuğunda kale evimize geri dönüyorduk.
















Dördüncü Bölüm             

Konvoy



Kızların kıyafetleri ve ayakkabıları öyle bir yekün tutmuştu ki  eşyalarını nihayet birer ahşap kasayla sınırlandırmak zorunda kalmıştık. Onların yolunu izleseydik muhtemelen uzun bir tırla konser grubu gibi yola çıkmamız gerekecekti. Kızlar gittikleri her yerden özellikle sokak mağazaları  ve alışveriş merkezlerinden alabilecekleri herşeyi almışlardı. "Çok" ya da "Yeterli" kelimeleri sözlüklerinde tanımlanmamış görünüyordu. Limuzini 'Savan Kraliçelerine' götürüp 4x4 sağlam bir jiple değiş tokuş etmiştik. Hayvanların tamamı arka bahçede kesilip tuzlanıp fıçılanırken, keçilerden birinin arkasından ağlayan Penny'i Piper alıp götürdü. Keçiyi karşısına alıp neden böyle yapmak zorunda kaldığımızı uzun uzun anlatmayı denemişti ama keçi umursamaz, aldırmaz neredeyse cool bakışlarla çenesini daire şeklinde oynatarak geviş getiriyor, sakalını çekerek dikkatini vermesini söylediğimde de Penny sinirleniyordu. Daha hassas davranmam gereken keçi şu anda tamamen parçalanmış halde arabanın bagajındaydı ve bunu bir çelişki olarak kabul etmiyordu. Araç telsizi, yedek aküler, volki tolkiler, daha değişik alaşımlı daha hafif ve sağlam çatışma zırhları, çelik kamp mataraları, matlar ve nihayet biraz kahve. Şimdi dünyanın kıçını tekmeleyebilirmişiz gibi geliyordu. Geride bıraktığımız evin giriş kapısını boş oluşunu hatırlatmak için sarı siyah emniyet şeritleriyle sarmış, aynı renklerde eski bir kaskı da aç gözlülükle aldığımız ve yanımızda götüremeyeceğiz yeni pek çok araba lastiğinin tepesine verandaya  yerleştirip eski bir oyun karakteri Crash Darrly'e çok benzeyen bir kardan adam bırakmıştık. Kullanmadığımız eski model iki makineli tüfeği ve hiç açılmamış pahalı bir kahve makinesine sahip bir kardan adamdı Crash Darrly. Bu evi yol boyu özleyeceğimizi biliyorduk.


'Yabancıların' gerisinde içeri kıtaya doğru derin giren bir körfez uzanıyordu. Derin bir nalın ağzından, daha önce bir kaç gölü de geçmiş uzun bir nehir dağların arasından denize dökülüyordu. Nehrin gerisinde, elimizdeki haritadan denize dik, sarp ve yüksek dağların çoktan  parçalanmış kavisli ve dar yollarının arasında trenler için yapılmış uzun bir tünel olduğunu biliyorduk. Benzinle çalışan dieselpunk bir lokomotifi çıkarmak için gara sürmüştü Joe ama tünelin kapandığını ve kuzey için tek geçiş yolunun göllerin arasından olduğunu öğrenmişti. Bu yüzden Batıya doğru sürüyorduk. 


Rosa bizi en geriden takip ediyordu. Önündeki akrepte Penny, vardı, daha sonra biz geliyor ve hızı belirliyorduk. Diğer iki motor Piper ve Joe, en önde ve zaman zaman arayı açarak ilerliyorlardı.


Boş yabani alanlarla 'idealist motorcuların' arasındaki bölgeden geçiyor ve 'inanmışların' üstüne doğru gidiyorduk. Dağlar o noktada 'inanmışların' arkasını koruyorlardı. Batı bizim için tek yöndü. Yolda terk edilmiş harabeler, savaşın çok sonrasında olduğu belli, izleri hala çok taze füze saldırılarına uğramış binalar, yanmış stadyumlar, terk edilmiş tanklar, kendi haline bırakılmış ve birbirleriyle karışmış insan ve hayvan iskeletleri görüyorduk. Bir kısmı toplanıp yakılmıştı. Yol kenarına çekilmiş halde bulduğumuz bir karavanı da bebek odası olarak jipin arkasına ekleyip bütün malzemeleri içine ve üstü açık dev sepetine ve büyük bagajına yığmıştık. Penny ve Joe da burada kalıyorlardı. Zaman zaman yolu kapatan parçaları çekmek için iniyor, eskiden yolu kesmek için kullanılmış engelleri kaldırıyor zaman zaman işe yarar bir şey kalmış mı diye nispeten kalınabilir durumdaki terk edilmiş boş evlere girip çıkıyorduk. Bu bölgelerden geçen yağmacılar herşeyi silip süpürmüştü.


"Terk edilmiş göğün gecesi

bu gördüğün geçmiş bir zamanın kabusları mıydı yoksa?


Biliyorsunki hatıralarımızda kalanlar rüyalarımıza sızar


Kumların altında uyuyan çok eski bir zamanın şarkısı mıydı?


Herşey sanki bir tek elin parçaları gibi yıkıcı ve bir aradaydı yine de


Aklının içinde birleşen karanlık bir ruhun ayrılamaz nefesleri miydi?


Ayrı ayrı ayrı bedenlerde nefes alan 

kadim ve karanlık eski lanetli bir yaratık gibi"


Jiple zaman zaman ilerleyip motorların tamponlarına vurarak onlarla şakalaşıyor, devrilmek üzere olan motorlar hızlanıyor ve kasklarının gerisinden küfür ettiklerini telsizden duyabiliyorduk. Akrep, karavanın da arkasını kollayarak geriden geliyor, Jacky zaman zaman kenara çekip farklı mekan kombinasyonlarında evde masa üstünde çalıştığımız savunma düzenini pratik olarak tekrarlatıyordu. 


"Sesini kıs"


Jipin üzerine de akreptekine benzer şekilde çıkartılabilir bir makineli tüfek yerleştirmişti. Sabaha karşı yola çıkmış bu 'gece köpekleri'  konvoyu belki uzaktan çölün ortasından geçen bir deve kervanını andırıyordu. 


"Sesini kıs lanet olası"


Sesini kıstım.


"Tekrar başlıyoruz, A düzenine hazırlık"


Ilık hava, uzaklarda görünmeyen bir yerden çürümüş bir ceset yığınının korkunç kokusunu taşıyordu. Güneş yeşil gökyüzünden sızlanarak geçerken, atmosferdeki savaş zamanından kalan ve şimdi serbest halde dolaşan istasyon ve uydu parçaları, zamansız görünen gezegenler gibi yer yer parıldıyorlardı. Shelly'ye baktım. Dünyanın en güzel kızıydı.


"Terk edilmiş ruhların en sessiz gecesi

bu yaşadığımız ve sevdiğimiz bir hayalin

yansımaları mıydı?


İnce dokunmuş bir kumaşın üstünde akarken

içeri çekilen bir kadeh şarabın bordo izleri gibi


Biliyorsun ki düşler en sert gerçeklerin dahi

sıcak kalbine doğru sokulur


Sert kayalık bir toprağın üstünde  yavaşça akarken

en yumuşak yerinden derinlerine sızan berrak sular gibi"


Geceleri Joe ve Penny dışında hepimiz yol kenarı arazilerine kurduğumuz çadırlarda uyuyor ve yanyana birbirimize yakın kalıyorduk. Nöbetçi, kamp ateşi etrafında gecenin ve dünyanın en sert ve yoğun kahvelerini içiyor, anlamsızca ve nedensizce bağırıyordu kimi zaman. "Kimler uyudu ha, karanlık cehennemin kör yolcuları"


İnanmışlara yaklaştığımızda beklediğimiz gibi konvoyu durdurmuşlar ve omuzlarında askılı makineli tüfeklerle iki kişi karşımızda kurulan yol barikatının arkasında siper almışlardı. Oradan sadece geçip gitmek istediğimizi söyledik. 


"İzin veremem size öylece geçip gitmenize

Sebep olunan herşeyin bedelleri ödenmelidir bize


Bir haydut ya da bir süvari, bir yağmacı hiç farketmez

Geçip gitmek için çıkartmalısınız iyice bir şeyleri gözden"


"Elinizde ne var?" 


Bu bize ne vermeyi planlıyorsunuz, demekti. 


"A düzeni" diye seslendi Jacky. Herkes yerine geçti, kapılar açıldı, hafif zırhlı, silahlı ve çatışmaya hazır haldeydik. 


"Ortalığı birbirine katmamız, burayı yakıp yıkmamız 

ya da yağmalamamız gerekiyorsa hazırız biz de savaşa 


Göklerin ihtiyar tanrıları gibi kuşatıp kesseniz de yolları 


Sebep olunan şeylerin bedelleri  ödenmeyecektir size"


Nihayet net bir tavırla "Size verecek hiçbirşeyimiz yok" diye seslendi. 


Yükseltilmiş eski bir tahteravanın üstüne kurulmuş büyük bir ikili koltuğun üzerine oturmuş renkli ve garip kıyafetli bir adam sessizce bir süre durdu ve  sonra elini geçsinler anlamında salladı. "A düzeni kapanışı" dedi Jacky. Herkes yerlerine geçtikten sonra çekilen barikatın arkasından yavaşça yeniden yola koyulduk. Jacky'nin disiplinli tatbikatlarına olan nefretimiz tamamen kaybolmuştu. Tehlikeli ve çoğunlukla sebepsiz bir nefretle dolu yabancı bakışların arasından yol alırken hiçbir şekilde hızlanmamıza izin vermemiş orta parmağını bize doğru havaya kaldırmış bir adamı görünce arabayı durdurmuş ve "B düzeni" diye seslenmişti. Hiçbirşeyi atlamıyor ya da görmezden gelmiyordu. Herkes bu defa araçlardan ayrılmadan yerlerine geçmiş, bütün pencereler aralanmış ve aralanmış bütün pencerelerden hedefe yönelmiş parlak namlular görünmüştü. "Senin bir problemin mi var?" Adam, arkadaki motorunun üstünden tek hamlede akrebin tavanına atlamış şimdi üzerinde ve roketatarın başındaki Rosa'yı süzerek herhangi bir probleminin kalmadığını anlatmaya çalışan bir şeyler söylemeye çalıştı. Kumandasını torpido boşluğuna sabitlediğimiz şimdi benim elimde olan jipin üzerindeki  namlu da yeniden yola doğru çevrilirken,  "B düzeni kapanışı" dedi Jacky. Yeniden yola koyulmuştuk. Güneşi içeri kabul etmeyen siyah filmler ve klimanın serinliğiyle araçlar epeyce konforluydu. Geriye yaslanmış halde yeniden yolu izlerken "Limuzinden de vazgeçmemeliydik" diye düşündüm. Aralarından yavaşça geçiyorduk.


"Penguenlere benziyoruz ama gülmüyorlar" dedi Rosa telsizden kıkırdayarak. 


Shelly'yi yeniden gülümsetmeyi başarmıştı. Yol burada kasaba tarzı yerleşkelerinin bitiminde iki tarafı da çöl gibi eskinin yapay sulama yapılan verimsiz tarım  arazilerine, şimdi yabani otların dahi yetişmediği büyük boşluklara açılıyordu.


"Pöh" dedi Jacky sadece. Açık pencereden dışarı tükürdü, sonra şeffaf camı yukarı doğru gıcırdatarak kapattı. "Cehennemin dibi"


















Beşinci Bölüm             

Suyun Kıyısı


Devrilmiş traktörler gördük, kendi kaderlerine terk edilmiş soylu, gezinti çiftliklerinin şimdi özgür atlarını, paslanmış biçerdöverleri ve yabani otların ele geçirdiği uçsuz bucaksız gibi süren tarım arazileri bitiminde eski bir havaalanına ait arazide sanki kendi ağırlığıyla öne doğru yıkılmış gibi duran küre biçiminde tuhaf kuleler gördük yol boyunca. Küle dönmüş ama hala kat zeminlerini güçlükle taşıyan ayakta kalmış bina iskeletleri, terk edilmiş lunapark kalıntılarının, parçalanmış atlı karıncaların, paslanmış çarpışan arabaların, başka bir zaman yeniden açılacağı fikriyle kapatılmış olduğunu düşündüren gergin brandalarla sarılmış kendi etrafında ve ortasında siyah silindirden büyük şapkalı bir kafa-merkezin etrafında dönen çiçek biçimli dev çay fincanları, şimdi fırtına ve sağanaklardan biriyle dolmuş, küçük kanoların  birbirlerini geçmelerinin mümkün olmadığı  uzun bir su koridorunda aynı hızla yavaşça ilerledikleri derin bir havuz gördük. Uzun kulaklı dev bir köpeğin hala yaylı bir hareketle rüzgarla el salladığı bu havuzun arkasında çift gondoldan oluşan kamikaze yeknesak hareketlerle ona doğru eğilip kalkıyor, sertleşen rüzgarla gondollar uzun kulaklı köpeğe doğru gidip geliyordu. Lunaparkın  çürümüş dönmedolabının yüksekliğinde yukarılara doğru tırmanıp inen hız treninin sarmal kollarından biri yolun devamında tepede bir yerde birleşme noktasından tamamen kurtulmuş halde havuza batıp çıkıyor, havuzun suları onu kürekleyen havadan inmiş bu demir yoluyla çalkalanıp yeniden duruluyordu. Terk edilmiş okulların bahçesinde ne için orada oldukları hiç anlaşılamayan paslanmış  ve yolun bir kısmını da kaplayan yosun tutmuş metal boruların bazısında yabani otların arasından fışkırmış daha önce herhangi bir literatüre geçmemiş tuhaf bitkiler yeşermişti. Şekilsiz ve isimsiz kasabalarda dolaşan hayalet insanlar, gövdelerine isabet etmiş füzelerle düşürülmüş uçaklar vardı boş arazilerde çocukların oynadığı. Issız  boş bir yeşilliğin ardından tek tük ağaçlar başladığında,  gölgelerin yoğunlaştığı bir ara yola saptık. Tamamen sarmaşıklarla örtülü bir bina görmüştü Piper. Geniş yeşilliklerin arasında sanki yerleşik ruhları ürkütmekten çekinir gibi ona çok yavaş yaklaştık. Sessizlik içinde arabalardan inip daha önce motorlarından inmiş  bu manzarayı izleyenlere katıldık. Sarmaşıklarının çatısından pencerelerine dek evi tamamen örttüğü iki katlı büyük bir konaktı. Yayvan bir kılıçla kapısının önündeki yeşil ve kalın sarmaşık perdesini kesip kapısını araladık. Alt katı taştan örülmüştü. İçeri girdiğimizde pencereyi kapatan dalların aralarından sızan ışıkla birlikte loş, karanlığa yakın, yüksek tavanlı bir yerdi. Önümüzdeki taş merdiven basamak basamak yükselip sonra iki kanada ayrılıyordu. Başımızı kaldırınca etrafımızın bu kanatların vardığı uzun koridorların ahşap korkuluklarıyla çevrili olduğunu gördük. Yukarı çıktık, geriye hiçbir şey kalmamış, dolaplar dağılmış, kalan yataklar da parçalanmıştı. Tek tük anlamsız, renkli ve ne işe yaradığı artık belli olmayan şeyler, eski model elektrikli bir limon sıkacağı, kendisi ortada görünmeyen bir duvar televizyonunun kumandasından kalanlar, yine eski model bir kek hamuru el çırpıcısı, gözleri eskisinden daha donuk bakan neredeyse ürkütücü bir plastik bebek, lastik bir banyo ördeği, saplarından kurtulmuş bir makas ve renkleri tamamen solmuş, yerlere atılmış patates cipsi, bisküvi ve cola paketleri göze çarpıyordu. Bunların reklamlarının televizyonlarda döndüğü çocukluk günlerini anımsadım. Bu ev sanki yeşil organik bir kutu içine konulmuş, bu loş sessizlikte sihirli ve gizli bir şey saklıyor gibiydi ve biz bunun ne olduğunu merak eder gibi içinde bazılarının ayağımızın altındaki ahşabın parçalanarak boşa çıktığı dikkatli adımlarla dolaştık. Burada hiçbir canlı, neredeyse böcek dahi yoktu, radyasyon da yoktu. Kuş yuvaları ya da yarasaları aradık; buraya sığınan tek başına bir hayvan ya da bir zamanlar sığınmış olan ve şimdi sadece iskeleti kalmış olabilirdi ama sanki bilinmeyen bir şeyden ürkmüş gibi burayı tamamen kendi haline bırakmışlardı. Bu evde sanki radyasyona çok benzeyen ve onun gibi bedenlerimizin hissedemediği tuhaf bir titreşim vardı. Jacky şömineyi denedikten  sonra battaniye getirmek için araca giderken "Sanırım burada  sıcak çikolata ve marshmelov partisi yapabiliriz" dedi. Akşamın serinliği yaklaşırken kimse konuşmuyordu, anlatıcıları da çoktan kaybolmuş tuhaf bir masalın içinde gibiydik. Bahçede paslı demir bir salıncak ve üstünde kiril alfabesiyle birşeyler yazan iki büyük taş göze çarpıyordu. Büyük yüksek bir ağacın altındalardı. Suyu iyice çekilmiş bir kuyu, bir bahçıvan kulübesi ve hala bir parça nemli odunla dolu ufak bir kömürlüğü vardı. Teneke kupalarımızda kahve içerken hepimiz ayaklarımızı üstkatın korkuluklarından aşağı sarkıtmış ve birbirimizi görecek biçimde yay şeklinde oturmuştuk. Hava burada yeşil gölgelerin arasında çoktan kararmıştı ve aşağıda yanan şöminenin alevlerinin turuncu gölgeleri yüzlerimizi güçlükle aydınlatıyordu. Hatırlanmayan tuhaf bir rüya zamanı gibi geçmişimizde asılı kalacak bu büyülü anın tuhaf sessizliğini dışarıdan gelen ayı gürüldemesini andıran megafonun horultuları bozdu. Odaların pencerelerine çıktık. Sakallı ve sadece fransız ressamların taktığını sandığım tuhaf bereli bir adam selamlar gibi elini kaldırdı. Parmaklarının ucunda zarifçe tuttuğu ufak bir megafon vardı.

 

"Herşey madde ve sonsuz boşluktur anlaşılan

Anaksagoras, Epikür Demokritos ve niceleri daha

Anlattılar akıcı su bile katıdır özünde 

Her şey sadece küçük ve büyük parçalar

Doğa üzerine Lukretius herşey madde ve hiçlikten öte nedir?

Bu çukurda olmamız anlatmıyor mu hikayenin gerisini daha"


Yol haracı vermeden geçip gitmemizin haberi bizden önce gelmişti anlaşılan. Onlardan pek hoşlanmıyorlardı ve yeni bir kooperasyon örgütlemeye çalışıyorlardı. Toprağa dayalı bir kooperatife dönüşecek bir konsey vardı akıllarında ama önce alman idealistlerini, inanmışları ve onlara yakın olacakları kapı önüne koymak niyetindeydiler.



"Sizinle değil miydi insan ruhunun eski zengin toprağı?" diye seslendim.


"Mekanikleşti, demir somunlar ve çelik aksamlara döndüler sonra


Oysa sadece eksilmiş insanları telafi içindir bunlar

ve indirgemecilik aldı yürüdü


Sonra 'davranışçılığı' kustu robotlaştırmayı denerken insanları


Ödemelisiniz bize maddenin kanlı ve kör tarihini

ve gördüğünüzle yetindiğinizden size görgülcüler mi demeli?


Adam bu çıkışıma aldırmayarak gülümsedi ve arkasındaki aynı bereden ve kırmızı fular takmış iki kızdan birine megafonunu verirken konuşmayı sürdürdü.


"Onları arkanızda bırakmamış adeta 

Flamalarını alıp gelmiş olsanız da aramıza

Kapımız açık olacaktır size daima


Yemeklerinizi kendiniz pişirdiğiniz sürece

Pekala yiyebiliriz sizinle aynı masada"


Bir yanıt için Jacky'ye dönünce onun isteksizliğini fark eden Shelly daha erken davrandı.


"dünya benim tasarımımdır" 

bu kendiliğinden açık diyen Schopenhauer


"kendini hesaba katmayı unutan felsefe" 

olarak çağırdı sizi ne isabet


bu tuhaf akşam yemeği davetini

pekala kabul edebiliriz elbet


Birlikte kurulmuş, ortak kaynakları paylaşan büyük uzun bir masada akşam yemeğinin sonunda barakalarını dolaştırırken daha fazlasını açıkladı. 


"Bir hamurdur belki de diyorum, 

öyle şekillenir ki her bir hali

etki eder bir başkasına 


Hem zaman da başka bir yerde değil

tam içindedir herşey tek bir an gibi

ki etki eder bütün zamanlara"


Böyle söylemiştim, çünkü anlayamıyordum hala nasıl bu kadar katı ve biçimsel yaklaşılabiliyordu böyle esnek ve belirsiz bir konuya. 


"Sadece kanıtlanmamış hiçbir şey çekmiyor ilgimizi

Bu da deney ve gözleme götürüyor hepimizi

İlkeleri kuran ve ilkeleri deviren de hep o olmuştur

Tarihi yazan ve tarihin kanıyla yazılan

Gerçekten ayrılmadıkça hep kendi kendi ile olacaktır tek kavgası"


Gösterdikleri dostluğu unutmayacağımızı işaret eden  bir tavırla sabaha karşı ayrılmıştık oradan, yolların en güvenli zamanında. Dağılmış demir çelik bariyerleriyle asfalt yollar burada kavisli bir hal almıştı, bataklıklar, çürümüş bitkilerin yaydığı garip kokular, sabah aydınlığında, zaman zaman çiseleyen yağmurun serinliğinde ve göğün yeşilimsi gri ışığında şimdi suya doğru yol aldığımızı biliyorduk. Haritada görünmeyecek kadar ufak, yeni oluşmuş ya da mevsimlere bağlı olarak dolan geçici bir yer ama su olmalıydı, bir kaynak. Böylece yolumuzu ağaçlıklı bölgelere doğru biraz da sezgisel olarak değiştirdik.


Geçtiği yerlerde değişik isimler alan büyük nehrin buraya kadar uzanmış kollarından birinin doldurduğu ufak bir şelaleli göletti kayalıkların arasında.


Havaya ateş açtılar ilkin göletin yerleşik sakinleri. İleride bir kule vardı. 


"Daha fazla yaklaşmayın" dedi biri. 


"Ya da kıyafetlerinizi giyin" diye tamamladı başka bir tanesi. 


Onları göremiyorduk.  


"Sadece konuşmak isterdik" diye seslendi Rosa 


"Bu mesafeden konuşun" 


"Güvenli kalın"


Bu, savaş zamanı döneminden kalan radyo televizyonlarda sıkça tekrarlanan radyasyon bölgeleri uyarılarından biriydi. Şimdi nostaljik bir duygu hissettiriyordu : GÜVENLİ KALIN ve ardı ardına talimatlar dökülürdü. Yanımızda o kadar çok malzeme vardı ki bizi gezgin yağmacılardan biri sanmışlardı. Gezgin yağmacıların büyük çoğu yol boyu yasaklanmış alanlardan da geçiyorlar, radyasyonun hala yoğun olduğu 'kirli' bölgelerden de benzin ve donanım yağmalıyorlardı. Bu yüzden kendilerine karşı oluşan genel çekinceyi başlıklı ve tam kapalı, böcek ilaçlama şirketlerindekini andıran kıyafetleriyle gideriyorlardı. İşe yarayıp yaramadığı hiçkimse tarafından bilinmediğinden  yiyecek takası yapılmıyordu. Daha doğrusu onlara yiyecek ve içecek veriliyor ancak alınmıyordu. Bazı yağmacıların kollarında ve vücutlarının başka yerlerinde savaşla açıklanamayacak hiç geçmeyen ve kapanmayan yaralar olduğunu biliyorduk.


"Gece Köpekleri?"


"Gece köpeklerini hiç duymadık"


"Geceleri duyulan uzak havlamalar, koşan tavşanlar savaşı, motorcular hamlesi, kaynakçılar hamlesi, terk edilmiş şehir yağması, Zehirli nehir kuşatması?"


Savan Kraliçelerinin de ötesindeki zorlu bir savaştan sonra düşen kalabalık bir şehri yağmalayanların arasındaydık. Daha sonra yağmadan önce daha erken davranıp kaynaklarını saklamış olan nehir sakinlerinin kuşatılmasında da bulunmuş ancak geri dönmüştük. Bir çeşit demir kale içinde korunuyor ve büyük oyuncak su tabancaları ve geniş depolu su tüfekleriyle yaklaşanlara radyasyonlu tuhaf renkli kimyasal bir sıvı silah püskürtüyorlardı. Ani etkileri yoktu ama herkesle birlikte tedirgin olmuş ve geri çekilmiştik.


Başını iki yana salladı. Görünür olması yağmacılardan biri olmadığımıza inandığını gösteriyordu. Kapşonlarının arkasında yaşlı birer manastır rahibini andırıyorlardı. Su içme hakkının ödenmesini istemişlerdi. Altın hala geçer akçeydi ancak külçe halinde bir ederi vardı. Bu tuhaf değişim değerinin hala yaygın bir kabul ve kullanış alanı bulmasını bir gün dünyanın geri döneceğine dair bir umuda dayanıyor olduğuna inanıyorduk. Bütün banknotlar, iktisadi kağıtlar, hisseler ve taşınır taşınmaz mallara dair mühürlü imzalı kaşeli evraklar sokak ateşlerinde yanarken hala eski bankaların kasa dairelerini soyan nostaljik gruplar vardı bu yüzden. Su hakkı bedeli olarak malzemeler için karavana bakmak ve kendileri seçmek istiyorlardı, ton balıklarını yeterli görmemişlerdi. Çıkarmaya hazırlandığım keçi bacağını yerine koymamı işaret eden Shelly hala yüzlerini görmediğimiz bu yararcılardan bir farkı kalmamış yaratıklara usturuplu bir küfür edince, uzaklardaki arkadaşlarından karşı mermi sağanağı boşaldı. Yorulmuş mermiler araçlarımızın kurşun geçirmez pencere camlarında ancak bir yağmur patırtısı çıkarmış, aynı zamanda da bizim ani bir alan saldırısına geçmemizi tetiklemişti. Yere yatmış halde sürünerek ve zaman zaman ateş ederek ilerliyorduk. Penny akrebi yaklaştırmış ve ağaçların arasına sürmüştü. Rosa'ysa aşağı doğru arabayı dengede tutmasını bağırıyordu. Yerleşiklerin suyun başındaki kulelerine roket fırlattıktan sonra karşılıklı mermiler ve atışmalar son buldu, bizden sonra yeniden su birikintisinden farksız gölete geri dönmek için uzaklaştılar. Doğruca ağaçların sıklaştığı alana hızlıca kaçmışlardı arkalarına bir defa daha bakmadan. Suya elbiselerimizle atlamış ve sonra kurumaya bırakmıştık dalların arasına astığımız halatlara. Herşey uzun zamandan beri ilk defa güzeldi böyle. Araçların tüm su deposunu ve karavanın mutfağında keşfettiğimiz büyük bir tankı daha doldurduk böylece. Su bize bir defa daha nefes aldırmış, bir defa daha hayat vermişti. Bunun maliyeti roketlerden biri olmuştu. İşe yarar bir şey yoktu ama kule tipi barakalarında, ya da kaçarken yanlarına almışlardı belki. Shelly'e baktım. Buğulu bir camın arkasında kalmış uzak bir siluet gibiydi. Araçtan çıktı ve kapıyı fark edilebilir bir sertlikte kapattı.


"Sabah çiseleyen yağmurun şarkısı umutsuzdu

Toprağın derinliklerine doğru sokulan ruhun içinde miyiz?


Göğün gri bulutları unutulmuş bir bahar havası taşıyor

Kaybedilen ya da terk edilen şehir toprakları gibi

Gemilerini fırtınanın gözüne terk etmiş

Yeşil adaların özgür denizcileri gibi


Herşeyi geride bırakabiliriz seni kahrolası

Dünya önümüzde ve kıçını tekmelememizi bekliyor"


Shelly'nin savruk ruhunun ateşi dinamit tetikleyicileri gibiydi. Onun enerjisi ve boyuneğmez gücü sanki gece köpeklerinin motor ateşleyicilerini oluşturuyordu. Bu dinamik mekanizmanın tüm çevrimlerinde onun ruhunun büyüsü dolaşıyordu.


Sağanağın altında bulduğun yaşlı köpek yavrusu çaresizdi

Senin sularının derinliklerine sokulan o gizemin içinde miyiz?

Daima çelişkili ve tuhaf

Daima sessiz ve gürültülü 


Yeşil göğün tüm yıldızları senin ışığınla parıldıyor

Ama duyamıyorsun yaklaşan tak takalı gece trenini

Güvertede başıboş dolaşan 

Yaşlı ve sarhoş bir denizcinin şarkısı gibi


Uçurumlardan kendini boşluğa bırakan ve uçmaya başlayan

Ruhun sessiz kıyısına çekilmiş kartallar ve diğer büyük kuşlar gibi


Sağanağın altında bulduğun köpeğin sadakatini alıyorsun

Geceyarısı yüzdüğümüz karanlık sularda

Ve kamp ateşleri, pişmiş etin kokusu ve şarap


Çürümüş dünyanın en büyülü şarkısı sensin gece köpeği

















 

Altıncı Bölüm

Kader, Ruhlar ve Cenazeler


Haritada bir kahve lekesine tekabül ettiğini sandığım şeyin yol kenarından başlayan bir tepe olduğunu gördük. İki çetenin savaştığını duymuştuk önce. Onların mekanına vardığımızda baskına gelenler kaçmış, evdekiler de başka bir arabayla peşlerine düşmüşlerdi. Belki de kaçanlar evin yerleşikleriydi, Bunu anlamak mümkün değildi ancak gördüğümüz otobanda birbirlerine ateş ederek birbirlerini kovalayan iki arabaydı. Yerlerde ölüler vardı, dar bir merdivenden yukarı çıkıp mutfağa girerken yerdekilerden birinin ayağımı kavradığını hissederek döndüm. Ölmek üzereydi. Gözleriyle merhamet için yalvarıyordu. Dizlerimin üstüne çöküp boğazını kesip, bıçağı elbisesine sildikten sonra kemerime geri soktum. Mutfakta fındık, sayısız leblebi kavanozu, şişelerce açılmamış votka ve kurutulmuş meyve stoğu vardı. Birbirlerini kovalayanlar geri dönmeden tamamını araçlara yükleyebilmek için hızlandık ve arkamıza bir daha bakmadan kuzey batıya doğru sürdük. Şimdi yolumuzu kesmeye hazırlanan Vandallar muhtemelen solda görünen evde yaşıyorlardı. Tepenin eteklerinin biraz yukarısında her yeri gören ve bir şato demenin daha uygun olacağı iki yanında kuleleri olan büyükçe bir yerdi. Şatonun görkemli bir havası vardı ve etrafında da başka hiçbir yapı yükselmemişti. Girişteki çatının ön tarafına bir çeşit siper yapılmış ve arkasında silahlar ve muhtemelen bombalar konuşlandırılmıştı. Bundan başka siperin gerisinde iki ayrı yönde iki balistik yönlendirilebilir füzeleri olduğunu tespit etmişti Shelly araç içi dürbününden. Dürbünü bir çeşit denizaltı aygıtı gibi araca monte ettiğimizden ona periskop diyorduk. Durmamamız olanaksız görünüyordu. Buraya gelirken çatı siperinde bir kişiyi bırakmış olmalılardı, yoldaki iki nöbetçi de ellerini yere doğru yaklaştırarak durmamızı işaret ediyorlardı. Polis merkezlerinin birinden aldıklarını düşündüğüm yolu kesen yavaş yavaş uzayarak tekerleri patlatmakla tehdit eden demir mengene karşı kıyıya uzarken, bir çeşit golf arabasıyla ellerinde silahlarla diğerleri de aşağı doğru geliyorlardı.


"VANDALLAR" diye bağırdım dostça.


"Diğer bir söyleyişle 'eski kültür ve sanat anıtlarını yakıp yıkan, bunların değerini bilmeyen kimse veya topluluk' , eğer bize bir karşıtlık gerekiyorsa bu  sadece putçuluk olabilir gece köpekleri" dedi nöbetçilerden biri.


"Bizi tanıyan barbar bir kavim" diye gülümsedi Shelly. Erkekler saldırgan görünmeyen ancak kılıçlı ve deri kıyafetlerinden barbar savaşçıları andıran biçimde, kadınların tamamıysa biri dışında steampunk tarzı giyinmişlerdi. Akıllarında kütüphaneleri belki birkaç geometri kitabını geride tutup tümünü yakmak ve baştan başlamak vardı. İskenderiye kütüphanesini yakarak herşeyi yüzlerce yıl geriye götüren barbarları anımsatıyorlardı ama inandıkları hiçbirşey yoktu. Aralarından biri, kapşonlu bel altından kesilen peleriniyle steampunk havasında olmayan tek kadın, elini gözlerine siper etti ve araçtan inmiş olan bana "Yaklaş" dedi. Bu Yeva'ydı. Siyah kuzguni saçlarının iyice belirginleştirdiği beyaz teninde ışıldayan açık yeşil gözleri vardı. Onunla neye mal olursa olsun ve nasıl olursa olsun tanışmak ve hakkındaki herşeyi öğrenmek istiyordum. Aynı şeyi onun da hissettiğini sandım bir an.


"Geçiş için bir şişe votkamız var ama anlıyorum ki saçmalığın alanına da dahil olacaksak yakında"


"Absürdizmin ve Entüistyonizmin, sezginin" diye kesti Yeva.


"Neden bir başkasıyla daha kutlamayalım

içmeyelim bu karşılaşmaya?" dedim.


Elindeki dürbünüyle geldiğimiz yöne bakarken 


"Cenazelerini dışarı çıkartıp yakmaya koyuldular bile

Yağmaladığınız mallarıyla pekala gelebilirsiniz bize" dedi Yeva. Paylaşmamız karşılığında güvenliğimizi garanti ediyorlardı.


Konvoyu yavaşça yukarı doğru sürüp araçlardan indik. Şatonun girişinin iki yanında epeyce büyük iki aslan vardı. 


"Pita" dedi birine. Bir an canlanacağını  sandım. 

"Ormanın ruhu ve Doğal olan, doğa, barbarlığı simgeliyor" Sonra diğerine elini koydu "Nina; Işıklı gece şehirlerinin ruhu, yapay olan, sanat, ve uygarlığı temsil ediyor" 

İçeri girerken "Onlardan birini diğerine tercih edemem" dedi fısıldamaya benzeyen derin ancak normal bir yükseklikte. Tuhaf bir titreşimi vardı sesinin. Sesi sanki bana, oradakilere, heykellere ve şatoya dahil olan tüm yapıya sanki içeriden tesir ediyor, dans salonlarında kolonlardan çıkan dans müziği gibi bulunduğu yeri içeriden ve derinden kavrıyordu. O herşeyi hissediyor ve herşey de onu hissediyor gibiydi. Onun varoluşu yağmurun yağması gibi doğal bir şeydi sanki. Bizim gibi doğmamış ya da cehennemin boşluğunu hiç kucaklamamış gibi davranıyordu. Herkesten daha fazla oradaydı ama bir yanı hep çok uzakta ötede ve ulaşılamaz bir yerdeydi. Zaman zaman anlatırken bana dokunuyor ve yaptığı büyülü etkiden hoşnut gülümsüyordu.


Etrafındaki binaya bitişik iki yüksek kulenin pencerelerinde kara perdeler asılıydı. "Gündüz uyumayı seviyorlar" dedi Yeva. Eteklerini toplayıp adımlarını hızlandırmıştı. "KALKIN SÜRTÜKLER, misafirlerimiz var" diye bağırdı içeri girerken. Ev uzun bir girişle başlayıp sonra birdenbire yükseliyor ve kubbesi kulelerinin yüksekliğine yaklaşıyordu. Geniş bir kabul holünden geçerken iki yana asılmış muhtemelen eskrim kılıçlarıyla değiştirilmiş olan barbar kılıçlarını ve mermer zeminin desenlerini, vardığımız geniş altıgen köşeli kubbemsi tavanını, yerdeki taşları ve eski usul yerleştirilmiş mozaiklerini sessiz bir huşuyla seyrettik. Holde hiçbir açıklama yapılmadan konulmuş ve herhangi bir işlevi olmayan büyük doğal bir kaya vardı. Sola açılan dar bir koridordan sonra bizi öncekinden daha geniş ve bu defa yerleri büyük bir satranç tahtasında olduğumuzu düşündürecek biçimde siyah ve beyaz karolarla kaplı bir salon karşıladı. Salonun bir yanındaki birbirlerini gören lacivert deri koltuklara geçtik. Bizden önce orada bulunan kediler hızlıca etrafa dağıldılar, içlerinde pek çok sokak kedisi de vardı, maine coonlardan ikisi de yukarı çıkmıştı.


"Burası Yevanın kalesidir." diye açıkladı Barbar Kral. 


"Kendi kelimeleriyle tapınağıdır. 

Biz daha sonradan geldik. 

Aldığımız barbar kucaklaşmasıydı 

Verdiğimiz ise hiçbirşey oldu. 

Burada onun sonsuz konukseverliğiyle bulunuyoruz" dedi. 


Yanındaki kadınlardan biri Barbar kralı kendine çekip sertçe salladı. Bu Yeva'nın eskiden beri ev arkadaşıydı. Sonra aynı kadın Piper'ın elbisesini ve saçlarını incelemeye koyuldu. Ona kendisiyle ilgili sorular soruyordu.


Epeyce iri ve kıllı bu adamın Piper a göz diktiği anlaşılıyordu. Yanlarındaki Yeva dışındakilerin steampunk tarzı giyinmiş olduğu tuhaf hanımları işaret ederek;


"Bu kadınlar pek yanaşmıyorlar bana

Doğruyu söyle onu kaça satarsın bana" diye sordu.


Votkasını yenileyerek, gülümsedim.


"Saygıdeğer bir barbar kral olarak

Seni reddetmiş olmak istemem ama

onu sana satamam Vandal lideri

çünkü bana ait olmadı daha"


Vandal lideri masadaki diğer adamlara göz gezdirdi. Anlaşılan o ki kadının sahibini arıyordu.


"Söylemek istediğim kadınları satmaya başlamadık daha"


"Yine de bir fiyatı olmalıdır ama"


Kırmızı kapşonlu pelerinli kadın yaklaştı.


"Benim de bir fiyatım yok ve kendim gelmek istiyorum sana"


Bu Yevaydı. Onu gördüğüm ilk andan beri büyülenmiştim.


Barbar kral hiç düşünmeden Vandal aklını kurcalayan şeyi söyledi doğrudan ve açıkça. Karşılaştığımızdan beri Yevayla aramızdaki gerilimi daima ölüm kalım savaşı veren vahşi hayvanlara özgü bir içgüdüyle hissetmişti. Yeva'nın bu yöndeki itirazına aldırış etmeden Yeva için ödenecek bedeli tartışmaya açtı. Barbar kral bu noktada ısrarcıydı.


"Sen konuşma kadın muhakkak bir bedeli olmalıdır onlara

böylece yol boyu değerini bilir ve iyi davranırlar sana

bu masadan kalkmadan el sıkışmalıyız ama


kadınları mutlu etmek için elbiseleriniz var

erkekleri mutlu etmek için silahlarınız ve kılıçlarınız 

bunlardan bolca vermelisiniz bana


Şimdiden söylemeli yine de ama

Bu öyle bir kadındır ki

Temizlik de yapamaz pek sana

Yemeği de işe yaramazdır ama

Masalsı bir büyüsü vardır ve

Dolaşır sihirli bir peri gibi ortalıkta

Bazen öyle zaman olur ki

Pahalı bir elektrik süpürgesi

Ya da kilerdeki fareleri avlayan şu kediler bile

Daha yararlıdır diye düşünürüm onun yanında"


Sabaha doğru yapılan pazarlıklar son bulmuş, epey bir kıyafet ve çizme yükünden kurtulmuş, silah cephane ve iki kılıç karşılığında el sıkışmıştık.Piper'a iyi idare ettiği ve sorun çıkarmadığı için adeta tapacak haldeydim. "Adamın tavrı hoşuma gitti" demişti. "Çok dürüst ve doğrudan, Aslında ondan  epey hoşlandım bile diyebilirim, ama yanınızda kalacağım şimdilik." Shelly'nin kahkahasına dönüp baktılar. Kendileriyle ilgili bir gülüşme olduğunu anlamışlardı. Bundan sonra onun daha değişik davrandığını görecek ve buna alışmaya çalışacaktım. O geceyi tuhaf rüyalarla dolu  geçirmiştim. Sabah sersemleten rüyaların etkisiyle hala sarhoş gibiydim


"inan bana mutluyum çok senin için gece köpeği

sezgilerine güvenirim bu yüzden 

daha kötü bir şey bekliyordum daha çok

bir saldırı, bir deprem ya da selin konvoyu alıp götürmesi,

hatta fırtınanın gözünden bir hortumun çıkıp gelmesi gibi"


"Bir rüyada ilk defa senin varlığını anımsadım Shelly bu sabah" dedim. 


"Rüyalarda geçmiş yoktur, kim olduğunu da tam çıkartamazsın. 

Bildiğin tanıdığın insanları anımsayamazsın


Büyük bir boşluktu, bütün zeminler duvarlar anlamsızca boş ve kimse konuşmuyordu. Etrafta çimlerle kaplı yeşil alçak tepeler tek tük ağaçlar ve başka hiçbirşey de yoktu. Sanki büyük bir boşluk herşeyi yutmuştu. 


Neden kalmıyorsun? dedim. Kalamam, anlamında başını salladın.  


'Orada hiçbir şey yok'


Delirtici bir yalnızlığın ortasındaydım ve sen de dahil hiçkimse hiçbirşeyi umursamıyordu. Sonra uyanınca farkettim ki sen aslında orada değildin, sanki ben rüyayı görürken ya da sana anlatırken sen benim yanımda eğilerek ve kulağıma fısıldayarak cevap vermiştin.'Kalamam'  


Sabah rüyadaki sonsuz boşluk duygusu geri geldi. 

Ama etrafımda da hiç kimse yoktu."


Sert kahvelerle canlanmış, şatoda dolaşıyordum yeniden yeni bir günün güneşli öğleden sonrasında. Salonun boşluğunun yarattığı görkeminde asılı olan tek şey bir yazıydı, 



Yşa.41:29 


Hepsi bomboş, yaptıkları da bir hiç


Halkın putları yalnızca yeldir, sıfırdır."



Mermer bir bloğa kazınmıştı.


"Benim elementim hava, yani rüzgar" dedi Yeva yazıya baktığımı görerek. 


"Senin elementinse ateş" 


Bunu bana sormadan söyleyebilmesine şaşırmadığımı farkettim.


Bu gece de burada kalacağımızı bildirdi soru sormadan.


O gece da başka şişeler açıldı, etin kalanını pişirirken Yeva kırmızı patenleriyle koridorlar boyunca gidip geliyor ve salonun genişliğinde sanki zemin buzla kaplıymışçasına zarif hareketler yapıyordu. Şatonun bu dev salonunun büyük garları ya da eski katedralleri andıran görkemli bir boşluğu vardı. Onu görkemli kılan boşluğundan başka hiçbir şey yoktu. Boşluk bu salonu şekillendiriyordu. Penny bazen piyanoya geçiyor bazen bana bırakıyordu ve sakin tek düze yerlerde dolaşıyordum. Bütün tuşları tek tek duymak istiyordum, daha önce de terk edilmiş evlerde bazı eski duvar piyanolarına rasgelmiştim ancak bu el yapımı kuyruklu tuhaf piyano olağanüstüydü ve salonun harikulade bir akustiği vardı. Tek bir notaya basıp bir süre sakince onu dinleyebilirdiniz.


Yeva bir istasyon tipi duvar saatinin yanında selfie çektirir gibi yan yana poz vererek;


"Saat kafası barbarlar, zamanı gösteriyor" demişti. O geceden son hatırladığım da buydu aklımda kalan. Sabaha karşı sarhoş halde herkes bir yerlerde uyuyakalmıştı.


yıldızlara dokunamayız

ama onlarla konuşabiliriz


beyaz sert çikolatadan yapılmış tuşlar

ve siyah çikolatadan yapılmış yarımlıklar var


çikolatadan tuşlar bir piyanoya dizili.

buz çölünün ortasında her yer beyaz ve buz yeşili


(dikkatli olmalıyız çünkü buz kırılabilir. çocuğun parmakları tuşlara yapışırsa dayanamayıp

onları yer, çünkü çikolata çok harika kokar ve lezzetlidir )


sesleri parlak ve nettir

(seslerin pürüzsüz çarpışındaki keskinlik buzu çatırdatıyor)


ama başlangıçta yarımlıklar hiçbir işe yaramazlar, çünkü eksiktirler ve sessizce uyurlar, onlara

dokunamazsın


(gıcırdayan kumları avucunun içinde sıkıştırabilirsin, ama yine de dağılırlar)


şimdi paten yapan kırmızı yağmurluklu kız da onlarla uyuyor

ben de onun yanında uyumak istiyorum




















Yedinci Bölüm

Kuzgunun Gölgesi


" ...sular yükselirken, onlar da diğerlerinin aralarına katılacaklardı. Uzun seneler önce helak edilmeyi hak etmiş bir topluluktu. Ancak aralarından bazıları..."

 Shrezsiahn'ın Kayıp Ya da Yok Olan Şeyler Kitabı


Yola devam ettikçe şehir giderek kalabalıklaşıyordu. Vitrini olmayan önü açık dükkanlardaki adamlar cephane değişimi, yiyecek değişimi, viski, likör ya da votka yapmak için saf alkol satmak dışında elektrikli gitarlarla Deep Purple çalmak, henüz gömülmemiş ölüleri uzun zaman kokmadan muhafaza edebileceğiniz ceset torbaları satmak gibi şeyler de yapıyorlardı. Ekmek için bitki fideleri değiş tokuşu yapan dükkan aynı zamanda tezgahın karşısında hareket halindeki karton ördekleri elindeki tüfekle vurduğun sürece koyduğun patatesin iki katını alabileceğin bir düzenek hazırlamıştı. 'Kendi silahımla ateş edebiliyor muyum' diye sorulunca başıyla hayırladı adam "Ne istiyorsunuz?" Patatesleri göstererek "Bunlardan yeterince çürümüş halde bir çuval." Gövdelerinin içinden yeşil bitkiler fışkırmış eski bir patates kasası çıkardı."Sen de ne var?" Ton balığı konservelerini gösterdik. Bir süre daha buradaydık. Önce şiddetli yağmurlar bekleniyordu ardından kapıda görünen bir savaş vardı. Yeni olduğumuzu anlamıştı.  "Burada baş parmak savaşlarında önemli bir şeylerini kaybeden adamlar görürsünüz" dedi. "Ya da taş kağıt makas oynarken kale evlerini kaybeden kumandanlar." Sürekli bulanıklık kusarak giderek genişleyen bir bataklığı andırıyordu,  geniş bir çukurda çalkalanan kahverengi gözleri ve leş gibi bir ağzı vardı. Dünyanın bayat bir leblebi gibi toz halinde uzay boşluğuna dağıldığı o bakışa sahipti. Kenti kalabalıklaştıran nüfusun şehrin yerlilerinden oluşmadığını anlattı. Çevre kasabaları ve dağınık yerleşim yerlerini etkisi altına alan yağmacılar, kalabalıkları doğal olarak buraya sürmüştü. Bu şehirde binlerce muhtemelen daha da fazla kişi yaşıyordu. Yolda gelirken ilkel çağların yenilmez savaşçısı Barbar Conan'ın Yukarıda Tanrılar, Aşağıda İnsanlar cildi elime geçmiş, Tanrılar gibi yaşamak, İnsanlar gibi ölmek bölümüne başlamıştım. Bu macerada Conan, Kızıl Kardeşliğin Valeria'sı ile birlikte ejderha sandıkları boynuzlu büyük bir dinazorla karşılaşıyor ve onu yeniyorlardı. Ben de bu kentin tuhaf dünyasıyla bu türden bir karşılaşma hayal ediyordum. 


"Kalabileceğimiz uygun bir yer arıyoruz." dedim. 

Ormanlık bölgeyi işaret etti. 

"Kalabalıksınız güvenli olur" 

Burası daha önceden adamın kendi deyimiyle sırık gibi dikilmiş yeşil çamlarla dolu bir ormandı. Talihli bir yangınla savaş döneminden önce tamamen çöl gibi çorak bir hale geldikten sonra meşeler tarafından yeniden ele geçirmişlerdi. Meşe palamutları etrafa saçıldıkça suda yayılan zehir gibi çoğalmış ve göl tarafına kaçan hayvanlar da ormana geri dönmüş ve yayılmışlardı. O sırada pek üstünde durmadığımız halde orada hayvanlara da saldıran  yeşil bir ucube yaratık olduğunu da söylemişti.

Şehirde bir yerde bitince ötekinde başlayan patates kokusu hakimdi. Patateslerin haşlama hali, yemeği, patates püresi, kızartması. Şehrin sakinleri önce çingeneler gibi sadece kendi bildikleri yerlere patates ekiyor ve bu alanlar sadece kendi bahçeleri değil genel alanlar da olabiliyordu. Vakti geldiğine inandıklarında da gidip toprağı eşeleyerek patatesleri çıkartıyorlar, zaman zaman birbirlerinin ektikleri yerleri ve patateslerini bulmaya çalışıyorlardı. Patatesin şehirde sadece yemek için değil değişim değeri olarak da pratik bir kullanım sahası vardı. 


Eski bir beyaz eşya dükkanından çevrilmiş çamaşırhanesi, dışarda patates karşılığında kahve veren kafesiyle burası artık terk edilmiş harabeler değil yaşayan bir şehir havası veriyordu. Hatta bir genelev bile açılmıştı.  Dikkat çekici ve güzel kadınlar eski dünyanın süper kahramanları gibi giyinmiş, tahrik edici şekilde yoldan geçenlere laf atıyorlardı.  Pezevenkleri ise Thanos dövmesi yaptırmış genç sarışın bir kadın olan Harley Quinn'di. Bu diğerlerine göre genç olan hanım bir süper kahraman değildi ve eski sistemin "adalet dağıtıcısı" yarı resmi sistem koruyucuları ile aralarındaki ilişkiyi daha net bir hale getirmişti. Çoğu kostüm cansız mankenlerin üstünde sergileniyor, meraklıları için yeniden giyilmeyi bekliyordu.


"Ne yazıyorsun?"


"Dünyayı ele geçirmeye çalışan dev bir kahve makinesi hakkında" dedi genç hanım.


"Gece donma tehlikesi geçiren köpek yavruları yumağından sabaha sağ çıkan sadece bir tanesi olur. Güneşle birlikte ara sokakta dolaşmaya başlar. Kalanlar ölmüştür bir buçuk saat önce. Kirli sakallı kara çingene kasketini elinde tutar. Herşeyin kolaylıkla ve kesintisizce gerçekleşmesi çok güzeldir."

Ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. "Ne düşünmem gerektiğini bilmiyorum" dedim.

Kızlara baktığımı görünce,

"Tilkiye sormuşlar; 'Tavşan sever misin?' ; tilki   öyle gülmüş, öyle gülmüş ki gülmekten cevap verememiş. Zihin düşünceleri sever." dedi genç Harley Quinn. Sonu -dır ve dir diye biten cümleler kurmamızdan yakınıyor görünüyor, nedenlerin terk edilmesi ve başka saçmalıklar üzerine konuşuyordu.

"-dır ve -dir diye biten cümleler kurmak

 ve bunların üzerinden ahkam kesmenin tek bir altyapısı olabilir: İnanç.

Peki ne inancıdır bu? "

Bilmiyorum anlamında başımı salladım.

"Yargı cümlelerine ulaşıp ifade edebileceğimize duyduğumuz inanç.

Peki nedir bu inancın kaynağı? 

Kaldı ki bu inancın kaynağını bulduğumuzda 

kaynağı bir inanç olan -dır ve -dir cümleleriyle

akıl tuhaf bir duruma düşmüş olmaz mı?"

"Saçma; akıl dışı, bizi dolayımsız gerçeğe yaklaştırır." dedim. İşaret parmağını ileri doğru uzatıp tam olarak anlamına gelen bir işaret yaptı.

Buraya belki daha sık gelmeliyiz dedi Piper, Quinn'e ayrılırken. "Akıl kendi kendine referanslar vererek kendi sistemini kuruyor ve geri dönüp buna kuvvetle inanıyor " dedim araçta. Ondan büyülenmiştim ve Yeva da bunu görebiliyordu el bombalarından birinin pimini çekmiş elimde beyzbol topu gibi atıp tutuyor gibiydim. Issız dumanlı dağı uzaktan gören büyük evlerden birini bulmak için sürdük.


Ormanlık alanın yoluna girerken "Vesilelerle oyalanan zihni alaya alıyordu" dedim. "Referansların boşluğu üzerine bir şey değildi," diye horuldadı telsizden Jacky. "Aklın referansları  boş olmayadabilirler ne var ki vesileler.."    Sustu, yeni bir eve varmıştık. Emlakçılarla ev gezer gibi ana yolun kenarından kısa yollarla içeri ayrılan orman yolu evlerine bakıp odalarını geziyor ve sonra oradan ayrılıyorduk. 

"Aklın bizi götüreceği son nokta akıldışılıktır ki bu da saçmadır, bu noktada eski araçlarımızı terk etmemiz gerekiyor." 

"Paradigma değişikliği, şu kuleli olana bakalım" dedi Piper aracı uzun bir süre sığınağımız olacak olan yeni kale evimize sürerken.

"Kurgu yahut felsefi dizge dünyasının gerçeğe uzaklığıyla saçmanın uzaklığını ya da benzer yakınlığını göstermeye uğraşıyordu belki. Güzellik de akıldan çok saçmalığa yakındır."

"Nihayetinde kız çok güzeldi." dedi Penny kesip atar biçimde, sohbete ilk defa dahil oluyordu. 

"Buraya patates de ekebiliriz"  

Eşyaları arabalardan eve taşıyorduk ve aynı zamanda Yevayla önemli görünmeyen ama ilk tartışmamızı da yaşıyorduk. Gece köpeklerine uyum göstermesi için baskı mı yapmıştım bilmiyordum ancak aniden ortadan kaybolmuştu ve ben yukarıdaki odalardan birine çekilmiştim. Evin uğultusunu dinliyor ve anlamaya çalıştıkça eskisinden daha da anlamsız bir boşluğun içinde kendimi bulduğum ve bocaladığım bir çıkmazın içine girmiştim.

"Rüyalarla dolu sessiz gece

Rüyaların sessiz gecesi


Tek başına kopkoyu bir karanlıkta

derin ve gizli bir nefret mi hissediyor 

bilmediğimiz gizli bir düşmana


ya da tuhaf isimsiz bir gerginlik

Tedirginlik ve korkusu mu yoksa

yeni ve bilinmeyen günlerin sakladıklarından"



"İçim hüzün ve üzüntü ile çalkalanıyor Shelly" dedim.


"Güzel rüyalarla dolu ışıklı günlere 

kavuştuğumu sanmıştım onun varlığıyla


Şimdi ama hayal kırıklığı ve elem beni alıp götürüyor

Sanırım şimdi o gitti ve ben buna alışmak zorundayım"


Herkes uzun seyahatten yorulmuş  ve bir süreliğine yeni bir eve kavuşmuş olmaktan ötürü sevinçliydi. Evde bir çeşit karnaval havası vardı. Aşağıda bulunmuş eski model bir pikapta kırkbeşlikler dönüyor, Jacky içki içiyor ve evde bulduğu gitarı çalıyordu. Akşama doğru ne yapabileceğimi bilemez halde dolaşıp Yevaya karşı hissettiklerimi kağıtlara yazarken dış kapıdan sesler duydum önce. Ve sonra o geri geldi. Hayret ve olağanüstü bir sevinç kaplamıştı aniden. Evde Shelly dışında hiçkimse bu arada neler yaşadığımı fark etmemiş görünüyordu. Piper akşam için bir ev partisi hazırlıyor, savaş konuşuluyor ve suya gitmek için ormanlık alanı geride bırakacağımız gölete ulaşacak ara yolların hesabı salonda masa üstündeki haritada yapılıyordu. 

Vakit epeyce ilerlemişti. Güneş geçit vermez dağların arkasından doğuyordu. Aslında buradan kuzeye doğru bir yol bulmuştuk.  Dağ sırasından ayrı tek başına bir tanesinin etrafından aşağı yukarı bir eşkenar üçgeni andıran bir yol vardı ve biz bir köşesine çok yakındık. Fakat herşeyi geride bırakıp doğrudan kuzey yolunu takip edersek bile epeyce uzun zaman kara nehire dek susuz kalacaktık. O yüzden ortasına dağı almış olan bu eşkenar üçgen yolunda diğer köşeye yönelecektik ve ancak havalar ısındığında oradan asıl yönümüze hareket etmeyi planlıyorduk. Bu yol Kara nehirin de bir giriş ve çıkış yaparak içinden geçtiği, Yeva'nın avlandığı ormanlık alanın bir devamı olan büyük göle gidiyordu. Herkesin beklentisi yine kışın yumuşak geçmesiydi, buna alışmıştık ancak senelerdir sonbahar yağmurları dengesizleşmiş ve muson sağanağı gibi gökten boşalıyordu.  Yevaya göre yola çıkacaksak bunu hemen yapmalı ya da sonbaharı burada atlatmalıydık. Bana o gece dağ sıralarının isimlerini anlattı.


Dağ sıralarının isimleri: Bize doğru olanlar denize paralel haldeki sıradağlar ve bir arkasındaki sıra öğrenimle öğrenilebilir bilgi anlamına gelen Matesisti. Geniş bir ovanın ardından başlayan dağ sırası ise ancak ıstırap çekilerek öğrenilebilen bilgi anlamına gelen Pathesis sıradağlarıydı. Onlardan ayrı içerde ve etrafında bahsettiğim yollara sahip olan tek başına kalmış olan dağın adı ise Gnosisti ki sezgi yoluyla öğrenilebilen bilgi anlamına geliyordu. Burada yanıltıcı duyu bilgisi doksadan kurtulabileceklerine, yanlış yanılsamalı bilgiyi geride bırakabileceklerine ve epistemeye, doğru bilgiye ulaşabileceklerine inanan genelde sezgicilerin arasından gelmiş keşişvari yaşayan topluluklar vardı. Doksa duyu organlarıyla kavranan, episteme ise kabaca dünyanın akılla kavranması olarak görülüyordu ki bu noktada absürdistler itiraz ediyordu. Çünkü gerçek apaçık bir şekilde saçmaydı. Gözlemlenen dünya, bu fenomenya ülkesi sürekli akış ve değişkenlik içerisinde bulunduğundan duyular da yanıltıcıydı. Sezgicilerse  'Öyleyse nereye bakacağız ya da nereye bakmalıyız?' konusunda ya episteme, aklın yolu bizi tekrar tekrar oraya, doksaya, duyuların alanına bakmamızı işaret ediyorsa sorusunu soruyorlardı. Açıkçası önerdikleri akla yatkın herhangi bir şey, başka hiçbir çözüm de yoktu. 



Akış yaşantısını yüceltip duruyorlardı gnosis dağının eteklerinde yaşamışlardan şehirde karşılaştıklarımız. İsimleri herkesçe bilinen dünya şöhretlerinden örnekler getiriyorlardı. Onlarla kutsal olanın ne olduğu konusunda bir tartışmaya girmiştik. Büyük hükümdarların gölgesindeki asıl gücün kaynağı olan vezirlerden misal getirdiler. Neredeyse varolan tek yolun kendi sürdürdükleri yol olduğuna gönülden inanmışlardı. Kutsal olanın olanı olduğu gibi kabul ederek akış yaşantısında kalmak olduğu fikrindeydiler. Bize göre ise kutsal olan bir şey yoktu. Kutsal olan köpeklerdi. 



Kudretli hükümdarlarınızı tanımadım

Gölgelerin gecesi ayaklarımın dibine serildi

Dünya şöhretlerinize aldırmadım

Rüzgarın getirdiği gece kutsaldır


Kural koyucularınızı ve bağlayıcılarınızı umursamadım

Öfke benim tek dostumdu ama ona da alışmadım

Kalelerimize çağırdık ancak henüz sözümüz söylenmedi

Suların sürüklediği aydınlık kutsaldır


Zamanın kıyısında ayaklarım yerden kesildiğinde

Zaman bariyerinin ötesindeki o bakış

Artık hiçbir korkum yok, hiçbir şansınız yok

Ölümcül hatalarla kendi zamanının dışına itilenlere övgü


Buraya gerçekliğin estetiği üzerine bir tartışmadan gelindi

Ne nasıl olmalıdır, ne nasıl olmalıydı?

Ve hiçbirşey istediğim gibi değil

Derin ruhani gölgelerin işaret ettiği semboller kutsaldır


Kudretli hükümdarlarınızı tanımadım

Kural koyucularınızı ve bağlayıcılarınızı umursamadım

Gecenin kıyısında zamanın ötesinde bir bakış aldım

Gecenin kırdığı kilitli kalpler kutsaldır

 



Köpeklerle ilgili alıntılar


"...köpek yaşadığını hisseder, canı sıkılır" 

                                                     Sartre


Rivarol Fransızcanın Yeni Sözlüğüne Giriş Bölümü adlı yapıtında aşağı yukarı aynı şeyleri söylemiştir

"...Ancak hayvanlarla bu tür bir alışveriş kurulduğunda ortaya aşılmaz bir sakınca çıkar:

Hayvanlar kendi düzeninden çıkarılmış, ancak bizim düzenimize geçirilmemiştir; verdiğimiz imlerin büyük çoğunluğu onlarda var olmayan ihtiyaçları ve kavrayamadıkları düşünceleri ifade eder"



Köpek adlı şiirinde Rilke, köpek olma durumunu beş sözcükle özetliyor:

"Ne dışlanıyor, ne kabul görüyor"



“…Maeterlinck'e göre insanoğlu "rastlantı sonucunda oluşmuş bu gezegenin üzerinde" trajik biryalnızlık içindedir. Türler geçirimsiz bölmelerle birbirinden ayrılmıştır. Bir istisnanın dışında:

"Çevremizi saran hayatın bütün biçimleri arasında köpeğin dışında hiçbiri bizimle ittifak  kurmamıştır"

Şair, ata, eşeğe, koyuna ve "gizemli yüreğinde bizi lanetleyen" yırtıcı bir hayvan olan kediye güvenmez. Biraz daha akıllı olsalar ve gerekli silahları bulunsa bizi haklayacaklarına yürekten inanır.


Ama yaşayan dünyaya genel olarak bakıldığında Maeterlinck köpeğin büyük bir ayrıcalıktan yararlandığı görüşündedir:

"Köpek yadsınamaz, elle tutulur, reddedilemez, kesin bir tanrıyı bulan ve tanıyan tek canlı varlıktır. Yaradılışından gelen itkilerini neye adayacağını bilir. Kendisini aşan kimseye yar olacağını bilir. Karanlıkta, kusursuz, üstün ve sonsuz bir gücün, birbirini izleyen yalanların, varsayımların ve düşlerin peşinde koşması gerekmez."

Köpek Olmanın Güçlüğü / Roger Grenier

 












Sekizinci Bölüm

Yeva


Yevanın beyaz tenini gölgeleyen ve belirginleştiren kuzguni siyah saçlarından başka,  yeşil gözleri gibi hiç değişmeyen yay biçiminde tokaları vardı. Tokalar başının iki yanında uzun birer hilal gibi gerilip saçlarının arasında kayboluyorlar ama sonra sanki başının gerisinde bir yerde görünmeden birleşerek bir kısmı görünmez olan beyaz bir taç takıyormuş havası yaratıyorlardı.


Arapçada ve Türkçede bilgi hakimden kuşatmaktan geliyordu. Birşeyi kuşatarak sindiriyor ve biliyorduk. Tanrı ile ilgili bilinemezcilik onu asla kuşatmanın mümkün olmamasından ileri geliyordu. Bu "Yeva" adıyla çağrılan tuhaf gezegenin de kuşatılamamak konusunda agnostik dünyanın argümanlarından bir farkı yoktu. Onun etrafında da daima gizemli bir bilinemezcilik rüzgarı esiyordu. Radyo sinyalleri ya da x ışınları gibi sadece gözlem araçlarıyla -ki bunlardan biri de bendim- aldığımız sonuçlara göre Yeva  gezegeni hakkında var olduğunu biliyor ve hakkında bir fikir edinmeye çalışıyorduk. Tüm önemli davaların, inanç sistemlerinin, ölüm-kalım savaşlarının hatta romantik aşkın da çok ötesine geçen tamamen bambaşka bir varoluşu vardı ki romantik aşkı kahvaltıda kahvenin yanında kruvasan gibi yiyebiliyordu, bunu nasıl yapabildiğini ise henüz bilmiyordum. Yeva ile karşılaştığımda o, daha önce bildiğimi sandığım dünyaya dair herşeye tak takalı eski bir gece treni gibi çarpmıştı. Ölümcül nefretler, romantik aşk, sevgi, verilmiş sözler, bildiğimiz dünyanın bütün yüksek parçaları onunla birlikte kaybolmuş ya da milyonlarca sene basınç altında kalan yeraltı kayaçları gibi zaman içinde başka bir şeye kömüre ya da mücevhere dönüşmeye terk edilmişlerdi. Güvelerin ya da kelebeklerin dünyasına gidiyorlardı. Yeva ise  kör gecenin tek yıldızı gibiydi.Kıta sahanlığının sonuydu. Üstünde ışıklı bir tabela taşısaydı  'buradan sonra tamamen yeni bir şey başlıyor' yazması gerekirdi.  Başka bir gezegene açılan cehennemin dibindeki kapıydı, bilinen dünyanın sonuydu, ölümcül bir ruhtu ama bilinen tüm yaşamın kaynağıydı. Onun yavaşça çekilip uzaklaştığını sandığım  gün bilinen hayatın ışıldayan çayırlarının aralarındaki sonsuz meyve bahçelerinin tuhaf bir gizemle çöle dönüştüklerini hissetmiştim. Ona aslında sadece dünden önceki gün olan ama şimdi hayli uzak görünen o günü anımsattım. O günden daha önce bu kadar acı çekebilmenin mümkün olabileceğini bilmiyordum. Yaşayan ölülerin dünyasına yaklaştırılmış ve birdenbire içine çekilmiştim. Bildiğimiz dünya onun iki kelimesiyle "Ben gidiyorum ya da ben dönüyorum" demişti ve ayaklarımın altından çekilip uçup gitmişti. Ona gece köpeklerine uyum göstermesi konusunda hafif bazı uyarılar yaptığımı sanıyordum, sert bir tartışma yaşanmamıştı. Neler olduğunu anlayamıyordum. Bundan  sonra daima ve sadece tam ve kesin yok oluşu arayabilirdim. Sadece tam ve kesin yokoluşun hayali sıcak bir kucaklama hissi veriyordu tüm dünya çölün sarı kumlarına dağıldığında. Ama bu varoluşun mimarlarıyla ölümden sonraki ülkelerin mimarları arasında bir fark olup olmadığını biliyor muydum? Artık istediğim ve aradığım ölümden çok daha farklı bir şeydi, yine de insan onu görünce birdenbire tanrıya inanıveriyor. Yeva varsa ve mümkünden gerçeğe  dönüşebilmişse tanrı da olmalı, kendiliğinden açık bir önerme gibi. Bunun manası onun tamamen yeni bir şey başka bir varoluş olduğuydu. Ama onun varolmadığı bir evren hayal edemiyordum şimdi. Tanrınınsa yokluğunu hiçbir zaman kabullenemeyecektim sanırım. Aklım, delirmemek için ona inanmaya -çünkü bildiğim kadarıyla yani muhtemelen olması gerekiyor demişti- ya da çok az da olsa bir yanımın buna yatkın kalmaya izin vermeye ihtiyacı olduğunu biliyordu. Onu dünyanın ve bütün varoluşun en mutlu kadını yapmak isterdim, oysa o gün düşündüğüm benim gece köpeklerine uyum sağlaması için yaptığım baskı yüzünden çekip gitmiş olması ve muhtemelen onun da benim kadar acı çekiyor olduğuydu.


"Bugün" diye yazmışım -Yevaya notu gösterdim ve gülümsedi- "Uzun seneler sonra ilk defa artık hiçbirşeyin düzelmeyeceğini kabul ediyorum. Bu kabullenişin belli bir rahatlama getireceğini sanıyor ve bekliyordum ama öyle olmadı." Onu Vandalların arasında ilk defa gördüğümden beri tamamen başka bir dünyaya gözlerimi yeni açmış gibi boş boş bakıyorum.Öklit geometrisinin sona erip küresel geometri uzayının başladığı o sihirli an gibi. Doğruların artık eğri olduğu ve iki dik açının artık üçgenin iç açıları toplamını vermedikleri daha önce hayal edemeyeceğim bir olay evreni. Fizikte hala aranılan kuantum fiziğiyle mekanik fiziğini birleştirecek tüm çelişkileri ortadan kaldırıp açığa serecek 'büyük birleşik kuram' sanki, dünya benim tasarımımsa, aklımın içindeydi ama kelimelere döküp anlaşılır kılamıyordumda. Öte yandan kalbimin derinliklerinde kelebek kanatlı bir peri küçük bir kızla birlikte şarkı söylüyor gibiydi. Yeva'yı çok seviyorum, onu çok seviyorum. Bu kadar çok acı çekilebileceğimi hayal bile edemezdim. Kahve makinesi takırdıyor, ona kahve veriyorum. Güney batı kalesine saldırıyor olmalılar, top atışlarıyla zangırdayan pencereler. Boş apartmanlardan birine daha füze isabet ettiğini duyuyoruz. Yıldırmaya çalışıyor gibiler daha çok. Gelebileceklerini sanmıyorum. Dünya ikiye ayrılıyor gözümüzün önünde ve yakında kendi yerimizi şu ya da bu biçimde seçmek zorunda kalacağımızı biliyoruz. Ama o gün yani dünden önceki gün çatışma sesleri beni öfkelendiriyordu. Bunların nesi var, neden hala herşey devam ediyor, duygusu. Böyle bir varoluşu kim onaylayabilir. Tanrının olmadığını biliyordum duygusu kaplıyor yeniden. Sonra yine onun varlığı. Bunu hangi vicdanla ve nasıl yapabilir? Gökyüzü yıldızlarıyla gözyaşı dökmeliydi ay parçalanıp okyanuslara dağılmalıydı ve gece tamamen karanlık kalmalıydı. Sonsuza dek hiçbir şey var olmamalıydı hiçbir zaman. Ama hala pek çok yıldızın parladıklarını görüyordum.


Bizi umursadıklarına inandığımız o yüksek ruhlar neredeler?

Hiçbir cevabın olmadığı o koyu karanlık, 

          belki de soğuk sessiz bir gecede gözyaşı döküyorlar


[herşey öyle kötüydü ki sabahın geleceğini sanmıştım]


 Akşamın çöktüğünü, gecenin yeni geldiğini karanlığın zamanının henüz yeni başladığını anlayamıyor ve kabullenemeyeceğimi görüyorum.


Yeryüzünün güzelliğini yalnızca insanoğlunun bozuyor olduğuna dikkat ettin mi?


Neden göklere kaçmaya çalışıyor ya da yeraltına inmeye çalışıyoruz ki?


Yani bu öyle hayret verici ki!


Yeryüzünü insanoğlundan güzel bir yağmurla yıkayıp arındırmalı ve sonra dinazorlar gibi milyonlarca yıl unutulmalıydık belki de. Ne kadar zaman oldu 60 milyon yıl mı, ve kim onları şimdi geri çağırmak ister? Mekan boyutunda bahsedilen bir ucundan bambaşka bir yere çıktığın kurt delikleri gibi, zaman boyutunda da böyle delikler açabilseydik nereye kaçmak isterdin? 


Onunla tartışmamızın ardından 'ben gidiyorum' deyip ortadan kaybolduğunda işte aşağı yukarı böyle şeyler düşünmüş ve hissetmiştim.


"Birlikte zamanın tam en başına gidip bir daha sonsuza dek hiç ayrılmayabiliriz" dedi Yeva. 


"Bence bunu yapsaydık, yani yapabilseydik, hiçbirşey şimdi olduğundan daha kötü olmazdı, yani yeryüzü öyle kötü ki" 


"Sen her şeyi belki bir şekilde yoluna koyar ama ben herşeyi yok edebilmenin bir yolunu bulabilirdim"


"Belki" onu seçene kadar bir seçenek olarak görünür. Belki onu unutabilirim. Ya da defalarca intaharı seçen ama şeffaf duvarlarla ölümden bir lanet gibi korunduklarını söyleyen o tuhaf insanlar gibi. O gün seni sonsuza dek asla unutamayacağımı kesin olarak anlamıştım. En büyük hayalim seninle yeniden sıradan bir evde sıradan bir akşam yemeği yemekti birlikte, kendi evimiz bile olmayabilirdi.


[ben şimdi  ve buradayım] dedi yeniden.


"son günlerde bu rüyayı sıkça görüyorum "


O gün eski grubuna döneceği tehdidini savurmuş ve motorlardan birinin horultusuyla aniden ortadan kaybolmuştu. Dönüşte de hiçbir açıklama yapmamış "Sadece o an öyle söyledim" demişti. "Kapşonlu pelerinlerim buradayken nasıl gitmiş olabilirim ?" Bir sürü kapşonlu pelerini vardı; ipli yakalılar, bel altından kesilenler, bordo olanlar, deri olanlar, düğmeliler. Motorlardan birini alıp öylece çekip gitmişti. Dönüşünde inanılmaz ruh halimin sevinçli hayretinden biraz şaşkın ama yine de öfkeyle ve kızgınlıkla karışmış tuhaf bir sesle "Ne yaptın peki?" diye sorabildim sadece yüzüme bakıp anlayışsızlığıma hayretle "Av" dedi kısaca. Motorun arkasına atmış olduğu yavru geyiği göstererek. "Daha büyük bir tanesi için seçme şansım olmadı" diye açıklamıştı Penny'nin itirazını şimdiden savuşturmak isteyerek. Omuzundan belini saran okunu ve sadağını çıkarttı. "Avı seviyorum, sinirlerimi gevşetiyor, şimdi iyiyim. O şeyleri daha sonra da konuşabiliriz" 


Ve dünya yeniden geri dönmüştü.


"Zamanın sonuna dek sana aidim"


Botlarının üstünde kukuletalı tek parça orta çağ pelerinini andıran  koyu renkli standart kıyafetleri vardı. Onu daima bu kapşonlu pelerinlerle görüyordum, kukuletası olmadığında da yine de omuzları örten kolları içeride kalan ince bir pelerin giyiyordu. Deri olanları, ipek olanları, kış battaniyesi gibi ince ve sıcak tutanları. Onların hepsini aynı yerden bulduğunu anlattı bir gün ve hepsi aynı terzinin elinden çıkmışlardı "Bu kızın evi." Fotoğrafını gösterdi. Kendisine çok benziyordu. Polina. Gözünde değişik bir ışık dolaştı sanki. "Ve hepsini aldım" Aklımdaki, yani sadece söylemek istediğim onları çok seviyordum, seni onlarsız düşünemiyorumdu ama bunun yerine "Sen çok tuhafsın zaman zaman" dedim. "Onlardan bazıları da seni çok seviyorlardır" dedi Yeva yine aynı tuhaflıkla. "Polinanın evini görmüş olabilirsin, buraya batı yönünden gelmişseniz yol kenarında dikkatinizi çekmiştir, her yanı sarmaşıklarla örtülü bir konak. Anımsadım. "Çok tuhaf bir havası vardı" dedim. "Biri kedi biri baykuş çizimli iki büyük taş vardır bahçede." dedi Yeva. "Onlardan biri Polinanın mezarıdır, Doğal bir ölüm olmadığı belliydi ama mezarı açmamıştık." Orada sanki herşey sessiz bir sır perdesinin arkasında kaybolmak ister gibiydi.



Yeva'ya baktım. Onun olağanüstü varlığı nasıl kelimelere dökülürse dökülsün romantik aşkın bir hali gibi görünüyordu. Bu da etrafta dolaşırken aramızdan biriymiş gibi hareket etmesine yakın yarattığı yanılgılardan biriydi. Yeva'nın geçmiş zamanların, tarihin yazılmamış barbar dönemlerinin unutulmuş tapınaklarından kalan bir tanrıça olup olmadığını düşündüğüm çok oldu. Ymir, Tarım, Erlik'le birlikte at koşturmuştu belki onlarca yıl ve şimdi de buradaydı. O bunlara gülümsüyor ve kahvenin bitip bitmediğini soruyordu. "Kahve?" Yerini gösterdim. "Senin varlığınla kutsanmış diğer varlıkların arasında" Kutsal kuşlar kutsal çimenler ve bütün öteki şeyler. Ona,bunu küstahlık olarak görmeseydim, sen nasıl mümkün olabiliyorsun ki diye sormak isterdim. Satranç tahtasında hamle sırasını beklemeden istediği an istediği yere gidebilen turkuaz şimdiyse bordo renkli tuhaf bir taş gibi. 


Yeva ve dünyanın geri kalanı birbirlerinden ayrı ayrı şeylerdi.



Gece göğünün sessiz gölgeleri yaklaşıyor

Kanlı kılıçlar ateşin etrafında birleşiyor

Çayır cadıları çığlık atarak kutluyorlar

Gelen yeni bir günü yeni bir zamanı


Kurt sürüsü karlı ormanda sessizce yürüyor

Gri gök yağmur bulutları taşıyor

Periler efendilerine haber veriyor

Gelen yeni bir günü yeni bir zamanı


















Dokuzuncu Bölüm          

Kır Çiçekleri


Kirlenmiş bölgeler o kadar çok ve büyüktü ki hayatta kalanlar olarak küçük dar alanlara hapis edilmiştik. Radyasyonla kirlenmiş bölgelerin tehlikeli kesişim bölgeleri ve aralarından geçip gidebileceğiniz dar koridorları vardı. Haritamızda bu göl bölgesi de ara koridorlardan biri olarak işaretlenmişti ancak burada su kenarına yakın ormanlık alanlarda küçük su birikintilerini kirleten pek çok hayvan leşi vardı. İçme sularını tamamlamamız ve tazelememiz için göle ulaşmamız gerekiyordu.

 

Geçmişin gölgeleri etrafımızı sarıyor

Onları kesip atabilirim

Gecenin gölgeleri


Uzaklarda yalnız bir kurt

Sisli bir aydınlıkta

Hepimiz rüzgarın şarkısını duyabiliriz

Ama ayaz  bastırdığında soğuk  tipinin içinde

Onunla yürüyen klandır


Yeva vardığımız açıklıkta arabalardan çıkıp kıra dağılırken aşağı yukarı şunları söyledi:


Kaybolan sesler gotik bir binada

Son defa yankılanan taş duvarlarda

Labirentlerde kaybolan fareler

Kaynak ölümlülerin çok uzağında


Ona baktım. Her zamanki alışıldık başka herşeyi dışarıda bırakan sessiz huzuru içinde olduğumuz kır ve içinden geçtiğimiz ormanla birleşmişti.


Doğa vahşi ve vahşet şimdi huzur veriyor

Uyuyan bir gölü şefkatle uyandıran sessiz bir yağmur gibi

 

Tenhalarda fısıldayan bir gece baykuşu

Yıldızlar kar taneleri gibi parıldıyor

Ve geceleri dökülüyorlar ıssız kıyılara

Sen daima ayın kaybolan yüzünde saklanıyorsun

 

Cehennemi uzaklaştıran sensin Yeva

Ve cenneti yaklaştıran

Kuytu mağaralarda saklı işaretler

Suların altında mercan adalarının

Olağanüstü sessiz dünyası

Çorak,ıssız ve uçsuz bucaksız bozkır toprakları

Sen, ayın kaybolan yüzünde saklanıyorsun


Tepelere doğru hoş kokulu çiçek tarlaları  manzaraları beyaz, sarı, turuncu ama hep pastel boyalarla  özenle ama dağınıkça kümelenmiş halde çizilmiş gibi uzayıp gidiyordu. Pastel boyalarla yapılmış bir resim gibi renklerin tonları yoktu ve onlara buğulu bir camın ardından bakıyor gibi mat bir izlenim bırakıyorlardı. Rüzgar tepenin gerisindeki eflatun çiçekleri dalgalandırarak esiyor ve sonra aşağılarda boşluğa dalga dalga yayılıyordu. Burada çok fazla çiçek bir arada yaşıyordu. Sıklamen, tavşan kulağı, yabani iris, çiğdem,  papatya türleri, nergis, süpürge çiçeği, yoncalar, gelincikler, zakkum, ebe gümeci, hançer çiçekleri, yabani kekik, hercai menekşe, düğün çiçeği.  Yer yer açık yeşil ve kırmızılarla beneklenmiş pastel tonlardaki çiçek tarlaları mavi bir deniz gibi dalgalanıyor, bu mavi ve eflatun deniz birbirlerinin üstünü mükemmel biçimde örten balık sırtı pulları gibi toprağı kapatıyor ve hafif bir meltemle hareket ettikçe parıldıyorlardı.



rüzgarın ve ateşin şarkısını dinle sessiz kırlarda

sen gümüşün sakince eriyip aktığı bir bedensin

yağmur altında uçan kuşları sen seyrediyorsun

ateş ve toprak eriyen bir gümüş gibi sana dökülüyor

nehirin ruhu bir su perisinde görünüyor

dünya yeniden şekilleniyor


bazen kediler bana seni anımsatıyor

onlara yavaşça göz kırpıyorum

(Bu onların birbirlerini selamlama şekilleridir)

fırtınada suların toplandığı kanal boyunca dolaşıyorum

 


Yeva inşaat öncesi satın aldığı arazide mühendisleriyle dolaşan bir iş adamı ciddiyetiyle "Bu benim teklifim ve bu da yüzüğüm" dedi.  Çiçek sapından biraz önce gözümün önünde ördüğü yüzüğü parmağıma geçirmesine izin verdim. ".... oğlu .... seni beğendim ve aldım". Ona baktım "Şimdi sadakat ve sevgin üzerine birşeyler söylemen gerekiyor" dedi fısıldar gibi. "Sadakatim ve sevgim sonsuza dek seninledir Yeva" dedim. Romantik aşkı anımsatan ancak daha derin ve tutkulu bir bağın sembolik ve garip törenlerinden biri olmalıydı. 


bir büyük beyaz kurdun nefesi

kör cadının gözleri

güzel Yeva'nın saçları


bu bir büyü

şimdi anlayabilirsin beni


Oda bana aynı uyakla şu dizeleri okudu.


parlak zırhlı ejderhanın pulları

unutulmuş bir büyücünün sırları

güçlü ve kutsal savaşçının kanı


bu bir büyü

şimdi yaklaşabilirsin bana

 

Dağların uğultusunu dinledik. Rüzgarın dağın kavislerinden geçerken çıkardığı uğultunun da gerisinde başka bir ton daha vardı. "Aşağıda bir yerlerde temiz su olmalı" dedim. Bir çağıltıyı anımsatıyordu.Taştan oyma kilisenin arkasında kayaların içinden gelen kaynak suyu ufak bir şelaleyle bulunduğumuz tepenin arkasından göle akıyordu. Uğultunun kavisli bir şekilde oyulmuş bu kubbeden ve zarifçe şekillendirilmiş büyük sütunlarından gelen yankısını dinledik. Muhtemelen kiliseyi inşa ederken çıkardıkları taşlarla yapılmış taş bir köprüde durduk. Sadece sıkıştırılarak örme taştan yapılmış kavisli bir köprüydü. Köprünün arkları dar ve yüksekti. Dünyada olan biten herşeyin sonunda hala ayakta kalmış eski dünyanın harikuladelerinden biriydi. Yosunlarla kaplıydı ve altından sular akıyordu hala. Kurbağa seslerine döndüm. Yeşilleri matlaşmış neredeyse gri kurbağalardı.


Su kıyısını takip ettik. Ölü hayvanlar gördük yine. Bu bölge eski bir doğal yaşam parkıydı. "Savaştan sonra anlaşılan sadece kurtlar hayatta kalmışlar" dedi pati izlerini göstererek. "Ama başka hayvanlar yoksa ne yiyorlar?" Uzaklardan seslenen Penny "İnsanları parçalamışlar" dedi. "...ama parçalara dokunmamışlar sadece kendilerini savunmuş olabilirler ama hiç kurt leşi yoktu önceki bölgede." "Onlar değil" dedim izlere bakarak. Bu noktada kalabalığın arasına varlığının dedikodularının uzun zaman telsizlerde dolaştığı o  tuhaf evrimleşmiş canavar girmiş ve çıkmış olmalıydı. İnsanlar onun peşindeyken kurtlarla karşılaşmış, insanlar kurtları öldürmüşler ancak yaratık bazılarının leşini serdikten sonra kaçmış olmalıydı. Derin ve büyük pati izlerine yeniden göz gezdirdim. Karanehirin sularında yaşayan bu çeşit bir canavardan söz edildiği kulağımıza gelmişti. Bu sanki eskiden bu bölgede çokça yaşayan büyük bir kara ayının izleriydi ve onun şiiri eski ve köklü ama şimdi uzak  seslerden besleniyordu.


Otoriter rejimler demokrasi ile cezalandırılır

Ben büyük bir kara ayıyım

Ormanımdan çıkın


Hiçbirşey getirmediniz aslında yeni

Hiçbirşey daha iyi değil ve olmadı

Karıncalara oy hakkı verilseydi

Zebraları yönetmeye kalkarlardı

Demokrasi çürümüş bir boktur

Ve ormanda herşey yerli yerindedir


Parslar bunu anlasın

Maymunlar geri çekilsin

Kurt klanları desteklesin

Saraylar  ve savaşlar geri dönsün


Ben büyük bir kara ayıyım

Su içme hakkı için dövüşüyorum

Ağaçları yakan ve hepimizi tek tek avlayan

Aynı kirli korkunç insan zekasıdır


Buradan gidin, defolun buradan

Evinize dönün yok edilmeden önce

İnsan bedenlerine kilitlenip

Yeraltındaki tek kişilik hücrelere

Tek tek yerleştirilmeden önce


Ben büyük bir kara ayıyım

Su içme hakkı için dövüşüyorum

Ormanımdan çıkın












Onuncu Bölüm

Son Adamlar



Kaçırdığımız itfaiye aracını temiz su kaynağına götürüp dolmasını beklerken kırlara ve leşlerle dolu tuhaf ormana yayılmıştık. Sessizce oluşmuş sınır hattının iki yanında kümelenmeler oluşmasından konuşuyorduk. Telsiz konuşmalarından alınan bilgi beklenen büyük savaşın yer yer başladığı ve buraya da geleceği yönündeydi. Shelly "geçenlerde" elini burnunun sadece ucu açık kalacak biçimde yuvarlağına alaycı biçimde dokunarak "Erik, nah ve empty ortak bir parti yaptı. Full beat, chill out underground." "Farelere ekmek yok" sloganı altında birleşmiş görünüyorlardı. 

"Undergroundla bir alakası yok" dedi Yeva [ru] "Real underground is always silence" (*Gerçek yeraltı daima sessizdir) "Sevinmemiz mi gerekiyor bilmiyorum, çünkü bu aslında tedirginlik verici saflar netleşiyor, büyük bir şeyler başlamak üzere." Batıda içinde pek çok kalenin bulunduğu site savaşları halini alan çatışmalar uzlaştırıcı çıkarcı ortaklıklara gitmiş ve oradan büyük tek bir güç doğmuştu.


Göl şimdi yükselen güneşin altında zümrüt yeşili ve turkuaz renklerindeydi ancak endüstriyel, sanayi atıkları karışmış deniz gibi tuhaf normal olmayan bir parlaklıktaydı. Sessizliği parçalayan leş yiyici kargaların gak gakalarını duyuyorduk. Sürü halinde kara bir gölge gibi kalkıp başka bir ağaca benek benek konarak yerleşiyorlardı. Arkasında yükselen büyük kayalıktan uzak bir helikopter sesi geliyordu sonra görünür oldu kapkara ve askeri teçhizat taşıyan türden, önünde ve arkasında iki pervanesi olanlardandı. 

 Askeri helikopter gölün üzerine alçalırken gölün sularını etrafa savuruyordu, pervanelerinin uğultulu yüksek sesi konuşmayı olanaksız kılıyordu. Alçaldıklarında eğitimli komandolara benzeyen kamuflajlarını giymiş halde bir grup asker gölün sığ bir noktasına atlayarak iniş yaptı ve oradan karaya çıktılar. "Siz gece köpekleri olmalısınız bundan sonra birim 36 olarak anılacaksınız." dedi öndeki. Asker kaçakları için uygulanan savaş zamanı doğrudan infaz kararını sonraki konuşmaların bir yerinde hatırlatacaklardı. 

"Aranızda bir Jacky olması gerekiyor"

Jacky elini kaldırdı.

"Teknik donanım, telsiz ve istihbarat, tebrik ederim" 

Jacky yüzbaşı olmuştu. Elindeki pır pırı uzattı, bunu elbisesinin üstüne dikmesi gerekiyordu. Görev yerleri akşam telsizden açıklanacaktı. Şifreli konuşmalar için gerekli kağıtları teslim aldım. 

"Buraya yoldan çıkmış jelibon bir ayıyı bulmak üzere geldik" diye açıkladı.

"Görevlendirildiniz" diye düzelttim.

"Geldik" diye tekrarladı. "Biz son adamlarız."

Taş köprünün yakınında saklanan su tankerimize ve eski moda  itfaiye aracımıza baktılar. Uzun süre kaldığımız eski bölgemizde yaşadığımız su kıtlığının sebebi olan kızların uzun duşları sonucu bu aşırı görünen tedbir onları güldürdü. Onları leşlere götürdük. Asker elindeki barkod okumaya yarayan alete benzeyen şeyi çalıştırdı. Yeşil ekranındaki ibreyi takip ederek "Hayvanlar zehirli başka bir şey yemiş olmalılar" dedi. "Radyasyon seviyesi oldukça düşük burada" Alet leşlere yaklaşırken ötmeye başlıyor uzaklaştığımızda  kesiliyordu. "Bunu yapan tuhaf bir evrim geçirmiş olan o canavar olmalı. Diş izlerine bak kemiklerine dek parçalamış."  "Burada kalmamalısınız." dedi aralarından biri "Tehlikeli bir bölge. Her taraftan tehdide açık ve sürekli özellikle yağmacı gezginlerin uğrak yeri." Ona yerliler ve gezginler için ormandaki ana su kaynağının kıyısından sırayla su içen hayvanlar gibi bir çeşit sessiz anlaşmayla birbirlerine ilişmedikleri tuhaf bir yer olduğunu anlattım. Savaş sonunda bizi de bulmuştu ve leşlerin sahibi jelibon ayıyı aradığımız gergin bir bekleyiş içindeydik.   


"Nerede ölü ağaç varsa orada balık boldur ama burada su kirletildi, siz galiba asıl kaynağı arıyorsunuz" dedi. "Yeraltı suyunu" "Şimdilik bu şelale işimizi görüyor" dedi Yeva. Yeraltı suyu buradan açığa çıkıp akarak aşağı dökülüyordu. Kırmızı böceklerden birini eline alan Piper suları kaynatıp klorladığımızı açıklasa da tehlike devam ediyordu. Şelaleyi bulduğumuz yeri işaret etti.  

Birim-36 ismiyle görev yapabilir ya da görmezlikten gelip muhtemelen Gnosis dağı yakınlarında yakalanıp savaş kaçağı olarak herhangi bir açıklama yapılmadan kurşuna dizilebilirdik. Seçim şansı bırakılmamıştı. İletişim kuracağım frekansı verip geçici dövme ile numaraladıkları kolumuza birim 36 diye damgalandıktan sonra "Burada gizli bir araştırma mı?"  Sorumu tamamlamadan neden bahsetmek istediğimi anlamış halde "Şu tuhaf canavar mı?" diye kesti adam. "Yeşil, yemyeşil, baya yeşil, jelibona benziyor, şeffaf. Onu gördünüz mü?" "Hayır ancak leş izlerinde fark ettiğiniz gibi belirgin, sadece bir hayvanın yapamayacağı farklı izler var." "Muhtemelen göldedir şimdi, bizim işimiz değil" diye açıkladı. "Büyük şirketlerin muhtemelen, biz onu bulup yok etmeye çalışıyoruz. Üreme kapasitesinin olup olmadığını bilmiyoruz çünkü ve eğer varsa" "Bu kadar yeter " diye bağırdı yüksek rütbelilerden biri. "Daha önce onu bir leşle çağırdık ve üstüne ateş edilmesinin yararsız olduğunu gördük." Tüfekten ne çıkarsa çıksın gövdesinde kayboluyor ve asitli suya atılmış gibi eriyordu. Bizim midemizde de çivi eriten bir mekanizma vardı ama onda bu bütün vücuduna yayılmış gibiydi. "Bir çeşit adam boyunda sümüklü böcekle solucan arası bir şey, biz jelibon diyoruz." diye açıkladı.

Küçük balon toplarını göstererek "Bunların midesine gitmesi gerekiyor. dedi. Koynundan çıkardığı haçı öpen askerlerden biri, şöyle seslendi

Göklerin krallığının öfkeli şövalyeleri

İnsanoğlunun kavrayışsızlığı, bitimsiz boşluk

Karanlık günler parçalanıyor

Ben kahrolası pis bir kar küreyiciyim

Üstüne ateş etmeden önce yanlarında getirdikleri yarı canlı bir hayvanla yakalamayı deneyeceklerdi. Karnını yarıp topları yavru bir koyunun içine yerleştirdiler. Kuzunun etrafındaki sulara kan bulaştırıp geri çekildiler. Kısa bir süre sonra kıyıda jelibonu andıran canavarımsı  o yaratık belirdi. Anlattıklarına benziyordu. "Bu tarafa geliyor" dedi adam. "Bize doğru, kaçmıyor, yer değiştirelim" Yarım bir daire çizerek yarı canlı hayvanın arkasına doğru yer değiştirdik. Bizim kokularımızı da bir çeşit av olarak algılıyordu. "Hiç kimse ateş etmesin" Leşi sıvı balon toplarıyla birlikte yedikten bir süre sonra üzerine tuz dökülmüş sümüklü böcek gibi kıvranmaya başladı. Hemen ardından olduğu yerde ıslak bir izi kalmıştı sadece. Muhtemelen geçmişte büyük bir kara ayıydı, bu bölgede çokça bulunuyor, doğal yaşam parkında yaşıyorlardı. Büyük kara ayı kendi gecesinin şiirini sessizce yazarak aramızdan kaybolmuştu.


Parçalayan canavarın zamanın çoğunu suda geçirdiğini düşündüren bir derisi vardı ama balinalar gibi dışarda nefes alıyordu. Kimyasallarla değişime uğramış artık büyük bir çeşit jelibon biçiminde  ayıyı andıracak biçimde içi büyük oranda şeffaf ve parçalayıcı dişleri ile korkutucuydu. Ayının sessiz şarkısını duymuş gibi irkildi bir an haçını öpen savaşçı. Bir başka gecenin ayazına tutulmuş gibi. Fısıltıları yanan günün içinde kayboldu son defa. Savaşçı klanların ayı, kurt ya da pars gibi hayvan ataları aklına gelmişti.


 Ayı asitle kaybolan çürümüş bir leş gibi tam olarak ortadan kalktıktan sonra ağaçların altında toplandık. Çürümekte olan devrilmiş ardıç ağaçlarına baktım. Gövdelerinin yarısı toprağa batmış haldeydi. Sığ sularda kayalıklara gövdelerini çarparak batmış ahşap yelkenlileri andırıyorlardı. Hala gövdelerine yuva yapmış çokça böcek ve gövdelerinden çıkan bitkilerle dolu tuhaf bir yaşam sürüyordu. Boşluklarını kaplamış yosunlar, gövdelerinden bitmiş ipek gibi yumuşak ama çoğu zehirli renkli mantarlar, devrilmiş gövdenin iç boşluğunda yaşayan hayvanlar, gezinen böcekler ve onların yuvalarıyla yaşlı ağaçlar ölü olsalar da hala hayat doluydular. Son adamlardan başka bir asker topladıklarını uzatarak "Bunlar yenilebilir" dedi.

Konuşmalarından çıkarttığım kadarıyla; Birinci grup, Ortak Savaş Kurulu: Bölgenin yerleşikleri, İnanmışlar, İdealist motorcular, Güreşçiler Tümeni, Kaynakçılar, Fasulyeler,  Fransız Materyalistleri ve diğer geri kalanlar ve onları takip edenlerdi. Savan kraliçeleri savaş başlarken bu gruptayken daha sonra dünya savaşında İtalyanın yaptığı gibi taraf değiştirerek bizim bulunduğumuz bölgeye gelmişti. İkinci grup Birim 14 e yani son adamlara  bağlı olanlar: Fenomonoloji, wittgenstein, absürdizm, sezgicilik, shopenhauer, diğer sağanakçıların bir kısmı ve onların takipçileri bu bölgenin yerleşik sakinleri ve şimdi de Gece köpekleriydi. "Limana en yakın yer burası burada olmalıyız" diye onayladı Shelly içinde bulunduğumuz durumu ağaçların arasından çıkan yemişleri yerken.


Transandantal, aşkın alan sakinleri, gnosis dağının ermişleri ve ötesinde uzanan kurtuluş limancılarının büyük çoğu sıcak çatışmaların ve savaşın dışında kalmışlardı.


Savaş basit bir kaynak çatışması gibi başlamıştı. Önce karşılıklı hamleler sadece kaynaklar için yapılmış gibi görünüyordu ancak daha sonra büyümüş ve etrafa sıçramıştı.  Başlangıçta yeni kaynakçılar materyalistlere saldırmış, materyalistlerse fasulyeleri önlerine katarak kovalayarak onlardan kaçmıştı. Fasulyeler de bizim güney duvarını bombalamaya başlamışlardı. Daha sonra eski tartışmalar durulmuş, burayı organize eden kendilerine Birim 14 diyen grup gibi o bölgeyi de materyalistler organize etmiş bir çeşit savaş kurulu oluşturmuş, yeni ortaklıklar kurulmuştu. 


Böylece ayıya tuzak kurulup ortadan kaldırılan günün akşamında ev kalemize dönmüştük ve telsiz mesajlarıyla  gelen bilgiyle buraya yakın bir bölgeye doğru sabaha karşı yola çıktık. Burası yakın temasın sağlandığı bir sıcak cephe noktasıydı.











Onbirinci Bölüm 

Mekanın Sırları


Tanrı'dan yana olma

Onun buna ihtiyacı yok.

Tanrı gibi ol

O, hiç kimsenin (yanında) değildir.


Thresherduarn'ın Kaybolan Duvarlar Kitabı



Geldiğimiz ilk saat eskiler tarafından bulunduğumuz yerin stratejik konumuna odaklanmıştık. Duvarlarda açıklamasız yazılar vardır.


Kabulleniş Boşluğu.The Doors.Şimdi kendimizi nasıl hissediyoruz çok merak ediyorum. Kanlı günün anısına. Defolun köpekler. Geri geleceğiz.


Anlaşıldığına göre bazukaların mermilerinin bulunduğu bir dönemde bu kat karşılıklı olarak birkaç defa el değiştirmişti.  Boş votka şişelerini ayağımla ittim. Ev boyamak için kullanılan boya rulosu ve kestirme fırçasıyla duvarlara büyük ve belirsiz şekilller çizilmişti.


Şehir düşüyor. Komutan Harper. FM. Göç yolları. Şükran gününde gelebilir. Girls,Girls,Girls. Mötley Crüe. Tren bileti.


Bir zamanlar ne anlama geldiğine dair bir işaret taşımayan bu yazılar ve desenler içinde bulunduğumuz parçalanmış katların ruhuydu.


Hamile olan doğurmak üzere olan Penny bebek ve çocukların korunduğu uzak bir çiftliğe gönderilmişlerdi. Yeva şimdilik ona eşlik ediyor ve geri dönmesi bekleniyordu. Gece köpeklerinin gelmesiyle birlikte burada eskiden bulunan grup daha ileri bir çatışma bölgesine gitmişti. Burası terkedilmiş dört katlı merkezi köşeden gören bir apartmandı. Çoğu kapı ve pencere yerlerinden sökülmüş, her yer patlamalarla dağılmış haldeydi. Ön pencereden bakılınca gelecek zırhlıları durdurmak için konulmuş üç büyük demirin birbirine geçmesinden oluşan bariyerler görünüyordu. Karşı apartmanlarda zaman zaman ışıklar yanıp sönerdi. Karanlıkta da kalsalar orada oldukları her daim hissediliyor, bağrışmaları duyuluyordu. Giden eskilerin anlattığına göre bir gün biten sigara karşılığında bir kutu konserve fırlatmışlardı birbirlerine. Aslında onlarla aramızdaki en büyük karşıtlık eski düşmanları fasulyeleri desteklemelerinden geliyordu.  Biz etrafı kolaçan ederken ve keşfetmeye çalışırken güney yönünde yeniden bombalama başlamıştı. 



Batı yönünde birleşme tamamlanmadan önce de güney yönünden çatışma sesleri geliyordu. Geriden Fransız Materyalistlerinden büyük ve tam bir yenilgi almış fasulyeler ki kendilerine üniformalarından ötürü gri kahramanlar diyorlardı, o yöndeki askeriyenin malzemelerini almış ve yine ilerlemek isteyen materyalistlerin baskısıyla geri gelip güney surlarını dövüyor ve cephanelerini boşa tüketiyorlardı. Bir defa şehirden içeri sızmayı denemişlerse de tanklarına yapıştırılıp kaçılan bombalar ve terk edilmiş binalardan açılan yaylım ateşleriyle geri çekilmişlerdi. Fasulyelerin denebilirdi ki tek problemleri açlıktı. Karınlarını doyduklarında ise fare gibi yavrulamaya ve hızla üremeye başlıyorlardı ki bu da ilk probleme onları geri götürüyordu. Burada istenmiyor ve sevilmiyorlardı. Herhangi bir işaretleri de olmadığı halde tıpkı yüzleri damgalanmış eski çağın hırsızları gibi herkes tarafından kolayca tanınabiliyorlardı. Onlarda savaşta eski düşmanları Fransız materyalistlerle işbirliğine gitmiş olsalar da hatta absurdizm ve sezgicilerle de yanyana durabilecek kayıtsızlığa sahip olsalar da her halükarda ön saflarda cepheye sürülecek bir kalabalık olarak görünüyorlardı. İçinde bulunduğumuz kentin konseyi fasulyelerin elindeki top fırlatan obüsleri için onların anladıkları ve çok sevdikleri biçimde patates teklif etmeyi önermesi gündeme gelmişti ancak bir işe yaramayacağı cephanelerinin de az kaldığı yakında basit birer kamyondan bir farkları kalmayacağına kanaat getirilince vazgeçilmişti. Değerli olan hafif çatışma silahlarıydı. Bir uçak filosu ve piyade tüfekleri yan yana konulsa şu anda herkesin eli piyade tüfeklerine gidiyordu. Öyle yada böyle içinden çıkmak zorunda kalacağınız tanklarsa bu bölgede arazi savaşı olmadığından değersizdi. Kaldıki sezgiciler paletleri parçalayan bir mekanizma geliştirmişlerdi Biri gitmekte olan tanka hızla yaklaşıp paletinin aşağı ve yukarısına aynı anda kanca atıyordu. Kancaları bağlayan demir geriliyor ve kopup patlarken palet dağılıyordu. Böylece eski tankları işlevsiz bırakmak için eğitimsiz bir piyade birliğinin yaklaşması bile yeterliydi.  Sesler kesilmişti.  Bir başka gün daha dağı taşı bombaladıktan sonra ayrılıyorlardı. Sadece duvarlar ve apartmanlardan oluşan surların önüne gelip bağırıp çağırıp gitselerdi de aşağı yukarı buna tekabül ediyordu. Cephanelerini tüketiyorlardı. Karşılık vermiyorduk.




Buradaki amaçları ise zırhlıları şehre sokabilmek için gereken engelleyici bariyerlerin en azından yer yer ortadan kaldırılmasıydı ancak yaklaşamıyorlardı. Gece köpeklerinin ateşi altındadırlar. Bizim öncelikli görevimiz burayı korumaktı. Jacky'ye görev çıkmış ve o da gitmiş, günler sonra geri dönmüştü. Daha sonra Joe ayrılmıştı. Sokak çatışmalarının yoğunlaştığı sıcak bir çatışma bölgesine cephane ve yiyecek götüreceklerdi. Nöbetler bir güne yakın tutulduğundan eve geri döndüğümüzde uzun ve kesintisiz bir uyku bizi bekliyor oluyordu. Dönmek için kendi araçlarımızı kullanıyorduk. Böyle bir gece geç nöbetinin sonunda sinirlerim gerilmiş nedensiz bir öfkeyle dolu halde patlamaların boşluklarıyla açılmış pervaza yaklaşmıştım. Karşı tarafın gölgeleri görünüyordu.


Onların iradesiz satranç taşlarına benzediklerini düşünüyordum. Karşı apartmana bunu haykırdım. Biz daha farklı mıydık? Satranç taşları gibi dizilmiştik apartman katlarına, uzak cephe hatlarının sınırlarına, araçlara, zırhlılara, karargah çadırlarına. Hareket etmiyorduk, edemiyorduk kolayca ancak satranç tahtasında kendi karelerinde duran kalelerin ve atların çatışma onlara gitgide yaklaştıkça artan gerilimi vardı her bir savaşçıda.


özgür irade


"Özgürlük bireyin kendi seçimlerini yapabilme ve eylemlerini belirleyebilme kapasitesi olarak tanımlanabilirse", Bekledi. Gölgelerin arasından "Tamamdır" anlamında baş parmağımı kaldırdım. Devam etti.


 "Bu durumda özgürlükçü bir argüman olarak bireyin kendi seçimlerini yapabilme yeteneği olduğu söylenebilir. Böylece özgürce yaptığı seçimlerin sonuçlarını etkileyebilecek ve etkilenecektir.


Bizler özgür savaşçılarız cephelerimizde sıralanmış ve yine özgür savaşçılar görüyoruz karşımızda. Bu bakımdan yaptıklarınızın sonuçlarını yaşayacaksınız size bunları yaşatacağız."



"Sen özgürlüğü aldığında bana determinizmi bıraktın. Determinizmin perspektifine göre her olay bir önceki olay tarafından belirlendiği için özgür bir iradenin olmadığını ortaya koyar. Satranç tahtasındaki taşlara sorulsa özgür olduklarını söyleyeceklerdir. Oysa determinist argümana göre  olay evreninin belirli ve buraya dikkat, öngörülebilir yasalarla işlediğini ve bu yasalara uygun olarak her olayın belirlendiğini öne sürer. Bilimin de dinamosu ve temel mottosu budur. Etrafımızdaki herşeyi kuşatan bilimin yaptıkları değil mi? Buna göre bireylerin seçimleri de dahil olmak üzere herşey zaten önceden belirlenmiştir ve özgürlük aslında sadece ilüzyondur. Hatta daha da ileri götürürsek evren doğa yasalarıyla çalışan bir makinedir. Nedeni ve amacı belirsizdir."


Kısa sürede onunla sabaha dek tartışabileceğimizi anlamıştım. Tartışmanın kendi iç mantığını derinden anlıyordu.


doğa yasaları


"Öyleyse tek araştırabileceğimiz bu makineyi kurup işleten tanrının ya da üstün bir varlığın doğa yasalarının ruhu ve anlamı üzerine düşünmek araştırmak. Tanrının yaratılış planıyla uyumlu olarak evrenin nasıl işlediğini bulmaktır. Ya da farklı iradi özelliklere sahip farklı varlık tabakalarından söz etmeliyiz. Yani bu durumda en kutsal görev bilimle uğraşmak gibi görünüyor ama yapılanların sonuçlarını şimdi yaşıyoruz ve nereye vardığımızı açıkça dünyaya bakarak görebilirsin. Senin nedenselliğini şimdi ben alırsam çıkacak sonuç materyalist ya da bilimsel yaklaşıma göre doğa yasalarının evrenin kendi iç dinamikleri ve yapısıyla belirlendiğidir. Burada iradeye yer kalmıyor. İronik biçimde yaptıklarımızda da özgür oluruz çünkü tamamen belirlenmişiz. Suç ve ceza kavramları anlamsızlaştığı gibi ahlak da temel bir manevi değer olarak sorgulanma evrenine geri düşer. İstediğin bu muydu, amacınız bu muydu?"


"Doğa yasalarının mutlak ve zorunlu ve değişmez olup olmadığı, sorulması gereken ilk sorudur bu noktada. Belki o varlık tabakalarında fiziksel ve zorunlu ilk tabakadan yukarı organik olana doğru ilerledikçe iradenin görünür olduğu ve arttığı düşünülebilir. Ama daha önemlisi biraz mistik bir yaklaşımla yasaların ruhunun sorgulanmasıdır. İlkin yasalar keşfedilirler mi yani içeriden dışarıya mı çıkartılırlar yoksa olayların oluşundaki ortaklığa yasa mı deriz? Bu ikisi ayrı mıdır? Olaylar bir oluş nehrinde özgürce akarlar ve biz nehir yatağına bakarak ortak çizgilerini ortaya çıkartırız ve öngörülere ve buradan giderek oluşu belirlemeye başlarız. Başladığımız noktaya geri mi dönüyoruz şimdi, hayır bu akşamüstü rüzgarının sıcak esintisi bizi yasaların ruhunu araştırırken kalbe götürüyor. Bir başka ve daha üst bir düzeyden ya da daha derin bir düzeyden yeniden algılanırsa yasaların ruhunu araştırırken bir çeşit olma sanatının fiilini sanat olarak buluyorum. Burada olayların yaratılmasının arkasında bir amaç, bir anlam ve yararın ve amaçlılığının ötesinde kaldığı için güzellik bulunuyor. Bütün bilim adamları sosyal bilimciler gibi hatta teorik fizikçiler  dahi bu güzelliğin ışıltılı çekiciğinden kendilerini alıkoyamıyorlar ve estetik olan kuramlara aynı ve benzer kesinlikte veriler göz önüne alındığında düşünülebilecek ve kabul edilebilecek diğerlerine tercih ediyorlar. "


"Olanın güzel oluşuna ilişkin sağduyulu bir önyargı mı var?"


"Bilemiyorum ama açıkça güzellik ideasından pay almış olan bir açıklamayı her durumda diğer teorilere tercih ediyorlar."


sanat algısı


"Yaradılışta ve evrenin işleyişinde bir güzellik bulmak ya da bulmaya çalışmak açıkça bizi sanata götürüyor. Gördüğümüz sanat gerçekte biz keşfetmeden önce de orada mıydı yoksa biz onu algılarken bu algı bir bakış açısı gibi yaratılıyor mu? Çünkü eğer yaratılıyorsa bana göre orada sanat adına bir şey yoktur. Oradaki şey'dir sadece belirli bir biçimde algılanmadığında. Buradan sanat eserleri tam olarak hangi noktada üretilmektedir sorusuna geliyoruz. Sanat eserini sanat eseri yapan şey onu algılayan kişinin deneyimlediği duygu, düşünce ve yorumdur. Yani sanat tam olarak algılanıldığında gerçekleşir. Uzay boşluğunda çok güzel, güzel oluşuyla da yararının ötesine çıkarak sanat eseri diyebileceğimiz bir masa düşünelim. Bu masa algılanmadığında ve belirli bir biçimde algılanmadığında sanat eseri değildir."


"Sanatın varlığı ve değeri yaratıldığında başlar ve ondan bağımsız olarak algılanabilir diyorum. Yani sanat eseri kimse onu belirli bir biçimde algılamasa bile bir şey olmanın ötesinde bir anlama ve değere sahiptir. Çok güzel tasarlanmış bir silah düşünelim. Mekaniği kusursuz, şıkır şıkır işliyor. Mermileri alışı, şarjörünün takılışındaki tıkırtıya kadar kusursuz. Ve bu fikrin işlenişi mükemmel olmuş olsun, bir tasarım harikası. Şimdi o sadece onu anlayanın elinde mi bir sanat eseri değer kazanır? Hayır o ilk üretildiğinde hatta kağıt üzerinde ilk tasarlandığında da bir sanattı. O kağıtlara göz gezdirenler belli bir estetik doyum yaşadılar. Böylece uzaya bırakılmış bu çeşit bir masa ya da henüz notalar halinde yazılmış halde  kusursuz bir müzik eseri çalınmadığında piyanonun üzerinde dururken dahi bir sanat eseridir. Yani bu içeridedir biz onu bir gözle çekip alırız. Dışarıdan algılanan bir şey değildir. Bu da bizi bir sanatsal yaratım olarak evrenin içinde kendisinin mi bir anlama  sahip olduğunu yoksa sadece bakanın gözünde yeni bir algı olarak yaratıldığında mı estetik bir varoluşa sahip olduğunu sorar."





kabulleniş erdemli midir?


"Ve tabi anlam nerededir diye sormak zorundasın. Algılayandan geliyorsa evrenin anlamı o halde sanatın ortaya çıktığı nokta algılanan an ve algılayana dairdir. Kendinde anlam kendinde şey yoktur, ifadesini teslim etmek zorunda kalırız. Ama eğer bir sanat eseri olarak evren bir tanrı tasarımı olarak değerlendirilirse bu tersine döner. Biz gerçekte mükemmel bir varlığın eserlerini müşahede ediyorsak olanı olduğu gibi kabul etmeli ve akış yaşantısında kalmalıyız. Akış yaşantısı var olanın içinde durumu ve şartları aslında herşeyi kabulleniş ve duru bir hisle onunla akmaktan ibarettir. Ama burada şu handikap ortaya çıkar. Olanı bu kabulleniş ve akış içinde olmak bize başkalarına da bu kabullenişi zorla kabul etmesi için baskı yapma hakkını verir mi? Çünkü bu durumda inancımız ve davranışlarımız birbirinden uyumsuz olacaktır. "



"Bazı durumlarda kabullenmek olumlu bir adım olabilir, çünkü sorunları anlamak ve onlarla başa çıkmak gerekir. Ancak her durum için kabulleniş erdemli veya uygun olmayabilir. Örneğin haksızlığa uğranılmış bir durumu kabullenmek  adil olmayabilir. Öyleyse bağlamına göre değerlendirilmelidir. Böylece mükemmel bir varlık olarak Tanrının yarattığı evreni olduğu gibi kabul etmelimiyiz sorusu derin bir maneviyat ve inanç meselesidir. Evrenin ve hayatın doğal akışını kabullenmenin manasının içinde böylece savaşı ve çatışmayı da doğanın içinde olduğu haliyle kabul etmek de bir bakış açısıdır."


"Sadece son bir soru daha, o son gelen büyük kutular neydi? Bizim gibi açlık çekmiyorsunuz anlaşılan"


"Hayır onlar drone kutuları. Size dronelarla saldıracağız."


"Seni hergele hamlemizi neden söylüyorsun" diye sıkıştırdı  Jacky "Bilmiyorum galiba sinirlendim" diye geçiştirdim. Sinirlendirildiğimde ağzıma gelen herşeyi söylediğimi biliyorlardı. Gerçek, doğrudan ve can acıtıcı. Joe'nun döndüğü gün çatışma başlayacaktı.



Vahşeti gözlerden okuduğunda durulan sakin ruh sen misin?

Yaşamın, zamanın,  toprağın ve ateşin sihriyle şekillendin

Sonsuzluğun gizli mührüyle içinde kaybolduğumuz 

                                                 gri sisin içine mühürlendin

Gelen yeni bir güne dek, yeni bir zamana dek


(Ateşin başında toplananlar kimler?

Karanlık sırları taşıyacaklar mı yeni bir zamana?

Çevrilemeyen fısıltıların döküldüğü dudaklar onlarınki mi?

Seni anlayamıyorum yaşlı zamanın gizemli kalesi )

















Onikinci Bölüm            

Çatışma


Düşüyorum  yeniden, kötü rüyalar

Tutunacak hiçbir yer yok

Gölgelerini toplamaya geliyor karanlıkta saklanan


Giderek kararıyor, bir ışık gibi patlıyor sonra

Patlamaların beyaz dalgaları hızla büyüyerek her yöne

Sarsıyor, yıkıyor duvarları ve camları parçalıyor

Bu boşluktan onu izliyorum


Ertesi gün onların bölgesinde sokakta dolaşan gece gölgeleriyle birlikte karanlıkta saklananlar binaya bir robot yollamışlardı. Sinekkuşu robot gerçek bir sinekkuşu büyüklüğündeydi ve tıpkı onun gibi havada sabit kalarak uçabiliyor ve kendi etrafında dönebiliyordu. Bize doğru dönüp bizi gördüğünde bizim de onları fark ettiğimizi anladılar. Gözlem için yollamışlardı. Joe, pencereye geri dönmeden üstüne birkaç el ateş edip düşürdü. Aynı saatlerde telsizden mayınlı arazide hareket edebilmek için çita isimli bir robotumuz olduğunu ve yaylım ateşinde parçalandığını öğrenmiştik.


Gece dronelarla saldırdık. Pencereden havalanıp hızla karşıya yönelen bu uçan makineler sanki şimdi  demir bir kubbeye çarpmış gibi düşüyorlardı. Karşı tarafın makineli tüfeklerinin hızlı ve gürültülü tak takaları altında dronelar hedeflerine varıp patlamadan etkisiz hale getiriliyorlardı. 


Çok geçmeden bize yakın boşluklara yaklaştıklarında ateş ettiğimiz için geriden bir mancınık düzeni yardımıyla hazırladıkları el bombalarını fırlatmaya başladılar. Karşı atakları şiddetli olmuştu. Herkes nöbet tuttuğumuz bu katı terk edip aşağıya inmişti ancak sesler hala cehennem gibiydi. Her patlamadan sonra uğultular kulaklarımızda kalıyor yine de hızlıca kata geri dönmenin zamanını kolluyorduk. 


Askerlerden birinin travma sonrası stres bozukluğu vardı. Kendinden geçmiş halde yerde yatmış ve kulaklarını elleriyle kapatmıştı. Bir diğeri düzenli olarak depresyon ilaçları aldığını gösterdi eliyle büyük bir kutuyu işaret ederek. Normal biri yoktu aslında. Onlara kendimizi yeniden tanıttık. Joe ve ben bipolardık. Herşey sanki gizemli bir içsel dünyada biz istesekte istemesek de bize karşıtıyla geliyordu. Ve bu karşıtlık içsel bir gerilim yaratıyor ve bu iki uca doğru ayrı ayrı çeken gerilim bizi hırpalıyordu. Jacky çoğunlukla sinirli ve zaman zaman alkolik denecek derecede çok içiyordu, Penny kendisi kabul etmese de ruh halinin manik çıkışları vardı ve bununla bizim gibi ilaçlar olmadan mücadele etmek onu yorgun düşürmüştü. Shelly sürekli depresifti ve zaman zaman gelen anksiyete ve hissettirmemeye çalıştığı panik atak nöbetleri geçiriyordu. Piper da hareketli çocuklar gibi odaklanamama problemi vardı. Kitapları karıştırmış ve nihayet dikkat eksikliği ve hiperaktivite tanısı koymuştu kendisine. Ama Rosa iyiydi. Bunu ilk defa yeni bir şey gibi keşfetmiştim. Kedinin yanımızda olmadığını fark ettiğimizde artık sesler kesilmişti.


İki karşılıklı düşman kat arasında gidip gelen Turuncu ve gri iki kediden biri ortada yoktu. İki taraf tarafından da seviliyor, iki taraftan da mama almalarına karşın ancak karınlarını doyurabiliyorlardı. Son bombalamada bu kedilerden biri olan gri renkli tekirin bizim katta ölmüş olduğu fark edilmişti ve şimdi iki tarafta birbirini suçluyordu. Cesedinin duruşu itibariyle droneları yöneten ve bombardımanda parçalanan dizüstü bilgisayarın yanındaki öğleden sonrasından kalan patatesleri almaya uğraşırken can verdiği anlaşılıyordu. Bizimle birlikte hızlıca katı terk edememişti.




Sabaha karşı yeni bir birliğin karşılıklı piyade tüfeği atışları arasında hızlıca sokağın karşısına bizim tarafa geçtiklerini gördük. Daha sonradan telsiz anonslarından anladığımız kadarıyla intikam birliği gibi bir isimleri olan bu birlik sadece kılıçlarla ateşli silahlara dokunmadan dövüşüyorlardı. Mutlak dogmalara sahiplerdi ve bu dogmaların ne olduğunu tartışmaya açmadıkları gibi herhangi bir açıklama da yapmıyorlar ancak hayatlarını bu gizemli dogmalara uygun olarak şekillendiriyorlardı. Demir kalkanları başları üstünde sokağı geçtikten sonra aşağı katta atışlarımıza karşı şimdi aynı kalkanları barikat olarak kullanıyorlardı. Zemin katta çatışma başladığında önce üst katlara çıkamamaları için koridor koridor savaşılıyordu. Daha sonra ilk kat merdivenini geçip bize yaklaştıklarında sis bombası fırlatıp maske taktıklarında geri çekildik. Jacky bizi iki gruba ayırmış ilk grup yukarıda konuşlanmış lav silahlarını getirmeye yollanmışken bizim bölüğümüz hızlı ve sert kılıçlı savaşçılar oldukları anlaşılmış dogmatikleri yavaşlatmaya çalışıyordu. Sarmal kat merdiveni dönerek yukarı çıkıyor apartmanı bir iç koridordan geçerek yeni bir kata varıyordu. Jacky çizgiyi buraya çekerek "Onları tam bu noktada durdurmak zorundayız" dedi. Dar bir geçiş alanıydı. Şimdiden aşağı katta ağır bir yaralımız vardı ancak dogmatikler esir almadan dövüştüklerinden ona ölü olarak bakıyorduk. Geri çekilir gibi  yaptığımız bir ara kalkanlarını bırakarak kılıçlarıyla saldırıya geçtiler ancak hızlıca geri döndük ve alev silahlarıyla onları geri püsküttük. Alev silahlarının dar koridora yaydığı ateş topaklarına, karşı koyamadıkları yükseklikteki lavları arasında en az ikisinin canlı canlı yanarak can verdiklerine tanık olduk ancak geri dönerlerken cesetleri de beraberlerinde çekip götürdüklerinden sayı doğrulanamadı. Joe yaralanmış, Piper kolunu sardıktan sonra eve gönderilmişti.



Yeniden düşüyorum, bir cephenin sıfır noktasına

Hatırladığım yeri bulamıyorum

Kendine dönük özlemler

Hatırladığım kişi olmak istiyorum

Gölgelerini toplamaya gelecek karanlıkta saklanan

Onu özlüyor, bekliyor ve arıyorum


Çirkin bir kaplan görmedim hiç görülemez de

Çirkin bir kurda da rastlamadım

Hiçbir yer fazla uzak değil

Ama herhangi birine de ulaşamıyorum



Büyük bir kaleden içeri giriyorum

Kapı arkamdan kapanıyor,şimdi kilitli

Ve kale bir labirente dönüşüyor

Hiçbir çıkışın olmadığı


Sessiz gölgeler sokağın karşısına vuruyor

Öğleden sonrası yolu ıssız bir çöle doğru savuruyor

 











Onüçüncü Bölüm            

Karanlığın Yüreği 


Sakin geçen günlerin ardından yeni savaşçılar gelmişti. Yeni gelenlerin ilk yaptıkları girişe tuzaklar döşemek oldu. Onlara apartmanı ayrıntısıyla anlattıktan sonra geri çekildik. Gece köpekleri Bergson'un bölgesinde görev almıştı. Şehir uzaktı.Eve döndüğümüzde buraya ilk geldiğimiz zaman ektiğimiz çürümüş patatesleri kontrol ettik. Hala büyümemişlerdi. Eve yayıldık ve dönüşlerde silahlarımızın bakımını yapmak için yere yaydığımız bezi kaldırdık. Arabaları yerleştirmeye başladık. Mühimmatla yüklü bir kamyonu getirip bırakmışlardı. Onun da son kontrollerini yapıyorduk.

Gece başlamış yağmurun gürültüsü hala dinmemişti. İçeride lambaları yaktığımız gökyüzünü karartan fena sağanaklardandı. İçeride anlamsız bir mutluluk havası vardı. Sırılsıklam halde Yeva girdi içeriye. Güney surlarının yakınına kadar otobüsle gelmişti ama şehirde araç bulamamıştı. Bisikletle bırakmışlardı. Dışarıdaki bisikletin başındaki yolcuyu içeri çağırdık ama elini kaldırıp kendini sağanağın altında bisikletini yeniden sürmeye terk etti. Halinde bundan mutluluk duyduğunu hissettiren birşey vardı. Yeva içeri ilk girdiğinde "Bu yağmur sel getirir" dedi. Herkese tek tek sarılırken Penny'nin gittiği büyük çiftlikte mutlu olduğunu pek çok annenin ona eşlik ettiğini anlattı.

Konvoy öğleden sonra yağmur altında yeniden yollara düşmüştü. Geceki fırtınada yerlerinden sökülmüş ağaçlar, içleri sürüklenmiş yapraklar ve ufak bitkilerle dolarak doğal  bir mağarayı andıran terk edilmiş binalar, yol kenarlarında artık mermileri bulunamadığından sağa sola saçılmış yağmurun ıslaklığıyla parlayan metalin parlak grisiyle silahlar, kendi hallerine bırakılmış  kapı ve pencereleri açık araçlar vardı. Bizim gibi görev yolundaki bazı askerler de araçlarını kenara çekmiş hala uyuyorlardı. Korna çaldık. Sonra delik deşik edilmiş kırmızı büyük bir Coca Cola tabelasından sonra uçsuz bucaksız görünen çöl başladı. Evrenin açıklamasız boşluğunu anımsatan kum tepelerinden sonra bir dağı yamaçlarından kıvrılarak geçtik. Yağmur burada şiddetlenmişti. Şehir aşağıda ağır sağanak altında can çekişiyordu. Doğa tuhaflaşmış geçen kışlar da çok yumuşak neredeyse hiç kar yağmadan sadece sağanaklarla geçip gidiyordu. Araçlarımızı yüksek bir yere konumlandırıp aşağıya baktık. Sel her şeyi söküp önüne katarak götürüyordu.  Yarısına kadar suyla dolmuş otobüsler, etraflarındaki binalara çarparak sürüklenen arabalar, portatif inşa edilmiş villa tarzı evler temellerinden kurtulmuş, önlerindeki çim bahçelerinin bir kısmıyla birlikte sürüklenir, suyun üstünde bazı hayvanlar ve ev sakinleriyle birlikte yüzerken dünya tuhaf bir masal gezegenini anımsatıyordu. Bunların arasında dolaşmaya başlamış deniz motorları bu evlere ya da araçlarının tepesine çıkmış halde bekleyenlere yaklaşıp, onları yine metruh, terk edilmiş ve sel sularıyla çevrili binalardan birine bırakıp hızla uzaklaşıyor ve selin kalbine geri dönüyorlardı. Burada mola vereceğimiz aşikardı. Telsizi çalıştırıp buradakilerle bağlantı kurduk. Çalışmalara katılmak için bir deniz motoru istedik. Onlara göre bunu yapan yeterince insan vardı. Problemleri sel sularını merkezden tahliye etmekti. Evlerden birine girip önümüze açılan şehir haritasını inceledik. Sular dağlardan geliyor, caddeler boyunca akıyor ve merkezde gidecek bir yer bulamayınca sıkışıyorlardı. Dışarı çıktık. Rosa "Stadyumun arkasındaki girişi patlatmalıyız" dedi. "Oradan su göl tarafındaki caddeyi bir kanal olarak kullanarak aşağı akacaktır. Böylece su tamamen tahliye edilebilir." Yağmur yeniden gökten boşanırcasına yoğunlaşmış, sular perde perde yüzümüze çarpıyordu. Yeniden içeri girdik. Patlayıcıları almak için Rosa motorlardan biriyle gitti. Aslında su motorları olmadığında biz de bu binada esir kalmış sayılırdık. Selin ve sağanağın esiri. Patlayıcılarla döndüğünde yağmur yeniden çiselemeye dönmüştü. Selin hareketi ve karmaşası içinde deniz motoruyla eski stadyuma doğru sürdük. Burada sular ve insanlar da hayli sakinlemişlerdi. Beyzbol sahasında su topu oynayan bir kalabalık vardı. Herşeyi kolaylıkla ve hızla kabullenmeleri insanları ve askerleri gülümsetiyordu. Karşı yerden çıkışın sokağa rastlayacak bölgesini haritadan daha önce hesaplamıştık. Zaman ayarlı patlayıcıları yerleştirip oradakileri uzaklaştırdık. Çekildiğimiz arkamızdaki dev binanın gölgesindeki otobüs terminalinin üst katlarının birinden patlamayı ve sonra suların patlayan bölgeye doğru hücum etmesini izledik. Önce sakin sular boşluğa doğru hızla akın etmiş ardından onların bıraktığı yerlere caddenin seli hızla akmaya başlamıştı. Şehrin bu kısmından sular büyük oranda kısa zamanda çekilmişti. Yeniden araçlarımıza yürüdük ve konvoy yavaşça hareket etti. Yolun üstünde dağınıkça ortaya çıkan kırık dökük eşyalar, parçalanmış plastik sandalyeler, ters dönmüş göl kayıkları, gövdeleri kırılmış bisikletli yunuslar, zaman zaman çekme halatı kullandığımız arabalar, ev eşyaları ve başka engelleri almak için şehirden çıkana kadar sıkça durup kalkmak zorundaydık. Şehir sona erdiğinde yeniden bodur ağaçları ve yol kenarlarını kaplayan vahşi çalılarıyla uçsuz bucaksız bozkır başladı. 


Vardığımız şehir neredeyse tamamen kuşatılmış, bir çeşit mahremiyet bölgesiydi. Hazırladığımız kamyonu bizi bekleyen bağlantıda olduğumuz evin önüne çektik. Malları ve mühimmatları indirmeye başladılar. Burada bütün gün sokak çatışmaları sürüyordu ve gece sanki olağanüstü hal emirleri inmiş gibi herkes evlerine çekiliyor, hava karardıktan sonra sokaklar boşalıyordu.


Joe ile birlikte böyle akşamların birinde kovalamacalı bir hareketliliğin içindeyken ve uzak bir sınırda düşmanı bölgeden kovaladığımızı sanırken hemen arkamızdan duyulan ani bir sesle irkildik. Ellerimizi kaldırdık. Çatışma bölgesinde rehin alınmıştık. Ellerimiz arkada kelepçelenip önce araçlara bindirilip ardından önce dar koridorlar ve ardından geniş ve boş koridorların sonunda gerideki taş evlerden birine götürüldük. Şömine yanıyordu. 


Düşman "Bu bölgede tamamen yasaklanmış yayınlar bulundu" dedi suçlayıcı biçimde. "Yaratıcı tekamül ve Bilincin Dolayımsız Verileri Üzerine" Joe'ya onları üstünde taşımamasını söylemiştim. Ona baktım ters ters. Şimdi düşman sayfa sayfa açıp paragraf paragraf okuyarak alay ediyor eleştiriyor yerden yere vuruyordu. Bilinen bütün klasik bilgi edinme yöntemlerine, materyalizmin özüne ve analitik kavrayışa baştan sona hakaret içeriyordu ona göre bu eserler. Geldiği yolu inkar ediyorlardı ona göre.


"Bak bak" dedi. Yanındakini de dinlemesi için zorlayarak "Etikte sezgiye dayanarak etik önermelerinin doğrulanmasını, kabulünü veya reddedilmesini tanımlar. " Güldüler. "Kanunları böyle yazdığımızı düşünsene. Buna göre sezgiye uyumlu etik önermesi kabul edilebilir. "


"Baylar kopyaları çok değerlidir, Savaştan sonra giderken onları da yanımıza almak üzere saklanmasını..."


Paragraf paragraf okumayı kesip birdenbire şömineye atarak yanmasını seyretmeye koyulmuştu.


Kollarımız arkada bağlı sandalyede otururken sessizce olanları izlemek dışında yapabileceğimiz bir şey yoktu.


Düşüncelerimizi inkar edersek bu defa bu yönden yeniden savaşa devam edebilir ya da savaşın sonuna kadar esaret altında tutulabilirdik.


 "Bergson'a göre, bilime metafizik, metafiziğe bilim katmak gerekir. Söylediği buydu aslında." dedim. "Bilime metafizik katmakla, bilimin bilgi bakımından bizi tamamen sınırlayan tutumunu genişletme, metafiziğe bilimi katmakla da metafiziği boş kuruntulardan, soyut kavramlardan kurtarma umudunu taşır.  Birçok düşünürü, gerçekliği kavramak için sezgi süreçlerinin soyut rasyonalizm ve bilimden daha anlamlı olduğuna ikna etmiştir. Statik imge ve kavramların ötesinde, dinamik ve bütünsel kavrayışı sezgi sağlar. Evren bir makine değil, sürekli bir yaratıcılık sürecidir, bu kendi kendini doğuran değişim, gizemli bir yaşam gücü tarafından yönlendirilir."

Düşman "Entellektüel bilginin gerçekliği tam olarak kavrayamadığını, duygusal bilginin ise gerçeğin derinliklerine nüfuz edebildiğini savunuyordu her satırda inatla." dedi. "Ama bunu yaparken hala entellektüel bilginin alanını ve biçimini, yöntemini kullanıyordu. Haa çelişki! Bergson belkide sezgisel bilginin en yüksek düzeyinin aktarım yolu olarak sanatı arıyordu da adı aklına gelememişti kimbilir. Yani eksikliğini iddia ettiği bilgiyle gerçekliğe erişmeye uğraşmıştı. Bu apaçık bir çelişki."

"Gerçekliğin derinden kavranışı için

zeka yerine sezgiyi koyması ürkütüyor sizleri.

Gerçek bilincin aşamalarının ötesindedir. Bilinç sadece evrensel gerçekliğin yüzeyine ulaşabilir. 

Her an bir sonraki an içinde erir ve geçmiş varlıkta daima temsil edilir, buradan varolan hiçbirşeyin nihai olarak yok olamayacağı da söylenebilir."

Ortak bir yol arıyordum hala biryerlerde uzlaşabilmek adına.

"Bilimin gerçeklik konusunda asıl bilgi kaynağı olduğunu reddeden bir adamdan alabileceğimiz hiçbir şey yok bizim."


"Çünkü bilim  yaşamın dinamik özüne yaklaşamıyordu." dedim. "Varlıkları bize oldukları gibi veren bilgi, sezgidir. Bergson'da bu kavram daha da özel bir anlamda gerçeği dolaysızca kavrama yetisi olarak belirtilmiş, algıların ve zihnin bir tür birleşiminden müteşekkil ..."


"O zaman hepimiz kafamızı dumanlayıp Pink Floyd dinleyelim. Al sana gerçek, öyle mi. Saçmalık"


Tartışmanın bir anlamı yoktu. Bizi ertesi gün yeniden araçlara bindirip cephe gerisinde bir esir kampına yerleştirmişlerdi.



 Gelen haberlere göre daha doğrusu esir kampında hızla değişerek yayılan dedikodulara göre Doğu ve Batı bloğu, savaşın bu iki karanlık yüzü uzun zamandır ortadaki tepeler için savaşıyorlardı. Tepeler ele geçiriliyor ve kaybediliyordu, haftalardır böyleydi bu. Doğu ve Batı bloklarının arasındaki bu savaşı kazanan akılın tüm dünyanın bütün gerçekliğini kendi istediği biçimde şekillendireceğini biliyorlar ve yeni bir medeniyeti inşa edeceklerinin farkındalardı yine de nihai bir netice alamıyorlardı. Ancak bir genç kızın sevgilisi öte tarafta kalmıştı ve herkesin umutsuzlaştığı cephe hattında kısa bir ateşkes için bir umut ışığı doğmuştu. Bizler bu umut ışığının savaş rehinelerinin karşılıklı iade edilmelerine dek gideceğini bekliyor, öyle umuyorduk. Savaşın bu yöndeki iki cephe kumandanı da bunun bir yere gitmeyeceğini görüyorlardı, karamsar bir atmosfer her tarafa hakim olmuştu. Dedikodulara göre komutanlardan biri diğerine gizli bir mesaj göndermişti ki bu cephenin Doğu ve Batı komutanları çarpışmaların durulduğu bir sabah alacakaranlıkta buluşmuşlardı. Komutan "Sadece bu kadının geçip gitmesini istiyorum ve adam da senin birliğinde, bu daha ne kadar sürecek belli değil, bizim için hiç umut yok, biz buralara savaşmak için çok uzaklardan geldik ama onlar buralılar, bırakalım geçsinler"  minvalinde  bir şeyler söylemişti. Bunları dinleyen komutan kızın casusluk edeceğini düşündüğünden birliğindeki bu adamı karşı tarafa yollamaya razı olmuştu.  Konuşmadan saatler sonra bu kavuşma gerçekleşmiş ve onlar cephe gerisinde ve telsizlerin ve cephanelerin çok uzağındaki evlerden birine gönderilmişler ancak bu anlaşma genişlememiş ve rehine takasına dönmemişti.


Esir kampı günleri zordu. Kendilerinin bile baş edemediği en azılıları burada tepemize gardiyan olarak dikmişlerdi. Düşünceleri şuydu: Dışarıdaki şeylerin kendisine bir gönderme olarak kullandığımız isimlerin soyut kavramlar ya da matematiksel unsurlar gibi bir anlamı yoktur ve bir bilgi taşımazlar, böylece aralarındaki ilişkileri sembolize eden cümlelerin de yine soyut metinler ve matematiksel denklemlerde olduğu haliyle bir anlamı yoktur. Bu yüzden onlara göre herhangi bir konuda konuşmak yararsızdı. Sanki konuşmanın ortasında ellerini kaldırıp "sadece doğrudan şeyler" demişlerdi. "Tek yolu bu" Anlamlı tek konuşma tarzı mama, gel, rüzgar esiyor gibi şeylerdi ve çoğunlukla bu cümleleri kurmaya dahi lüzüm olmadığı açıktı. Yemekhanenin girişinde içeriden okuyabileceğimiz biçimde bizi bir çeşit sessizliğe davet eden harfleri yer yer yıpranmış ve silinmiş şu eski büyük yazı asılıydı.



Söylenebilir ne varsa, açıkça söylenebilir; 

üzerine konuşulamayan konusunda da

susmalı.

Wittgenstein 


Koğuşa getirilip götürülen tekerlekli kitap sandığının içinde çoğu niteliksiz romanlar arasında işe yarar sadece Spinoza, Törebilim'i bulmuş onu okuyordum. İnananlardan biri casusluktan ötürü suçlanmış olarak aramızdaydı. Ona göre çarpışmaları askıya alıp bütüncül bir yol aramak gerekiyordu. İşler tam bir yanılgıyla parça parça bölünmüş herkes kendi elindeki ile böbürlenmekte idi. Elindeki kitaptan bir parça okudu. 

"....Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde böldüler; her bir grup, kendi ellerinde olanla yetinip sevinmektedir." (Müminun suresi 53.ayet) Fakat onu bir daha görememiştim, cephe gerisinde uzak bir göreve yollanmış olmalıydı. Kalabalıkta sesi kaybolup gidenler arasındaydı. Savaş yakında neticesiz biçimde sona ermek üzereydi. 


Bu arada esir tutulan Savan Kraliçeleri'nin birinden gitmemiz gereken yolun haritasını ve ihtiyacımız olan anahtarı öğrenmiştik. Koğuş kapılarının baktığı ortadaki asfalt yolda yürüyerek gidip geliyor, kenarlara fazla yaklaştığımızda "Tel örgülere yaklaşmayın" seslenişlerini duyuyorduk. Ona Gece Köpekleri'nin doğu limanında iyi durumda gemiler olduğu bilgisini aldığını, eski dünya kıtalarına erişmek için bunlardan birine ulaşmaya çalıştığımızı anlattım. Kraliçe "Telsiz konuşmalarından çalınan bir tekneyi takip ettikleri kulağımıza gelmişti." dedi. Takip eden kendi gemileri en hızlıları Linda olduğundan başta onu ele geçirmeliydik. Aynı zamanda o muhtemelen en iyi korunanı da olacaktı. "Sizin aradığınız Linda, pek büyük olmamakla beraber amiral gemisi odur ve en hızlıları" Bize Linda'nın köprü anahtarlarının bir kopyasını eski şehirde bir usta çıkartabilirdi. Ama limancılara göre kıta geçişi herşeye rağmen mümkün değildi. Ne yapılırsa burada yapılmalı ve sorunlar çözüldüğünde yol kendiliğinden açılacaktı. Gizemli bir dil kullanıyorlar ve geçişin mistik bir yolla engellenmiş olduğuna inanıyorlardı. Gece köpekleri elbette buna aldırmayacaktı. Kraliçe 'siz bilirsiniz' anlamında başını salladı. Konuşmalarında yine onlar kadar tuhaf bir dil kullanmaktan geri kalmayan Eski şehirin sakinlerine götürecek yolun  haritasını çıkartarak ayrıntıları anlattı. Savaş kısa zaman sonra yerini anlamsız bir kutlama havası bırakarak sona erdi. Savaşın sonu kaybolan vaadlerinde sonu olmuştu. Savaşı bırakmayan tek tük birkaç savaşçı da iki taraftan zaman zaman bir araya gelip birbirlerini yok etmeleriyle sonuçlanan çatışmalar yaşıyor ve kendilerini yarım bırakılmış ya da ihanete uğramış gibi hissediyorlardı. Bu kutuplardan müteşekkil bağımsız savaş geçeceğimiz bölgelerde ve kuzeyde de bir iç çatışmalar yangını olarak devam ediyordu. Savaş düzeni son buluyor, çözülmeler hızlanıyor ve eski kaos geri dönüyordu. 

Ateşkesin hemen ardından rehinelerin değiş tokuşuyla beraber gece köpekleri yeniden bir araya gelmiş, onlara Linda gemisinin köprü anahtarını anlatmıştım. Konvoyu geceden hazırladık. Yola çıkacağımız sabah  karlı bir güne uyandık. Gece boyunca kar yağmıştı. Yumuşak adımlarımızın gergin gıcırtılar yaptığı sessiz kar bahçesine çıktık. Kar iri tanelerle yavaş yavaş yağmaya devam ediyor ve çatıların aralarında fısıltıya benzer soğuk bir rüzgar eserken bahçenin çiçeklerini ve her daim yeşil kalan güçlü çam  ağaçlarının üstünü yumuşak beyaz bir örtüyle kaplıyordu.


Bu kutsal kar sessizliğini bozan gece çiçekleri mi

Parıldayan beyaz ışık tanelerini izliyorum 

havada dolaşan

Uğultulu ayaz bir rüzgarın dağınık pervasızlığında

Karların içinde uyuyan sessizliğe  gömülüp 

yanıyorlar ardı arkasına

Sabah beni içine katıyor ve sessiz gri bir aydınlığın bir parçası oluyorum

Ama çiçeklerini sulayan gök onları örtüyor

Korumak ister gibi tıpkı ama ölüyorlar tek tek


Sabaha ne kadar var kutsal kar sessizliği?

Gece ışıklarının tanrısal parıltıları şimdi ne kadar uzak?


İşte yolun kızağını çeker gibi ilerliyor yeniden gece köpekleri

Yorgun, parçalanmış, uzak havlamalar duyuluyor sessizliğin içinde




 







Ondördüncü Bölüm            

Eski şehirin yolunda

Gece Köpekleri'nin üç araba ve bir karavandan konvoyu ilerledikçe, karlar eriyor, mevsimsiz karın ayazını yemiş ağaçların çiçekleri rüzgarla dökülüp dağılıyorlardı. Motorları bırakmıştık. Liman yolundaydık ama daha önce savaş görmemiş şehirlerin birinde uzak bir çiftliğe gidecektik.


Büyük çoğu son savaş sırasında kaçtıkları Gnosis dağından geri dönmüş, bahçedeki bitkilerini yarı vahşileşmiş kedileriyle birlikte büyümüş halde bulmuşlar, telsizden bir ihtiyaç listesi için çağrı yaptıklarından bizim için bir gereklilik olarak ortaya çıkmış yiyecek değişimi için çiftliğe gitmeye karar vermiştik. Onlara telsizden açıkladıkları malzemeleri toplamaya çalışıyorduk.

Çalışır durumda araba aküleri, bahçe makası, yeni bir traktör, kavanozlar, sıva alçısı, kürek, iki torba çimento, gaz lambaları... Yol boyunca tedarik ettikçe işaret koyuyorduk.


Telsizden bildirdiklerine göre kendilerine ait ufak bir değirmenleri de vardı ve un öğütüyorlardı. Gelenlere getirecekleri tedarikler karşılığında kendi bahçelerinden çıkan ve bayatlamayacak sebze turşuları, kurutulmuş meyve ve bu değirmenin öğüttüğü undan yapılmış bisküviler ve peksimet teklif ediliyordu. Bizse savaş zamanı dağıtılmış son ton balıklarımızı yiyorduk.


Malzemeleri ararken hemen bütün camları kırılmış büyük bir alışveriş merkezinin arkasında uzun dikdörtgen ahşap bir binanın altındaki kanallardan birinde küçük demir bir kapının arkasında zincirlerini kırarak girdiğimiz için Carlsberg  Zindanları adını verdiğimiz yerle karşılaştık. Ancak mahzenin her tarafını iri, ince belli, hızlı hareket eden kırmızı karıncalar sarmıştı. Bu serin mahzenin her tarafı Carlsberg'in yeşil şişeleriyle yüklü kasalarla doluydu. Onları taşımak için alabileceğimiz bir yerimiz yoktu ama L şeklindeki arkalığıyla tek başına üçer kasa alan el arabalarıyla kasalarca bira şişesini yakınlardaki boş bir tiyatro salonunun sahnesine taşıdık. Klasik metal baladları çalmak için de giriş noktası olan ışık odasına girip sahne ışıklarını açıp kırmızı kadifeden rahat seyirci koltuklarına yayıldık. Geceyi orada geçirecektik. Karıncalar hala sahnenin her yerindeydiler. Bizimle gelmişlerdi. 


Boş sıralara dağılmış halde savaşın şöyle ya da böyle, şu ya da bu biçimde sona ermesini kutluyorduk. Geceye doğru hepimiz sarhoş haldeyken büyük savaştan önce konservatuara hazırlanan Piper baştan sona bir tirad okumak üzere herşeyi susturdu ve üzerine bir spot aldı. Burası nükleer savaş döneminde de kullanılmıştı. Kendine ait bir jeneratörü vardı.


"Olmak ya da Olmamak işte bütün mesele!"


"Düşüncelerimizin katlanması mı güzel zalim kaderin yumruklarına oklarına,

Yoksa diretip bela denizlerine karşı, dur, yeter demesi mi?


Ölmek,uyumak sadece, 

Düşünün ki uyumakla bitebilir bütün acıları yüreğin, Çektiği bütün kahırları insanoğlunun


Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda o kötü,

Çünkü o ölüm uykularında, sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından, ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.


İşte bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan, 

Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına,

zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,

Sevgisinin kepaze edilmesine?


Kanunların bu kadar yavaş, yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine,iyilerin kötülere kul olmasına?


Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken

Kim ister bütün bunlara katlanmayı

Ağır bir hayatın altında inleyip terlemeyi?


Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa

O kimsenin gidip de dönmediği bilinmeyen dünya ürkütmese yüreğini

Bilmediğimiz belalara atılmaktansa, çektiklerine razı ediyor insanı.


Ve nice büyük yiğitçe atılışlar yollarını değiştirip bu yüzden bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar. 

Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor yürekten gelenin doğal rengini.


Ama sus, Bak güzel Ofelya geliyor, rüyalarımın kızı,

Dualarında unutma beni, ve bütün günahlarımı"


Bittiğinde çılgınca alkışladık. Ancak gecenin sonu  daha tuhaftı.


Shelly bacaklarını öndeki koltuklara açık halde koymuş bira içiyor, eteğini çekiştiriyor ve zaman zaman yeniden açılmış şarkılara eşlik ediyordu. O akşam çok daha fazla çekiciydi. Özel bir hali vardı. Uzlaşmaz çelişkiler. Kant’ın antinomilerine benziyordu. Sesiyse başka bir müzik gibiydi ve bedeninden hissedilir bir sıcaklık yayılıyordu.  Aramızdaki gerilimi yanımdaki Yeva'da farketmişti ama kıskanmak yerine bunun onu eğlendirdiğini hissediyordum. Shelly uzattığı muhteşem bacaklarını geriyor sonra dizlerini birbirine yaklaştırıp uzaklaştırarak ne yaptığının farkında değilmiş gibi arkasına yaslanıyordu. Sonra gözümün içine baka baka Jacky'yi çağırdı ve sahne arkasına geçtiler. Sesleri öyle gürültülüydü ki müziğin arasından sızıyordu. Sonunda Shelly'nin "Yeter yeter" diye bağırışlarıyla bu sahne sona erdi. Çaresizce bunu bana neredeyse zorla izlettirerek ne düşünmüştü bilmiyorum ama geri gelip yerine yaslanırken bana bakıp vahşi batı çizgi romanlarındaki yerli şefler gibi "Ugh" dedi. Ona yeniden aşık olmuştum. 


Jacky teknik olarak bir deha sayılabilirdi. Daha on yaşındayken bir kağıt uçak uçurtma yarışmasına katılmış, dereceye girememişse de yaptığı kanat ucu düzeltmesinin patendini almıştı. Sonra bu düzeltme gerçek savaş uçaklarında kullanılmaya başlanmış ve ailesine yüklü bir miktar para kazandırmıştı. Yaptığı uygulanabilir değişiklik ve kanat ucu kıvrımı uçağı daha hızlı uçurmuyordu ancak daha fazla süre havada kalmasını sağlıyordu ki bu da gerçek uçaklarda yakıt tasarrufuna yol açıyordu. Şimdi Piper'la birlikte sahne gerisinde buldukları kağıtlarla bu uçağı katlıyor ve seyirci koltuklarının arasına gönderiyorlardı. Fakat aldıkları para hiçbir işlerine yaramamış, savaş başlamıştı. Dört senede dünyaya hızla yayılmış nükleer ve kimyasal bombaların kullanılmasıyla arkasında harabeye dönmüş yüksek düzeyde radyasyona maruz kalmış bir yeryüzü bırakarak sona ermişti. Bankalardan insanlar paralarını çekemiyorlardı. Üretim durmuştu. İnternet ve telefon hatları çökmüştü. Paralarını çekebilenler de yüksek düzeyde paranın değer kaybetmesi sonucu ellerindeki koca bir desteyi sadece haftalık market alışverişine kullanır olmuşlardı; sonunda giderek para bir değişim değeri olma özellliğini kaybetmişti. Yağmalar başlamıştı. En son elektrik ve su sistemlerinin fişi çekildi. 


Piper keşfedilmiş mahzenden gelen L şeklindeki dolu el arabalarını sahnede kenara çekip, oyuncuların hazırlandıkları sahne arkasından çevire çevire yuvarlayarak getirdiği altı ayaklı yuvarlak masayı sahnenin ortasına yerleştirdi. Şimdi Matbeth'in cadılarının zamanıydı ve bu da onların kazanı olacaktı. Gaz yağıyla etrafını çevirip ateşe verdi. Bu defa tüm ışıkları söndürtmüş, sadece alevlerin ışığında oynuyordu. Cadıların birer birer replikleri alevlerin ışığında gelirken sahne arkasında karanlıktan çıkıp yanımıza gelmek isteyen Jacky gaz yağı şişesinin kalanını devirmiş, alevler hızla önce sahneye ardından tozlu perdelere yayılmıştı. Yandaki sahneye giriş merdivenini kaplayan petrol bazlı bukle halıların tutuşmasıyla beraber yangın kırmızı kadife koltuklara da yayıldı. Kolonlara tutunmuş ahşaplar birer birer kurtulup salona çatırdayarak düşüyorlardı. Kendimizi dışarı attık. Serin bir hava vardı. Tiyatroyu arkamızda alevler içinde bırakarak yeniden yola çıktık. 



Gideceğimiz çiftliğin insanları daha önce bahsettiğim gibi son savaştan kaçmışlardı. Kalanlar, baskınlar sırasında evlerinin içinden girilen gizli bir sığınağın ulaştığı kümeslerden kaçarak kurtulmuşlardı. Evleri onlara ulaşamayan Birim 14'ün askerleri tarafından iki defa yakılmış, başka bir eve geçmek yerine şimdi çiftliği yeniden tamir ediyorlardı. Ev yapımı şarap stoklarını da parçalamışlardı.


Geceyi şehrin merkezinde, bir zamanlar beş yıldızlı otel zincirlerinden biri olan Four Seasons'un geniş yataklarında geçirdikten sonra yaptığımız uzun bir yolculuğun sonunda ertesi akşam çiftliğe varmıştık.


Evin etrafında taç yaprakları sanki plastik gibi kalın ve dayanıklı turuncu çiçeklerle sarılıydı ve heryerde bir sürü kapı vardı. Yüksek sesle girişin nerede olduğunu sordum. Sorum, gevrek bir miyavlamayla yanıtlandı. Gri bir russian blue dikkatli gözlerle beni süzdü. Kapılardan biri açıldı. Kapıdakinin elinde bir av tüfeği vardı.



Kedileriyle birlikte yaşayan huzurlu ve sakin yaradılışlı bir topluluk gibi görünmekle birlikte  alt yapısında savaşa giden komşularından daha saçma bir fikir yatmaktaydı. Onlara göre etrafımızdaki dünyada tüm gerçeklik insana göre tanımlanmıştı bu da asıl gerçekliğin tabi eğer böyle bir gerçeklik varsa ve alternatif gerçekliklerin de uzağındaydı. Biz gerçeğe yaklaşmak için kendimize yabancılaşmalıydık. Bunun için buldukları yol dünyayı kedilere göre tanımlamak ve onların değer yargılarını benimsemekti. Silahlarına tırmık, pençe gibi isimler koymuşlardı. Bir metre yaklaşık üç pati atışı değerindeydi. Birbirlerini ve şeyleri kedilerin değer yargılarına göre yargılamaya çalışıyorlardı ki, burada söz olmayacaktı. Onların savına göre tıpkı Wittgenstein da olduğu  gibi herhangi bir felsefi problem de yoktu. Felsefenin tamamı olanın soyutlamaları, kavramlar ve şeylere verilmiş isimler üzerinden yapılmış tamamen kuramsal ve kurgusal bir yekündü. Bu çabanın tek değeri böyle bir çabanın anlamsızlığının vurgulanması ve kesinliğinin altını çizilmesine yardım etmesidir. Yani yeni wittgensteincılara göre, onları böyle tanımlamak yerinde olurdu; felsefe ilerlemiyordu çünkü tanımlamaları dille yapıyor ve pratik amaçlarla oluşmuş bu aracı çözümsüz bir alana taşıyorduk.  Felsefenin dilden kurtulup özgürleşmesi gerekiyordu ki bu da kedilerle mümkündü. Yanlarındaki Zen master olarak ünlenmiş, başka kediler arasındaki dövüşleri yönettiği söylenen sessiz kedi de bunları onaylar göründü.  Daha felsefe litaratürüne uygun şekilde tanınan kelimeler ile söylersek; insanlar aşkın olana duydukları özlemi tatmin etme düşüyle  'anlama yetisinin sınırlarını’ görebileceklerini düşündükleri sürece daha ötesine de bakacak ve araştıracaklardır ki bu da yararsız uğraşının sonsuz döngüsüne işaret eder.  Kediler tam olarak hali hazırda bunların farkındaymış gibi davranıyor olduklarından izlenmesi gereken tek yol onlarınkiydi. Bu da yine de iyi kötü bir fikirdi, sonrakiler yani Gnosis dağı yakınlarında neredeyse riyazete çekilmişlerin ve savaşı orada atlattıktan sonra şimdi geri gelenlerin durumu daha da ileriydi. Onlar fikir olarak ortaya konmuş donmuş kelimeler yığınını toptan reddediyorlardı. Basit şeyler dışında iletişim kurmak imkansızdı ama aralarına sızan bir grubu da onlar yakalamışlardı.

 

Bu grup kaynakları ele geçirmek için çiftlikte çalışmak üzere sızmış, hamlelerini yapmadan önce haftalarca ölü hücreler olarak beklemişlerdi. Hazır olduklarına inandıkları bir gün bu üç kişi kaynakları alıp ortadan kaybolmaya çalışmış fakat çıkışta tuzağa yakalanmışlardı. Gnosisçiler garajın kapısını kapatıp yanlarına gelmişlerdi. "Bu yaptığınız ve bu da ispat ve ibrazıdır ki hiç umudunuz yoktur artık bilesiniz. Sizi avlayan sizin körlüğünüzdür. Ve  vibing. Bizi biz yapan şey odur. Onları kolayca ayırıp izlemişlerdi. "if we are vibing, we are vibing" dedi kadınlardan biri sessizce. "Auraları göremiyorsunuz, vibingi hissedemiyorsunuz öyle zavallısız ki ilkel bir maymundan farksızsınız ve bizi avlamaya gelecek kadar aptal" Sonra onları daha önce aldıkları gibi çulsuz halleriyle kapının önüne koymuşlardı.


Malzemeleri arabalara yüklemiş, geniş tarlalarında geçen çok sıcak bir günün iç karartan akşamında çiftliğe geri dönüyorduk. Sanki Nietsche'nin kederli göklerinin altında, Albert Camus varoluşunun sıkıntısını yaşıyorduk.

 

"Bu diyalektik karşıtlık bu noktadan sonra transandantel, aşkın bir varoluşa ya da başka bir boyuta mı geçiyor, yoksa yine görüşecek miyiz?" diye sordu Jacky.

"Platon bizi bundan korusun" diye gülümsedi Piper.

Biz ordayken Joe, yakınlardaki başka büyük bir çiftlik ve bağ evinden Penny'yi ve orada doğurduğu yeni bebeğini alıp gelmişti. Bu Tom adını taktıkları bir oğlandı. Karavana yerleşmişlerdi. Yeniden yollardaydık. 

Tarlalardan sonra yeniden bozkır başlıyordu. Devrilmiş telefon direkleri, bir zamanlar bir savaşın parçası olmuş şimdi yosunlarla örtülü çok eski zırhlı birlikler, artık harabeye dönmüş yol üstü motelleri, terk edilmiş benzinciler, yine de ana depoyu tamamlamak için her seferinde inip kontrol ederdik, birbirlerine benzeyen viran halde boş kasabalar birbiri ardına yanımızdan geçtiler. Yeşil ormanın üstümüzü kapatan ağaçlarıyla alacakaranlığı başladığında av eti için birbirlerini de avlamaya hazır avcı çeteleri gördük, bize de yanlarından yavaşça geçerken düşmanca bakıyorlardı. Oraya buraya çekilip bırakılmış çalışmayan eski arabalar ve terk edilmiş trenler çürüyordu yolumuzu zaman zaman kesen paslanmış demir yollarında. 

Eski şehir'in girişinde yere yatmış Julia London'ın bacaklarının iki yana havaya doğru açtığı büyük bir reklam tabelası vardı. Bacaklarının etrafında roma rakamlarıyla çizilmiş saat başlarıyla çevriliydi. Tam olarak Julia London'ın bacaklarına göre onu beş geçen  bu saatin altında büyük büyük yazdığı gibi Love Time, aşk zamanıydı. Kenarında beyaz el yazısıyla now,şimdi yazan tabelanın kalan renkleri de eski bir vintage dönem plak kapağı gibi pastel tonlardaydı.


Ruhun sessiz kıyısına çekilmiş eski bir kayık

Ay ışığında akıntılarla yol almıştı günlerce

Nehri takip ederek ve daima ormanın içinde kalarak

Gelen yeni bir güne doğru gelen yeni bir zamana











Onbeşinci Bölüm            

Tavşanlar ve Avcılar


fidanlara konmuş kuşlar

gökyüzündeki güneş

bunların hepsi genç kıza

aşktan bahseder

işte bu şirin şarkı

Olimpia'nın şarkısı

ah! (içten gelerek söylenen

her şarkı yankılanırken

aşkla titreyen yüreğini

ayaklandırır insanın)

işte bu cici şarkı

Olimpia'nın şarkısı

Olimpia'nın şarkısı


(Hoffmann'ın masalları)


Eski şehir boş ve viran bir haldeydi. Ancak kısa süre sonra göreceğimiz gibi şehrin başka bir yüzü daha vardı. Opera binasının önünde tekinsiz bir kalabalık vardı.  Yaklaştık. Sessiz aldırmaz bakışlarla bizi süzüyorlardı. Onlara kısa sürede geliş hikayemizi anlattık ve bizi taş tünellerden karanlık bir yere götürdüler. Çok eskiden kentin insanları öldükten sonra gömülmüyor ve bu yeraltı odalarına yatırıyorlardı. Bu odada karşılıklı üçer ranza vardı. Tam olarak kemikleri kaldıktan sonra da kemikleri ve kafatasları diğerleriyle birlikte aynı odada köşede üst üste konuluyor, bu döşeksiz tahta ranzalara da yeni ölüler yatırılıyordu. İlk gece orada Yeva kaldı. Geceyi diğerleriyle birlikte esenlikte ve hoşnutlukla geçirdik. Bize iyi davranıyorlardı. 


Sabah kalktığında Yeva Anlattı;


Soğuk ve fırtınalı bir geceydi

Yağmurun içinde yürüyordum


Kasaba istasyonunda bir tren durdu

Demir kapıları açılıp yeniden kapandı.


Hiçkimse inmedi ve binmedi

Çıktığım büyük ahşap eve geri döndüm


Ama o benimle gelmişti, tavırları tuhaftı

Konuştuğunda görünür oluyor

Sustuğunda yavaşça siliniyordu


At arabasında benimleydi

İstasyondan gelen yalnız yolcu bir hayaletti


Fırtınanın ışıkları perdelerden odaya yansıyordu

Onunla isteği üzerine ormanda bir yürüyüşe çıktık


Bir geyiği bana doğru sürdü

Av tüfeğini ona doğrulttum ve tetiği çektim


Sırtında bir geyikle evde şöminenin başına yürüdü

Yere birazdan çizeceği şekillerinin arasına

geyiğin kanını sürdü


Kurbanlar daima masum olmalıdır Yeva, dedi

Gece uzunca önümüzde uzanıyordu ve

Konuşacak konularımız vardı


Bir tılsımı korumam gerekiyordu.

Bu bir kolye ya da değerli bir haç değildi


Eliyle yere çizdiği bir şekilden ibaretti.

Bu çizilen tılsımın bir gücü vardı.

Ama ancak korunduğu sürece bu sürüp giderdi


"Kimden?" dedim "Yanlış kullanıcılardan" dedi

Büyük bir yıldızın içinde birbirine bakan iki hilal vardı.


Yıldızın köşelerine çizdiği rünleri açıkladı tek tek

Bu bir simge değildi


Belirli bir biçimde kullanıldığında boyutların kapısını 

bir süre için açık tutardı


O boyuttan yabancılar da gelebilirdi

Rünleri korumak için gecenin gölgeleri de 


Sen bununla geceye ait bir savaşçısın  artık dedi

ve bir kılıç verdi


Onlar bu işaretin sırlarını bilirler, onu çizer

Kendi tehlikeli ve bencilce amaçları için kullanırlar


Ben altı koca hayat boyunca onları aradım

buldum ve yok ettim. 


Eşim ve çocuklarım oldu, burayı unutmuştum

Ama anlaşılan burada da tehlike yaklaşıyor olmalı


Sonra elimde bir kılıçla uyuyakaldım

Etrafımdaki herşeyde bir rüyanın parçaları olarak

Sisli bir karanlığın içine gömülüp gittiler



Bana hayaletin sadece son söylediği 

var kalan aklımda dedi Yeva

"Öğrendikçe anımsarsın"


Bir sonraki gece ölüler odasında ben yattım. Zehirli bir şey yemiş gibi çabucak uykuya daldım. Zayıf bir soluk alış verişi dışında dış dünyayla hiçbir bağım kalmamıştı.


Kalktığımda etrafımdaki ranzalarda hiç kimse yoktu. Sadece yanımda Yeva'nın bahsettiği kılıç duruyordu. Kılıcı kınına sokup sırtıma astım. Dönerek yukarı yükselen yangın çıkışını andıran demir bir merdivenden kalabalık bir caddeye çıktım. Burası geceleyin benim uyuduğum şehir değildi. Herşey çok değişik ve renkliydi. Kalabalık caddeyi boydan boya geçen tramvay da dahil herşey çalışıyordu. Terk edilmiş binaların pervazlarına oturmuş size donuk donuk bakan boş gözler yoktu. Karşı tarafta az önce benim terk ettiğime benzer fakat karşılıklı yatan büyük köpeklerle dolu ranzalar vardı. Büyük boy köpekler zaman zaman kalkıp iki patilerinin üzerinde ayakta yürüyerek gidip büyük bir kahve makinesinden kahve alıyorlar, caddeye doğru atılmış boş masalara oturup gazetelere bakıyor, bulmacalarını çözüyorlardı. Gözlüklü olan bir tanesi beni fark edip selam verdi. Kahveyi işaret etti. Teşekkür ettim. Bütün gün buradalardı. Ranzalardan aşağı sallanan sayısız büyük pati vardı. Metroyu arıyordum. İşaret etti. Yürümeye başladım. 


Bizi ölüler odasına götürenlerle karşılaştığımız operada Hofmann'ın masalları oynuyordu. Bana göre ardı ardına hayal kırıklığı ve hüsran yaşayacağı bir şarkıcı, makine olduğu ortaya çıkan bir bebek ve Venedikli bir fahişe aslında onu her daim yalnız bırakmayan esin perisinin değişik görünümleriydi. Ortada  Hera, Athena ve Afrodit  tarafından önerilen Paris'in tercihine benzer bir durum yoktu. Şık imparator penguenleri smokin giymiş gibi paytak paytak yürüyüşleriyle binaların birinden çıkıp bir başkasına girdiler. Onlar sürekli toplantı yapıyorlardı. Gürültünün geldiği yöne baktım.  


Tavşanlar gemi azıya almış, melon şapkalılardan birinin meydandaki büyük heykelini ellerindeki çekiç ve balyozlarla parçalıyorladı. Sonunda parça parça heykeli kaidesinden devirdiler ve yerde tekmelemeye başladılar.



Sanki çok uzun zamandır burada yaşıyormuşum gibi geliyordu. Dükkanların birine yaklaştım. Beni tanıyor ve selamlıyorlardı. Burada her renkte ve çeşitlilikte donut vardı. Vitrin boy boy bu donutlarla kaplıydı. Yansımama baktım. Kararlı bir yüz, geniş bir çene, yuvarlak bir avcı şapkası. Bildiğim şeyleri nereden bildiğimi bilmiyordum. Metroya yaklaştıkça bazen şapkasını koruyan bir melon şapkalı bazen su tabancasını yoklayan bir tavşan ya da şemsiyesini açan küçük köpekli bir Film Noir kadını bana sanki bir süre önce unutmuş olduklarımı hatırlattılar. Metroya girdim.


Melon şapkalılar kendi silahlı gölgelerini beyaz tavşanların üstüne düşürmeye çalışarak onları avlıyordu. Bu durumda kalan bir tavşan önce kararıyor, incelip belirsizleşiyor ve sonra melon şapkalılardan birinin gölgesine katılıyordu. Gölge bu şekilde avlanmış pek çok tavşanla daha karanlık ve daha güçlü hale geliyor ve yeni tavşanlar bulmak da o  oranda kolay oluyordu. Film Noir kadınları ise takım elbiseli melon şapkalı adamların şapkalarını almaya çalışıyorlardı. Kafalarındaki şapkayı çekip kendi başlarına takabildiklerinde adamlar birer köpeğe dönüşüyorlardı. Köpek gibi değil doğrudan eski kişilik yapılarına uygun bir yönde bir doberman bir kanış bir senbernar ama nihayet bir köpek oluyorlardı. Kadınlar bunu yapabilmek için onlarla dövüşüyor ve bazen de tuhaf makyaj çantalarında taşıdıkları ondört kalibrelik ufak silahlarını  oyuna sokuyor mermiler melon şapkalı adamları sadece bir süre sersemletiyordu.  Metroda bu rüya zaman hayatının içinde bir çok bu halde köpeklerini gezdiren film noir kadını, melon şapkalı ve tavşan  dolaşıyordu. Ama savaş biz şehrin diğer tarafında kalanlara göre sadece gece ve rüya zamanında gerçekleşiyordu.Tavşanlarsa renkli ve plastik büyük su tabancalarıyla dolaşıyor, film noir kadınlarını yeterince ıslatabilmeyi başarabilirlerse kadınlar yavaşça beyaz dişi tavşanlara dönüşüyor ve bazen pembe, açık mavi, eflatun ama sinemanın renkli döneme geçişi modundaki filmlerin pastel renklerinde onlardan biri haline geliyorlardı. Sadece bir tanesi beyaz büyük bir maine coon kedisine dönüşmüştü ama bunun nedenini hiç kimse bilmiyordu. Metro trenlerinde daima 1930'lu yılların orkestroyal müzikleri çaldığından heryerde kaybolmuş hissettiren tuhaf melankolik bir hava vardı. Eskiden bir film noir kadını olan bir tavşanı hala vazgeçemedikleri şapkalar, minik bayan çantaları yada büyük kulaklarına taktıkları tokalar gibi aksesuarlardan ayırt edebilmek mümkündü. Bu mükemmel birbirini avlayan tavşanlar, melon şapkalılar ve film noir kadınlarından oluşan üçgeni avcılar bozuyordu. Avcılar aldıkları paraya ve görev emirlerine bağlı olarak herhangi birini aynı yöntemle ya da yaratıcı farklı bir yöntemle avlayabiliyordu. Ben hatırladığım kadarıyla melon şapkalıları avlıyordum. Onların gölgelerini içindeki yakuta ki onun kendi değeri yapılan işlerden daha yüksekti, hapis ediyordum. Eski bir araç içi şarjlı elektrik süpürgesinden bozma dikkat çekmeden taşınamayacak büyüklükte bir süpürgeyi çalıştırıyor, uğultu artarken kımıldamaması gereken adamın  gölgelerini içeri çekiyor ve yakuta kilitliyordu. Bu yakutu loş karanlık bir pasajın başına asılmış "İçeride herşey vardır" yazan antikacı, oyuncakçı ve tamirciyi andıran tuhaf bir dükkana götürüp ebedi istirahatgahlarına çekilmelerini izliyordum.  Bu da dolapta sallanan sarkaçlı eski mekanik bir saatin iç boşluğuydu. Ama şimdi Kontu görmeliydim.


Metro istasyonları 


Film Noir durağının kadınlarının evleri ve sokaklarında hala silahlı çatışmalar ve gangsterler vardı. Sokakta bir yığın başıboş bırakılmış köpek bulunuyordu. Onların çoğu Film Noir kadınları tarafından terk edilmiş ve sahipsiz olsalar da topluca dolaşan bir kamyonla besleniyorlardı. Çoğu bir zamanlar melon şapkalıydı. Kadınlar da gangsterlerden olma kendi melon şapkalı çocuklarını yetiştiriyor, şapkalarını nasıl koruyacaklarını ve nasıl köpek olmayacaklarını, kızlarını ise tavşanların onları ıslatmasından nasıl koruyabileceklerini anlatıyorlardı. Metroda tavşanlardan biri su tabancasını çıkartıp ıslatmaya başlamış, Noir kadını önce puantiyeli şemsiyesini açmış ardından sapıyla tavşana vurmaya başlamış, tavşan ilk durakta inmek zorunda kalmıştı.


Pin up Durağı. Burası tavşanlar durağı olarak da bilinirdi. Çünkü yeraltını kaplayan marshmelov duvarları delik deşik ederek beslendikleri tünellerle örülüydü. Pin up kızlarının odaları bu duvarların içine gizlenmişlerdi.


Country Roads: Burası uçsuz bucaksız vahşi batı düzlüklerine açılıyordu. İstasyonda kovboy şapkalı bir sokak müzisyeni elinde gitarla çok eski bir şarkı çalıyordu. "Almost heaven/West Virginia" 


Dean Martin ve harikalar dünyasında her tarafta sahne şovları ya da hazırlıkları vardı. Biri bittiğinde biri başlıyordu. Mikrofonlar, müzisyenler, kameralar, set işçileri her yerdeydiler. Sürekli bir yerlere canlı yayın yapıyorlardı.


"Havaalanına gidecek yolcularımızın bir sonraki durak olan Stadyum'da inerek aktarma yapmaları gerekmektedir." Anonsu duyuldu. Bir Amerikan futbol takımı kaskları ve sahaya çıkmaya hazır halde formalarıyla paldır küldür indi. Topu birbirlerine paslayarak koşmaya başladılar.


"Nemo Dreamscapes" Tamamen şimdi suyun altındaydık. Nemo'dan kalkan denizaltılara binebilir mercan adalarına ve başka uzak yerlere seyahat edebilirdiniz. Metro durağı dev bir kubbeyle örtülüydü ve heryer deniz altından gelen mavi bir ışıkla aydınlanıyordu. Renkli büyük balıklar, mürekkep balıkları, köpekbalıkları, istasyonda durulan birkaç saniye içinde uzaklardaki balinalar ve yüzeye yakın yüzen yunuslar bir anlığına görülebiliyordu.Yeniden kalktık. Yaklaşmıştık.


Sonraki durak sanki Marilyn Monroe ile Elvis Presley'in evli oldukları paralel bir gerçekliğe açılıyordu. Herşey renkli döneme ilk geçiş filmlerindeki gibi pastel tonlarda ve yumuşaktı. Derinlerinde Rock'n Roll barları ve bilardo salonları vardı. Durduğumuzda Yeva'nın bahsettiği şeyi gördüm. Metro duvarında bir delik vardı. Boyut kapılarını tavşanlar açmışlardı. Rünler ve yıldız anlattığı gibiydi. İçinden pek çok tavşan çıkıp geliyordu. Son çıkan tavşan elinde bir tahta silgisiyle keçeli kırmızı ve mavi tahta kalemleriyle yazılmış olanları sildi ve kapı kapandı. Metro yeniden hareket etti.


Bir sonraki durakta iniş yönünün aksinde vinçleri ve kazdıkları o büyük boşluğu gördüğümde Şatolar durağında indim. Bu yönde normal metro yolunun dikine alternatif inşa edilen başka ve daha kısa bir metro hattı inşası vardı. Bu yeni duraklarda terk edilmiş evler, ıssız sanatoryumlar ve mezarlıklar olacak, metrolarında katil palyaçolar, eli bıçaklı oyuncak bebekler, yaşlı cadıların yeni yamakları dolaşacaktı. Vinçler sert toprağı kazıyorlar, kamyonlar çıkan toprağı alıp götürüyorlardı. Dışarı çıktım. Heryerde birbirlerini örten alçak tepeler ve tepelerin üstünde de gotik dönemde inşa edildiklerini düşündüren taş şatolar vardı. İstasyon çıkışında bekleyen faytonlardan birine binip küçük kapısını içeriden kapattım. Ona ağaçlardan topladığım bir avuç erik uzattım. "Kont'a"


Kont yüksek kale surları ve sivri kuleleriyle dev bir şatoda yaşıyordu. Salona kabul edildim. Kontun ayaklarını göremiyordum. Kara peleriniyle fısıltıyla sessizce halının üzerinde uçarcasına gidip geliyordu. 

"Ben şehrin karanlık yüzünden geliyorum" dedim

"Görüyorum" diye yanıtladı. Ona durumu anlattım. Sakallarını sıvazlayarak "Sen bana yedi tavşan gölgesi getireceksin" dedi. Dolabını açıp beyaza yakın, mat, tek elimle ancak kavrayabildiğim yassı bir taş verdi. Bunlar birbirlerine çarpıltığında kıvılcımlar çıkaran ateş taşlarındandı. "O zaman bu taş kararacak ve onu Barona götüreceksin" 


Faytona bindiğim yolu bu defa güneş altında geri yürüdüm. Metroya girdiğimde avlanmak için kılıcımı çıkarttım ama tavşanlar sanki bu iş için yaratılmışçasına hızlı bir biçimde kaçıp kayboluyorlardı. Yapılacak en mantıklı hareketi yapıp metrodan Pin up durağında indim. İstasyonda kalabalık bir tavşan güruhu "Tıngır mıngır geliyor" diye bağırarak kaçışıyorlardı. Hemen ardından deprem oldu. Duvarların çatlaklarından sıvalar dökülmüş ve yerler yukarıdan inen tozla kaplanmıştı. Marshmelov duvarları kemirip yedikçe aşağıda boşluklar açılıyor ve yer yer yüzeyde çökmeler oluyordu. Ama bu uzun sürmüştü. Sarsıntılar ara ara devam etti, sonra duruldu. Yürüyen merdivenlerden yukarı çıktım ve caddenin aşağısına doğru yürümeye başladım.

 


Sokaklarda telefon kulübeleri vardı. Dünyanın istediğin her yerini para ödemeden arayabiliyordun. Tabi numarasını bilmen gerekiyordu. 166 Alo Masal Hattını aradım. Bir masalın yarısına denk gelmiştim. " ..ve Zıp zıp tavşan çok korkmuştu. 'Ne?' dedi. 'Padişahın eşşeği bizi takip mi etmiş?' Kapattım. Tavşanların karargahına gitmeliydim.



Bir hat boyunca sıralanmış salıncakların arasında karargahı görmemek mümkün değildi. Pek çok uzun salıncak yanyanaydı ve kulaklık takmış müzik dinleyen pek çok tavşan hızla salıncaklı uçurumdan epeyce aşağıda görünen göle doğru sallanıp geri geliyorlardı. Taş karargah salıncakların aralarındaydı. İki büyük kadim taş sütunun arasından tünelle aşağı iniliyordu. Mermer salona bakan taş bir kitabede şu eski şiir kazılıydı.


"Gece gibi bir ülkeden diğerine geçerim

Yüzünü gördüğüm anda anlarım

Beni dinleyecek kişiyi (kimseyi) tanırım

Ve hikaye (teach) hemen ona öğretilir"


Yaşlı Gemici Kitabı



Oraya çoğalmalarını durduracak ve boyut kapılarını kullanmalarını engelleyecek bir anlaşma yolu bulabilme umuduyla gitmiştim. Kapıyı kapatıp, sürgüledim. Sırtımdan kılıcımı çekmiştim. Masanın arkasındaki lider olduğu anlaşılan bir tavşan "Gecenin yedi kayıp kılıcından biri" dedi. "Ama ödünç alınmış, bir geleceği yok. Çok geçmeden sen de bizim gibi tavşanlardan birine dönüşeceksin."

Çözümsüz ve uzlaşmaz konuşmaların sonunda karargahın korumalarının kılıçları benimkiyle çarpışmaya başladı. Onlara üstünlük sağlayamıyordum ama bu sırada yaklaşan diğerlerini sert vuruşlarla gölgelere çeviriyor ve oradan da taşın içine hapis ediyordum. Taş giderek kararmıştı. Arkamı dönmeden oradan yavaş yavaş çıktım. Taşı barona götürmeliydim ama oraya vardığımda gürültüden anlaşıldığı kadarıyla içeride kalabalık bir chill out parti vardı. Girişteki goriller girebilmem için zorluk çıkartarak bonibonlu Milka istediler.  Çıkıp onca marketi dolaştıktan sonra bonibonlu Milkayı kendi halinde bir bakkalın arka raflarında bulmuştum. Geri döndüm. "Sadece paketini getirseydiniz yeterdi". Açıp yemeye başlamıştı. "Doğrusu bulamayacağınızı sanmıştım. Üretilmiyorlar artık her nedense" İçeri girdim. "Gölgene dikkat et" dedi bir tavşan. Melon şapkalı ters ters baktı.


Bu yarı karanlık yeraltı mahzenine herkes geliyordu. Melon şapkalılar, Noir kadınları ve tavşanlar da oradaydılar ancak orada iş halletmeye çalışan bu fötr şapkalı gece kulübü patronuna benzeyen iri gorile ve iki orangutan arkadaşına bedelini ödüyordu. Yeraltında yarı karanlık ayakta oynanılan eski usul ateri salonunu da işleten Baron içeri gelip deri koltuğuna oturduğunda topladığı jetonları masanın çekmecelerinden birine koydu. "Ben dokuz tavşanın gölgesini taşıyorum" dedim. "İşte burada." Artık tamamen kararmış taşı gösterdim." Baron kısaca "Bununla ödeme yapabilirim, Mühürü aldın" dedi. Eliyle mühür vurur gibi iki defa yumruğunu masaya çarpıp geç anlamında bir işaret yaptı. Bu mühüre neden ihtiyacınız olduğunu... " Durdu. "Siliniyorsun.Yarın daha ayrıntılı anlatırım." Uyanmadan önce son duyduğumda buydu.




Ertesi gece ölülerin odasında aramızdan bir başkası uyuyordu. Yine bu şehrin farklı bir yüzüne çıkmıştı.


Joe anlatıyor;


Oraya vardığımda Baron "Betty Page'in duş başlığı" dedi. Getirilince kendi kablosunun ucuna çevirerek bağladı. "Sağanakçıları bağla, o köpeğe de söyle paramı getirsin. Bu amiral gemileri yok mu? Linda'nın köprü anahtarını kopyalamak için kalıbını istiyorum. Zaman alır. Pekala" Kapattı. "Şimdiye kadar ben senin için birşeyler yaptım, şimdi senden benim için bir şey yapmanı isteyeceğim." dedi. Anlattı. Cehennemin dibine gitmemi istiyordu. 


Baron'a göre şehirde bir denge vardı. Bu denge son zamanlarda tavşanların lehine bozulmuştu. Tavşanlar çoğalmış ve heryerdeydiler. Melon şapkalılar yetersizdi. Büyük beyaz tavşanlar son günlerde en tehlikeli iki Film Noir kadınını da bir metro istasyonunda ıslatmış ve dişi tavşanlara çevirmişlerdi. Ama bu dişi tavşanlar onların eşleri olmaktansa ölmeyi tercih etmiş ve şimdi yeraltındaydılar. 


Bana bu noktada parmağını uzatarak. "Sen" dedi "Büyük tavşan." Çünkü uyandığımdan beri yanında kılıcı olmayan büyük bir tavşandım ve buraya melon şapkalıların silahlı gölgelerinden korunarak metroyla gelmiştim. "Sen onları oradan kurtaracaksın" Mühür sayesinde artık marshmelov duvarların arkasındaki Pin up kızların odalarına da geçebiliyordum.


Tünellerin derinliklerinde çoğunlukla yalnız tavşanlarla ve tavşan çiftleriyle karşılaşabileceğiniz Pin up kadınlara özgü onlara adanmış tuhaf müze odalarında dolaştım.  Betty Page'in kendi özel havuzu vardı. Bu havuzun dibindeki kör edici ışığa bakıldığında sanki derinliği sonsuza dek gidiyormuş gibi görünüyordu.


Baron'un adamlarıyla birlikte Marsmelov duvarların arasından geçtik. Dayanamayıp lezzetli duvarları yavaşça ısırdım geçerken. Sonra beni ahşap bir tabuta yerleştirdiler. 


Baron "Bunu da al" dedi. Yuvarlak bir gümüş vardı. "Gondolcuya vereceksin". 


Tabutu kaldırdıklarını hissettim. Çok uzun renkli bir su kaydırağından halkalar halinde dönerek ve hızlıca aşağıya doğru kayarak geçtikten sonra yavaşlayıp kendimi karanlık bir nehirin sularının yanında buldum. Bu tavşanların ölü gömme törenleriydi. Ölüleri taşımaya alışmış geniş şapkası yüzünün yarısını örten ihtiyar gondolcuya beni karşıya geçirmesi için bu gümüşü verdiğimde dikkatle bana bakarak "Yaşayan bir tanesi" dedi. "Buna alışkın değilim" Geniş nehrin üstünde sanki katılaşmış gibi duran hareket etmeyen beyaz bir sis vardı. Gökyüzü görünmüyor, sadece uzak mağara duvarlarında suların sesi yankılanıyordu. Gondolla karanlık suyun karşı kıyısına yavaşça geçtik. Biz aralarından geçerken iki kılıç tutan zırhlı savaşçı kılıçlarını açtı ve arkamızdan kapattılar. Bu noktadan sonra geri dönüş yoktu. "Artık geri dönüş yok" diye hatırlattı yaşadığımı fark eden bir tanesi. İki yanlarında bitimsiz duvar yükseliyordu. Tek açıklıkta onlar duruyordu. "Göreceğiz" dedim. Yeşil çimlerin her yanı kapladığı alçak tepelere çıktım. Gölün kıyısında insanlar vardı. Lir çalan melekleri dinledikleri bir açıklığa yürüdüm. Burası ruhların yargılanmayı bekledikleri yerdi fakat yargı süreci oldukça yavaş işliyor, senelerce sıra gelmiyordu. 'Yeni gelen Film Noir kadınları' dediğimde onları bulmak zor olmadı. Gloria Grahame ve Ida Lupino'yu da görünce tanımakta zor olmadı ama bu sihirli kadınlar  eve geri gelmek istemiyorlardı. Burada daha fazla kalabalık parti ve daha az gangster çatışması vardı. Onları ikna etmek zamanımı aldı ve geldiğim duvarların yakın tepelerine günlerce ve günlerce tavşan tünelleri kazdım. Onları alacağımın dedikoduları almış yürümüş, peşimize düşmüşlerdi. Kucaklarımdan birine Gloria'yı diğerine Ida'yı alıp hoplayarak aralarından kaçmaya başladım. "Büyük tavşan kaçıyor" diye bağırıyorlardı arkamızdan. Onları tünele yerleştirdim. Ve bende içeri girince onları bir süre uğraştıracak biçimde tünelin ağzını  kapattım. Karanlık tünel bizi duvarın yanından gondolcunun hüküm sürdüğü yeraltı nehrinin sularına götürdü. Aşağı atladık ve dibe dalarak yüzmeye başladık. Ellerimle ve ayaklarımla kendi bedenimi kürekleyerek onları beyaz ışığa gelmeleri için yönlendirdim. Sonunda ışığa yaklaşıp havayla karşılaşınca derin bir nefes aldık. Sırayla çıktık. Burası Betty Page'in havuzuydu. Siyah beyaz eski filmlerden birini izliyordu. 


Baron, "Anahtarın burada" dedi ve bir vazonun içine bıraktı. "Burasının tam olarak orada nereye tekabül ettiğini bilmediğim için, şehrin diğer yanında müziği izlemelisiniz." Brahms'ın bir numaralısının plağını gösterdi.


Joe ölüler odasında kalktıktan sonra yanımıza Yeva'yı da alarak, terk edilmiş, viran haldeki eski şehrin sokaklarından geçip karanlık metroya indik. Metrolar hava saldırılarında sığınak olarak kullanıldıkları eski günlerden beri terk edilmiş durumdaydı. Bir zamanlar metro trenlerinin geçtiği demiryoluna atlayıp rayların arasında yürümeye koyulduk. Kafamızdaki lambalı baretlerle nereye baksak orası aydınlanıyordu. Yüksek tavanlı istasyonların, terk edilmiş metro trenlerinin boş yolcu vagonlarının içinden geçtik. Issız demiryolu tünelleri boyunca uzun yolları sessizliğin içinde yürüdük. Sonunda ana duraklardan birinde eskiden bir yeraltı alışveriş merkezi olan şimdi pek çok boş dükkanın bulunduğu geniş koridorlarla dolu bir yerde  müziği duyduk. Derin bir pasajın sonuna dek yavaşça sokulduk. Boş bir dükkanda kendi kendine bir plak çalıyordu. Karanlıkta bir gölgenin uzaklaştığını gördüm. Bir inanca göre yeterince güçlenen melon şapkalılar karanlık bir gölge olarak şehrin bu yakasına geçebilirlerdi. Plağın yanındaki vazonun içinden anahtarı alıp boynuma astım. Karanlık metronun içinden yürüyerek bizimkilerin yanına geri döndük. Ağaçların altında oturuyorlardı. Arabaları hazırladık. Gece köpekleri yeniden yola çıkıyordu. Tavşanların, melon şapkalıların, Film Noir kadınlarının ve köpeklerin uzağına.


 
















Onaltıncı Bölüm  

Liman 


Issız yollara geri dönmüştük. Kurtuluş umudu kalmamış insanlar gördük, telef olmuş ve yol kenarlarına atılmış hayvan leşleri. Şehrin çıkışında tamamen yıkılmış eski bir hastane vardı.


Güneş batmaya başlarken yeşil vadilerden geçtik, sarp dağ yollarının dik açılarla dönülen dar yollarını aştık, kum fırtınalarıyla sarı çölü arkamızda bıraktık. Başka şehirler ve başka kasabalar başladığında kaynaklar için zaman zaman duruyorduk. Bir tanesinde telsiz kullanmadıkları için savaştan, ataklardan ve hamlelerden haberi olmayan yaşlı bir çift ile karşılaştık. Bu hareketli ve tuhaf biçimde neşeli olan ihtiyar çiftten takas karşılığında bolca mısır koçanı aldık. Başka bir kasabada bizim gibi kaynak arayan bir çete tarafından Penny rehin alındığında onu bir araba dolusu malzeme karşılığında geri aldık. Joe yol boyu Shopenhauer'den söz ediyordu. Ona göre insanoğlu mutsuzluğa yazgılıydı. Ya da eski bir şiirde söylendiği gibi 'tam içinden geçip gidiyorduk, ulaşmak istediğimiz şeyin' 

Asfalt yollar geçen seneler içinde öyle çatlamış ve o kadar bozulmuştu ki zaman zaman tekerleklerimizi değiştiriyorduk. Sıcak bir gece nispeten iyi durumdaki bir evin eşyalarını dışarı çıkartıp yıldızların altında uyuduk. Kurbağalarla kaplanmış işi bitmiş bir su deposunu sırf vandallık olsun diye havaya uçurduk. Issız köy yollarında hala tek tük insanlar vardı. Sonra yeniden bozkır başladı. Uçsuz bucaksız düzlükler, işi bitmiş ışıklı tabelaları aşağı düşmüş kumarhaneler, terk edilmiş eğlence parkları, vahşi yeşillikler tarafından yutulmuş  ama hala duvarları ayakta kalmış birbirlerinden epey uzakta kurulmuş büyük çiftlik evleri vardı.


Ne zaman eskiden kalabalık NBA maçlarının yapıldığı şimdi ıssız ve boş bir basketbol sahasına ya da büyük salonuyla terk edilmiş bir boks ringi gibi bir yere işimize yarar birşeyler bulabilme umuduyla bakmak için girsek Yeva, Penny ile geride kalıp arabaların yanında çene çalıyorlardı. Yeva'nın olağanüstü varlığını her adımda hissediyordum. Genel olarak bizim konuşmalarımıza katılmayan sihirli bir sessizliği vardı. 


Büyük haritayı bir kasaba meydanında son defa masaya açtığımızda, Jacky elini eski dünya kıtalarının ortasında bir yere koyarak "Pekala köpekler" dedi. "Buraya gidiyoruz" Nükleer silahların kullanılmadığı, konvensiyonel silahlarla darmadağın edilmiş ancak kimyasal silahların uzağında kalmış büyük yeşil bir alandı.


Gece karanlığında yerlere düşüyor ölüm gölgeleri

Ve sarhoşken uyanıp kontağı açtığımda

Silinip gidiyor yolun çizgileri

Her kaderin kendi zamanını beklediği

Uzak bir yer rüyalarımda

Umutsuz bir kışı daha beklemeyeceğiz

Terk edilmiş yollarda köpek iskeletleri

Geceyi takip ediyoruz

Yeşile çalan göklerde sarı ayı


Sanki geçmiş, şimdi ve gelecek birleşmiş, bizim dışımızdaki canlı ve cansız ne varsa bütün varlıklar, neyin ne olacağını çoktan olup bitmişçesine ve bunu  biliyorlar gibi dingin ve ferah hareket ediyorlardı. Zaman bariyerinin ötesinde tarif edilmesi zor bir bakış vardı. Sanki herşey zaten tamamlanmıştı. Düşüncelerimiz mantıklıdan çok, saçmaya yaklaştıkça zaman zaman hareketlerimiz de tuhaflaşıyor olmalıydı. Her zaman neyi niye yaptığımızı bilmiyor gibiydik.


Yol boyu yakınlardaki nükleer bombaların atıldığı şehirlere yaklaşmamak, kimyasal silahların kullanıldığı bölgelere girmemek için  elimizdeki renkli işaretli haritalarda kavisler, zikzaklar, yolları uzatan çizgiler çiziyorduk. 


Bozkırın büyük boşluğu bu kıtada kendi zamanının sonuna yaklaşan bizlerin kendi iç boşluğunu kusursuzca yansıttığı için mi yoksa alacakaranlıkta açılan zehirli yeşil göğün tuhaf ışıkları altında alçalmış kızıl bulutlarıyla önümüzde bizi bekleyen kaderin belirsizliğini hatırlattığı için mi sevdiğimizi ve etkileyici bulduğumuzu bilemiyorduk.


Dolu bir tanker bulabilir miyiz umuduyla tırmandığımız tel örgülerle çevrili bir bölgede, başka hayvanlarla beslendiklerini düşündüğüm vahşileşmiş köpekler tarafından kovalandık. Eski tırların, kamyonların başka arabaların depolarını hortumlayabilmek için ana yolumuzdan ayrılıp az kullanılan yollardan geçtiğimiz kasabalara uğradık. Bu ıssız kasabaların birinde Joe film oynatan makinistin makinesini çalıştırmayı başardı ve eski arabalarla dolu bir otopark alanında depodan getirdiği geniş perdeye yansıyan  siyah beyaz bir film izledik. Filmde uzun bir tren yolculuğunda işlenen cinayetler vardı. Katil son dakikalara kadar kendini gizlemeyi başarıyordu. O kasabayı Yeva ile sırtına bağlı bebeğiyle Penny'nin bir okulun bahçesinde içerden çıkardıkları ve voleybol topu olarak kullandıkları, üstünde savaştan önceki dünyanın siyasi sınırlarının çizili olduğu küre ile hatırlıyorum.


Çiseleyen yağmur altında, arabanın camındaki şeffaf su çizgilerinin arasından yolu izlerken, yağmurun üstümüze, arabanın metal kasasına vuran patırtılarıyla dinlendirici bir etkisi vardı. Arabalarla içine girdiğimiz bir kumarhanenin barı bizden çok önce yağmalanmış olduğundan kendi içkimizi getirip, slot makineleri parçalanmış bu geniş kadife salonda, dışarıda hala yağmur çiselerken gazyağının ışığında gece geç saatlere dek  poker oynadık. Üst katları boydan boya saran koridorlar ve odalar labirentlerinde kendimize birer yatak bulduk. Shelly böyle zamanlarda Jacky ile kalıyordu. Uzun zamandır yastık yüzü görmediğimizden o geceyi orada geçirdik. Sabah yağmur dinmişti.


Haftalardır tek düze yemek rejiminden sağlıksızlaşmıştık. Eczane raflarından bulduğumuz kahverengi vitamin hapları da yeterli gelmiyordu. Önümüzde yine bir ulusal park alanı vardı. Av malzemeleri satan bir dükkanın kepenklerini parçalayıp içeri girdik. Çadırlar, botlar, mataralar, olta takımları, sahte yemler, nehire atmak için ağ, matlar, elimize ne geçerse almıştık. Yeşilliklerin arasından yosun tutmuş ahşap tabelalarla yönlendirildiğimiz uzun bir yolu geçip akarsuyun yanında kamp yapmaya karar kılıp ateş yaktık. 


Aramızdaki anlaşmazlıkları şimdiye dek en fazla kılıç dövüşüne götürmüş, ateşli silahlara yaklaşmayacak kadar iyi anlaşmamıza rağmen bana kendiliğinden konuşulmayacak kadar açık gelen şeyler için bile tartışıyorduk


"Bir şey, Platon'un idealarında vardır.

Hegel'deki belirli şey ise bu anlamda vardır denemez.

Çünkü o olmaktadır.

Aynı sebepten yoktur da denemez

Çünkü olmaktadır.

Olan şey varlıkla yokluk arasında bir salınımdadır.

Olan şey oluş halinde bir akıştır."


Buna itiraz ediyordu.


"Bir şey yoktur çünkü o bir soyutlamadır.

Diğerleri de öyle

Belirli şeyden çıkartılmıştır

Sadece olan vardır.

Ama doğal olarak varacağın sonuca katılabilirim"

dedi Jacky. Karşıtlıktan bahsediyordu.

"Savaş kaçınılmazdır"


Ertesi gün sadece kovalarda kalan balıkları alıp çadırları ve diğer kamp malzemelerini orada bırakarak ayrıldık. Limana az bir yolumuz kalmıştı.


















Onyedinci Bölüm

Shakespeare Bunu Asla Yapmazdı

 


Vardığımızda kalabalık liman işçileri gelen bir geminin yükünü boşaltıyorlardı. Beklediğimiz gibi adam arıyorlardı. 

Çalışmaya geldiğimizi söyleyip girmiştik. Barakalarda kalıyorduk. Defalarca gemilerle balığa çıktık, ağ attık ve ağ topladık. Limandan sahile çıkarttıkları malzemeyi bağlantı noktalarına götürüp başka malzemelerle değiştiriyorlardı. Günlerce uygun bir zaman kolladık. Bir gece elimizdeki anahtarın çalışıp çalışmadığını kontrol etmek için gemi Linda'ya gizlice bindik. Ertesi sabaha karşı araç gereçlerimizi ve birkaç silahı Linda'ya yüklediğimiz bir sırada gece nöbetçilerinden biri "Hey onları oradan alın" diye uyardı. Neler olduğunu anlamamıştı. "Şimdi ya da asla" diye bağırdı Jacky. Hepbirlikte Linda'ya geçtik. Nöbetçiler muhtemelen anahtar kendilerinde olduğu için güvenle ve yavaş hareket ediyorlardı. Boynumdan yol boyunca taşıdığım anahtarın kopyasını çıkarıp köprüyü açtım ve hareket ettik. Linda limandaki en hızlı gemi olduğundan bizi yakalayabilecek hiçbirşey yoktu. Tekneye atlamış olan iki adamı da denize atmıştık. Açıklara çıkıncaya kara artık görünmeyene dek yavaşlamadık. Bir ara hızlı hafif bir helikopterle gelip alçalıp yaklaştılar ve ateş açtılar. İçerde kaç kişi olduklarını göremiyorduk ama ateşe ateşle karşılık vermeseydik güverteye indirme yapabileceklerini tahmin edebiliyorduk. Pilotun yanındaki adam bağırarak birşeyler söylemeye çalışmıştı dönmeden önce ama anlaşılmıyordu.  Kurtuluş limanından böylece ayrılmıştık. Onları bir daha görmedik ve etrafımızda beliren siyah beyaz katil balinalar açıklara dek bize eşlik ettiler. 


Kaptanın Bukowski fanı olduğu anlaşılıyordu. Geniş odası raflar dolusu ona ait şiir kitapları ile doluydu. Bukowski önlüğü, kupası, masa lambası, Postacı'nın özel bir baskısı. Duvarda uyarlanan bir filminin  Faye Dunaway'li bir posteri asılıydı. Gemi Linda'nın ismi de şiirlerini yazdığı aşıklarının birinden geliyordu.


Okyanusta ilk birkaç gün herşey yolunda gibiydi, aramızda geçen önemsiz ve boşluktan çıkmış yüksek sesli  tartışmalara aldırmıyorduk. Uzun zamandır planladığımız bir hamleyi yapmış ve başarılı olmuştuk. Önümüzde uzun bir yaz vardı. Güneşin alnında uzanıyor ve akşamın serinliğinde şaraplarımızı içiyorduk. Rüzgar çıktığında yelkenleri açıyor ve karşı kıtalara yeryüzünün eski dünya karalarına varıncaya dek havanın böyle sürmesini umut ediyorduk. 


Jacky karadan uzaklaştıkça önceleri aldırmadığımız tuhaf konuşmalara başlamıştı. Tartışmalarda o sırada konuşulan bir şeyin cevabı olmayan tuhaf sözlerle araya giriyordu. Güvertenin ortasındaki aşağıya inen kapıyı gören barakada kendi kendine yüksek sesle konuşmaya başlamıştı. Sanki o an orada başka biri daha varmış gibi zaman zaman hiddetleniyor, öfkeleniyor,  kurtuluştan ve bedel ödenmesinden söz ediyordu. Önceleri bize karşı saldırgan değildi. Ancak daha sonra bizi tanımamaya ve başka biri gibi saldırmaya başlamıştı. Kurbanlardan pazarlıklardan kan akıtılmasından ve kefaret yeminlerinden bahsediyordu. Piper'a "Şeytanın kızı" diyerek saldırdığı birgün ellerindekilerle çarpışmalarını engellemek için Jacky'yi köprüye kapattık. Gemi durmuştu. Sonra sakinleştiğine inandığımız bir akşam onu geminin orta kısmındaki barakaya götürdük ve gece boyu orada kaldı.Geri kalanlar bu yeni tehlikeden ötürü birbirinden ayrılamıyordu. Jacky'ye hayvansı bir güç gelmişti. Onu öfkelendiği anlarda durdurabilmek imkansızdı. Yıkıyor ve parçalıyordu. Daha sonra geminin idaresi için biz köprüye geçmiştik ama Jacky'nin kaldığı barakanın kapısı aşağıya giriş yolunu gördüğü için mutfağa ve uyuduğumuz kamaralara inemiyorduk. Baltasıyla zaman zaman bizi tanımadan farklı şekillerde çağırarak üstümüze saldırıyordu. Saatlerdik aç ve uykusuzduk. Uyuması için ona şarap götürdük. Günlerdir ne ara uyuduğunu bilmiyorduk. Gözlerinin etrafında kara çizgiler oluşmuş ve içleri kızarmıştı. Ertesi sabah onunla barışçıl bir konuşma için anlaşıp yaklaştık. Jacky sakin bir biçimde yapabileceği en iyi pazarlığı yaptığını, karanlık efendilerinin çocuğu istediğini ve bizim yeni topraklara varabilmemizin bir diyeti ve bedeli olduğunu söyledi. Bütün bunlara öyle yürekten inanıyordu ki onunla tartışmak anlamsızdı. Kurbanın kanının  akıtılması ve ardından aramızdan belirli birinin öldürülmesi gerekiyordu. Yere daire şeklinde bir şey çizmiş ve köşelerine mumlar yerleştirmişti. Kanın akıtılması gereken nokta ona göre burasıydı. 


 Kendini kurban vermeyi denediğini ve işe yaramadığını öfkeyle ve anlayışsızlığımıza hayretle bağırırken kendi aramızda ne yapacağımızı konuşmak için köprüye geri döndük. Jacky arkamızdan gelip korkunç şiddette anlaşılmaz konuşmalar yaparken camlara parçalarcasına vuruyordu. Shelly bir süre sessizce bekleyip ortalık durulduğunda ona yemek hazırladı. Barakasına götürdük. Yemeğin içine ağır bir ilaç katmıştı. Uzun zaman derin bir şekilde uyuyacaktı ancak Jacky onu zehirleyeceğimizden şüphe ediyordu. Yeva onu sakinleştirmek için  "Pekala, Ben de yerim" dedi ve içeri girdi. Yemeğin üzerinden bir saat geçmeden Yeva kamaraların oraya inmiş derin bir uykuya dalmıştı. Jacky'de barakanın zemininde sızmıştı. Onu bir battaniyeye yerleştirip aşağı taşıdık. Mutfağın karşısındaki depoda onu sağa sola rahatça hareket edebileceği biçimde bağladık.  Jacky sızarcasına yığılmadan önce yemekte bir değişiklik olduğunu anlamıştı ama çok geçti. Tuvalet için bir kova bırakmıştık. Joe'ya göre bu ani gelişmiş bir katatonik şizofreni atağıydı. İyi bir doktor bulabilirsek ilaçlarla yeniden iyileşmesi mümkündü. Ortak niyetimiz karaya dönene kadar onu depoda bağlı tutmaktı ama ertesi gün bağlarını çözüp kaçtığını görmüştük.  Hayvansılaşmış gücüyle kilitlendiği deponun kapısını da kırmıştı. Aşağı inip kapının durumunu görmemle yukarı seslenmem bir olmuştu ama aniden karşımda bulduğum Jacky elinde nereden geldiğini bilmediğim bir zincirle bana hızlıca vurdu. Sanki ele geçirilmiş gibiydi. Haykırarak acıyla yere yığılmıştım. Yığıldığım yerde merdivenin altında duran balyozu alıp kalktığım gibi Jacky'nin göğsüne geçirdim. O sırada aşağı inen  Yeva elindeki kılıçla onun boğazını kesti. Cesedini güverteden denize attık. Arkasından sade bir tören yaptık. Kimse konuşmak istemiyordu. Gemiyi durdurmuştuk. Joe sigarasını o sessizlikte denize fırlattı. Sigaranın denizde sönüşünü duyduk. Ufka doğru baktım. Karaya yaklaşıyorduk.


Suların Altında Uyuyan 

Geçmişin Günahları mı?

Ayrılmadan Önce Sorabilseydim

Kara Gecenin Tuzağı mıydı?

 

Düğümleri Bağlayanlar 

Neredeler Şimdi?

Sular Yükselirken 

 

Sessiz Göğün Fısıltıları 

Tehlikeli Av


Anlattığı

Rüzgar,Toprak ve Ateşin hikayesiydi


Karanlığın Yüreği 

Kader ve Efsaneler


 
















Onsekizinci Bölüm

Eski dünya kıtaları ve Rüya

Gök yerden uzaklaştıktan sonra,

Yer gökten ayrıldıktan sonra,

İnsanın adı konulduktan sonra 

[Gılgamış]


Fırtınalı birkaç gece içinde yönümüzü kaybetmemizin ve karayı yeniden bulmamızın ardından yine enerjimiz eskisi gibi geri dönmüştü. Kıyı boyunca ilerliyorduk. Büyük bir sahil kentinde gemimizi terk edip caddelerden bulduğumuz kapalı arazi araçlarıyla kıtanın içlerine doğru ilerledik. Savanlarda dar toprak yolların etrafında gergedanlar, fil sürüleri ve büyük kediler dolaşıyorlardı. Arabada uyuduğumuz bir gece benekli bir jaguar arabanın önüne tırmandı. Merakla bizi yokluyor gibiydi. Korna çaldığımda aşağı atlayarak gitti. Ben de el fenerimi kapatıp geri yattım. Kurumak üzere olan bataklıkların yanından geçtik. Kuş sürülerinin, değişik ağaçların, sarmaşıklarla kaplı gölgeliklerin vardığı şelaleler yaparak akan ırmakların yanından.  En kolay ve hızlı doğa toparlanıyordu.


Yolların uzağında, geniş düzlüklerin sonunda arkamızda toz toprak bulutu bırakarak vardığımız yer, dünya üzerindeki cennet gibiydi, vaad edilmiş topraklardı. Fakat ne var ki daha önce bu bölge hakkında bizim gibi tahminler yapan başka gruplar tarafından çok önce keşfedilmişti. Uzun senelerdir iyi organize olmuş ve rahat yaşıyor gibi görünen barışçıl insanlardı. Bize bir yer göstermelerini istedik. Gittiğimiz bölgede ilk yaptığımız şey çatışmamızın da başlangıcı oldu. Shelly mor bir beze beyaz sprey boyayla iki çarpı işareti çizip bizim bölgemizin başlangıcına diktikten birkaç dakika sonra av mızraklarıyla göründüler. Onlara göre açıkça bayrak dikmek yasaktı ve uygunsuzdu. Bizde şehirden getirdiğimiz cephaneyi bir şey daha söylemeden bayrağın altına bıraktık. Bu bize göre epey uzayacağa benzeyen tartışmanın sonu demek oluyordu. "Ateşli silahlar" diye başladı ama sonra sustu ve geri dönüp gitti. Zamanla buraya uyum sağlayacağımıza inanıyordu. 


Yakın avlanma sahası, verimli tarım toprakları, içilebilir suyla dolu şelaleli bir gölet, geniş düzlükler. Haftada bir kasabaya inen sağlam bir jip eski dünyanın kayıtlarına ve elektriğe de ulaşabiliyordu. Cennet vadisinin toprak sakinlerinin aralarında dolaştık. Bir kısmı siyahi yerlilerden diğer kısmı da eski dünya kıtalarının pek çok farklı yerinden gelmiş insanlardan oluşuyordu. Bizden sonraki ilk tepeciğin ardında kavisli bir ön çatı için verandanın üstünde çalışıyorlardı. Sadece gölge yaratacak ama yağmuru kesmeyecekti.  Genç bir kadın verandanın zemini için yan dönmüş boşluklu iskelet tarzı bir girişi toprakla dolduruyordu. Burada çimler büyüyecek ve bu yükseklik doğal görünecekti. 


Geceye doğru mimarlarıyla konuşup malzemeleri toplayarak kendi evimizi inşa etmeye başladık. Eski bazı kadim kültürlerin tapınakları gibi, gökyüzündeki tuhaf kuzey ışıklarına benzeyen zehirli yeşilden her daim hareket halinde bir auranın ötesine bakarak, üstünde uzanıp saatlerce gökyüzünü kayan yıldızları ve takımadalarını seyredebileceğimiz dümdüz bir çatı hazırlıyorduk. Buraya gelip giden yerlilerin meraklı çocukları vardı. Zaman zaman sorular soruyorlardı. Penny bebeğini onlara vermiş bahçeler arasında dolaştırıyorlardı.


Yerlilerin tercih ettikleri soğuk ve yağmurdan sığınma mekanları evlerden çok  geniş boşluklarla dışarı açılmış küresel oyuklardı. Bütün günü dışarıda geçiriyor ve buraya sadece uyumak için giriyorlardı. Birbirine geçen dallarla yapılmış, ıslak toprakla ve kille sıvanmıştı. Meydanı gören bu büyük yükseltide çember biçiminde bu oyuk evler sıralanmışlardı. Ağaçlara kurulmuş olanlar tümüyle ahşaptandı ve çatıları geniş yapraklarla örtülüydü. Kuş yuvaları gibi dağınıkça asılmış gibi görünse de sert rüzgarlarda dahi dağılmıyorlardı. Genel olarak bölgenin iklimi gereği kerpiç neolitik yapıları örnek almışlardı. 


Çemberin ortasında yağmurun önlerinden akıp gitmesini sağlayan kerpiç evlerin önünden geçen hendekler vardı. Bunlardan birinin üstünden atlayıp içeri girdim. Pencerelerinden dal örgü kulübeler görünüyordu. Ardı arkasına gelen bahçeler aşağılarda geldiğimiz geniş düzlüklere varıyordu.


Ağaçların arasında inşa etmeye başladığımız ilk yapı uzun ahşap direklerin ortada birbirlerine yaslanmalarından oluşuyordu. Koyduğumuz son direk ilk yerleştirdiğimiz direğe dokunuyor ve böylece birbirlerini destekleyecek biçimde sarmal bir yapı yükseliyordu. Bu kulübelerimizi hazırlayana kadar geçiçi bir çözüm olacaktı. Gece geç saatlere kadar ardı ardına  uzun aralıklarla yakılmış ateşler ve etrafında hareketli insan çemberleri görülüyordu. Sabaha karşı bunlardan birinden çıkıp gelmiştik.


Gece rüyamda ya da belki de kabus demeliyim, tanımlanmaları zor dev insanlar gördüm, kalabalık şehirlerin meydanlarında birbirleriyle dövüşüyorlardı. Titanların savaşı diye düşündüğümü hatırlıyorum. Işıktan yapılmış gibi duran dev varlıklardı. Merhametle acımasızlık dövüşüyordu. Varlık ve yok ediciliğin taşıyıcıları, kaos ve düzenin taşıyıcıları. Ellerinde uzun kılıçlar vardı ve bu kılıçlar her çarpışında bunu ruhumuzda tenimizde somut bir şey gibi hissedebiliyorduk. Onlar uzun bir zaman sonra göğe geri alınana kadar birbirlerini yok edemediler. Yeryüzünde birbirleriyle savaşan ürkütücü  büyük devasa güçlerdi.  Onlar güç, korku ve kader kardeşleridirler. Daha sonra başkalarının da geldiğini gördüm. Şehirde herşey yıkılıyor ve kalabalıklar düzensizce kaçışıyorlardı. Ardından bilinmez bir güçle içlerinden bazıları yeniden  göğe doğru çekiliyorlardı. Sonra uyandım. Penny elindeki dev King Kong ile diğer elindeki Godzilla'yı tehditkar sözlerle birbirine çarpıştırarak gözlerini kapatmayı reddeden bebeği oyalıyordu. Joe verandaya çıkan kapıda sigara içiyor, Shelly gördüğüm rüyayı anlatmam için bana bakıyordu. Baş ucumda Yeva'nın koyduğu balerinli bir kar küresi vardı. Hala kulübelerimiz tamamlanmadığından birlikte kalıyorduk. Herşey kötü bir rüya gibi geçmişte kalmıştı.  


Yapıcılar işlerini yapıp bitirdiler

İçimde bir katedral boşluğu açıldı

Yağmur bütün gece yağdı

Göğün kükremeleriyle ışıklar içinde



Çocukken gizem dolu bir dünyada kaybolmuş gibi hissederiz

Sonra soğuk zihinlerde kıyamet fırtınası sürer

Uzak kıyılara çekilir

Ruhsuz bir dünyaya savruluruz



Açıklarda alev alev yanan ahşap gemiler

Denizin zifiri derinliklerine gömülen

Sessizlik ölümün soğuk nefesi gibi yürek dondurucudur 

Yıldızlar sönmüş, gökyüzü siyah bir örtüyle örtülmüştür

Gölgelerin hüküm sürdüğü bir dünyada kendi sırlarımızı ararız

Karanlık gecenin kucaklamasında

Şafak vaktinin lütfunu buluruz


Gece yarısında gölgelerin dans ettiği fısıltılar salonunda

Ay ışığı huzursuz ölülerin sırlarını örter

Ve gecenin yıldızları sessiz bir uçuştadır

Kaybolanlara rehberlik ederler sonsuz gece boyunca



s o n







 

  


 




Bu blogdaki popüler yayınlar

Maria Volkan AY [roman]

Taşta bir tuhaflık vardı. Taşın üstündeki ışık yansıyan bir ışığın parıldaması gibi görünmesine karşın taşın kendi içinden geliyordu. Çok geçmeden onu bir pusula gibi avucunda tuttuğunda ışığın belirli bir yönü işaret ettiğini keşfetmişti. Kahvesini büyük karton bir bardağa alıp, saç bandını taktı. Üstüne hafta sonları neredeyse üstünden çıkarmadığı kırmızı kapşonlusunu geçirip anahtarı eşortmanın cebine atıp dışarı çıktı. Bordo renkli yuvarlak taş onu yönlendiriyor, bir yere götürüyor gibiydi.  Taşın onu kendi  ilk bulunduğu yere yeniden götürdüğünü keşfetmesi uzun sürmedi.  roman indir     m.a.r.i.a OYUNUN RUHU kitabı satın almak için tıklayın 1. Başlangı ç Dünya büyüyor, kalabalıklaşıyor ve çağlar birbiri ardına açılıp kapanıyorlardı. Maria kafasını boşaltmak i ç in ç alıştığı onaltıncı kattaki şirketten kafasını caddeye doğru dışarı ç ıkarıp "RAAAAAAA" diye bağırdı. Haftasonuna bırakmak istemiyordu çü nk ü hafta sonu gelmek istemiyordu. Ç oğunlukla sinirlenmiyo

Tur Dağı Paramparça Volkan Ay [roman]

TUR DAĞI PARAMPARÇA VOLKAN AY kitabı satın almak için tıklayın Uzak göklerde ve tamamlanmamış yıldız atlaslarında aranılan Marla'ya... ve toprak parçalarında nefeslenen başka ruhlar da, onun sessiz ışıltısını görmek, tek nefeste söylenilen adını seslenmek için asırlarca dolaşmıştılar uzun bir lanete uğramış ya da herşeyi açığa çıkarıp berraklaştıran efsunlu bir gök yağmuruna tutulmuş gibi  Tur Dağı Paramparça  Roman İndir     Birinci Kitap     HERŞEY VAHŞİ HERŞEY SESSİZ                       Bismillahirrahmanirrahim;   Bu defteri Recebülevvel ayının onyedisi yahut onsekizinde yazmaya başlıyorum. Defter Atlıhisar kasabasının   dağ k öyünden başlar, yürüyerek veya at   üstünde geçtiğimiz topraklarda, deve tepelerinde sallanarak aştığımız çöllerde ve yelken açtığımız denizlerde yaşadıklarımızı anlatır. Yola çıkışımızdan, g üvenli taş duvarlarla çevrili   sıcak yataklarımızın huzurlu sıcaklığına varıncaya dek her günü, her yolu, geçtiğimiz her çö

TUTKU VE SIR, VOLKAN AY, ROMAN [PULP]

  Kasabanın ölüm meleğinin gece sorgusundan sonra eski bir Amerikan arabasıyla Route 66'i Los Angeles'a varana dek sürmek dışında bir planı kalmamıştı. Boş tren istasyonuna ürkütücü bir sessizlik hakimdi. Altı blok ötede boğazı maket bıçağıyla kesilmiş bir makdulun cesedi ahşap bir bavul içinde bir çöp tenekesinin yanında çürüyordu. Türkiye'den gelen 16yy'a tarihlenmiş bükümü ve yalmanıyla darbe ve kesim gücü yüksek, oldukça keskin nadir bir kılıç ahşap kadife kaplı kutusunun içinde takırdayarak giden eski bir trenin lokanta vagonunun masalarının birinde pencerenin hemen yanında duruyordu.  TUTKU VE SIR VOLKAN AY roman  indir 1 "Köpekleri Puik gibi" "Puik?" "Vardı ya Zagor'da uyuz bi köpek" Duvardan atladılar. "Rintintin" "Puik" "Rintintin konuşabiliyordu en azından" "Ama bekçi var bir tane" Karanlığın içine sindiler. İnşaat alanı çok sessiz ve  büyüktü. Gündüzleyin içeri girmeyi denemiş fakat içe

BANA KAHVE ISMARLA

 Diyelim ki romanlarımdan birini ya da tamamını okudunuz ve bana kahve ısmarlamak istiyorsunuz. İşte bunun için bir bağlantı. Şimdiden Teşekkürler...   BANA KAHVE ISMARLA ya da Türküz türkü çığırırız nedir bu dolar işleri diyorsanız. Doğrudan IBAN numaram: Volkan AY : TR02 0006 2000 2050 0006 8734 68 Bana kahve ısmarlayın.     The publishing world is facing a crisis today. Magazines are closing one by one. Publishing houses cannot print books. The biggest reason for this is the huge increases in paper prices. We need the attention of especially aristocratic bourgeois families who have always supported art and science. This method, which was also tried by Stephen King, the author of fluent novels, tries to eliminate all kinds of intermediaries between the reader and the writer. Yayıncılık dünyası bugün bir krizle karşı karşıya. Dergiler tek tek kapanıyor. Yayınevleri kitap basamıyor. Bunun en büyük sebebi kağıda gelen büyük zamlardır. Sanata ve bilime her daim destek olmuş özellikle ar