Ana içeriğe atla

KASABA VOLKAN AY ROMAN

 







Rayların üstünde parçalanmış alaca renkli kediyi iyice inceliyorum. Mide boşluğunda sinekler geziniyor. Bedenimin her zerresini sarsan tren çığlığına dek orada onun önünde ama eğilmeye yanaşmadan öylece kalıyorum. Bağırsakları dışarıda ve gözleri yok. Gelişini fark edemediği trenin onu da ezebiliyor olması can sıkıcı ve adaletsiz görünüyor. İkinci düdükte toparlanıp, kalkmak üzere olan demir canavarın önünden kısa bir sıçrayışla karşı yakaya geçiyorum. Dev lokomotif, altı upuzun  yolcu vagonuyla kedinin üzerinden yeniden geçiyor. O öğleden sonrasının büyük kısmını sazlıklı kıyıda tek başıma geçiriyorum. 






VOLKAN AY

 

KASABA 
  


ROMAN
                                                           

 
 
 

Anlatılanların elbette gerçekte olup bitenlerle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır, karakterler ve olaylar tamamen uydurmadır, gerçek yerlerle olan benzerlikleri tesadüftür.

 

 






BİRİNCİ KİTAP 

KASABA








1



Sazlıklı Kıyıdaki Tek Ağaç

Rayların üstünde parçalanmış alaca renkli kediyi iyice inceliyorum. Mide boşluğunda sinekler geziniyor. Bedenimin her zerresini sarsan tren çığlığına dek orada onun önünde ama eğilmeye yanaşmadan öylece kalıyorum. Bağırsakları dışarıda ve gözleri yok. Gelişini fark edemediği trenin onu da ezebiliyor olması can sıkıcı ve adaletsiz görünüyor. İkinci düdükte toparlanıp, kalkmak üzere olan demir canavarın önünden kısa bir sıçrayışla karşı yakaya geçiyorum. Dev lokomotif, altı upuzun  yolcu vagonuyla kedinin üzerinden yeniden geçiyor. O öğleden sonrasının büyük kısmını sazlıklı kıyıda tek başıma geçiriyorum. 
Karla kaplı bir dağ yamacına kurulmuş  köy var aklımda. Atlar ve yeşil kanatlı çöp sinekleri. Herşey bölük pörçük bazen tutarsız izlenimler halinde, özlemle değil bir hatırlama gayreti ile ortaya çıkıyor. Sinekler ceset gözlerine konup kalkıyor. Atlar at olmaktan mutlu kişniyorlar. Ağzımda tuza batırılmış ekşi elma tadı var.
Köyde herşey bana büyük ve tehlikesiz oyuncaklar gibi göründü. Kırda iri ve kirli çoban köpekleriyle kırmızı gelinciklerin arasından geçerek, omzuma varan başakların içinde koştum. Attan değil atın üstündeki deliden korktuğumdan sesler geldiğinde yere yattım. Çoban köpekleri ve deliler en sevdiği oyuncaklarıydı dünyanın. 
Kış boyunca altılı kuru boyaların, öğretmenler gününde babama bolca gönderilen Pen marka turuncu renkli orta boy tükenmez kalemlerin ve eskimeden kaybolacak tüm diğer eşyaların arasına gömüldüm. Büyük evler ve büyük ağaçlar çizip olmadık renklere boyadım. Annemin yaptığı elma reçellerine aşırı tatlı diye burun kıvırıp, tuza bandığım ekşi elmalardan tek bir ısırıkta  büyük parçalar kopardım. 
Babam "Burası cennet bahçesi olacak" şiarıyla hevesle çapalamaya başladığı bahçeden çıkan küçük bir yılana bir süre bakmama kendisi izin verdi. Kavanozda beslemeye çalıştığım yılan yavrusunun firarından sonra bahçe tuvaletine daha geniş zaman ayırdım. 
Suyu azalmış bir köy çeşmesinin yarattığı sosyal çalkantıları dinleyip, köye  nedense lahmacun getiren motorsikletin homurtusundan korktum. Köye kimin getirdiği anlaşılamamış beyaz bir süs köpeği ise kurtların saldırısında öldü. Babamın öğrencilerinden biri köpeği ayının boğduğu yalanını ortaya attı ve hikayesi kısa zamanda gerçeğin yerini aldı. Mutfaktan kaçırabildiklerimi merdivenden ona atardım. O da kimisini yer, kimisini yemezdi. Babaannem kovalar, annem kızar, babam karışmazdı. 
Kızları gözetlemek için açmaya çalıştığımız bahçe tuvaletinin duvarındaki delikler doğru nokta tutturulamadan kapatıldılar.
Ellerimi kırmızı gocuğumun ceplerine sokup okula doğru yürüdüm. Annem işte olduğunda, babamın sınıfına gidip oturdum. Sobanın başında resim yaparken saatlerce onu dinledim. Okuma yazmayı öğretmemek konusunda kesin bir kararlılık gösterdiğinde onun sinirlendiğinde yaptığı gibi tabakları raftan indirip yere fırlatarak kırdım. Kasetlere kaydettiğim Muhteşem Buffola Bill'in maceralarını yazmam için buna ihtiyacım vardı. Uzanabildiğim yerde tabak kalmadığında rafın örtüsünü çektim. Pek çok bardak örtüyle birlikte büyük bir şangırtıyla yere devrilip parçalandılar. Bu benim için hiç iyi olmadı. Kasetler ortadan kayboldu ve geceleri bir hafta kitap okunmadı. Bir haftanın tam ne kadar olduğunu bilmediğimden bu süre beklediğimden çok daha uzun geçti. 
Bugüne doğru yaklaştıkça hatırladıklarım iyice belirsizleşiyor. Babama göre beynimizin içinde kayıtları tutan beyaz sakallı adamlarımız var ve onlar da  ancak bir süre geçtikten sonra neyin kayda değer, neyin kayda değer olmadığına karar verebiliyor.
Yakılmış bir arabaya kovayla su yetiştirme telaşı. Biri gözlerimi kapatıyor, bağırışmalar geliyor. Karlar eridiğinde açık ağızlarında görünen dişleriyle fare ölüleri ve muşmula ağaçları ortaya çıkıyor.
Aslında durdukları yerde olmayabilecekleri konusunda (Belki biraz yanda hem belki hiç yoktular) uyarılmama rağmen orada olduklarına dair gizli bir inançla seyrettiğim yıldızlar. Hem niye benim kardeşim yok diye hesap sorup hem de endişeli bir yüzle, yıldızların eliyle işaret ettiği bir yarısını artık başka bir çocuğa armağan etmiş olduğunu öğrendiğimde dayıma darılıp, bitmeyen pazarlıklar sonucu onları geri almaya uğraşıyorum.
Yorgan altında anlatılan sonları belirsiz, ucu açık bırakılarak aklımın içinde dolaşıp duran artık kimin başından geçtiği önemsenmeyecek kadar ilginç hale gelmiş hikayeler.
Bir çocuğun anahtarını çalıp denediği, freni boşaldığı söylenen kirli traktör. Arkadaşımı ispiyonlamadığım için babam tebrik ediyor, annem tüm cezalarımı kaldırıyor. Oysa ben anahtarları kimin çaldığını gerçekten bilmiyorum. Halkın malına zarar vermenin kötünün de kötüsü olduğunu öğreniyorum. Ama arkadaşlarını  ispiyonlamak bundan bile kötü. Halkın ne olduğunu  öğrendiğimde fena halde sarsılıyorum. Onları cahilliklerinden hemen kurtarmamız gerekiyor. Bütün öğleden sonramı dünyanın oluşumu ve canlıların ortaya çıkışını anlattığım bir kaset doldurarak geçiriyorum. Babamdan ve dayımlardan onlarca defa dinlediğim herşeyi bütün ayrıntısıyla kaydediyorum. "Dünya önce gaz ve toz bulutuydu…" Halkın bunları dinleyip bir anda aydınlanması için Buffola Bill'in maceralarından vazgeçiyorum. Kayıtlarımı dinlediklerinde sadece annem kızıyor. Müzik kasetleri ile boş kasetler arasındaki farkı iyice anladığımdan emin olana kadar beni dışarı salmıyor. Dışarı çıktığımızdaysa upuzun, göğe doğru yükselen kavak ağaçlarını işaret ediyor. Ona göre kavak ağaçları kibirli oldukları için böyle dimdik göğe yükseliyorlar. Yaşarken ne bir meyve ne de gölge veriyor, yaşlandıkları zaman da kesilip sobada yanıyorlar. Ve  ben hiç fark ediyor muyum? Sabahları ağaçlarda kuşlar ısınmak için şarkı söylüyorlar ve onlardan uyumsuz tek bir ses duyulmuyor. Alçakgönüllü olmamızı hatırlatan söğüt ağaçları ise  öğleden sonraları kuşların şarkısına eşlik ediyorlar.
Salakça bir mutluluk beni de (O hem fırıl fırıl olduğu yerde dönüp hem de ilerlemeye çalışırken düşen kız gibi) serseme çevirir, arkasına naylon poşet içinde pil astığım birbirine çakılı iki büyük masa kalıntısı tahtadan meydana gelmiş uçağın uçması dışında geleceğe dair hayal kurmazdım. Babamın pillerin bitmiş olduğunu hatırlatmasını ciddiye alır, rüzgardan çekinmez, hortum buraya gelirse fildişi bir kuleye tırmanır gibi en tepesine çıkabileceğimi iyi bilirdim. 
Birgün şarkı söyleyen kuşların şarkı söyleyebildikleri gibi uçabildiklerini de büsbütün yeni bir şey gibi fark ettim. Ördekler ve tavuklar ne kadar çabalasalar da uçamıyorlardı. Kanatlarını hızlı hızlı çırpıp duruyor, kötü sesleriyle bağıra çağıra yerden azıcık havalandıktan sonra hemen geri düşüyorlardı. Onlar uçamayacaklarını bilmiyorlar mıydı? Bizi İstanbul'a götürmek üzere gelmiş olan dayım "Herhalde bilmiyorlardır" dedi. Annem, benim İstanbul'da okula başlamam konusunda ısrar edince büyük bir tartışma çıkmış, tartışma kavgaya dönmüş, kalan tabaklarda kırılmıştı. Sonunda annem bavullarımızı toplamaya başlamış, gelmesi için dayımı aramıştı. "Peki uçabilen kuşlar uçabileceklerini nereden biliyorlar?" diye devam ettim. Varmak istediğim belirli bir yer yoktu. Tamamen belirsiz bir "en son" fikrim vardı. Herşeyin sonu. Sonuna kadar ulaşmaya uğraşıyordum. "Onlar da bilmiyorlar" dedi dayım. "Anneleri onları yeterince büyüdüklerinde yuvadan aşağı atıyor ve onlar da havada süzülürken uçabildiklerini fark ediyorlar" "Sonra ?" "Sonra uçup gidiyorlar işte" Sıkıldığını fark ettim. Bence çok eğlenceli bir konuydu. 
Oradan son hatırlayabildiklerim, kağıt uçak yarışları, bataklık kurbağaları ve ud çalan doktorun serin evinde yediğim son iğneler. 
Son seferinde herkesi köyde evine dağıtan belediye otobüsü şöförü. 
Hazla bir fare gibi kemire kemire yediğim kalem uçları.
Elektrik kesintisi nedeniyle yarım kalmış bir milli maç, bombeli 37 ekran televizyondan mısır patlağı tepsisine yönelen bakışlar. 
Virajda motorsikletin arkasından yol kenarına kısa uçuşum ve uçsunlar diye çatıdan attığım ördek yavrularının hazin sonu.
İstanbul'da trafik ışıklarından insanlarla birlikte ve kurallara uygun olarak geçen köpekler görüyorum ve dayımların sekiz kişi kaldıkları zemin kattaki o çok sevdiğim eve gittiğimde erkenden yatırılıyorum. Ertesi gün garajdan bozma manav dükkanından pek ayrılmıyorum. Dayım dışarda oynamam için beni kovalasa da az sonra geri geliyorum. Bu sokağın çocukları can sıkıntısı veriyor. Herşeyle, herkesle alay ediyor ve sürekli nedensizce gülüyorlar. Akşam eve dönüyoruz ve ev giderek kalabalıklaşıyor. Kalabalık evlerde sürekli yeni ve değişik şeyler olması hoşuma gidiyor. Bir sürü dayım var. Dört tane burada ve bir tanesi hala adada yaşıyor. Annem onun da yakında çıkacağını söylüyor. Hafta sonu onu ziyarete uzun bir vapur yolculuğuyla gidiyoruz. Vapurun alt katında elleri kelepçeli bir adama neden ellerini bağladıklarını soruyorum. Yanındaki jandarmalara bakıyor. Onlarda elleriyle uzaklaşmamı işaret ediyor. O adamı da dayımın kaldığı adaya götürüp götürmediklerini soruyorum.  Daha fazla soru sorarsam benimde ellerimi bağlamak zorunda kalacaklarını öğreniyorum. Gitmediğimi görünce pencereye doğru oturmuş olan jandarma "Hem artık hadi ana-babanın yanına koş bakalım" diye sesleniyor. "Benim babam köyde" deyince başından beri hiç sesini çıkarmamış olan elleri kelepçeli adam öyle bir kahkaha atıyor ki,  arkama bakmadan koşup üst kata çıkıp annemin kucağına kapanıyorum. Kahkahasında normal olmayan beni ürküten, hastalıklı birşeyler var. 
"Tek sıra beyler, tek sıra beyler tek sıra" 
Vapurdan tek sıra halinde inerek adaya çıkıyoruz. Hava güneşli. Ahşap masalar az sonra yemekler ve çay bardaklarıyla doluyor. Bizim masamızın tam ortasında büyük bir balık var. "Zıpkınla avladım" diye fısıldıyor dayım. Yanımızda gardiyanlar dolaşırken hep sessizce konuşuyoruz. Onlara herhangi bir şey sormam kesinlikle yasak. Dayıma, beni resim atölyelerinde gezdirirken neden  tünel kazıp kaçmadığını soruyorum. O da tünel kazmanın çok uzun zaman alacağını hem burada bak ne güzel tatil yaptığını anlatıyor. Beni küçümsediğini anlıyorum. Büyük, çok büyük  bir cümle kurmak istiyorum ama aklımdakileri toparlayamıyorum. Yakında okula başlayacağımı hatırlatıyorum. "Afferin sana kocaman olmuşsun" diyerek saçlarımı karıştırıyor. "Okul hediyesi olarak şuradakilerden bir tane seç kendine" diyerek uzun tezgahın üstünden duvara dayalı olarak duran resimleri işaret ediyor. Anneannemlerin yaşadığı kasabaya çok benzeyen bir resmi seçerken bir yandan da artık büyüdüğümü anlaması için ona ne söyleyebileceğimi düşünüyorum. 
"Ploreterler kanlı emperyalisleri diz çöktürecek" 
Onay bekler biçimde ona bakıyorum ama dayımın yüzü değişiyor. "Proleter…" diye mırıldanarak düzeltmesine iyice bozuluyorum. "Proleter ne demek" diye hafif sinirli bir sesle soruyor. "Çok çalışanlara proleter denir" diye cevabı yapıştırıyorum. Artık dost olmadığımızı anlıyorum, yaptığı resim  kolumun altında büyüdükçe büyüyor. Aldırmaz bir sesle "Sizi burada neden tutuyorlar" diye soruyorum. Yaralayıcı olmaya çalışıyorum ve öyle olduğumu biliyorum. Cevap vermiyor. Bunun da büyüdüğümde anlayacağım o bazı şeylerden biri olduğunu öğreniyorum.
"Kanlı emperyalisler diz çökecek" 
Yeni bir cümle, büyük kocaman bir cümle kurmak istiyorum ama aynı kelimeleri tekrarladığımı fark ediyorum. "Hadi dışarı çıkalım" diyor. "Biraz temiz hava almalısın"
Masaya döndüğümüzde benim kasabada okula başlamam gerektiğini söylüyor. Kısa zamanda saçlarımın yeniden sararıp kilo alacağımı eklese de masadaki sessizlik bozulmuyor. "Hem senin dükkana da yakın olur" diyor anneme, balıktan bir lokmayı ağzına atarken. "Oradan gelip gidersin" Ona düşmanca bakıyorum. Dayımların kalabalık evini herşeyden çok seviyorum. Her köşedeki yer döşeklerini, manav kasalarının üstüne konmuş büyük bir tepside yenen yemeklerini, toplantılarını, resimsiz dergilerini. Sigara yakıyor. Onun sigara içtiğini ilk defa görüyorum. Ayrılmadan önce bana sarılıyor. "Okumayı öğrendiğinde bana mektup yazacaksın tamam mı?" Kafa sallıyorum. Kulağıma eğiliyor "Bak yakında ben de oraya geleceğim, birlikte proleterlerin şanlı devrimi için çalışacağız" İnanmaz gözlerle bakarak elimde olmadan gülümsüyorum. Geri çekilip "Dost muyuz şimdi ?" diyor. Bütün gücümle sarılıyorum. 
"Tek sıra hanımlar beyler, tek sıra beyler tek sıra"
Üniformalı adamın yanına gidip ben de onun gibi bağırmaya başlıyorum. 
"Tek sıra beyler tek sıra, teksıra"
Önümden insanlar teker teker geçerek vapura biniyorlar. Annem ve  yengemin de geçtiğini görüyorum. Ardından dayımlar geçiyor. En arkadan gelen dayım beni kucaklayıp koltuğunun altına alıyor. Tavla kutusu gibi taşıyarak vapurun tepesine çıkartıyor. Hava kararırken ada giderek küçülüyor.
Aklımın içinde vapur ve tren düdükleri bir an içiçe giriyor. Tren virajı dönerken yavaşlıyor ve ben pencereden bizi takip eden diğer vagonları görebiliyorum. Başımı pencereden dışarı çıkartıp rüzgara karşı gözlerimi kısarak durabiliyorum. Arabalar, yollar ve evler geride kaldığında orman başlıyor. Kasabaya yaklaşıyoruz. Rayların takırtısı dışında herşey  sessiz ve yıldızlar daha parlak. Trene doğru yüksek perdeden havlayarak gelen köpekleri gördüğümde hızla geriye çekiliyorum. Annem onların geçen trenlere dişlerini göstere göstere havlayıp sahiplerine onaylayan bir söz işitmek için baktıklarını anlatıyor.
"Bak ben nasılım, çok büyük bu teneke canavar ama ben meydan okuyorum" Güldüğümü görünce sesini iyice boğuklaştırarak devam ediyor. "Evet sizin için meydan okuyorum ve o da geçip gidiyor böyle, kaçıyor, bunu hergün dört beş sefer tekrarlamasam sizin haliniz nice olur? Hah bak işte bunu da kaçırdım, kaçıyor rav hav haa dönme bir daha" 

* * *

Ve şimdi iyice eskimiş bordo renkli yük vagonları, gölün huzurlu sessizliği, koruluğun yüksek ağaçlarının kımıldanışları, berrak suyun içinde yosunlu kayaların arasında hareketlenen balıklar. İki karışlık oltamın ucundaki ekmeğin yenilmiş olduğunu fark ediyorum. Başımı çevirip geçen treni seyrediyorum. Trenin ardından Emre yaklaşıyor koşarak, toprak yola oradanda kayaların üstünden atlayarak yanıma kadar geliyor. 
"Nerde kaldın olm?"
"Annem salmadı yemeden, bu ne?"
"Olta işte, kızılkanat tutucaz"
İki karışlık misinanın ucundaki iğneye bakıyor.
"Onunla, bunu yakalarsın" Yaptığı harekete karşı, bende avucumu gösterip "Çelik ayna" diyerek karşılık veriyorum. Gülüyor. "Bunda çelik ayna olmaz salak." Aynı yaşta olmamıza rağmen bana hep üstün gelişine sinirleniyorum. İtişiyoruz. Olta göle düşüyor. Gelirken onunda gördüğü kedi leşinden konuşurken ona köyde gördüğüm fare ölülerinin taklidini yapıyorum. Ellerimi omuz hizama getirip parmaklarımı aşağı sarkıtıyorum. "Aynı böyle" diyerek, ağzımı dişlerim gözükecek kadar göğe doğru açmışken Ayça'yı görüyorum. Demiryolu çetemizin tek kız üyesi. Toprak yoldaki ufak taşları toplayıp, toprağa tohum serper gibi göle fırlatıyor. Melodik bir ses çıkıyor. Biz de toprak yola tırmanıp onun yaptığını tekrarlıyoruz.  
"Öyle değil böyle" diye bağırıyor Ayça. Ama taşlar giderek büyürken oyun benimle Emre arasında bir rekabete dönüşüyor. O anda avucumdaki taşı en uzağa fırlatabilmekten başka aklımda hiçbirşey yok. 
    Demiryoluna doğru yükselen beyaz büyük kayalardan parçalanmış taşları elimize alıp birer birer göle fırlatıyoruz. Makas bekçisi görünene dek. Sonra kaçıyoruz. Kaçmasak da birşey olmayacak ama kaçıyoruz. "Kim burdan atlar?" Kimse üzerine alınmıyor. Gölün kenar çizgisindeki kayalıkların bir an kesilip ufak bir köprüden sonra yeniden başladığı yerlerden biri. Su çok sığ. Atlamak delilik olur. Devam ediyoruz. Kertenkeleler sağlı sollu kaçışıyorlar. Sıcak, içimize doyurucu bir yoğunluk olarak doluyor. Kuru topraktan gelen toz kokusu ile rayların etrafını dolduran taşların toz kokularını ayrı ayrı duyuyoruz. Bu taşlar elimize aldığımızda beyaz lekeler bırakıyor. Demiryolu sağımızda kalıyor, biz yer yer ufak demir köprülerle kesilen dar toprak yoldan gidiyoruz. Solumuzda kayalıklar ve göl başlıyor. Sazlıkların olduğu yere gelince kayaların üstünden zıplayarak aşağı iniyoruz, yüksek sazlıkların gölgelediği ufak bir kumsal var. Sığ suda taşların arasına kaçışan yengeçleri gösteriyoruz birbirimize. Yol boyu iki üç ağaçtan bir tanesi de burada, ağacın bulunduğu tarafta dallarının gövdeden ayrıldıkları yerde  yırtılmış torbalar, avuçta sıkılmış bira kutuları ve parlak, yırtık ambalaj kağıtları sıkışmış durumda. Yinede oraya yaklaşınca suratımızı buruşturan  ekşimiş çöp kokusuyla, çürümüş fare leşini andıran kokunun kaynağına ilişkin bir işaret yok. Her zamanki gibi uzak duruyoruz, güneşin alnında yanmaya gidiyoruz. Bugün her zamankinden değişik bir gün değil. Eğleniyor muyuz, sıkılıyor muyuz o da hiç belli değil. Sıkıntımızı paylaşıyor gibiyiz daha çok. Göle fırlattığımız büyük beyaz taşların elimize bıraktığı yumuşak beyaz tozları şortlarımıza siliyoruz. 
Geçen trenlere el salladığımızı anımsıyorum. Yolcular, tünelin kısa süren karanlığından sonra bizi görür, onlar da bize el sallarlardı. Bazıları dehşet içinde çekilirlerdi pencereden, istasyona doğru tren yavaşlamışken. Belki inecek yolculardı ama bizim, onları korkuttuğumuz için dehşetli bir korkuyla camdan çekildiklerini düşünmek hoşumuza giderdi. Taş atanlar olurdu çünkü. Bu taşlar masumane bir oyunun çok uzağında bir irilikte olurlardı kimi zaman ve isabet ettikleri de olurdu. O zaman cam aşağı iner, içerde ne olursa olur, çocuklar kaçardı. Remzi ve Soner'in tayfasıydı kaçanlar.
Ama buradan onlara el sallarken çekilmelerine ürkmelerine hiç gerek olmadığını bilmezler. Çünkü Soner ve Remzi 'nin tayfasının, onları rayların diğer tarafındaki kel tepeden avladıklarını akıllarına bile getirmezler. Trenin altındaki taşlar trenin içine böyle girerler işte.







                                           2


Loş Pasaj 

"Türküm, doğruyum" u kaçırmamak için yokuş aşağı hızla koştum. Sırt çantamın beni sağa sola çeker gibi sallaması da, dürbün biçimindeki sarı mataramın her adımda göğsüme çarpması da beni yavaşlatamıyordu. Bugün de kaçırırsam işim bitmiş demekti. Yokuşun başına geldiğimde durdum. Burası annemin ilkokulda okula koşarken jipe çarptığı yerdi. İki tarafa dikkatlice bakarak geçtim. Aklımda televizyonda gördüğüm, araba çarpınca insanın içinden çıkan bacaksız cin vardı. Cin çıkarken her seferinde "Keşke daha dikkatli olsaydım" diyor, sonra bulutlara yükseliveriyordu. Emre'ye göre o insanın içindeki ruhtu. Ruhlar insanın içinde yaşar, yaşlanınca ya da insan eğer büyük bir hata yaparsa onu hemen terk ederlerdi. 
Okula yaklaşmış ama daha fazla koşamayacak kadar yorulmuştum. Film çekmek için kurulmuş ancak artık epeyce eskimiş, arkası olmayan binaların önünde durdum. Bu binaların arkası olmadığı gibi kapıları da açılmıyor, önüne kurdukları ve defalarca 166 Alo Masal hattını aramayı denediğim jetonlu telefon kulübesi de çalışmıyordu. Önünde durduğum sahte postane rüzgarda ileri geri sallanınca yeniden koşmaya başladım. Sıra olmuşlarsa beni hemen fark edeceklerdi. Okulun kapısından girdiğim anda herkes birdenbire bana bakıp "İşte Türküm Doğruyum'a her gün geç kalan çocuk" diye elleriyle işaret edecekler ve belki de Korkma sönmez'de konuştuğu için bahçede herkesin önünde tokat yedikten sonra sırasına gönderilen çocuk gibi, beni de müdür herkesin arasından merdivenlerin önüne çağıracaktı. Parmaklarının ucuna yükselecek, sıralardaki uğultu son bulacak, parmağıyla beni gösterecekti. "Sen gel, hayır hayır sen, sen, biliyor o kim olduğunu, evet sen"  İçimden bir titreme geçti. Böyle bir şey olursa bu kasabada duramazdım. İstanbul'a da gidemezdim. Köye dönebilirdim belki. Babam onu terk ettiğimiz için öfkeli olmalıydı ama beni kabul ederdi, onun okuluna giderdim. Ama artık sınıfına almayacağından emindim. Çocukların okula gelmeden okumayı öğrenmemesi gerektiği gibi, hiçbir öğretmen çocuğu da babasının sınıfında okuyamazdı. Bu da kuraldı ve bütün kurallar gibi kati suretle değiştirilemez annem bile babamı bu kararından döndüremezdi. Beni o lapa yumurtayı yemeden bırakmayan anneme karşı içimden bir öfke yükseldi. Yeşil düzlükte hızla koşup okulun arkasından dolaştım, sırtımı duvara yasladım. Sıralar oluşmamışsa rahatça içeri atlayacaktım. Ama şimdi cesaret edemiyordum. İçerisi beklediğimden daha sessizdi. Başımı kaldırıp duvarın üstünden bahçeye göz gezdirdim. Sıralar oluşmuştu. Megafonlardan korktuğum ses yükselince derhal başımı çekip duvara arkamı verdim yeniden. 
"Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam, küçüklerimi korumak…" 
Çok geçti artık. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Duvarın dibine çöktüm. 
"…Ülküm yükselmek ileri gitmektir…"
Çantamı çıkardım.
"..Varlığım Türk varlığına, armağan olsun ! İyi dersler arkadaşlar" 
Herşey bitmişti. Arka arkaya alçalan ufak tepeler ve hiç kesilmeden dağ eteklerine dek yayılan çimlere baktım. Biraz aşağıda ağaçlar küçük bir bölgede kümelenmişlerdi. Beni bu durumdan kurtaracak bir ipucu verebilirlermiş gibi ağaçları tek tek inceledim. Ağaçlar bataklığı gizliyor, uzaklardan bir keçi sürüsü buraya doğru hareketleniyordu. Eve dönemezdim. Çantam elimde istasyona inen yokuşta annemi yakalayabilme umuduyla koşmaya başladım. İki yanı geniş merdivenli taş yokuştan aşağı kendimi bırakmış, hızla koşuyordum. İki yandaki alçak bahçe duvarlarının arkasından bana seslenenleri de duyabilmeme imkan yoktu. Bu kadar hızlı koşabilen birisi hiç kimseyi duyamazdı ve bende müthiş bir süratle istasyona doğru koşuyordum. Geçmemiş olduğunu umut ettiğim treni de kaçırırsam işim bitmişti. Rüzgar yüzümü sıyırırken, bir yandan çantamı sırtıma takmaya çalışıyor, bir taraftan gölün üstünde asılı kalmış sise göz gezdiriyordum. Karşısı görünmüyordu. Açık bir turuncuya bulanıklaşmış sis duman gibi yoğundu. İstasyona vardığımda geçiş yerlerinden gelen uyarı çanlarını duyabiliyordum ancak sis treni yutmuştu. İstasyona doğru seyrekleşerek taşmış sis  annemi de gri bir gölgeye çevirmişti. Ellerimi dizlerime dayayıp gözlerimi sımsıkı kapattım. Soluk soluğa olmama rağmen hiç nefes alamıyor gibi havasızdım. Doğrulamadan tren düdüğünün geldiği yöne doğru başımı çevirdim. Lokomotif sisin içinden fırlarken annemin ellerini omzumda hissettim.
"Neden okulda değilsin?"  
Telaşlı bağırışı trenin taka-takalarını da, uyarı çanlarını da bastırıyordu.
"Okula gitmek istemiyorum" 
Hiçbirşey söylemeden gölün üstündeki lanetli sise bakarken lokomotif yüzümüze soğuk bir esinti çarparak geçti. Vagonlardan biri önümüzde durduğunda annemin telaşlı ve sinirli sesi belkide beklediği türden kötü bir haber getirmediğimden yatışmıştı.
"Bunları konuştuk seninle. Okula gitmek zorundasın"
"Ama bütün gün…"
"Bütün gün sayfalarca çizgi çekip, sayı saysanız da gitmek zorundasın"
Kondüktör düdüğü ağzına götürüp, bize bakınca annem gözleriyle vagonu işaret etti. İçimde yükselen büyük bir sevinçle hızla basamakları tırmanıp, sürmeli kapının açılmasıyla birlikte pencere önündeki koltuklardan birine kendimi bıraktım. Rahatlamıştım. Kesik kesik iki kısa ve bir uzun kondüktör düdüğüyle birlikte hareket ettik.
"Terli misin?"
Başımı aşağı yukarı salladım.
"Bilmelisin ki sadece bu günlük "
Şimdiden gitmediğim beş altı günü bulmuştu. Terimi kurutması için bir bezi sırtımdan aşağı kaydırdı. "Bütün derslerini dükkanda yapacaksın". Başımı yine aşağı yukarı salladım.
Tünelin gürültülü karanlığına daldığımızda annemin büyük paltosu her yanımı sararken bana satrançta hiç yenilmeyen Gürkan abimin defterini nasıl dürebileceğimi düşünüyordum. O benim defterimi her kazandığında dürüyor, ataçlamama rağmen kırış kırış olmuş sayfaları rulo haline getirip ağzına tutarak sonucu alaycı bir ses tonuyla hayali seyircilere açıklıyor, dükkanda eğer o sırada müşteri yoksa bunu defalarca tekrarlıyordu. 
Gardan hızlı bir yürüyüşle pasaja gelirken uğradığımız markette beyaz peynir seçen annemi, bir şey alıp alamayacağım konusunda bakışlarımla tartarken, o bana dönüp "Buradan istediğin herhangi bir şeyi alabilirsin" dedi. Şimdi o, sıradan herhangi bir şey söylemiş gibi dönmüş zeytin tarttırmadan önce tadlarına bakarken bende şaşkın halde rafların arasında dolaşıyordum. Bir hile sezinledim ilkin, anlayamadığım bir şey vardı. İstediğim herşeyi alabilirdim. Herşeyi değil hayır, tek bir şey ama herhangi bir şey olabilir. Bunu bir tekerleme gibi mırıldanarak dolaşmaya başladım. Sihirbazlı çikolata! Hayır. Jelibon da olmaz. Çikolatalı gofreti de derhal eledim. Bu değerli anı oyuncaklı yumurta ile de harcayamazdım. Çaresizce etrafa bakınırken araba resimlerine sarılı renkli uzun Turbo sakızları ve içinden hazır ol komutuna geçmiş plastik futbolcular çıkan Tombi paketleri de bir an gözüme o kadar değersiz ve zavallı göründüler ki ne yapacağımı şaşırdım. Plastik bir top olabilirdi belki ama burada top da satılmıyordu. Annem kasanın önünden, artık bir şeyi seçip getirmem için bakışlarıyla beni sıkıştırdıkça raflar dolusu yiyecek, plastik oyuncaklı çikolatalı, jelibonlu pırıl pırıl dünya önümde değersizleştikçe değersizleşti. Hepsi zaten benimmiş gibi büyük bir isteksizliğe kapıldım.
Pasaja girerken elimde tuttuğum minik beyaz torbadaki altılı kuru boya paketini, yapmayı hiç istemediğim sıkıcı bir el işi ödevi malzemesini taşır gibi savurarak yürüyünce annem elimden alıp çantasına koydu. 
"Madem istemiyordun aldırmasaydın" 
Üst dudağımı burnumun altına uzatıp sinirle hızlı hızlı soludum. Kendimi haksızlığa uğramış gibi hissediyordum ama söyleyebilecek hiçbirşeyim yoktu. Spor malzemeleri satan dükkandaki yeşil siyah kaleci eldivenleri bir an dikkatimi dağıtsa da hemen toparlanıp ani bir kararla annemin elini bırakarak hızla koşmaya başladım. Pasajın iç merdivenlerini tırmanıp Fatoş Kuaför'den içeri daldığımda Gürkan abi, İlknur abla'ya Irak ve İran arasında sürüp giden savaştan bahsediyordu. Ona göre savaşmaları çok anlamsızdı çünkü sonuçta onlar komşu ülkelerdi ve isimleri birbirine ne kadar da çok benziyordu.  
İlknur ablanın dizüstü eteğinin altına giydiği desenli siyah çoraplara dikkat çekmemeye çalışarak baktıktan sonra kollarımı iki yana açıp bağırarak kendi etrafımda dönmeyi bırakıp, söylendiği gibi kıçımı kırıp sessiz sessiz oturmaya başladım.  Kahvaltımızı ettikten sonra İlknur abla "Ya bu çocukta  bi haller var Fatoş abla" diyerek beni dizlerinin üstüne çekip, neden okula gitmediğimi sordu. İyice sessizleşmiş halde omuzlarımı kaldırıp indirdim. Kahverengi saçlarının arasından birdenbire beliren yüzünde bir tuhaflık, bir değişiklik fark ettim. Japon çizgi filmlerindeki büyük gözlü kahramanların göz bebeklerinde   bir kötülük, bir hınzırlık akıllarına geldiğinde beliren ışıltının çok daha parlağı kahverengi göz bebeklerinin etrafında bir an belirip kayboldu. Eliyle küçük burnumu iyice sıktıktan sonra, kulaklarımdan tutup kendine çekerek iki defa öptü. Normalde elini ısırıp bağırarak kaçmam gerekiyordu ama ses çıkarmadan oturmayı sürdürdüm. Gürkan abimin fön çektiği kadınla sohbet etmeye daldığındaysa ben onun dizlerinin üstünde, uçan sihirli bir halıyla şehrin üstünde dolaşıyormuşçasına -saat 10 acil perma randevusunun ilaçlarını hazırlamak için kalkana dek- rahat ve mutluydum.. Annem saati işaret ettiğinde yerinden fırlamış, beni koltuğa yan devrilmiş halde bırakmıştı. Bir süre ne yapacağımı bilmez halde öylece durdum. Yerimden doğrulurken önüme açılan satranç tahtasında plastik taşlar hızlı hızlı başlangıç  yerlerine konuluyorlardı. Gürkan abimin gülümsemesine aldırmadan aynı açılışla başladım. Şah önü iki. Böylece en güçlü taşımı hemen oyuna sokabiliyor, vezirle onun bölgesine gidip alabildiğim kadar taş almaya uğraşabiliyordum. Çünkü sonuçta nasılsa vezirimi oyunun bir yerinde yiyeceğine emin olduğumdan, onu kaybetmeden önce bir şeyler yapabilmesini istiyordum. Nafile bir çabaydı. Önce vezirim, sonra atlarım oyun tahtasının kenarına geçip olacakları seyretmeye koyuldular. Ardından kalelerim de birer birer düşünce  şahımı elimle şık bir hareketle devirip kalktım. O an müşterilerle birlikte İlknur'un da oyunun sonunu az sonra dürülmüş defterimden gelen sesle dinleyecek te olsalar  benim hiç değilse bu son hareketimi görebilmelerini çok istediğimden, bu son devirme hareketini olabildiğince gösterişli bir biçimde yapmıştım. Ancak herkes kendi işlerine dalmıştı. Kuruboyaları cebime atıp, dükkandan çıkarken Gürkan abimin arkamdan "Çok acelecisin" diye seslendiğini işittim. 
Pasajın iç uğultusunu oluşturan aşağıdaki nakış atölyelerinin boğuk ve ritmik sesleri ve bu katın en köşesindeki matbaa makinesinden gelen takırtılar henüz başlamamıştı. Loş, sakin ve serin pasajın boş ve karanlık dükkanlarının camına yaklaşarak içeri bakıyor, tek başına duran kırık sandalyeleri, yarısı kesilmiş bidonları, bazen yukarıdan yırtılıp ileri sarkmış duvar kağıtlarını, tozların içinde kıvrılıp kalmış sigara izmaritlerini seyrediyordum. Dükkanların sağ arka köşelerinde beyaz dar bir lavabo oluyordu ve eğer buraya bir paravan çekilmişse bu dükkanın da yakında dolacağını anlıyordum. Pasajın sonuna doğru her iki üç boş dükkana bir  dolu dükkan karşılık geliyor, onlara bir bir göründükçe içeriden beni çağırıp gülümseyerek sorular soruyorlardı.
Horozumun ne durumda olduğunu soran omzuna asılı kırmızı beyaz mezro, ağzında ise nedense sürekli toplu iğne ile dolaşan terzi, okuma bayramı ve diğer tüm bayramlarda giyeceğim korsan paça beyaz pantolonum için ölçü aldıktan sonra ortasından ahşap bir çerçeveye bağlı olan oval aynada kendime baktım. Aynayı biraz aşağı doğru eğip kendimin tamamını görebildiğimde başımı gövdemle birlikte iki yana salladım. İçimden düşününce karşımda hiçbir hareketliliğin olmamasına şaşırdım. Sıkıcı mı sıkıcı bürosunda sürekli bir şeyler çizen, kimi görürse görsün gülümseyip  elini sıkan -bunu yaparken diğer elini karşısındakinin omuzuna koyarak hafifçe eğilirdi-  mimarın yamuk çizim masasının başına oturup alıştığım sorularına karşılık dikkatli bir biçimde -mimar olacağımı, ikisini de eşit sevdiğimi ve derslerimin çok iyi gittiğini- söyleyerek her zamanki sırasıyla yanıtlayıp, her nasılsa ancak bir sopa yardımıyla açılabilen tuvaletlerin önünden hızlı hızlı, kumaş boyayan kızların önünden yavaş yavaş geçtim. Kumaş boyayan kızlar önlerine yaydıkları renkli kumaşlardan başlarını bir an olsun kaldırmıyorlardı. Kaleci eldivenine yeniden bakmak üzere aşağı kata inmeden önce merdivenlerin tam karşısına rastlayan Ayşen teyzenin butiğinin vitrinine takıldım. Yağlıboya at resimleri yapıyor ve bu resimleri vitrininde, yeni elbiseler giydirilmiş kafasız mankenlerin hemen arkasına yerleştiriyordu.  Eyersiz dört atın yan yana koşarkenki resmini ise ne kadar çok resim yaparsa yapsın hiç kaldırmıyordu. Bu dört farklı renkteki dört atın yeleleri birbirine karışıp rüzgarda  bir şelale gibi akıyordu. İçeri girip bir at resmi çizip çizemeyeceğimizi sorunca bana dükkanın arka tarafındaki küçük kırmızıya boyanmış ahşap masayı gösterdi. Masanın başına oturup kuru boyaları cebimden çıkarıp beklemeye koyuldum. Bana epeyce mesafeli davrandığı için yeni yapmakta olduğu at portresinin yanına gitmeden, resmini çok güzel ve komik bulduğumu da söylemeden telefonunu bitirmesini bekledim.  Telefonu kapatınca kırmızı masaya bir kağıt çıkarıp yuvarlaklar çizmeye koyuldu. Bu bazen epeyce yamulan yuvarlakların etrafını çepeçevre çizerek birleştirdiğinde ortaya koşan bir at çıktı. Birkaç denemeden sonra benim çizdiğim şeklinde bir ata benzediğine beni inandırdıktan sonra boyamaya başladım. Sonuçta ortaya çıkan şekil bir ata epeyce benziyordu. Çok memnun kalmıştım. Kağıtta söylediği gibi boş yer kalmayana dek boyadıktan sonra resmi bitirdiğime karar verip çıkarken bana "İki mi sekiz mi?" diye sordu. Alışkanlıkla hiç yadırgamadan sekiz dedim. Sürekli at yarışı oynar, oynayacağı atta kararsız kaldığında o sırada orada kim varsa ona sorarak kuponu tamamlardı. Bahis kuponunu katlayıp, gazetelerin verdiği, çok ağır bir halteri tek başına kaldırmış kısa boylu bir adamın ve birkaç kızılderili evi resminin bulunduğu kesip yapıştırmalı  maket kartonlarını bana uzattı. Bunun bir çeşit yakınlık belirtisi olması beni öyle mutlu etmişti ki sevinçle kabul ederken bütün resimlerinin harika olduğunu söyleyiverdim. Annemin seslenişini duyunca teşekkür edip hemen oradan  ayrıldım. Annemin yanında siyah küt saçlı benim yaşlarımda bir kız vardı ve fotoğraf çektirir gibi yan yana durmuş, bana doğru bakıyorlardı. Bütün adımlarımın, bir defa baktığım -ve o gün bir daha bakamadığım- küt saçlı, beyaz tenli olan bu kızın bakışları altında atılıyor olduğunu hatırladıkça Ayşen teyzenin vitrininin önünden onlara kadar uzanan yol bana hayatımın en uzun yoluymuş gibi geldi. Kıpırdamadan duruşunda masumiyetinin yansıması olan bir durgunluktan çok, sakin ve soğuk kanlı bir meydan okuma vardı. Elinde kocaman bir balyozla az sonra oradan geçeceğini bildiği düşmanını sabırla bekleyen bir çizgi film karakterine benziyordu. Ne başka birini sevdiğime inanıyor olmam, ne bu kızı zaten daha önceden görmüş olabileceğime dair silik bir izlenim, ne de bu anlamsız tedirginliğimi ortadan kaldıracak herhangi başka bir şey aklıma gelmiyor, maket kartonlarıyla birlikte yaptığım at resmi de elimin içinde kıvrılıp bükülerek saklanıyor, yürürken başımı taş parkelerden hiç kaldıramıyordum. Yanlarına vardığım halde yeni bir adıma hazırlanışım annemin "Aslı geldi" demesiyle yarıda kalınca, camdaki Fatoş Kuaför yazısının parlak ve sert köşeli harflerini dikkatle seyretmeye koyuldum. Okula kadar gittiğim halde içeri girmediğime çoktan pişman olmuş halde orada öylece görünmez olmayı ya da varlığımı umursamadıkları herhangi bir eşyaya dönüşmeyi dileyerek duruyordum.
Annemin "Seni beklerken saçını kestik nasıl olmuş?" sorusu, karşılığında ne denilmesi gerektiğini çok iyi bildiğimden tedirginliğimi biraz  yatıştıracak gibi  olsa da "Çok güzel olmuş" diye hemen cevabı yapıştırdığımda, Aslı'nın yanımızdaki dükkanın kapısına hafifçe dönüp orada durduğunu yeni fark ettiğim uzun siyah saçlı ve beyaz tenli bir kadına neredeyse gülümseyerek "Daha bakmadı bile" diye mırıldanması beni yeniden, bu kez bir daha toparlanamamacasına çökertti. Ayakta duruyordum ama çoktan işim bitmişti. Balyozu kafama çabuk tek ve kararlı bir hamleyle indirmiş ve ben başımın etrafında küçük sarı kuşlar dönerken sersemleyip olduğum yere devrilmiştim. Şimdi ben ona pasajı gezdirecek ama atölye önlerinden boş bobinleri toplayıp getirmeyecek, caddeye çıkmayacak, kapısı açık ta olsa onu  zemin kattaki karate salonuna indirmeyecektim.  
Yanyana yürürken önlerinden geçtiğimiz dolu dükkanlardan kimsenin çıkıp seslenmemesinin büyük bir şans olduğunu düşündüm. Sessizce attığımız her adımda giderek telaşlanıyor ama neden telaşlandığımı da tam çıkartamıyordum. 
Aslı "Bir keresinde bizim eve gelmiştiniz" diye kibarca bir sohbete davet etse de buna karşılık ne diyeceğimi bulamadım. Yanyana yürüdüğüm kız, içinde iki televizyon bulunan büyük ve soğuk evdeki  saçları annesininki gibi düz ve uzun olan o sessiz kızdı. Dudağının üstünde uçuk olduğunu söylediği bir yara olduğundan çorbayı ağlayarak içtiğini anımsayabiliyordum sadece. Köşeyi dönmüş, çalışmaya başlamış matbaanın, mimarın ve terzinin önünden geçip, artık tuvaletlere doğru ilerleyen yolu terk etmiş doğrudan merdivenlere doğru yönelmiştim.
"Bir uçuk vardı" diye konuşmaya çalıştım. Merdivenlerin ortasına denk gelen uzun ve geniş o tek basamağın ortasında durup "Artık geçti" diye karşılık verdi. Bana doğru dönmüştü. Ama ben kafamı kaldırmadan çenesine doğru bakabiliyordum sadece. "Bak" diye üst dudağını işaret etti. Cesaretimi toplayıp  kaçamak bir bakış attığımda uçuğun artık orada olmadığını gördüm. Kapalı dudakları pembe değil neredeyse kırmızı, ince ve biçimliydi. Bir şey söylememe fırsat vermeden dönüp beni beklemeden merdivenleri inmeye devam etti ve ardından dalgın bir halde bende aşağı indim. 
Pasajın en dip köşesine dek yürürken ortalık giderek karanlıklaştı ve biz oyuncakçı deposu olarak kullanılan, hiçbir düzeni olmayacak biçimde en tepesine dek üst üste yığılmış oyuncaklarla dolu o dükkanı kirli uzun bir florasanın zayıf beyaz ışığında seyrettik. Renkli minik toplarının mekanik bir düğmeye basılınca suyun içinde hareketlendiği, karnı kocaman, ağzı yukarı bakan balık biçimindeki haznelere dolacağına inandığımız su kürelerini merakla, küçük metal araba ve siyah miğferli yeşil asker kalabalığı içinde misket fırlatabilen bir savaş topunun hemen altındaki bir pati vuruşuyla tüm bunları dağıtabilecek irilikte beyaz dev bir yün kaplanın şeffaf poşet  içindeki kafasına hayretle baktık. Milyarder olmak, batan gemiden yolcuları kurtarıp adalara ulaştırmak, kendi etrafında dört tur dönmek ya da  galaksiyi kurtarmak amacıyla zar atıp, gelen zar kadar ilerleyerek oynanılan karton oyunlar kapının hemen yanına düzgün biçimde yan yana dizilmişlerdi. Işıklı ve altı değişik ses çıkardığı büyük karton kutusunun üstünde yazan Tora Tora tüfekleri,  av tüfeklerini de, kovboy silahlarını da gerçeğinin birebir kopyası olan ve gürültüyle patlayan diğer siyah metal tabancaları da gölgede bırakacak biçimde gösterişli ve büyük oluşuyla öne çıkmıştı. Bu büyük beyaz ve ışıklı uzay tüfeğinin kutusuna bakarken 6 DEĞİŞİK SES diye büyülenmiş halde mırıldandım. 6  farklı ses çıkartabiliyor diye çok bilmişlikle açıkladıysam da Aslı'nın hiç mi hiç ilgisini çekmediğini anlayınca diğer oyuncakları incelemeye geri döndük. Bir tanesinde kırmızı yeşil, mavi, sarı pek çok, ucu sivri olmayan plastik raptiyeler vardı. Bunları beyaz delikli plastik bir resim kağıdına yan yana yerleştirerek karton kapağının üstündeki mavi pencereli kırmızı evi ve yanındaki sarı meyveli yeşil ağacı yapabilmek mümkündü. Alice Harikalar Diyarında filminin bütün karakterlerinin birebir kopyalarından oluşan Hatice Hayal Aleminde'nin büyük renkli kutusundaki rafadan yumurtanın önünde duran Cheshire kedisi, hiçbir zaman içinden çıkan parçaların karton kapağındaki büyük şatoyu oluşturmaya yetmediği legolara doğru bakıyor,  New York'u Şileydır'ın ve tüm evreni İskeletor'un  kötülüklerinden kurtarmaya kararlı, kılıçlı ve güçlü kahramanlar, ön duvarı olmayan üç katlı  Barbie evinin önünde yan yana duruyorlardı. 
Zabıtalar dolaşırken sessizleşmiş nakış atölyesinden  gelen uğultu yeniden yükseldiğinde ikimizde irkildik. Ritmik makine sesleri pasajın koridorlarında yankılanıyordu. Atölyede mahsur kaldığım o günden sonra bir daha oraya hiç gitmemiştim. Toz kokan kalabalık atölyeye bisküvi ile yapılmış mozaik pasta dilimleri götürdüğümde onlarda işi bırakıp masanın etrafında toplanıp bana sorular sormaya başlamışlardı. Ardından spor malzemeleri satan zayıf adam koşarak gelmiş soluk soluğa zabıtaların dolaştığını söyleyip gitmişti ve biz ışıkları kapatıp sessiz biçimde beklemeye başlamıştık. Pasaja bakan her yer gazete kağıtlarıyla kaplı olduğundan içeride olduğumuzu anlamalarına imkan yoktu. İçerde fısıldaşıp mozaik pastayı kaşıklarken birbirlerini el işaretleriyle susturup kapıyı işaret etmişlerdi. Kapıda gazete kağıtlarının arkasında bir gölge hareket etmiş, önce ses çıkarmadan beklemiş, ardından anahtarla cama birkaç defa vurmuştu. Herkes durup durup bana bakmış ve sessiz olmamı işaret etmişti. Benim yüksek sesle birşeyler soracağımdan endişe ediyorlardı ancak o an kulağıma herhangi bir soru fısıldasalar dahi cevap veremeyecek kadar korkmuştum. Epeyce süren bu sessizlikten sonra yine o zayıf adamın ince sesini duymuş, zabıtaların gittiğini öğrenmiştik. Fakat içeride neredeyse bir kutlama havasındaki konuşmalara radyonun sesi karıştıktan sonra benim kapıdan fırlayıp kuaföre koşmama neden olan şey az önce yaşadığım endişeli bekleyişteki korku değil karşılıklı yerleştirilmiş sekizer kafalı iki nakış makinesinin aynı anda çalışmasıyla birlikte başlayan korkunç gürültüydü.
Şimdi biz oyuncakçının vitrininin diğer yöndeki devamına bakmak üzere yürürken bu gürültü de iyice artmış ve geri dönmekle gürültüye doğru ilerlemek arasında kararsız kalmıştım. Pasajın ilk katının bu arka kısmında açık olan herhangi bir dükkan yoktu. Bir tarafı yerinden çıkıp aşağı sarkmış ince ve uzun florasandan başka ışık kaynağı da yoktu. Zayıf, bazen titreyerek söneceği korkusu yaratan kirli beyaz ışık, boş dükkanların pek çoğunun vitrinindeki bazı harfleri kazınmış yazıları ve altlarındaki resimleri aydınlatıyordu. İçeride ahşap masalar, devrilmiş iskemleler ve eski gazetelerin üstünde bazıları kırılmış büyük su bardakları vardı. Oyuncak deposunun önünü terkedip gürültünün kalbine doğru yavaşça ama kararlılıkla ilerlerken içimizi titreten, makineli tüfeği andıran sesler bizi sarsıyor, sanki kalplerimizin binlerce defa daha hızlı çarptığını sanıyorduk. İlerledikçe ses yükselirken gazete kağıtlarının arkasından gelen sarı ışık yolumuzu aydınlattı ve sola doğru döndüğümüzde önümüzdeki tünelin ucunda görünen caddeden gelen ışıkla rahatladığımızda artık yavaşlarken ben birdenbire iki şeyin farkına vardım. Birincisi Bowling oynamamıza yarayacak boş bobinlerden bir tane bile alamamıştım. İkincisi, oyuncakçı deposunun önündeyken, nakış atölyesinden gelen taramalı tüfek gürültüsünün başlaması ile, bizim nakış  atölyesinin önünden bu aydınlığa dönüşümüz arasında kalan belirsiz bir zamanda biz el ele tutuşmuştuk ve ben şimdi ilk hangimizin diğerinin elini tuttuğunu çıkartamadığımdan elimi çekip çekmemem konusunda kararsızdım. İlk ben mi tutmuştum? Eğer ben uzanıp tuttuysam şimdi artık bırakmam gerekirdi ancak eğer o tuttuysa ki bu o sırada daha muhtemel görünüyordu, o çekmek isteyene kadar kadar el ele yürümemiz gerekiyordu ama o anı kesinlikle anımsayamıyordum. Sanki saatlerdir el ele yürüyorduk. Yandaki vitrine bakar gibi yapıp Aslı'ya kaçamak bir bakış attım ama o bunu henüz fark etmemiş gibi bana hiç dönmeden "Biliyor musun?" dedi. "Benim de babam hapiste"  Merdivenlere vardığımızda ses artık sadece uzak bir uğultu halini almıştı. Hemen dayımdan bahsetmek üzere konuşmaya başlayacaktım ki tam zamanında söyleyeceklerimden vazgeçtim. "Ama yakında çıkacak"   diye beni teselli eder bir havada bitirirken avucumun içindeki ılık  dokunuşunda çekildiğini hissettim. Önce kollarımı birbirine bağlayıp ardından ellerimi beceriksizce ceplerime sokuşturmaya uğraşırken, o an üzerinde hiç durmadığım bu son cümlenin ileride bir daha onu belki de hiç göremeyeceğim anlamına da gelebileceğini, bunun onu bulduğum gibi birgün kaybedeceğimin de karanlık bir işaretini taşıdığını sezebilmekten aciz, dümdüz bir zekasızlıkla "Clementine başlayacak" dedim. Merdivenleri çıkarkenki sessizliğinin anlamını iyimserlikle, Clementine'i iki büyük sessiz makine ve mukavvalarla dolu olan ciltçi dükkanlarının bombeli ekranlı küçük  televizyonunda birlikte seyredebileceğimize yorduysam da az sonra önlüğünü giyinmiş halde el sallayarak annesiyle  giderken onun benim gibi sabahçı olmadığını ama akşam belki buraya geri dönebileceklerini öğrenecektim. 
Onların gitmelerinin hemen ardından yan dükkana geçmiş Clementine'i tek başıma izlerken, Aslı'nın öğlecilerden oluşuna üzülüyor, onun kasabadaki kızlara hiç benzemediğini düşünüyor, Yasemin aklıma geldiğinde ise içimi o an  nedensiz  olduğuna inanmaya çalıştığım derin bir suçluluk duygusu kaplıyordu. 





3

Karton Tünel

Herkes Sam'e aşıktı. Sam Karl'a tutulmuştu ama Karl'ın ofisinde önceki bölümlerin birinde sadece öpüştükleri bir kız vardı. Daha sonra birlikte olacakları belliydi. Aslında kız şirketin hisselerini ondan gizlice almaya çalışıyordu. Edım'ın ise ona kalan büyük mirastan henüz haberi yoktu. Hayat ağacı 350 bölüm sürdü. 
Benim sevdiğim kızında aynı Sam'in ki gibi mükemmel, düz ve sarı saçları vardı. Herkesin mutlaka sevdiği bir kız vardı. Onunla elbetteki hiç konuşmazdı. Konuşulursa tüm diyalog haftalarca okulun her yerinde herkes tarafından bilinir tekrarlanır, gücü yetenler tarafından alay konusu haline getirilirdi. Fakat Yasemin ile durum farklıydı, çünkü kimse o da dahil olmak üzere onu sevdiğimi bilmiyordu, böylece onunla rahat rahat konuşabiliyor, silgisini alabiliyor, yeni bir şey aldığında elden ele dolaştırmada ilk olabiliyor, birlikte çöp kutusunun yanına kalem açmaya gittiğimizde bütün sınıfın önünde bile ona birşeyler söyleyebiliyordum. Ona bir kere bile dalgın halde bakarken yakalanmamıştım. Fakat bugün birşeylerin değiştiğini anlıyor ve isimlendiremiyordum. Arkasını dönüp dün neden gelmediğimi sorduğunda anlatmaya çalışırken hiç teklememiştim. Ardından çöp kutusunun yanına gittiğimde o da gelmişti.
"Peki annen hiç kızmadı mı?"
"Hayır, hiç kızmaz o"
Ona bakıyordum, ancak merakla, anlamaya çalışır gibi. Hafta sonu ona ne olduğunu çözmeye uğraşıyordum. Sesi hiç te Sam'e benzemediği gibi hareketleri de yavandı. Gösterişli ve abartılı geliyordu. Sam'in silik bir kopyası gibiydi. Gözlerimi ondan çektim. Ama geç kalmıştım. 
Ön sıralarda başlayan tempolu bağırışlar bir süre sonra bütün sınıfa yayıldı. Buna göre ben Yasemin'e aşıktım. Ben Yasemin'i seviyordum. Bunu başlatan Ufuk'un ağzını elimle kapatmaya çalıştığımda diğerleri onun başlattığı tempoyu sürdürmeye başladı ve giderek çoğalıyorlardı. Utançtan ve sinirden ne yapacağımı şaşırmıştım. Ufuk elimi ısırarak geri çekilip "Ne diye öyle bakıyodun o zaman. Hepimiz gördük" diye öfkelenince arka sıralardan birine gidip kafamı sıranın üstüne koyup, kollarımın arasına gömdüm. Bundan sonra hiçbir şey fikirlerini değiştirmeyecek tüm yapacaklarım onlara bir oyun, bir şaşırtmaca olarak gelecekti. Yasemin'in sınıftan çıktığını, zilin çalmasına iki dakika kala yeniden döndüğünde fark ettim. Dalgın dalgın kapıyı seyrederken onun arkadaşlarıyla içeri girdiğini gördüm. Gözleri kıpkırmızıydı. Herkes önce ona sonra bana baktı.. 
Çok uzun ve sıkıcı geçen matematik dersinde Nihal öğretmen yerimi değiştirmeme izin vermeyip beni yeniden ön sıralara almış Yasemin'in hemen arkasında ama ona hiçbir şey söylemeden tahtakileri deftere geçirmek dışında hiçbirşey yapmamıştım. Haber iki ders ve bir tenefüs içinde bütün okula yayılmıştı. Uzun tenefüsü haber veren zilin ardından Ayça bizim sınıfa gelip böyle bir şeyi neden ona hiç söylemediğimi sordu. Gözlerimden hırsımdan yaşlar süzülmeye başlamıştı. Madeni paralar cebimde şangırdıyorlardı. Dün akşam mutfaktaki kumbaradan biraz bozukluk yürütmüştüm. Elimde oyuncaklı çikolata ile döndüğümde sınıfın tüm erkekleri etrafıma toplandılar. Olanları unutmuşa benziyorlardı. Çıkan hareketli oyuncak beni değilse de onları epey oyalayınca paket lastiğini bir mekanizmaya bağlamamızdan ibaret çek-bırak arabayı bahçeye götürmelerine razı oldum. 
Ayça araba ile ilgilenmemiş bana sanki katlanılması çok güç olan bir haber verir gibi sıkılarak "Remzi'de onu seviyor" demişti. Remzi üçüncü sınıfta olmasına rağmen beşinci sınıflara kafa tutabilen, derste yüksek sesle gülerek geğirdiği için fena dayak yediği halde aynı şeyi bir sonraki ders bir daha yapabilen ve birkaç kişiden haraç aldığını da kimseden saklamayan bir çocuktu.
Dümdüz bir sesle "Ben onu sevmiyorum ki" deyince Ayça'nın gözlerinden önce alevler fışkırdığını sandım ama sonra bu küçümsemeye dönüştü. Bana aşağılık bir yaratıkmışım gibi bakıyordu. Onun gözünde an be an nasıl düştüğümü benim korkak olduğuma inandığını ve bundan utandığını görebiliyordum. Ağlamak üzereydim ama eğer o an ağlarsam bir daha toparlayamayacağım biçimde her şeyi mahvedeceğimi de anlıyor, kafamı kollarımın içinden kaldıramıyordum. Dişlerim birbirine kenetlenmişti. Ona yeni ve çok değişik şeyler söylemek, kahramanca birşeyler yapmak istiyordum. Tam o sırada tahtanın önünden gelen seslere döndüm. Yasemin ve benim taklidimi yapıyorlardı. Ufuk Yasemin olmuş, Satılmış'a neden dün okula gelmediğimi soruyor, Satılmış cevap vermeden Ufuk'a baygın baygın baktıkça ön sıralar gülmekten kırılıyorlardı. Yerimden fırlayıp Satılmış'ı çöp kovasına doğru itekleyip, çöpün üzerine oturtmaya uğraştım. Satılmış beni öğretmen masasına doğru savurduğunda kalkıp uzattığım işaret parmağımın tırnağıyla o sırada gülmekte olan Ufuk'un yüzünü çizdim. Ağlamaya başladı. Gülmeler kesilmiş, sınıftaki herkes bana düşmanca ve küçümseyerek bakmaya başlamıştı. Yapılmaması gereken bir şey yapmıştım. Ne olursa olsun Ufuk 6 yaşındaydı, okula erken yazdırılmıştı. Hiç kimseye bir kötülük etmeyeceği gibi  kimse de ona dokunmazdı. Bu yazılı olmayan bir kural gibiydi. Öğretmene söylemeyeceğinden emindim. Gerçekten berbat bir duruma düşmüş halde beni kurtarması için sınıfın kapısından çıkmak üzere olan Ayça'ya baktım. Benden ve yaptıklarımdan utanıyor, Remzi'den korktuğum için ona yalan söylediğimi düşünüyordu. Fakat kimbilir Emre'ye neler anlatacak ve Emre benim hakkımda neler düşünecekti. Belki de Demiryolu çetemiz dağılacak ve biz de bütün gün sokakta futbol oynayıp çizgi film seyreden kalabalığın arasına karışacaktık. Aslında Remzi'den gerçekten korkup korkmadığıma bende emin olamıyordum. Onu birkaç defa uzaktan görmüştüm boyu benden daha uzun değildi ve ben kısa boyluydum. Ancak onun tayfasından Soner'in bıçağı olduğunu hepimiz biliyorduk. Aslında bir bıçağa ihtiyaç duymayacak kadar iriydi. Bazen gösteriş olsun diye birlerden iki kişiyi kollarının altına alıp atlı karınca yapıyor yani onları koltuğunun altına almış halde bahçede yere devrilene kadar çeviriyordu. Ayça tam gidecekken geri dönüp "Bu kadar korkma" diye seslendi. "Ben korurum seni Remzi'den" Bunu herkes duymuştu. Sınıfa döndüm. Sıranın üstünde bozuk parayla maç yapanların, derste yetiştiremeyip tahtayı deftere geçirenlerin, sıraların arasında itişerek kovalamaç oynayanların, birbirlerine kalem fırlatanların hareketliliği bir an bile kesilmemişti. Rahatladığım sırada Satılmış'la göz göze geldim. Onun bunu duyduğunu ve birazdan herkesin öğreneceğini anladım. Ayça koridorda yürürken iki yanından bizim sınıftan az önce bahçeye çıkan erkekler koşarak  geçtiler. İlk varan Selim gözleri kocaman halde  nefes nefese "Üçler bizi dövmeye geliyor" diye bağırarak  girdi sınıfa. 
Bu, sınıfta belirgin bir hareketlilik yarattı. "Yumurtalı çikolatadan hareketli oyuncak çıkmadığı için dalga geçiyorduk..." diye başladıysa da üçler hemen arkasından sınıfa girip önlerine geleni itip kakmaya sağa sola savurmaya başladılar.  Remzi'nin aldığı oyuncaklı çikolatanın içinden hareketli oyuncak çıkmadığı için -hiçbir işe yaramayan şişman bir cüce çıkmıştı- dalga geçmişler, Remzi ve tayfası onları bahçede kovalamış, ardı arkasına tükürse de hiçbirini isabet ettiremişti. Onlarda duvardan atlayıp saklanarak bir süre gizlenip izlerini kaybettirdiklerini sanmışlar, sınıfa gelirken kovalamaca yeniden başlamıştı. Üçlerin yaptığı bir göz korkutmacasıydı ve kimseye bir şey olmamıştı ancak Remzi'nin benim hemen ardımdan gidip oyuncaklı çikolata alması canımı sıkmıştı.  Bir sonraki tenefüs bahçede çıkması muhtemel bir kavganın kokusunu alıyor ve korkuyorduk. Zil çaldığında öğretmen gelip tebeşirle tahtaya alt alta dizeler yazmaya başladı ve biz sessizce tahtadakileri noktasına virgülüne deftere geçirdikten hemen sonra ikişer dize halinde şarkıyı öğrenmeye başladık. 
Bir ilkbahar sabahı
Güneşle uyandın mı hiç 
Çılgın gibi koşarak 
-bu bölümde Nihal öğretmenimiz sesini dalgalandırarak inceltiyor ama biz yapamıyorduk. Son mısraya geçmek için onu bekliyorduk.
Kırlara uzandın mı hiç?  
Ders boyunca okuma bayramında söyleyeceğimiz bu şarkının provasını yaparken Ayça'nın Emre'ye neler anlatmış olabileceğini, Remzi'nin bahçede çıkarması muhtemel bir kavgada kimin bizim yanımızda olabileceğini düşünüyordum. Remzi ya da Soner'in bize durduk yere sataşacağına kesin gözüyle bakıyorduk. Ancak daha kötüsünü yapacaktı. 
Son tenefüsü haber veren zilin çalmasıyla birlikte bahçeye çıkıp tren oynamaya koyulmuştuk. Trende en öne her zamanki gibi Yasin geçmişti. O en hızlımızdı. Koşarken ağzından köpükler saçarak tren düdüğü ve ardından hızlanmış araba sesi çıkartıyor, gözleri iri iri açılıp her sert virajdan sonra bir an durup sonra bütün gücüyle ileri atılılıyordu. Hepimiz birbirimizin önlüğünün arkasından tutmuş halde keskin dönüşler yaparken arkalara doğru kopmalar oluyor sonra kopanlar koşarak treni yeniden yakalıyorlardı. Büyük bir hızla bahçede koşturmaktan nefes nefese kalmış, ikişer üçerli gruplar halinde "önümüze gelene bir tekme" diye bağırarak binanın önünü adımlarken kendimize güvenimiz gelmiş, bize kimsenin hiçbir şey yapamayacağına dair inancımız sağlamlaşmışken önce Yasemin ve iki kız arkadaşının koşarak sınıfa doğru, sonra sınıftan birkaç kişinin koşarak bize doğru geldiğini gördüm.
Remzi, Yasemin bahçede gezerken arkasından koşup, eteğini açıp kaçmıştı ve Yasemin şimdi sınıfta ağlıyordu. 
Merdivenleri ikişer ikişer atlayarak binaya girdiğimde önce kantinin önündeki kuyruğa bakındım. İnip çıkanlara çarpa çarpa hızla üst kata çıktım. Koridoru geçip Remzi'lerin sınıfına vardığımda Emre koridorun başından "Tuvalete saklanmış" diye bağırdı. Öfkeden kudurmuş durumda, aklım artık çalışamaz halde olduğundan öğretmenler odasının açık kapısının önünden ikinci defa koşarak geçip kısa koridorun sonundaki tuvalete nefes nefese daldım. Son kabinden çıkan Remzi'yi önlüğünden kalorifere yapıştırmamla kasıklarımda korkunç bir acıyla geri çekilip yere devrilmem bir oldu. Yediğim diz darbesinin verdiği korkunç acı az sonra geçince gözlerimi açtım. Emre, Remzi'nin üstüne çıkmış, suratını yumrukluyordu. Ayça'nın "Öğretmen geliyor" diye bağırması tuvalette yankılandığında üstünden kalkıp tükürdü. Remzi'nin burnundan çıkan kan, ağzının içine giriyordu. Bütün bu olanlar boyunca Remzi bir an olsun bağırmamış, küfür etmemiş, tek bir ses çıkarmamış ama gözlerini de hiç kapatmamıştı. Emre'yle  onların koridoruna doğru koştuk. Sınıfa girmeden önce soluklanırken "İşimiz bitti" dedi. "İşimiz bitti" Sırtını duvara yaslamıştı. "Bizi okul çıkışında bekleyecekler" 
"Korkma sönmezden kaçalım, kapıda bekleyeceklerdir, biz duvardan atlar sıvışırız"
"O zaman pazartesi döverler"
"Pazartesiye kadar bir çaresini buluruz"
"Öğretmene söyleyelim" dedi çekinerek. "Kimse Remzi'yi dövdük diye bize kızmaz" 
Söyleyemeyeceğimizi ikimizde biliyorduk. Ayça yanımıza geldiğinde aramızda böyle bir konuşmanın geçmiş olmasının utancıyla ikisinede bakmadan kendi sınıfıma indim. Zil çoktan çalmış herkes oturmuştu. Tuvaletteydim diye hemen yalan söyledim. Öğretmen başından savar gibi bir hareketle yerime oturmamı işaret etti. 
Çoğumuzun okumayı öğrenmesine rağmen yazımız kötüydü. Bu son derste hep birlikte deftere yanlamasına çizgiler çekiyorduk sabırla. Bütün sayfa bu çizgilerle dolmuştu, ama çekmeye devam ediyorduk. Bir sonraki sayfa ve bir sonraki. Ardından düz çizgiler çekmeye başladık ve sonra diğer tarafa yan çizgiler, zil çaldığında biz hala çizgi çekiyorduk. "Kalan sayfalar ödevdir" diye seslendi Nihal öğretmen. Pazartesi kontrol edeceğim. 
Herkes aşağı inip sıra olduğunda biz yukarda Emre'nin sınıfındaydık. Cesaretlendikçe aşağı bakıyor, herkesin toplanmasını ve müdürün ortaya çıkmasını bekliyorduk. Kaçacağımız duvarın yanındaki tepelik doğrudan müdürün odasının görüş alanındaydı. İstiklal marşı başladığında biz aşağı doğru koşup alt sınıfın penceresini açıp hademenin kaldığı küçük evin  önüne çıktık. Burada duvar iyice alçalıyordu. Ne kadar vaktimiz olduğunu hesaplayamadığımızdan elimizden geldiğince acele ediyorduk. Belimizi biraz geçen duvardan kolayca atlayıp tepeliği koşarak geçtiğimizde, okulun kapısı görüş alanımıza girmişti. Sıralar bozulmuş, öğrenciler dağılıyordu. Sahte postane binasının arkasından caddeye çıktığımız anda Remzi'leri gördük. Soner ve iki kişi daha vardı. Yapmalarını düşündüğümüz şeyi yapıp okul çıkışında beklememiş, bizim her gün geçtiğimiz yokuşun başını kesmişlerdi. Aralarından hızla sıyrılsak bile o yokuşta kesinlikle şansımız yoktu. Binanın arkasına hemen geri çekildik. 
Emre metal bir levha halindeki  sahte postanenin delik deşik ve paslı penceresine tek gözünü dayamış halde "Soner buraya bakıyor" dedi. Soner Emre'yi gördüğünden mi yoksa hem onları hemde bizi görebilen yoldan geçen diğer çocukların hareketlerinden mi şüphelenip üstümüze yürümeye başladığını anlayamadan hemen sahte pencereden çekilip yol ağzındaki bakkala doğru koşmaya başladık. Caddenin devamında yolların kesiştiği noktadaki bu bakkala varabilirsek gerisini halledebileceğimizi biliyordum. Emre hiçbir şey sormadan beni takip ediyordu. Ne yapacağımızı o da anlamış olsa da "Çabuk çabuk" diye bağırarak beni iyice telaşlandırıyordu. Yanımızdan bazı arabalar korna çalarak geçiyor, bazısı pencereyi açıp "Oğlum yolda koşmayın" diye bağırıyordu. Arkamıza bir an bile dönüp bakmasak ta, Remzi'nin tayfasının peşimizde olduğundan emindik. Bakkalın oraya gelip parktan çalılara doğru döndüğümüzde arayı kapatmışlardı. Bizim gibi onlarda yavaşlamış bizi sıkıştırdıklarına emin halde yürümeye başlamışlardı. Semih abinin motorsikleti apartmanın altında değildi. Parka baktık. Bizim mahalleden tek bir büyük abi yoktu. Düşündüğümüzü yapmak zorundaydık. Dönüp çalıların arasına doğru koştuk ve emekleyerek dikenler kollarımızı çizerken dar bir alandan geçip küçük karton tünele daldık. Burası bakkala giderken kullandığımız gizli yolumuzdu. Böylece uzun yokuşu ve caddenin yarısını geçmek zorunda kalmadan bakkala inebiliyorduk. Daha öncekinden en aşağı iki kat daha hızlı emekleyerek Şükriye teyzelerin  teraslanmış topraklarına ulaştığımızda yokuşu çıkmaya halimiz kalmamıştı. Nefes nefese geriye döndük. Çalıların arkasından, bizim geçtiğimiz yolu arayan Soner ve Remzi'nin seslerini duyuyorduk. Bobo iş olsun diye aşağı doğru iki defa havladı. Teraslanmış topraktaki ekilmiş fidanlara basmamak için büyük bir dikkatle yürüyerek kenardaki toprak yola ulaştığımızda Remzi'nin boğuk bağırışını duyduk. 
"Kaçmasanıza olm, kaçan korkaktır, korkak olur"
Bobo duyduğu bu yabancı sese gürleyerek aşağı doğru koşarken  "Kaçmıyoruz ki olm burası bizim -yutkundum- burası bizim yol" diye Bobo'dan aldığım cesaretle cevap verdim. Bobo yanımıza kadar gelip onlara öyle yürekten havladı ki doğrusu Emre de ben de ilk havladığında onu umursamamış olduğumuza utandık.  
Soner ve arkasındaki iki çocuk havlamalarla birlikte geriye çekildi. Remzi çalılığa doğru son bir defa baktı. Tünelimizi keşfetmiş olmalıydı ki hep birlikte arkalarına bakmadan telaşla kaçmaya başladılar. Karton tünel bir Alman kurdunun geçebilmesi  için de yeteri kadar genişti.
Toprak yolu Bobo'yla birlikte tırmandık. Bizim bahçemizle onlarınkini ayıran tel örgü ortada, gelişigüzel çakılmış tahtalardan oluşan çürük bir kapıyla kesiliyordu. Bobo burada durdu. Onu içeri çağırabilmemiz için önce bahçeye dağılmış tavukları kışkışlayarak kümese toplamamız gerekiyordu. Hava güneşli olmasına rağmen hala soğuktu. Bu yüzden ev kapısının açılmasıyla önce odaya, önlüklerimizi fırlatıp kazaklarımızı üstümüze geçirince tekrar bahçeye koştuk.  Onlara doğru yavaş yavaş yürüyerek etraflarını çevirdikçe şaşkın ve telaşlı tavuklar yanımızdan geçip gidiyor uzak bir köşeden huzursuz ani hareketlerle bize bakarak ve "bıraak bak" diyerek eşeleniyorlardı. Endişeli görünüyorlardı. Şaşı olduğuna inandığım bir tanesiyse bana önce sağ gözüyle sonra inanamayıp kafasını çevirerek sol gözüyle bakmış, teraslanmış geniş topraklardan oluşan bahçenin tek güneş gören yerinden kalkıp, acele acele koşarak gövdesi aşağıda olan kiraz ağacının dalına tek sıçrayışta çıkmıştı. Kiraz ağacını sallamaya çalışmaktan vazgeçip umudumu kaybetmiş halde geniş basamaklı taş merdivenlerden aşağı indim. Emre'nin kümesin önüne sıkıştırdığı kavgacı horoz da kümese girmeyi reddedip kanatlarını bize doğru açıp bağırarak üstümüze yürümeye başlayınca evin önüne geri döndük. Aç ve yorgunduk. Asmaların altındaki dedemin yaptığı masaya oturduk. Anneannem yemekleri bahçedeki masaya bir sini içerisinde getirip kalın muşambanın üstüne koydu. Tavukları rahat bırakmamız halinde bizim için fındıklı kurabiye pişirebileceğini öğrendik. Yemekten sonra salondaki sedirin üstünde sadece sütten yapılmış neskafelerimizi içerken tavla pullarıyla kendi icat ettiğimiz oyunlar oynadık. Göl mahallesinde oturmamıza rağmen hafta sonu bir defa bile demiryoluna inmedik. Öğleleri elimizde gezdirip dolaşarak yediğimiz üzerinde toz şeker ya da salça olan yağ sürülmüş ekmekle geçiştirip, meyve ağaçlarına tırmandık ve anneannem bizi görene dek taş merdivenlerde karınca dövüştürdük. Bu oyunda iki ya da daha fazla karıncayı alıp parmaklarımızın ucunda ufalıyor ve birbirlerine girmiş olan karıncalardan hangisinin bu siyah gövdelerden oluşan topaktan ayrılıp sağ çıkacağını anlamak için taş merdivenin üstüne bırakıyorduk. Pazar günü yan bahçeden gelen İbrahim'de bize katılınca hep birlikte kocaman bir çukur kazdık. Ellerimizi birbirinin omzuna atıp geri geri yürüyerek bu kazdığımız çukura düştükçe kahkahalarla güldük. Mutfaktan aşırdığım bozuk paralarla çekinerek bakkala gidip içinden göl kenarındaki iki katlı evlere benzeyen maketlerden aldım. Evi oluşturacak parçaların çıktığı kutunun üstündeki deliklere bu parçaları yerleştirerek karton evler kuruyor, demiryolu çetesi olmamıza rağmen bütün hafta sonu boyunca hiç demiryoluna inmemiş olmamızda bir gariplik bulmuyor, bunu bize hatırlatabileceğinden korktuğumuzdan Ayça'yı görmekten çekiniyorduk. 
Pazar gecesi herkes odasına çekildiğinde annem artık kendi başıma kitap okuyabileceğimi söyledi. Ama istersem kısa bir masal anlatabilirdi. Masal, daha fazla patates isteyen bir çocuk hakkındaydı. Hemen kabul ettim. 
Ormanda yaşayan yerliler, verdiklerinden dolayı doğaya şükranlarını sunmak için törenler yapıyorlar, adaklar adayıp dilekler diliyorlarmış. Küçük bir yerli  çocuk da bu törenlerde daima biraz daha patatesi olmasını diliyor, bazen küçük mağarada tek başına biraz daha patatesi olması için doğa anaya yalvarıyormuş. Bir gün abisi bu durumu fark edip çok üzülmüş ve o da törenlerde kendisiyle ilgili değil küçük kardeşiyle ilgili bir dilek dilemeye başlamış. Yalnız kaldığında bazen uzak bir mağaraya gidiyor ve  dileğini tekrarlıyormuş. 
Annem bunu anlatırken ben bir yandan sürekli Aslı'yı düşünüyordum. O akşam okuldan döndüğünde onunla birlikte dükkanda kesip yapıştırdığımız halter kaldıran adamlar ve Yakari'yi seyrederken halterci adamları önüne yerleştirdiğimiz kartondan kızılderili çadırları gözümün önüne geldikçe dikkatim dağılıyordu.
"Aslında bu bir efsane" diye düzeltti annem yataktan kalkarken. 
Işığı söndürüp çıkacakken, "Peki sonunda ne olmuş? Küçük yerlinin daha fazla patatesi olmuş mu?" diye sordum merakla.
Annem yeniden ışığı yakmadan "Bunu kimse bilmiyor" diye fısıldadı.
Bilinen tek şey abisinin ne dilediğiymiş. 
Abisi mağarada tek başına kaldığında, doğa anaya küçük kardeşinin aç gözlü bir insan olmaması için yalvarıyormuş.
Karanlıkta yalnız başıma kaldığımda bir süre yorganı kafama çekip uzaklardan gelen havlamalara Bobo'nun titizlikle verdiği yanıtları dinledim. Her birine aynı ince tondan uluyarak başladığı seslenişini ayrı ayrı değişik tonlarda havlayarak sonlandırıyordu.
Cırcır böceklerinin sessizliği yağmur başladığının işaretiydi.
Bahçedeki yeşil elma ağacından gelen yavru kedi miyavlamasını andıran sesleri ise bir kukumav kuşunun çıkardığını artık biliyordum. 
Yorganı kafamdan çekip huzursuzluk içinde yağmur tanelerinin küçük pıtırtılarla cama vurmasını dinledim.
Remzi yarın işimizi bitirecekti.
Yanımdaki saatin içindeki fosforlu tavuk başının tiktaklara uygun biçimde inip kalkmasına baktım. Doğa anadan durumu görüp bir şeyler yapmasını diliyor, umutsuzca  bir mucize bekliyordum. Annem salonun ışığını kapatıp odaya geldi. Bugün hiç açmadığım Cantürk'ün Meraklı Serüvenleri'ni yastığımın üstünden alırken uyuduğumu sandı, oysa ben uyumuyordum. Yağmur hızlanırken Cumartesi günü iki defa kan işediğimi dikkatle herkesten saklamış olduğumu hatırlayıp bir anda bu cesaretimin ödüllendirileceği fikrine kapılmıştım. Yağmur damlalarının pencere camını sertçe dövmeye başlaması da bir işaret, bir yanıttı. Mucizenin gerçekleşeceğine iyimserlikle çabucak inanmış, sabahın gelmesini beklemeye başlamıştım.
 




4


Sarı Tenis Topları

Yoklama öncesi sınıftaki uğultu arttıkça arttı. Nihal öğretmenin en yüksek perdeden "Sesinizi kesin" diye, anonsvari duygusuzlukta seslenişine dek sınıftaki seslere eşlik eden hareketlilik te hiç kesilmedi. Yoklamayı öğretmen bugün Birce'ye yaptırıyordu. Sınıfta isimleri okunan herkes sırayla "Burdayım" derken, Burak, sayı fasulyesi olarak getirdiği gerçek fasulye tanelerini başkalarının renkli ve gerçek plastik sayı fasulyeleriyle değiştirmek için sonuçsuz bir çabaya girmiş, Burak'ın iki sıra önündeki Hatice,  hayal arkadaşına da yer açmak için Sema ile dirsekleşiyordu. Kendi numaramın tahtaya yok yazıldığını görüp bu hatayı düzelttirmemin hemen ardından öğretmenimiz önündeki kocaman sayfalı siyah deri kaplı ince deftere gömülünce sınıftaki fısıltılar yeniden uğultuya dönüştü. Birce başarısız yoklamasının ardından  siyah deri kaplı sınıf defterini müdüre imzalatmak üzere çıktığında Hatice ve Sema'nın sinirli ve hızlı fısıldayışları yükseldi. Sema'nın "Zaten üç kişi oturuyoruz, senin hayali arkadaşın için ayrıca yerimiz yok." diye bağırmasına Hatice bir karşılık vermedi. Hayal arkadaşının defterini düzeltti. Kalemini sıranın oyuğuna doğru itti. Duymamış gibi davranıyordu. Sema parmağını kaldırıp söz istemeden "Öğretmenim Hatice arkadaşımız hayal görüyor" diye bütün hecelerin üstüne basa basa her kelimenin keyfini çıkartarak şikayet etti. Hatice, öğretmenin ricasıyla kalkıp hayal arkadaşını da kabul eden bir başkasının yanına oturması hepimizi eğlendirirken Birce sınıfa geri döndü. Siyah deri kaplı büyük defteri öğretmen masasına bırakırken öğretmene bizim duyamadığımız bir şeyler fısıldamıştı. 
"Kaan, müdür seni çağırıyor"
Sarsıldım. Defterimi kapatıp yavaş hareketlerle kapıya doğru yürürken Nihal öğretmen yanına çağırdı. Bana doğru eğildi.
"Müdür odası nerede biliyor musun?"
Gözlerimin içine bakıyordu. Başımı aşağı yukarı salladım.
"Girmeden önce kapıyı tıklat. İçeriden ses gelmese de içeri gir."
Başımı yine aşağı yukarı salladım.
"Nasıl hitap etmen gerektiğini biliyor musun?"
Bu defa iki yana salladım. Öğretmen sınıfa doğru dönüp seslerini kesmeleri için bağırdıktan sonra yeniden sessiz biçimde "Ona efendim diyeceksin" dedi. "Müdür öğretmen ya da öğretmenim değil efendim, evet efendim tamam mı?" 
Müdürün odasına girdiğimde Emre'nin de arkalıklı iskemlelerin birine gömülü halde oturduğunu gördüm. Müdürün benden önce ona bağırdığını  anladım. 
"Sen de gel bakalım" derken sandalyesinden kalkıp, ahşap masanın köşesine oturdu. Eliyle oturmamı işaret edeceğini sanmıştım ama elini aşağıdan yukarı doğru iki defa sallayınca Emre' de gömüldüğü sandalyeden kalkıp yanımda dikilmeye başladı. Müdür Roberto. Bu ismi ona sabahki Brezilya dizilerini seyreden öğleciler takmışlardı. İkinci ya da dördüncü sınıflar. Bir öğretmenden çok Brezilya dizilerindeki film artistlerine benziyordu. Sertti, şakası yoktu ve bizimle konuşurken üst yarısı karanlık alt tarafı ise şeffaf olan kalın çerçeveli gözlüğünü çıkartmıştı. Gözlerini kısarak bakıyordu.
"Bayrak töreninden kaçanları ne yaparım biliyor musunuz" dedi sakince. İlkin neden bahsettiğini anlamamıştık. Remzi'yi dövdüğümüz için çağrıldığımızı sanıyorduk. Şimdi nasıl bir felaketle yüz yüze kaldığımızı yeni yeni anlıyordum. 
"Tek ayağınızdan aşağı sallandırırım orada" 
Eliyle pencereden L şeklindeki binaların köşesini işaret etmişti. Elimde olmadan titredim. Emre ile birlikte tek ayaklarımızdan orada asılmış halde salladığımızı görüyordum. Kaçtığımız tepe ve cadde manzarası pencerenin içinde ışıklar içinde büyüyordu. Bayrak töreninin önemini anlatan bir konuşmaya daldığında bizi dövmeyeceğini anlamıştık. Gözleri iyice kısılmıştı. Kırışıklıkların arasında iki düz çizgiyi seçmeye çalışıyorduk. Perdeleri kapattı. Konuşmanın sonunda peki şimdi bunu ailelerimize söylese iyi mi olacağını sordu. Onlar ne yaparlardı ? Kuşkuyla bakıyordu. Emre'nin iyimserlikle gerçek bir cevap vereceğini anlayınca  "Bizi döverler efendim" diyebildim. Emre bana baktı. Müdür masanın kenarından kalkıp bir an ayakta durdu sonra masaya geri yaslandı. 
"Siz akıllı temiz çocuklara benziyorsunuz. Sizin örnek olmanız lazım değil mi?"
Hareketsiz kaldık. Kafamızı kaldıramıyorduk. Sakin sakin konuşurken bir anda sinirlenip tokatı yapıştırabileceğinin farkındaydık. Tek bir yanlış hareket. Tek kelime. 
"Karneleriniz nasıldı? İyi var mı iyi"
"Hepsi pekiyi" diye mırıldandı Emre gururdan çok utanç içinde.
Bu sırada kapı tıklatıldıktan sonra beşinci sınıflardan biri elinde bizimkinin aynısı siyah bir defterle içeri girip defteri müdüre uzattı. Müdür sayfayı okumadan imzalarken beşinci sınıf öğrencisi bize birer zavallıymışız gibi acıyarak baktıktan sonra  teşekkür ederek defteri alıp çıktı. Bize bakışı cesaret kırıcıydı.
"Senin?"
Toparlanmaya çalıştım.
"Hepsi Pekiyi"
"Niye kaçtınız törenden?"
Birileri bize bir soru sorduğu zaman hep ben cevap veriyordum. Bunu yaptığımı fark etmeden yapıyor, bize sorulmuş herhangi bir soruyu ya da söylenmiş herhangi bir sözün aslında bana yönelik bir şey olduğuna inanıyordum. 
"Cuma günü olduğunu unutmuştuk efendim. Karnımız acıkmıştı. Koşa koşa eve gittik"
"Birlikte mi gittiniz"
Başımızı salladık. 
"Aynı mahallede mi oturuyorsunuz?"
"Evet efendim" dedim cesaretle. Kurtulacağımızı anlamıştım ama Emre hala farkında olmadığı için ağlayacak gibi duruyordu. Ceketini eliyle düzeltip masanın arkasındaki geniş sandalyesine geçerken "Tamam çıkın bakalım, bir daha görmeyeyim" dedi. 
"Bir daha tekrarlanırsa hem ben ceza veriririm hem de babanıza not yazar yollarım ona göre"
Tam çıkmak üzereyken önemli bir şey söyleyecekmiş gibi boğazını temizleyince durduk. Arkamızı dönmemiştik ama. Bir elim kapının kolundaydı. 
"Remzi'yi tuvalette döven çocuklar siz miydiniz?" 
Emre'nin dizleriyle Remzi'nin kollarına çökmüş halde suratını yumruklaması gözlerimin önüne geldi. Ürperdim. Remzi  gözünü hiç kırpmadan dik dik Emre'ye bakıyordu. Emre'den önce "Hayır efendim" diye telaşla atıldım. O sırada müdür Emre'nin suratına bakıyor olsaydı hapı yutmuştuk. Eliyle gitmemizi işaret ederken müdürün yüzünde zaten böyle bir şeyi  becerebileceğimize olanak tanımadığını anlatan bir ifade vardı. 
Sınıfa indik. Yerime oturmadan önce öğretmene olanları anlattım. Ödevleri kontrol ederken kafasını sallayarak dinledi. Yerime oturduğumda aklımda sınıfa gelirken Emre'nin anlattıkları dolaşıyordu. Biz kaçtıktan sonra, Remzi'nin kabine geri girdiğini, öğretmenin boş tuvalete bakıp geri döndüğünü öğrenmiştim. Kendi sınıfına girdiğinde öğretmeni bir şeylerden şüphelenmiş, Remzi'yi durdurup sorular sormuştu ancak Remzi, öğretmene kimden dayak yediğini söylemediği gibi, kavga ettiğini de reddetmişti. Konunun şimdilik burada kapandığını sanmıştım ama Emre duyduklarını anlatmaya devam etmişti. Buna göre esas büyük olay Remzi eve gittiğinde olmuştu. O akşam Yasemin'in babası onların evinin önüne gelmiş, kapıyı açan babasına bir şeyler söylerken parmağını yüzüne doğru hızlı hızlı sallamıştı. Bunu yan bahçeden olanları gören Ramazan'da doğruluyordu. Remzi'nin babası sessiz konuşmuş sonra birlikte içeri girmişler, içeride onbeş dakika kaldıktan sonra Yasemin'in babası hızlı hızlı bahçeyi terk etmişti. Ramazan, Remzi'nin hafta sonu bahçeye hiç çıkmadığına yemin billah ediyordu. Kalem ucu alma bahanesiyle arka sıraya yürüdüm. Onların mahallesinden iki çocuk arka sırada yan yana oturuyorlardı. Turuncu kafa hafta sonunu şehirde geçirdiğinden bütün olanlardan habersizdi. Ancak şişman olanı onun sokağa da hiç çıkmadığından emin halde kaleminin arkasındaki silgiyi çıkartıp iki tane 0.9 uç uzattı. Bulgaristan göçmenlerinden olan uzun boylu turuncu kafalı çocuk şüpheli bakışlarla beni süzüyordu. Uçlardan birini alıp yerime dönerken şişman herşeyi ayrıntısıyla olanlardan habersiz göçmene anlatmaya başlamıştı. 
Hayat bilgisi dersinde yan sıralardaki hareketlilik yavaş yavaş arkalara doğru yayıldı. Elden ele dolaşan bir şey vardı ve bunun ne olduğunu arka sıramdan bana uzatılana dek bilmiyordum. Sabırla bekleyip sonunda sarı tenis topunu elime aldığımda bunun oyuncak değil gerçek bir tenis topu olduğunu şaşkınlıkla fark ettim. Avuçlarımın arasında sıkarak, tüylerinin üstünde elimi gezdirdim. Bu harkulade şeyi Ufuk nereden bulduğunu dersin sonuna dek açıklamadı. Tenis topu ön sıraya ulaştığında öğretmen, masasından kalkıp, eliyle koymuş gibi eğilip sıranın gözünden aldı. Bir şey söylemeden götürüp masasının üzerine bıraktığında hepimiz susmuştuk. Öğretmenle birlikte "İlkbahar, yaz, sonbahar, kış" diye yeniden tekrar etmeye başladık. Ders boyunca gözlerimiz öğretmen masasının üzerinden ayrılmayınca Nihal öğretmen eliyle topu kaldırarak "Kimin bu?" diye sordu. Ufuk ayağa kalkınca eve gitmeden önce gelip kendisinden almasını söyleyerek çekmeceye koydu. Ufuk onu göl kıyısındaki evlerin önündeki çalılıklardan bulmuştu. Yola yakın yerde iki büyük tenis sahası ve iki katlı beyaz evlerin aralarında yapay ırmaklar ve küçük köprüler vardı. Oralara girmemiz mümkün değildi. Kapıda üniformalı bir güvenlik vardı ve böğürtlen çalıları, demiryoluna paralel toprak yolu evlerden ayırıyordu. Okuldan sonra toprak yola gitmeye karar verdim. Çalılara bakacak ve tenis topu arayacaktık. Tenefüste Emre ve Ayça'ya haber verdim ama bunu kimseye söylememeleri şarttı. 
Bir sonraki uzun tenefüste bahçede Soner ve adamlarını görünce telaşlanmış, demiryoluna inmek konusunda kararsız kalmıştım. Bahçede ninjacılık  oynuyorlar, dört kişi ona ve iki adamına saldırıyor, o da onlara karşı durmaya çalışıyordu. Bir ara göz göze geldik. Biz kızlarla karşı karşıya geçmiş dansa davet oynuyorduk. Oynamaya çalışıyorduk. Kızların önüne tek tek gidip selam veriyorduk ancak hepsi ayak tabanlarını çeviriyor böylece çiftler oluşamıyordu. Sonunda iki kız eteklerini tutup eğilerek önlerine gelen erkekleri kabul edince geriye kalanlar, sona kalmamak için telaşlanıp kim gelirse kabul etmeye başlamışlardı. Son kalanlar çiftlerin kollarıyla oluşturdukları tünelden sırtlarına vurularak geçip tünelin sonunu denk getirdiğimiz açıklıktan aşağı atlamak zorunda kalıyorlardı. Burası da zemin kat pencerelerinin baktığı boşluktu. 
Zil çaldığında koşarak gidip zarflarımızı ve kağıtlarımızı çıkardık. Herkes istediği bir kişiye mektup yazacaktı. Dayıma yazmaya karar verdim. İkinci dersin sonuna doğru yazmayı bitirmiş olanlar mektuplarını merakla birbirleriyle değiştiriyorlardı. Ben Yasemin'le artık konuşamadığımdan yanındaki Birce ile mektuplarımızı değiş tokuş etmiştik. Pembe mektup kağıdının sol üst köşesinde sarı dalgalı saçlı bir Barbie resmi vardı ve altında şişman harflerle BARBIE yazıyordu. Birce mektubunu Almanya'ya yollayacağını söyledi. Üstteki yanlış tarihin altında "torununuz Birce den mektup" yazmasına rağmen, hemen altına daha büyük harflerle kime yazıldığı bu harflerin üstünden dikkatle geçilerek bir defa daha belirtilmişti.

BABAANNEME VE DEDEME MEKTUP

Babaanneciğim dedeciğim sizden hiç birşey istemiyorum. Çünkü siz beni Barbie evi için çok beklettiniz. Onun için ben de sizden bir daha hiç bir şey istemiyecem. Barbie evini Murat amcamdan ve dedemden istemiştim. Ama şimdi istemiyorum. Çünkü çok bekledim. Sabrım kalmadı. Artık göndermenizi istiyorum. Nasıl sınız, iyimisiniz ben okuma yazma öğrendim. Karnemin hepsi pekiyi. Bakalım mektubumu beyenecekmisiniz. Hacı teyze nasıl iyimi. Ordayken bana vuran çocuk nasıl iyimi. Murat amcam nasıl iyimi. Siz nasılsınız. İyisinizdir insallah. Sihirbazlı çikolata istiyorum. 
                                     Torununuz Birce Kılıç
Birce el yazımı okuyamıyormuş gibi iyice üstüne eğildikten sonra merakla bana döndü.  "Burcuva ne demek ki?" 
"Sen anlamazsın" diye küçümseyerek  mektubu ona bakmadan önünden çektim. "Hııı" diyerek alay eder bir sesle başını inanmaz şekilde yan çevirip aşağı yukarı sallayarak "Sen de bilmiyorsun ki" diye küçümsedi. Kaşlarımı çatmaya uğraştım.
"Zenginlere özenene burcuva denir" 
Yasemin'in de duyabileceği yükseklikte bir sesle söylemiştim bunu. Bana bakmadan tokalarını düzeltti. Önündeki kağıt hala boştu. Yerime oturdum yeniden.
Dayıma bir an önce gelmesini yazmıştım. Burada hep burjuva özentileri vardı. Bana göre o da Barbie evi isteyerek nasıl bir burjuva özentisi olduğunu hemen belli belli ediyordu. Son derste mektupları zarflarına koyup yanımızda getirdiğimiz pulları yapıştırdık. Yaklaşan bayramla ilgili bir resim yapacaktık ama aklıma bir şey gelmiyordu. Kağıda yan yana tenis topları ve Barbie evlerine benzeyen göl kıyısındaki evleri çizmiştim.  
Okuldan çıkmış yürürken Emre'ye "Çok sıkıldım" dedim. "Cesetlerin nasıl toprak olduğunu ne zaman öğreneceğiz ?" 
"Cesetler kemik olur" dedi Emre. 
"Kaaan" 
"Cesetleri yiyen böceklere ne olur?"
"Ka-aaaan" 
Arkamızdan seslenen Ayça'yı bekledim. Bugün demiryoluna inecek miydik? 
Emre kararlılıkla ineceğimizi söyledi. Çalılıklarda bir düzine tenis topu bulacağımızdan kesinlikle emindi. Ona Soner'i hatırlatmanın korkaklık olacağını farkettim. Hızla yediğimiz yemeğin ardından aşağı indiğimizde demiryoluna paralel toprak yoldan yürürken göl kıyısındaki evlerin önünde bizim sınıftan birkaç kişinin daha beklediğini gördük. Ramazanlar'la, Satılmış'ta oradaydı. Ramazanlar balık tutmaya inmişlerdi. Satılmış daha zor inanacağımız bir şey söyledi. Yüzmeye gelmişlerdi ama hava soğuktu. Emre bana baktı. Böğürtlen toplamaya geldiğimizi söyledim. Kimse yerinden kımıldamıyordu. Çalılıkların önünde öylece dikiliyor, birbirimizi bir an önce yollamaya bakıyorduk. Ayça'nın ardından Necip'de geldiğinde artık orada oyalanacak bir şey bulmadan beklememiz olanaksızlaşmıştı. Necip eğer bir tenis topu bulursa bununla oynamamıza izin vermeyeceği açıktı ve buraya tenis topu aramaya geldiğini söyleyerek hepimizi şaşırtmıştı. Her haftanın ilk günü okula bir paket bisküvi ile gelir, paketi tam kırmızı şeridinden açarak iki tane alıp elindeki parçayı hava geçirmesine engel olacak biçimde ters çevirip paketin üstüne özenle geri yerleştirirdi. Her gün beslenme saatinde yemeğin ardından bisküvi paketinin şeffaf kapağını aynı yerinden yeniden açıp iki üç tanesini ayırdıktan sonra dikkatle kapatır ve çantasına geri koyardı. Haftanın son gününde paketi bitirine dek bunu büyük bir ciddiyet ve özen göstererek sürdürür, tek bir kırıntıyı bile yere dökmediği gibi kimseye de uzatmazdı. Ankara treni yanımızdan geçerken yavaşlayıp kasabanın merkez istasyonunda durunca her kasabalı çocuğun yapması gereken şeyi yapıp kimlerin indiğini görmek üzere koştuk. Tanıdık kimse olmadığını anlayıp geri dönecekken onu gördük. İlkin hiç kimse tanımasa da hareketlerinin dikkat çekiciliğinden hepimiz farkında olmadan onu seyretmeye koyulmuştuk. Evinde renkli televizyonu olanlardan biri onun hafta sonu programındaki ismini söyledi. Çok yaşlıydı ama. Kırk yaşındaydı. Belki daha fazla. Fötr şapkası ve uzun paltosu olmasına rağmen hareketlerinde bir canlılık bir komiklik buluyorduk. Yavaş yavaş yürüyüp önümüzden geçerken farkında olmadan dönüp hafta sonu programının arasında sahneye çıkıp kardeşiyle birlikte yaptıklarına benzeyen bir komiklik yapmasını bekliyorduk. Aslında bütün program boyunca iki defa beş dakikalığına görünüyor ve kardeşiyle birlikte birbirlerine hiçte komik olmayan şeyler söylüyor, salondaki herkes bu konuşmaları duyunca kahkahalarla gülerek alkışlıyorlardı.
"Kravatın çok uzun Kanguru, babası böyle görürse kızı sana vermez "
"İyi ya yaşlı Kanguru ben de kravatımla bağlar kaçırırım kızı" 
"Biraz topla kendini Kanguru"
"Topladım beş çıktı yaşlı Kanguru"
Ve böyle sürüp giderdi. İkinci bir kanal daha olmamasının avantajını kullanıyorlardı. Programda hep yanında duran kardeşinin trenden inmediğini hatta belki trende bile olmadığını anladığımızdaki ilk şaşkınlığımız geçince onu merakla takip etmeye koyulduk. Onu dikkatle adım adım takip ediyorduk. Neden takip ettiğimiz sorulsa hiçbir cevap veremezdik. Ormanda rastladığımız bir sincabı gözden kaybedene dek neden takip ediyorsak işte şimdi aynı belirsiz nedenden peşine düşmüştük. Aramızda on adımdan daha az bir mesafe kaldığında birdenbire toprak yolda durdu. Bizde onunla birlikte durduk. Köydeki çocukların yaptığı gibi ona seslenmiyor, etrafını çevirmiyor, tedirginlikle hep aramızda belli bir mesafe bırakıyorduk. Arkasına bakmadan elindeki çantayı tarttıktan sonra yürümeye devam etti. Bu sırada Emre beni kazağımdan çekip demiryolunun karşısını işaret etmişti. Soner elindeki değneği toprağa sürterek arkasında iki adamıyla bize paralel ilerliyordu. Soner kasabada bile oturmamasına rağmen bütün gün demiryolundaydı. Okula sabahleyin babası arabayla bırakıyor, bütün günü kasabada geçirdikten sonra akşam yine babasıyla köye dönüyordu. Çok zamanları vardı. Bu tarafa hiç bakmıyorlardı. Tren taşlamak için kel tepeye gittiklerini düşündüm. Bu sırada yürüyüşümüzü hızlandırmış bütün grubun önüne geçmiştik. Göl kıyısındaki evlerin girişine geldiğimizde birdenbire dönüp fötr şapkasını çıkartarak bize bakınca, arkamızdakiler bu ani hareket karşısında endişeyle arkalarını dönüp koşmaya başladılar. Bizde  kaçmak istiyorduk ama Ayça hemen önümüzde kıpırdamadan duruyordu. Kız olduğu için kaçmaya gururunun engel olduğunu düşündük. Kaşlarından birini kaldırmış ve yüzündeki kırışıklıkları komik bir hal almış halde fötr şapkasını selam verir gibi iki defa bize doğru salladı. Soner'ler yolda daha fazla ilerlememiş karşıki küçük korulukta oturmuş bize bakıyorlardı. Yaşlı adam önce bizim baktığımız tarafa baktı sonra bize dönüp "İçeri gelin" dedi. Bunu televizyondaki sesiyle değil başka bir sesle söylemişti. Emre "Yakarideki kızılderili şef" diye büyülenmiş gibi mırıldandı. Ayça Yakari'yi seyretmediği için korktuğundan mı yoksa Sonerlerin hemen karşımızda bizi avlamak için beklediklerini fark etmemiş olmasından mı anlayamadan içeri giremeyeceğimizi bildirdi. Adam kapıyı açıp içeri girdiğinde Emre'yle büyük bir umutsuzluğa kapılmıştık. Evin çok uzağındaydık ve Soner tam karşımızdaydı. Biz umutsuzca arkasından bakarken adam kapının yanındaki beyaz kutunun içindeki güvenliğe "Bunlar benim arkadaşlarım" diye seslendi. "İçeri gelebilirler" Bize dönüp ellerini iki yana açıp tekrar yürümeye başladığında arkasından Ayça'yı da sürükleyerek hızla koştuk. Bize bakmadan arkası dönük halde yürürken sağ eliyle yapay bir ırmağın vardığı havuzu işaret etti. 
"Orada büyük ve renkli balıklar bulabilirsiniz " 
Biz büyük bahçenin ortasında durmuş tenis kortlarına, her nasılsa aynı uzunlukta büyümüş çimlere, budanmış bodur ağaçlara, yapay ırmağın üstünde yükselen küçük köprüye bakıyorduk. Göl kıyısında kayalıklar değil kumsal vardı. Arkası motorlu kayıklar kumsala tam çekilmemişti. Dalgalar ilerledikçe kalkıp silkiniyor sonra tekrar kuma oturuyorlardı. Yanlarına vardığımızda bu kayıkların ahşap değil demir gibi sert bir plastikten yapılmış olduğunu fark ettik. "Onlara binerseniz bir anda kendinizi gölde bulursunuz" diye  gözümüzü korkuttuktan sonra anahtarlarını paltosunun iç ceplerinde ararken "Gezin gelin" diye seslendi. İstediğimiz kadar dolaştıktan sonra yorulunca eve gelip limonata içebileceğimizi öğrendik. Havuza eğilip gezinen turuncu renkli balıkları seyrederken bu balıkların nasıl olup ta göle kaçmadıklarını Emre keşfetti. Irmağın hemen ağzına tenis kortlarının etrafını çeviren  tel örgünün aynısından gerilmişti. Ayça  bahçe kapısının hemen önünde dolaşan Soner ve iki adamını bize gösterdi. Kapının hemen önünde duruyor ama içeri girmeye cesaret edemiyorlardı. Bizim sınıftakiler de onların yanında çalılıklarda tenis topu arıyorlardı.  Güvenlik toprağı kürekleyen bahçıvanla konuşmayı bırakıp onlara  doğru  yürümeye başladığında seslenmesine fırsat kalmadan hepsi koşmaya başlamış, bir anda ortadan kaybolmuşlardı. 
Evin önüne geri geldiğimizde zile basıp basmamak konusunda tartışırken kapı açıldı. Merdivenler kıvrılarak yukarı doğru uzanıyorlardı. İçeri adımımızı atmamızla  birlikte birdenbire ışıklar kendiliğinden yandı. Evin salonu mutfakla bir aradaydı. Şömine gibi duran ama alevlerin önünde kirli bir camın durduğu sobaya dikkatle baktığımızı görünce yanımıza gelip bir elini yukarı doğru parmaklarını dalgalandırarak kaldırdı. Alevler yükseldi. Parmaklarını birbirine bitiştirip yavaş yavaş aşağı indirince alevlerin de buna uygun olarak kısılıp küçülmeye başladıklarını hayretle seyrettik. Emre biraz sonra bunu yapan düğmeyi keşfedip bize işaret edecekti. Bu kasabadan mıydık? Başımızı salladık. Üçlü bir kanepeye yan yana dizilmiştik. Ayça ortamızda oturuyor ve bacaklarımızı sallamamamız için arada bir kazağımızı çekiyordu. Demiryolunun karşısındaki çocuklar arkadaşlarımız mıydı? Başımızı sallayarak hayırladık. Limonataları büyük ve uzun bardaklarda  getirdiğinde  Emre bir şey sormuş olmak için  kardeşinin nerede olduğunu sordu. Kardeşi olmadığını söyleyince ona yaptığı bu sahtekarlıktan utanması gerektiğini hatırlatacak biçimde baktık. "Yani sadece sahnede kardeşim" diye güldü. Kanguru kardeşlerin kardeş olmadıklarını böylece öğrendikten sonra kitaplığının büyüklüğüne hayret ederek rafları seyretmeye başladım. Salonda iki büyük büfe dolusu kitap bulunuyordu.  Yan odanın kapısını açarak burasının da duvarlarının kitaplarla kaplı olduğunu bize gösterince tam bir kaçıkla karşı karşıya olduğumuzu hemen anlamıştık. Neyseki hepsini okumamıştı ya da korktuğumuzu anladığı için böyle söylüyordu. Ayça kalkmak üzere hareketlendiğinde, deminden beri aklımda evirip çevirdiğim soruyu aceleyle doğrudan sordum.
"Sizce Allah var mı?"
Perdeleri ardına kadar açınca göl manzarasıyla karşı karşıya kalmıştık. Bana bakarak yüzünü ekşitti. Yüzündeki çizgiler kırışıp birbirine yaklaşmıştı. Vereceği cevabı merakla bekliyorduk ama mutfak tezgahına yürürken ellerini iki yana açarak "Bilmem ki" dedi. 
"Varsa da kendini gizlemeyi seviyor"
Umutsuzluğa kapılmış halde "Peki sizce uzayın sonunda ne var?" diye seslendim. Buzdolabının açılmış kapağının arkasına saklanmıştı.
Emre bu soruyu sorduğum için utandığını belli eden bir sesle "Uzayın sonunda Allah vardır" diye fısıldadı. Buzdolabından çıkardığı çikolatayı tezgahın üstünde tabletlerine ayırırken "Senin için küçük, insanlık için büyük bir soru" diye güldü. Bunu çok komik bulduğu gibi başka bir yanıt ta vermeyeceğini anlamıştık. Bizim sessizce ondan hala bir yanıt beklediğimizi görünce "Bunu bilemiyoruz" dedi. Hayal kırıklığına uğramıştık. Ancak kalkmaya hazırlandığımız o dakika içinde bütün cevaplarını bildiğimiz pek çok soru sordu. İsimlerimizi, kasabalı olup olmadığımızı, okulda neler olup bittiğini birbiri ardına sorup, cevaplarımızı merakla ve ilgiyle dinledi. Bir kasabalı gibi tüm olup bitenlere karşı büyük bir merak besliyor, Emre'nin  Remzi'yi nasıl dövdüğünden, belediye plajında neden senelerdir kimsenin yüzmediğine kadar bütün olayları ayrıntısıyla anlattırıyordu. Emre'nin bazen ayağa kalkıp canlandırarak anlatmasına kahkahalarla gülüyor, bizim sık sık gelmemiz gerektiğini yineliyordu. Bizi gönderirken haftanın üç günü burada olduğunu istediğimiz zaman gelebileceğimizi tekrarladı. 
Kasabanın merkez istasyonundan, ara istasyonuna kadar toprak yoldan yürüyüp, annemi trenden karşılayıp hep birlikte yukarı çıktık. Ona göre bir daha oraya gittiğimizde mutlaka haber vermeliydik. Yoksa bir daha sokağa bile çıkamayabilirdik.  
Televizyonda beş dakika onu görebilmek için bir saat boyunca hafta sonu yarışmalarını ve takım elbiseli şarkıcıları dinliyor, ertesi gün Ankara trenini bekliyor ve bazen onun trenden indiğini görüyor, yanına koşuyor eve kadar yanında yürüyorduk. Aklıma gelen herşeyi ona sorabiliyordum. O da bilmediğini söylüyordu. Ayça'nın babası ona kızdığı için uzun zaman eve bir daha giremedik. Cemal amca bütün akşam televizyon seyreder, çekirdek çitler, mandalina soyar, elmaları dilimleyip gözlerini ekrandan hiç ayırmadan sırayla yanındakilere uzatırdı. Dayımlarla birlikte çok hareketli bir hayat yaşadığını söylediklerinde aklıma hep Cemal amcanın bıçağın ucuna takarak uzattığı elma dilimleri gelir, buna bir anlam veremezdim. 
Soner'den birkaç gün sonra tamamen kurtulduk. 
Semih abi sokakta yürürken Soner'i bizim yanımızda yanına çağırıp bıçağını vermesini söyledi. Soner inkar edincede eliyle koymuş gibi bıçağı Soner'in belinden çekip çıkartarak "Abine söyle, gelsin bunu Ocak'tan alsın" dedi. Soner giderken, Semih abi  bizi işaret ederek "Bu çocuklara da dokunduğunuzu görmeyeyim" diye gözdağı verdi. "Bizim mahallenin çocukları bunlar" Soner sesini çıkartmadı. Semih abi sigarasını ağzından aşağı iyice sarkıtarak dayandığı duvardan doğruldu. "Hadi ikile bakalım" Semih abi tam bir kovboy gibiydi ama bunu ona söylediğimizde çok kızmıştı. Ona göre kovboylar  Amerikan özentisiydiler.
Remzi  o hafta okula hiç gelmedi. Ertesi hafta geldiğinde ise başını yerden kaldırmadı. Üçlerden sırasında otururken arkasına da yaslanamadığını öğrendik. Onun sınıfındakiler babasının onu kemerle dövdüğünü ve sırtındaki izleri saklasa da arkasına yaslanmamasından bunun apaçık belli olduğunu anlattılar. 
Beklediğim mucize bu değildi. Doğa anaya da artık inanmasam da içimden ona kızmama engel olamıyordum. Kimse böyle bir şey söylemese de onun hasta olduğunu ve bunun da ona iyi bir ders olduğunu düşünmüş, geldiği güne kadar da hep hasta olduğuna inanmıştım. 
Yaz tatiline kadar anlatılmaya değer önemli bir şey olmadı. Bir ara kasaba, düşman askeri bulabilmek için hareketlendi. Okulumuzun adı düşmanı buradan kovdukları günün ismiydi. Temsil de burada olacaktı ama kimse düşman askeri olmaya yanaşmıyordu. Okuma bayramından sonraki resmi bayramda okulun önünde sıra halinde yürüdük. Kasabanın yarısı ordaydı. Son güne kadar sadece bizim yürüyeceğimiz sanılıyordu ama bizim yürüyüşümüzün ardından yeşil kıyafetli sakallı askerlerimizi görünce heyecanla olacakları beklemeye koyulduk. Düşmanlar neredeyse hiç savaşmadan arkalarını dönüp kaça kaça gittiler. Akşam kaçanların itfaiye erleri olduğunu öğrendik. Belediye itfaiye erlerine bu işi zorunlu tutmuş ancak bu şekilde temsil tamamlanabilmişti. 





5


Clementine

Tartışma kısa sürdü. Aslı'yı doktorculuktan kovboyculuk oynamaya kolayca ikna etmiştim. Tahmin ettiğimden çok daha kolay. Arkasını döndü. Mendili iyi bir haydut olabilmesi için fular olarak bağlamam gerekiyordu. Yıl sonu temsilinde taktığını söylediği melek kanatlarını sırtından çıkarmayı reddettiğinden zordu bu. Uzamış siyah saçlarını elleriyle yukarı kaldırdı. Mendili ensesinde düğümleyip bana da haydut fuları bağlamasını bekledim. Silahını kararlılıkla eline alıp kanapenin arkasına siper aldı.  Silahla oynamamız yasak olduğundan bu görevi üçgen biçiminde kapı altlarına konan tahta takozlar görüyordu. İki dakikadan daha uzun bir zamanın geçtiğini sanmıyorum. Ben vurulmuştum. Düşmeden önce yaptığımız uzun pazarlıklar sonunda yere hasta bir doktor kovboy olarak devrildim. İlk yaptığı haydut eşarbını çıkarıp yaralı koluma bağlamak oldu. Şimdi beklemeliydim. Arada sırada kafamı kaldırıp hemşire bonesini  yuvarlak aynanın karşısında düzeltmesini seyrediyor, bir yandan da acele etmesini söylüyordum. Sınıfta aldığı sağlık kolu bandını da takmış, boğazından aşağı doğru sallanan steteskobuyla geldiğinde ben televizyonu açıp kanepeye yatmıştım. Ağzıma termometreyi yerleştirdikten sonra, plastik bir çekiçle dizime vurdu. Televizyonda hep birlikte şarkı söyleyerek yürüyen çocuk grubuna baktık bir an. Tepesinde pervane bulunan uçan bir kedi şarkıyı yönetiyor, Clementine'in sonunda kavuşacağını umut ettiğimiz annesi şeffaf bir küre içinde uçarak yeryüzüne iniyordu. Çocukların arasına. Kalbimi dinleyip resim kağıtlarımızdan birini pencereye doğru tutup hızla ama dikkatle inceledikten sonra hiçbirşeyim olmadığını sevinçle bildirdi. Kanapeye otururken de kanatlarını çıkarmadığından bana yan dönmüş halde renkli ekrana bakıyor, beyaz ve tüylü iki parça sırtından çıkıp iki yana açılıyorlardı. 
Clementine'i annesinden ve doktorundan ayıran kötülük şeytanından öyle çok nefret ediyorduk ki alevler içinde göründüğünde kinle kaşlarımızı çattık. Ondan nefret ettiğimiz gibi bir yandan da korkuyorduk. Diğer kötülere benzemiyordu. Çizgi filmlerin hepsinde kötüler kahkahalarla güldüğünden diğerlerinden kolayca ayırt edilebiliyor, bizde onları umursamıyor ve her seferinde alt edilişlerine hiç şaşırmıyorduk.  Ama kötülük şeytanı Halmut hiç yenilmiyordu. O gün Clementine'in arkadaşları geçmişe yaptıkları uzun bir yolculuğun sonunda büyücüyü buldular. Büyücü onları doktora götürecek, doktor onu iyileştirecek ve tekerlekli sandalyeden kurtaracaktı. Fakat kötülük şeytanı konuşmaya ve yapacaklarını söylemeye başladığında boğazımda acıyan kocaman bir şiş hissettim yine. Kelimeleri kafamızın içinde yankılanıyordu. Kötülük şeytanının bir gövdesi yoktu. Binalar boyunda hareket eden alevlerden kolları arasında parlayan iki gözü ve aşağı doğru sarkmış bir çenesi vardı ve gülmüyordu. Onun bir defa görünmesi yetmişti. Büyücüye ulaşamayacaklarını anlamıştık. Aslı'ya baktım. Sahne değişmişti ama  sessizce ağlamayı sürdürüyordu. "Ne istiyor Clementine'den, o daha yürüyemiyor bile" diye hıçkırıklara boğuldu. Ben de ağlamaya başladım. Boğazımdaki acı giderek hafifliyor sanki içeri doğru kayarak kayboluyordu. Yüzümüz sırılsıklam olmuştu. Birbirimize bakıyorduk. Beni bu halde görmüş olmasına dayanamıyor, yine de ellerimi silmek için gözlerime götüremiyordum. Utanç vericiydi. Hiç ağlamamışım gibi davranmaya çalışıyordum. Dudaklarımın iki kenarında da tuzlu bir ıslaklık vardı. Haydut fularımı çıkartıp elime tutuştururken "Sen" diye fısıldadı. "Çok iyisin" Mendille gözlerinin altını sildi. Birkaç sessiz damla daha döküldü. Gözyaşlarında Halmut'un kötülüklerinden daha fazlasının olduğunu o sırada göremeyecek kadar kendi utanç verici halime üzülüyor ve kızıyordum. Odanın kapısının açıldığını duyduk. Sesimiz kesilince hemen oda kapısı açılırdı. Tekrar kapanırken annesinin "Çizgi film seyrediyorlar" diye içeri seslendiğini duydum. Toparlandım. Gidene kadar da güçlü ve aldırmaz görünmeye çalışıp bunu ispat edebilmek için onunla soluk benizli diye alay ettim. Bizi kasabaya yolcu etmek üzere gara geldiklerinde, trenin penceresinden onun çıkarmaya yanaşmadığı kanatlarıyla beyaz bir tavuğa benzediğini söyleyecek kadar da ileri gittim. Tren hareket ettiğinde yeniden ağlamaya başlamış ben de mutlu biçimde yerime oturmuştum. Beyaz kanatlarının üzerine dökülen siyah düz saçları, şeffaf kristalli beyaz tacının  açığa çıkardığı beyaz teni ve gururunu kırdığım için hemen ağlaması ne güzeldi.  Hiç kuşkusuz onunla evlenecektim.




6

Turuncu Mağara

"Ev yapmak için toprağı kazarken altın bulmuşlar. Bir sandık dolusu. Bahçıvanları altınlardan bir tane çalmış ve hemen o anda cinler çarpmış. Topal ve kambur kalmış, sesi de kısılmış."
Emre elindeki çubukla kumu eşeledi. Sazlıkların arasında bir su yılanı yüzeye çıktı. Kafasını ileriye atarak yüzdükten sonra yeniden daldı
"İşte böylece evlerini iki katlı yapmış ve hiç çalışmamışlar. HİÇ ! Ama altınlar o kadar parlakmış ki geceleri bile parlıyormuş. Onlar da evin her tarafını yeşilliklerle kapatmışlar."
Sazlıklı kıyıdaki tek ağacın altındaydık. Ayça burayı temizlemiş, dalgalar yıkamıştı.  Emre'ye bu sandığın neye benzediğini eğer merak ediyorsa anneannemin nakış kutusunun daha büyüğünü düşünmesi gerektiğini söyledim. Gümüş işlemeli ahşap bir kutuydu bu. Gölde tek bir dalga yoktu. Kazlar suyun üstüne kara bir örtü gibi yayılmışlardı.
"Böyle bir şeye inanmak için aptal olmak lazım" dedi Emre. Hiç etkilenmemişti.
Fırlattığımız yassı taşlardan biri suyun üzerinde dört defa sekti. Kazlar hep birlikte havalandılar. Ona göre her tarafını yeşilliklerle kapatmalarının nedeni başkaydı. Toprağı kazarken bir küp altın bulmuşlardı sadece. Ancak bu altın lanetliydi ve harcadıkça evde oturanların hepsi bahçivan gibi çirkinleşmişti. İşte bu yüzden perdeleri kapatıp sürekli evde oturuyorlardı. Dışarı çıkamadıkları için çalışamıyorlardı. Çalışamadıkları için de bu küpteki altınları harcıyor ve giderek daha da çirkinleşiyorlardı. Hikayesini saçma bulduğumu ve burun kıvıracağımı anlayınca "Semih abi söyledi olm" dedi. Elimdeki son parçayı da göle attım. Semih abi söylediyse iş biterdi. Ufaladığımız ekmeklere gelen  kızılkanatlar yavaş yavaş yaklaşıp ani bir hamleyle hamurdan ufak bir parça kopartıyor, sonra hızla dibe dönüyorlardı.
Öğleden sonra oraya tırmandık. Dik bir yokuşun sonundaydı. Kasabanın bitip ormanın başladığı yerde. Kapının oraya gidip asmalarla yılanlı çalıların arasındaki küçük açıklıktan topal bahçivanı görmeye çalışıyorduk. Gölgelerin ya da çalıların en ufak hareketinde yokuşun başında bizi bekleyen bilyeli arabaya atlıyorduk. Emre beni yokuş aşağı itekledikten sonra o da arabaya atlıyordu. Mahalledeki en büyük bilyeli arabaydı. Tahtalar ve demir halkalar. Asfaltta sürati giderek artıyordu. Kayarken korkuyla bağırıyorduk. Freni hiçbir işe yaramıyor, kullandığımızda birdenbire durup kaymaya başlayan bilyelinin üstünden yola savruluyorduk. Söküp atmıştık. Aşağıdaki kum tepesine çarptırmak benim işimdi. Bunu başaramazsam bir basamaklık çıkıntıdan sonra taş avluya düşebilirdik. Üçüncü tırmanışımızda yavaşlamıştık. Üst kat pencerelerinde perde yoktu. Yeşillikleri elimizle araladık. Ev boştu. Kırılmış ufak bir pencerenin önüne rafları boş ve tozlu bir büfe çekilmişti. Başka başka yönlere bakan, devrilmiş sandalyeler ve kaplamaları soyulmaya başlamış büyük ve ahşap bir masa vardı. Masanın çekmece takılan açıklık yerleri olmasına rağmen çekmeceleri yoktu.  Yukarda bir gölgenin hareket ettiğini gördüm. Emindim. Emre koşarak bilyeliye dönecekken kazağından çektim. Anlamıyordu. "Gerçekten GÖRDÜM" dedim. Emre sırtıma tırmanıp  baktı bu defa. Konuşmaya yanaşmadan arabaya yürüdük. Yokuşun aşağısında İbrahim vardı. Kum tepesinin yanında bizi bekliyordu. Süratle inerken bağırmamıştık bu defa.
Bilyeliyi ona bırakıp kasabaya yürümeye başladık. İbrahim önce Emre'nin kulağına sonra benim kulağıma kasabada çıplak kadın resimleri görebileceğimiz bir yer keşfettiğini söylemişti. Tarif ettiği kasabı bulduğumuzda söylediği gibi solumuza döndük. Şeffaf naylonla kaplı ahşap çerçeveli büyük afişler tek katlı pasajın tepesindeydi. Tanımadığımız biri kafamızdan tutarak salladı. Renkli ve büyük harflerle İKİ SÜPER FİLM BİRDEN tabelası ve dört çıplak kadın. Hayalkırıklığıyla bakıyorduk. İbrahim'in söylediği gibi değildi. HEYECAN DÖRTLÜSÜ yazısının arkasındaki çıplak  kadınlardan biri dudaklarını iyice açmış halde, et kokan serin pasajı işaret ediyor, KOCAMAN yazan diğer afişteki bağdaş kurmuş çıplak kadının kucağında ise kel bir erkek kafası duruyordu. Kel adam hayretle ağzını bize doğru açmıştı. Kafası bize doğruydu ama gözleri yan afişteki Heyecan Dörtlüsü'ne doğru bakıyordu. Bütün kadınların memeleri ve oralarının bulunduğu yerler kesilmişti. Hayal kırıklığı içinde pasajın içinde başka fotoğraflar olup olmadığını kontrol ettik. Karanlık ve rutubet kokulu pasajın ilerisindeki küçük kutunun içinde tek bir ışık vardı. Gişedeki adam kafasını kapıdan çıkartıp pasaja girmemizin yasaklanmış olduğunu bildirdi. Dar kapıdan sadece şişman göbeği ve kafası görünüyordu. Ona göre buraya on yıl sonra gelmeliydik. 
O gün kasabanın haftalık pazarının kurulduğu gün olduğundan sayıları arttırılmış yarım otobüslerden biri ile dönmeye karar verdik Dedeme görünmemek için saat tamircilerinin bulunduğu sokaktan geçmeyip brandaların altında, ellerindeki poşetlerle yürüyen kalabalığın arasına daldık. Düzgünce dizilmiş domates tezgahının arkasındaki, gömlek kollarını dirseklerine kadar kıvırmış güçlü adam gibi "Koy çuvala vur duvara" diye bağırarak ilgimizi hiç çekmeyen oyuncaklar, leğenler, çamaşır sepetleri ve kovaların bulunduğu köşeden dönüp otobüslerin önüne çıktık. Üstündeki renklerin birbirine karışmış olduğu çiçek desenli yapıştırmalarla süslü sürahilerden döktükleri tarçınlı limonatalardan içtik. Bilet sormamalarını umut ederek sessizce oturduk. Koltuk başlarının arkasındaki belediyenin soluk renkli yelkenli amblemine bakarken "Bir hayaletti o" diye ısrar ettim. Buraya gelirken yolda sürekli bunu konuşmuştuk. "Hayaletler beyaz olur" diye fısıldadı Emre. Bahçivanı gördüğünden emindi. 
Yokuşu tırmanmamak için karton tünelden emekleyerek geçip bizi karşılayan Bobo'yla birlikte dolaşırken İbrahim'i yan taraftaki inşaatın ikinci katından aşağıdaki kum tepesine atlayan kalabalığın arasında bulduk. İbrahim daha birkaç gün önce kadınların çıplak olduğuna yemin billah ediyor, kuma değnekle neler gördüğünü anlatarak çiziyor, hayret dolu yüzüyle bizi inandırabileceğini düşünüyordu. Yırtılmışsa bu onun sorunu değildi. "Benim sorunum değil" demişti filmlerdeki adamlar gibi. Keçiler etrafımızı sarınca yukarı çıktık. Yırtılmadığını oralarının düzgünce makasla kesilmiş olduğunu söylesek de sadece şaşırıp duruyordu. Emre tartışmanın bir yere varmayacağını anlayınca kendini boşluğa bıraktı. Emre'nin arkasından ben de aşağı atladım. Kum tepesine bakmadan atlamış ve tam tutturamamıştım. Yana doğru devrildiğimde çenesinin altındaki sakalı iyice uzamış beyaz keçilerden biri bana doğru yaklaşıp dikkatle baktı. Gözlerini benden hiç ayırmadan çenesini yuvarlak hareketlerle oynatıp aniden duruyor sonra yeniden bu kez daha yavaş biçimde sakalını hiç kımıldatmadan, bir türlü yutamadığı otları çiğnemesine devam ederek beni inceliyordu. Kalkarken canımın çok yandığını fark ettim. 
Sonraki birkaç gün boyunca ezilmiş sağ bacağıma merhem sürülüp sarılmış halde yatağımda oturdum. Yeşil kaplı küçük ama kalın kitaplara dalmıştım. Hayat Ağacı'nı da izlemiyordum. Anneannem beni Karl'ın eninde sonunda Sam'e döneceğine inandırmıştı. Radyoda, Türk sanat müziğinin hemen ardından  çalınan arabaların plakalarını  onların bir gün bulunabileceklerine iyimserlikle inanarak dinlerken, kitapları elimde çeviriyor, renkli kapaklarını dikkatle inceliyordum. Arkalarında akıllara durgunluk veren serüvenler okuyacağımızı yazan bu kitaplarda geçmişte ölmüş adamlar onları inceleyen doktorun elinden kaçıp şehirde dolaşıyor, fırtınada alabora olan gemiler hayvan adasına çarpıyor,  çocukların çetesi büyük uluslararası bir dolandırıcıyı teknede yakalıyorlardı. Akşam oluyor, sabah oluyor, önüme konan tepsideki yemekleri tartışarak zaman kaybetmemek için hemen bitirip kaldığım yerden devam ediyordum. Çocuklar dünyanın dibine ulaşmak için açtıkları tünelden petrol çıkınca zengin oluyor, mumyaların gizemlerini çözmek için başka ülkelere gidiyor, geniş yapraklı Amazon ormanlarının içinde vahşi kabilerle arkadaşlık edip, en karanlık köşelere tek başlarına iniyorlardı. 
Birkaç gün sonra iyileşmiş ve bahçede dolaşmaya başlamıştım. Ancak artık ne mahalleye çıkıyor ne de başladığım herhangi bir kitabı bitirebiliyordum. Hiç olmayacak bir şeyi inatla gerçekleşmeyeceğini bile bile hergün ve her gece tekrar ve tekrar arzu ediyordum. Dün öğleden sonra bundan başka hiçbirşey düşünmemiştim. Akşam yemeği için anneannemin seslenişini duyana dek ne açlığımı ne dayımların gelişiyle hareketlenecek günleri ne de okulun  yakında yeniden başlayacağını aklıma getiriyor, babamla annemi bir daha yan yana göremeyeceğimi ise hiç umursamıyordum.
Tek istediğim nefesler tutularak tek ve uzun bir dalışla varılabilen o deniz altı mağarasına gidebilmekti. Hiç ilgimi çekmeyen kitabın tek ilgimi çeken yerinde çocuklar o mağaraya varıp kafalarını sudan çıkartıyor, nemli ve yüksek tavanlı o mağaranın içinde yankılanan konuşmalar yapıyorlardı. İyice genişlemiş çatlakların içinden başka mağaralara, başka uzun dehlizlere ve bu dehlizlerin içinden de bir kıyıya ulaşmaya çalışıyorlardı. O mağaranın nerede olduğunu bilmek ve oraya gitmek istiyordum. O mağaraya gitsem, yosunlarla yumuşamış kayaya başımı yaslasam hiç kıpırdamadan durabilirdim. Hiçte sıkılmazdım. Tıpkı erik ağacının tepesinde bütün öğleden sonramı geçirdiğim gibi. Ama orada işte biraz öylece tek başıma dursam herşeyi ama herşeyi birdenbire öğrenebilecekmişim gibi geliyordu. Ağaçların nasıl büyüdüklerini, uzayın sonunda ne olduğunu, güneşin nasıl bu kadar sıcak kalıp, kuşların, demir uçakların ve roketlerin havada nasıl durabildiklerini, hepsini tek bir kitabın içinde bulabilecekmişim gibi geliyordu. Kitapta değildi bu belki ama mağaraya girince bunun ne olduğunu hemen anlayacaktım, başımı sudan çıkartıp orada dursam, bütün soruların yanıtını birdenbire öğrenecektim. Herşeyi böyle parça parça değil de hepsini birdenbire tek bir şeymiş gibi kavrayabileceğimi sanıyordum. Nefesimi tutarak girebileceğim büyük turuncu mağara. Ama nerede olduğunu bilmiyordum. Kitap bundan hiç bahsetmiyordu.
Ertesi  hafta boğucu sıcaklar başladı. Bahçede çıplak ayakla dolaşıyordum. Hortumla çiçekleri ve ağaçları sularken büyük turuncu mağarayı nasıl bulabileceğimi düşünüyor,  kitapları ise artık hiç açmıyordum. Emre gelip yüzmeye gideceğimizi söylediğinde, dünyayı dolaşan bir sirke katılmaya kesin karar vermiştim. Kayalıklarda havlunun üzerine uzanmışken Emre'ye bu kararımı açıkladım. Ona göre bir sal yapmamız daha akıllıca olurdu. Hakılbori'deki gibi kütükleri yan yana dizip sarmaşıklarla birbirine bağlardık Suya baktım. Dairesel hareketler yapan yosunların arasında renkli ve parlak taşlar vardı. Nefesimi tutup dip yaptım. Semih abinin ayaklarının dibindeki büyük taşın altından bir yengecin yan yan kaçtığını gördüm. Mahallenin büyük abileri, ileri uzanmış büyük  kayadan atlıyorlardı. Semih abi bir taş gösterdi. Ateş taşı. Ama kurutmalıydık Beyaz ve parlaktı.. Nefes alıp yeniden daldım. Üç renkli bir taş çıkartıp hayretle baktım. Birbirinden kesin çizgilerle  üç farklı renge ayrılıyordu. Kayaya vurdum defalarca ama kırılmıyordu. Cebime koydum. 
Eve vardığımızda dayımı bahçede buldum. Bana, hava pompasına dokununca trampet çalan tavşanla, arkasındaki mekanik kol kurulunca zıplayarak ilerleyen bir kurbağa getirmişti. Asmaların altına oturduğumuzda cebimden çıkardığım üç renkli taşa hiçbir hayret belirtisi göstermeden bakıp bunların nasıl oluştuklarını anlatınca uzayın sonunda ne olduğunu da bilebileceği fikrine kapıldım. "Boşluk" dedi. Yıldızların arkasında ve daha arkasındaki işte buydu. Boşluktu. Bir şey yoktu. Ellerimle kutu yapıp "Tamam da o boşluk neyin içinde" diye ısrar edince ellerime dokunarak "Bunlar da yok" dedi. "Bir şeyin içinde değil. Hiçbirşey yok orada." İleri gittiğimi biliyordum ama merakım öyle baskındı ki  bunu öğrensem ve bir daha hiçbirşey öğrenmesem de olurdu. Ona nereden bildiğini sordum. Gerçekten ileri gittiğimi dayımın değişen yüzünden anladım. Bu şimdiye kadar yapmadığım bir şeydi. Anneannem, kopardığı asma yapraklarını masanın üstüne bırakırken bir şey demiyorsa da - bizi karıştırmıyordunuz hadi siz anlatın- der gibi bakıyordu. Anneannemin aileden birileri önünde tartıştıklarındaki -ben karışmam- bakışıydı bu. "Öyle olmalı" dedi dayım. Bunun proleterlerin işine yarayacak türden bir bilgi olmadığını hemen anlamıştım. "Bu da devrim olduğunda halledilecek problemlerden biri; öyle değil mi?" diye gönlünü almak için nafile bir çaba gösterdim.
Emre sıkılıp Bobo'nun yanına gitmiş, fırlattığı çubuğu geri getirmediği için ona kızıyordu. Her seferinde attığı çomağı gidip kendisi  arayıp buluyor, sinirli adımlarla geri dönüyor ve yeniden fırlatıyordu. Dayım yüzünde Bobo'nun kararlılıkla yerinden hiç kımıldamamasını takdir eden bir gülümsemeyle bir şey söylemeden Bobo'ya bakıyordu. Ondan gözlerimi ayırmadığımı fark edince pes ettiğini belli eden bir sesle ve tam bir kesinlikle "Uzay sonsuzdur" diyerek konuyu kapattı. "Dibi olmayan deniz gibi". Hiç cevap vermedim ama benim için söylediğinin bir anlamı olmadığını fark etmesi uzun sürmedi. Yerinden kalkarken, elini dümdüz ileri geri sallayarak "Git git bitmez"diye açıkladı.





7

Yıldızların Ötesi

"Ve Hakan topu aldı, pas verecek arkadaşını aradı, İbrahim elini kaldırarak top istiyor ama top rakip takıma geçti, hızlı çıkarlarsa bir atak şansı olabilir, Sağ geriden depara kalkan Kaan bir ver kaçla topu ileri taşımayı deniyor…"
"Kaleyi niye bırakıyosun ya, boş bırakmasana kaleyi" 
Geriye doğru hızla koşup taşların arasındaki her zamanki yerimi aldım. Topu aldığım gibi ileri çıkmıştım yine. İleri çıkıyordum çünkü ben de onlar gibi ismimin duyulmasını istiyordum. Artık ikinci sınıftaydım. Kaan ve gol, Kaan ve goool! Ancak bu mümkün görünmüyordu. Saffet, maçı kafasında yarım kesilmiş plastik toptan yaptığı takke ile bizim tahta çitlerimizin üzerinde oturup bağıra çağıra anlatırken beni hiç görmüyordu. Herkes bir yandan oyununa bakarken bir yandan da Saffet'in onun da ismini söylemesini, neler yapabildiğini cümle aleme beyan etmesini istiyordu. Saffet maç anlattığı zaman maç iki kat daha heyecanlı geçiyordu. Hepimiz kendini gösterme telaşı içindeydik. Soner duvara çarptırarak geçtiği adamdan sonra ilerlerken Saffet'e böyle zarif bir hareketi neden anlatmamış olduğu merakıyla göz ucuyla baktı. Saffet'se arkasındaki fındık ağacımızın onun yanına doğru sarkan dallarından bir tanesini almış, elindeki bölgeyi fındıktan arındırmaya uğraşıyordu. Ceplerini iyice şişirmişti. Ağzı dolu dolu " Ve goool" diye bağırdı." Soner gol attı. Soner multeşem bir gole daha imzasını atıyor" 
"Ne golü olm taş üstü bu" Apaçık bir taş üstüydü, üst üste duran iki taştan biri devrilmiş, Soner bile itiraz etmemişti. Ama takım kaptanımız ve adım adım adam alışmada beni hep en sona bırakan Emre gol olduğu konusunda ısrar ediyordu. Hakan da haklı olarak topu koltuk altına almış "Kendi adamın da öyle söylüyor, kendi adamına sor, kendi adamına sorsana" diye çıkışıyordu. Emre ile Soner bakıştılar ve orta sahanın biraz gerisine çekildiler. Yani benim önüme. Soner, Emre'yi rahatlıkla dövebilirdi. Bu yüzden Emre hiç uzatmadı. 
Soner akşama dek bizim mahalledeydi artık. Akşam babası köye dönerken onu buradan alıyordu. Önceleri ona karşı tedirginliğimiz vardı. Uzak durmuştuk.  Mahallenin abileri tarafından zorla barıştırılmıştık çünkü. Ama artık dosttuk. Yukarıdaki büyük beyaz evin hayaletli olduğunu anlattığımızda bize inanmış, iki adamıyla gidip orman tarafından hayaletli evi taşlayarak bize dostluklarını ispat etmişlerdi. Cesaretleri karşısında bir defa daha ürkmüştük. Üst pencerelerin iki camını da kırmayı başarmışlardı.
"Evet sayın seyirciler az önceki gol hakemler tarafından geçersiz sayıldı, top kaleci vuruşuyla yeniden başlıyor, Hakan'dan inanılmaz çalımlar izliyoruz, Hakan bugün çok formda şutunu çekti ama top Kaan'da kalıyor, Kaan topla birlikte yuvarlanmayı hala sürdürüyor. Şimdi topu takım arkadaşlarına ulaştırdı. O da gelen arabanın geçmesini bekliyor şimdi, maç bir an için durdu."
Geçen beyaz minibüs kale taşlarını ortalamak için yavaşladı. Yolcuları bizim kasabadakilere hiç benzemeyen bu minibüs hemen her akşam hava kararmadan önce buradan geçip ormana doğru gidiyordu. "Casusları ormana saklıyorlar" dedi Soner. Hepimiz bunu onaylayıcı bir sessizliğe büründük. 
"Evet sayın seyirciler skor tabelası ekrana yansıyor."
Saffet 'in sesiyle hemen toparlanıp yerlerimize dağıldık.  
"Galatasaray'ın 4 ve Fenerbahçe'nin 2 defa fileleri havalandırdığını görüyoruz. İlk yarının tamamlanmasına sadece  bir gol kaldı."
"Fenerbahçe değiliz biz, Ataryemez'iz."diye bağırdı Serhat kaleden. Serhat Beşiktaş'lı olduğundan itirazı anlaşılır karşılandı. 
"Topla oynama ve pas yapma konusunda Ataryemez takımı başabaş bir mücadele sergiliyor, topun kornere çıkmasıyla hakem penaltı noktasına gidiyor. Galatasaray'lı oyuncuların itirazlarını hakem ciddiye almıyor."
Üç korner bir penaltı, taçtan gol olmaz ve ofsayt mofsayt yok altın kuralları çerçevesinde penaltı kullanmaları gerekiyordu. Dokuz adım sayıldı ve ben de penaltının kullanılması için sahanın kenarına çekildim. Penaltı atılırken kaleci kalede durmuyor, rakip oyuncu da şutu arkasını dönüp topuğuyla kullanıyordu. Bunu bizden önceki abilerden öğrenmiştik ve mahallenin değişmez kuralıydı. Aksi takdirde topa abanarak vurduklarından top aşşağıya gidiyordu. Eskiden dikenli çalıların olduğu yerde şimdi bir inşaat vardı, iki durumda da topun oraya gitmesi kötüydü. Patlayan lastik topu ikiye ayırıp takke yapıyorduk. 
Soner'in babasının arabası köşede göründüğünde Saffet kafasındaki yarım lastik topu çıkartıp sakladı. Burhan Amca arabadan inince paslı çiziklerle kaplı arabanın etrafından uzaklaştık. İri gövdesini bizim tahta çitlere doğru yaklaştırdı. Hepimiz durmuş ona bakıyorduk Saffet'in sakladığı elini çekip takkeyi aldı. "Dedelerimizin camiye giderken taktığı şey ile alay edemezsin" diye bağırırken Soner sessizce arka koltuğa sıvışmıştı. Saffet bizim gibi bağırıp kavga edemezdi. Sinirlendiğinde ya da haksızlığa uğradığına inandığı zaman kolları aşağı düşer yumruklarını sıkar ve gözleri dolardı. Ona doğru bakmıyorduk artık. Ağlayacağından korkmuştuk. Gururunun kırılması kötüydü ama ağlaması onun için felaket olurdu. Bizden üç yaş büyüktü. Soner'in babası yavaş adımlarla bize bakmadan arabasına yürüdü. Kapıyı sertçe çekti. Yokuşta zorlanan arabalarının horultusu yükselirken oyuna Ayça dahil oldu. Eteğinin içine pantolon giymeden gelmişti yine. Pantolonsuz etek giyen mahalledeki tek kız. Ve siyah çoraplar. Onun siyah çoraplarına bakmalarından rahatsızlık duyuyorduk. Sonunda Emre, Hakan'ı taş duvara doğru itince devrilip yerde yumruklaşmaya başladılar. Yanlarına koştuk. Saffet de maçı anlatmıyor, sessizce olanları izliyordu. Serhat'la aralarına girip onları ayırdık. Akşam ezanı okunuyordu. Maç tamamlanamadan dağıldık. Hava kararmak üzereydi. Cuma akşamı olduğundan mutluydum. Erken yatma zorunluluğum yoktu. İkinci bir televizyon kanalı daha açılmıştı. İkisi de aynı anda yayın yaptığı için dedem, annem ve dayım hangi kanalda durulması gerektiğini tartışıyor, yuvarlak düğmeyi ben çeviriyordum. 
Ertesi gün Emre'yle casus köyüne bakmaya gidecektik. Bobo'yu almak için İbrahim'e yalvardım. İbrahim'se demiryolu çetemize dahil olmak istiyordu. Evlerinin arkasındaki dar toprak aralıktaydık. Turuncu renkli nemli topraktan yamaç  dimdik yükseliyordu. Metrelerce. Tek katlı evlerinin çatısını da aşıyordu. Maç yaptığımız yol, üçgen çatılarının en tepesi ile aynı yükseklikteydi. Top onların çatısına gittiğinde, kırmızı kiremitlerin arasından yuvarlanır ve bu dar aralığa düşerdi. 
"İmkansız ki bu" dedim. "Demiryoluna inmen yasak bir kere"
Ellerini arkasına koyup evlerinin duvarına dayandı. Tek başlarına dolaşan çocukları meleklerin koruduğuna inanılır. Yine de meleklerin işini savsakladığı bir anda tren ona çarpabilir ya da birileri onu durup dururken kaçırabilirdi. Babası demiryoluna inmesini kesin bir biçimde yasaklamıştı. 
Gazetelerin verdiği Apollo maketi aklıma geldi. Bendekini henüz kesmemiştim. "Gıcır gıcır karton" dedim. "Katlamadım bile"  Onda da olduğunu söyledi. İnanmadım. Gidip getirdi. Beyaz füze. Mavi kanatları vardı. Kağıt uçak gibi fırlatılmaktan köşeleri içine çökmüştü. Yine de muhteşem görünüyordu. İçinde su saatlerinin olduğu ahşap kutunun üstüne oturmuş uzay gemisini inceliyorduk. Üstüne isminin baş harflerini yazmıştı. Bu geminin içinde sürekli hiç durmadan gittiğimi hayal ettim. Karanlığın içinde yıldızların arasında hiç durmadan gitmeye çalışıyordum ama Uzay Yolu'nun eski bölümlerinden hatırladığım sahnelerle bu yolculuk sürekli kesiliyordu. Tam karşıdan gelen bir göktaşı. Hiç bilmediğim yeşil bir gezegen. Geminin arızalanması. Sanki böyle görüntülerle kesilmese ve ben sürekli aklımın içinde hiç durmadan  gitsem sonuna varabilecekmişim gibi geldi. Buna, üstünde hiç düşünmeden inanmıştım. Gerçekte varabileceğim yerin aynısını görebilecektim. Gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Sadece sürekli gitmem yeterliydi. Bir süre sonra o yıldızlı karanlık sona erecekti. Böylece ben de sonunda ne olduğunu görebilecektim. İbrahim, astronot olmaya karar verdiğini açıklayınca yıldızlı karanlık bir anda kayboldu. Önümdeki turuncu renkli ıslak toprağa baktım. 
"Sence en ötede … Yani yıldızların da ötesi. Bütün o karanlığın da ötesinde, en ötesinde herşeyin sonunda ne vardır?" 
Umuttan çok çaresizlikle sormuştum bunu. Omuzlarını silkti. 
"Ama o zaman nerede bitiyor, bitiyorsa bittiği noktanın ötesinde ne var? " 
Düşündü. Diğerleri gibi değildi. Gerçekten düşünmüştü. Ciddiye almıştı bunu.
"Boştur heralde" dedi boş bir yüzle. 
Heyecanlanarak ayağa fırladım. Hızlı hızlı konuşmaya başlamıştım. 
"Bunları hep düşündüm, bak şimdi, eğer bomboşsa dediğin gibi…BOMBOŞSA AMA… o boşluk neyin içinde duruyor? En yukarıda, en ötede, yıldızların da ötesinde…"
"Allah vardır" diye kesti. Apollo'ya bakıyordu. Sadece Apollo'ya binip uzaya gitmek istediğini anladım. Sonuna kadar değil ama. Sonunda ne olduğunun bir önemi yoktu.
Öğleden sonrasının parlak güneşi bu nemli gölgelik dışında açıkta bulduğu herşeyi yakıyordu.  Kiraz ağacına  baktım. Yaprak kımıldamıyordu. Birkaç arının vızıldadıklarını duydum. "Sen de onlar gibisin" dedim. "Emre de aynısını söylüyor." Omuzlarını silkti yine. Umursamadığını düşündüm. Bobo hızlı hareketlerle elimizi, üstümüzü kokluyor, ayakkabılarımıza burnunu sürüyordu. Yüzümü yalamaya kalkınca alt çenesini ağzının içinden kavrayıp tokalaşır gibi aşağı yukarı salladım. Arka ayaklarının üstünde dikilecek biçimde kendini geriye fırlatıp çekilerek iki defa net biçimde havladı. İbrahim'e çeteye dahil olmamasına rağmen bir seferliğine bizimle gelebileceğini söyledim. "Gelemem ki" dedi su sayacı kutusuna otururken. "Kursum var". Camiye gidecekti. Sınıfın büyük çoğu gibi o da Kuran kursuna başlamıştı. Hafta sonu gündüzden gidiyorlardı. Daha büyükler ise camiye gitmiyor, Cuma akşamından bir araba gelip onları evlerinden alıyor, kasabanın dışına doğru bir apartmana götürüyor, geceleri de orada kalıyorlardı. Eve ancak Pazar akşamı dönüyorlardı. Bizimle gelmemesi halinde küseceğimi kesin bir dille bildirdim. Başını kaldırmadı. Bobo, koca kafasını İbrahim'in dizlerinin üzerine koydu. Onu elinde Apollo maketi ile su sayacının üstünde oturur halde bırakıp dar aralıktan taş bahçe merdivenlerine kadar yürüdüm. Arkamdan seslendiğini duydum ama küsmekle küsmemek arasında kararsız kalmıştım. Cevap vermedim. İkinci seslenişinde sesi yükselmişti. Dönüp baktım. 
"Bobo'yu da alın" 
Ellerimi dizlerime vurdum. Bobo koşarak geldi. 
"Ama onun da demiryoluna inmesi yasak. Buraya gelin yine" 
Orman yolunda yürürken Bobo ileri hızlı hızlı koşup geri geliyor, bazen durup göğsünü ileri çıkartarak sahipsiz köpeklere havlayıp bize doğru bakıyordu. Ormana girdiğimizde altımızdaki toprak yumuşamaya başladı. Kurumuş iğne yapraklardan  kalın bir örtünün üzerinde yürüyorduk. Uzakta asfalt bir yol gördüğümüzde hızlandık. Yolun karşısında dikenli teller metrelerce yukarı çıkıyordu. Ağaçların arasından yola çıkmadan  casus kasabasına baktık. Değişik renklerde tek katlı konteynır evler yanyana düzgün biçimde sıralanmışlardı. Tenis kordları, birkaç yarım otobüs ve bize çok yakın bordo zeminli bir  sahada voleybol oynayan kadınlar vardı. Önce birkaç uzak havlama yankılandı. Sonra bunlar  değişik noktalardan birleşerek hızlanmaya başladı. Bir grup değişik cinslerde büyük köpek bize doğru geliyordu. Bobo'da öne doğru fırlamış onlara doğru gür sesiyle havlamaya başlamıştı. Köpekler tellerin olduğu bölgeye gelip yanyana dizildiklerinde aralarında ufak bir finonunda olduğunu gördük. Bobo'yu tasmasından çekerek ormanın içine döndük. Bobo boğazından bazen alçak sesle, ince uğultular çıkartıyor sonra geriye dönüp gür sesiyle köpeklere meydan okuyordu. Yanımıza geri geldiğinde başını okşayarak onu yüreklendiriyorduk. Patikaya çıktığımızda aşağıda bir hareketlilik olduğunu gördük. Yere uzanmış bir adam kafasını kaldırıp bize doğru baktı. Çok aşağıda ve uzaktaydı. Bobo aşağı havladı. İçinde tehdit olmayan boş ve kuru bir havlamaydı. Bir adam ve kadının hızlıca yürüyerek sarı bir taksiye bindiklerini gördük. Arabayı çalıştırdılar. Suların döküldüğü kanalın üstündeki asfalt yola çıktıklarında Emre salın ormanda yapılamayacağını açıkladı. Sular ürkütücü gürüldemeler çıkartarak akıyordu. Kanala insek bile göle varmadan devrilecektik. Patikayı takip edip açıklığa çıktığımızda su deposuna yürüdük. Herhangi bir merdiven olmadan kısa toprak bir bayır deponun üstüne çıkıyor, buradan tüm  kasaba ve göl görülebiliyordu. Depoya girmemiz yasaktı ama parmaklıklı demir pencereden içeri bakabiliyor, motorunun uğultusunu duyabiliyorduk. Sular beton havuzun içine çağıldayarak hızla dökülüyordu.
Ayça kurumuş otların ve beyaz kayaların arasından aşağıya inerken Bobo da peşine takılmıştı. Bir saatliğine izin almıştı. Annesi hazırladığı sandviçleri verirken eğer ormandan bir saatte dönmezsek Jandarmaya haber vermekle tehdit etmiş, salonun penceresinden  yanımızda Bobo'nun olup olmadığını kontrol etmişti. Bobo geri dönüp gelince çok hızlı koşarmış gibi olduğum yerde ayaklarımı yere vurdum. Ayça'yla bizim aramızda kararsızca bakındı. Yürürken bile bizi bir koyun sürüsüymüşüz gibi bir arada tutmaya çalışıyordu. İsteksizliğini saklamadan dönüp aralarında açılan mesafeyi hızla kapattı. Ayça yanında yürümeye başlayan Bobo'nun kafasını okşadı. Bayır aşağı yürüyüp apartmanların arasında kayboldular. Emre'yle sakızlı kutulardan çıkan araba kartlarıyla oynamayı bırakmış, deponun tepesinden ayaklarımızı aşağı sarkıtmıştık. Kasabaya bakarken sandviçlerimizi ısırıyor, nerenin neresi olduğunu saptayıp birbirimize onaylattırıyorduk. Böylece gölün kenarındaki en yüksek bina olan oteli, turuncu renkli okulu, bataklığı ve İbrahimler'in evini bulduk. Ayça tekrar görünür olmuş, maç yaptığımız yola varmıştı. Uzun bir yük bir treni, otelin arkasında gölün kaybolduğu taraftan çıktı. Üstünde yeşil brandalı kamyonlar taşıyor ve yavaş gidiyordu. Penceresiz kahverengi vagonlar en arkasındaydı. Göl kıyısında durmadan geçip kasabanın sonundaki tünele girişini takip ettik. İbrahimler'in evinin aşağısındaki bakkala kasalarla mal indiriliyor, yeşil şapkasından tanıdığımız Semih abi motorsikletiyle lahmacun dağıtıyordu. El sallamaya başladık ama bizi görmüyordu. Yokuşu tırmanıp hemen aşağımızdaki asfalt yoldan geçerek apartmanların arasında kayboldu. Ellerimizi ağzımıza götürüp megafon yaparak bağırdık ama sesimizi duyması olanaksızdı. Ses ancak aşağıdan bağırdığımızda yankı yapıyor, motorunun horultusu kayalara çarparak çoğalıyordu. Emre eliyle apartmanların sonundaki yolu işaret etti. Buradan sonra aşağıya dimdik bir yamaç iniyordu. Kasabanın sonuydu. Semih abi motorsikletini burada bırakıp ormana doğru yürümeye başlamıştı. Depodan inip ona doğru koştuk. Az önce motoruyla geçtiği yola inen, bizim de bilyeli arabayla kaydığımız dik yokuşun başında karşılaşınca midesini yumrukladık. Burada ne halt ettiğimizi sordu. Casus kasabasına geldiğimizi açıkladık. Ama casuslar yoktu. Kadınlar voleybol oynuyorlardı sadece. "İşte hayaletli ev bu" diye yokuşun başındaki büyük beyaz evi işaret ettim.  Önümüzde sadece kurumuş otlar, alçak birkaç çalı ve kayalık vardı. 
  "Hayalet falan yok" dedi Semih abi. "Bütün mahalleyi ayağa kaldırmışsınız"  
"Ben demiştim" dedi Emre "Hayaletler beyaz olur".  
"Benimle gelin" diye seslendi Semih abi. Demir kapının önüne yürüdük.
"Aramızda kalacak. Bundan sonra tek kelime yok."  
Bahçe kapısını açıp kendi evine girer gibi rahat girdi. Peşinden gittik. Kırık kanepeler ve kırık camlardan giren parlak güneş ışığını devrilmiş bir büfeye vuruyordu. "Bakınma" dedi. "Küple altın da yok, varsa da alıp gitmişler". Gıcırdayan merdivenlerden ikinci kata çıktık. Yere serili döşekte iki kişi duvara dayanmış duruyordu. Kaçmak için fırladık fakat Semih abinin elleri ense kısmından kazaklarımıza yapışmıştı. Kazaklarımızdan asılı kalmış halde gölgelere baktık. Kim olduklarını anlamama imkan yoktu. Gözlerim gelen güneş ışığıyla kamaşmış haldeydi. Bomboş duvarlarda tahta kuruları dolaşıyordu. Tahtaların üstünde duvara doğru  kirli bir döşek seriliydi. Gördüğümüz en geniş döşekti. Birkaç yerinden yırtılmış ve pamuklar her tarafa saçılmıştı. Pencere önünde devrilmiş yeşil şişeler vardı. 
"Parka götürsene çocuklarını"
Işığa doğru eğilince yüzünü gördüm. Lunaparkta sarhoş halde atlı karıncaya bindikleri için kovalanan serserilerdi bunlar. Saçları uzun diye biliyordum ama şimdi kısaydı. Kasabadan olmadıklarını sanıyorduk. Ama şimdi buradaydılar. 
"Bak bu çocuklar ne diyor"  Emre'yle ona baktık. "Burada bir hayalet varmış. Topal bahçıvan hikayesini yayıyorlar mahallede" Bundan sonra sesi yükseldi. Bizi bırakmıştı. Şapkasının çeperi gözlerini iyice karanlıkta bırakmış, ağzının ucuna bir sigara yerleştirmişti. Onları pencerelerden uzak durmaları konusunda azarlamaya başladı. Pencereler ormana bakıyorlardı ve bütün camları kırılmıştı. Bize döndü. Parmağını sallamadan yukarda tutuyordu.
"Çenenizi kapatın. Bir daha bu hayalet hikayesinden de bahsetmeyin" dedi. Başımızı hızlıca salladık. "Kimseye" diye tekrarladı.. Üstünde TEK IŞIK KEBAP & LAHMACUN yazan yeşil beyaz şapkasını döşeğin üstüne fırlatarak ağzındaki sigarasını yaktı. 
"Sessizlik erdemdir."
İşte gerçek bir maceraydı bu. Kitaplardan bir sayfa. Korkmak bir yana mutluluktan uçuyordum. Bir sır. Ve biz taşıyacaktık bu sırrı. "Burası ileride sizin olabilir" dedi ciddiyetle. "Çetenize mekan işte" Büyük bir yerdi. Ayça'nın burayı da temizleyip renkli minderler koyacağını hayal ettim. Emre'yle birlikte ava çıkıyor, Ayça getirdiklerimizi pişiriyordu.
"Bunların çetesi falan var" diye anlattı Semih abi. "Cam kırmak haraç almak falan yok ama dolaşıyorlar"
"Nerde lan?" Bunu söylerken Semih abinin getirdiği torbayı açmıştı. 
"Lanlı konuşma çocukların yanında, demiryolunda, ormanda falan" 
Lahmacunları iki parça halinde ağzına tıktı. Sırıtarak bakıyorlardı.
"Birde kız var çetede" 
Güldüler yerdekiler. 
"Ona da bahsetmeyin " 
Bahsedersek neler olacağını iki parmağını boğazının üstünde gezdirerek bize net bir biçimde gösterdi. Başımızı salladık.  Bir tanesi tıslayarak gülüyordu. Dişlerinin arasından ve alaylı. Kalkmak üzere olan lokomotiflerin tıslamasına benziyordu.
"İzci sözü?"  
Parmaklarımızı kaldırıp izci sözü verdik. Elini ağzına sigara içer gibi götürerek Semih'e bakan memnun olmamıştı. "Kitaba el bastıralım" dedi. 
"Olm bu fırlamalar neci belli değil ki" 
Bize baktılar dik dik. 
"Habire önüne gelene Allah var mı diye soruyor şu" 
Yeniden kahkaha attılar. Hoşlanmamıştım bundan. Beklediğim gibi sessiz ve gizemli değillerdi. Erkek sözü verdik. Memnuniyetle geriye yaslandılar. Semih abi iki paket sigara attı döşeğin üstüne. Devrildi sonra o da. Parçalanmış bir fotoğraf makinesine eğilmişti Emre. Facia. Dört parça. Belki daha fazla. Hepimiz o an fark ettik. Yeni olmuştu bu. Toz, kir falan yoktu. Semih abi siyah dikdörtgen bir parçaya uzandı. Ortasında yuvarlak bir boşluk vardı parçanın. "Babam sağolsun" diye sırıttı bıyık sakal karışımı bir suratı olan. "Parçaladı bizim Peder." Soğukkanlılıkla işlenmiş bir cinayetin tek tanığına bakıyorduk şimdi. Ya da bir felaketten mucize eseri tek sağ kurtulan  kişi. "Kapıyı çalmadan dan diye girdi." diye anlatmaya başladı peçeteyle ağzını temizlerken. Ölü evinde gibi birden sessizleşmemiz, onun suratındaki gülümsemeyi de almıştı. "Giriş kapısının açıldığını duydum sadece, bir hışım salona daldı, elimden fotoğraf makinesini kaptığı gibi arkasından filmi çekip çıkardı, Zenit'in inlediğini duydum. Kenardaki tırtıklara takılan film gıcırtılar çıkartarak inledi resmen. Bizim Peder zaten asabi ama bu sefer kendinden geçti. Muammer beyin kızlarının resmini çekmişsin diye bağırıyor. Şoktayım ama ben neden bahsettiğini de anlamıyorum. Anlasam cevap vericem." Yerinden doğruldu. Elindeki şişeyi kafasına dikip sakalını sildi. "Ne hakkında konuştuğunu anlayamıyorum. Şoktayım. Muammer beyi de tanımıyorum." Bağdaş kurup sigara paketini açarken "Neyse" diye iç geçirdi. "Sözün devamında istasyonda çektiğim fotoğrafların birine o kızların da girmiş olduklarını anladım. Kalkmak üzere olan geceyarısı lokomotifi karesi. Baba o fotoğrafta en azından yedi kişi var. Bu yedi kişinin içinde Muammer beyin kızları da var yok ne bileyim dedim." Semih abinin sigarasıyla kendininkini yakıp geri verdi. "Neyse, varmış işte. Abilerini yolcu etmeye gelmişlermiş. Abileri de görmüş, İstanbul'dan telefon açtığında sormuş kimdi o çocuk diye? Adam yememiş içmemiş beni soruyor İstanbul'dan. Neyse, babam  gidip özür dilemiş sonunda. Bana bağırdı durdu. Böğürdü böğürdü. Bağırmak denmez. Bir daha makine sokağa çıkmayacak. Ne çekeceksen bahçede çek, ormanda çek, elin diline düşürmeyin beni diye diye. Apartmanı inletiyor ama farkında değil" 
"Orada susacaktın hacı" dedi tıslayarak gülen. Hikayeyi bizden önce dinlediği belliydi ve bu ayrıcalığının keyfini çıkartmak istiyordu. "Orada susacaktın" diye tekrarladı.
"Oğlum" dedi sakince "Gece çekimleri için yüksek ASA film almışım, 20 kafa, adam çekip kopartıyor, Verdiğim paraya yanıyorum o anda. Neyse, şeytan dürttü, bahçede ne çekeyim armut mu çekeyim deyince makineyi aldığı gibi yere fırlattı. Hırsını alamadı. Objektifi çekip duvara fırlattı, kasayı da ayakkabısının topuğuylan ezip önüme ittirdi. Topladım getirdim ama işi bitmiş."  
Emre önündeki mekanik mucizeye bakıyordu. Çatlak objektifi pencereden dışarı çevirince sakallı "Salak mısın oğlum" diye bağırarak objektifi kaptı elinden. 
"Kör olursun"  
Ciddiydi. Emre gözünün tekini yummuştu. Suratını ekşitti.
"Tersten bakıyorsun." diye açıkladı. "Güneş gelirse de  tersten görürsün…" 
Semih abi sertçe ona bakınca sözünü tamamlamadı. 
"Sizin köpek değil mi şu?" 
Deponun orada dolaşan Bobo'yu işaret etti Semih abi.
"Ne arıyor o orda?" 
"Ayça'yı bırakmıştı. Evine döneceğine geri gelmiş" dedi Emre.
"Niye?"
Omzumu silktim. 
"Söyleseydiniz köpeğe keşke "
Tıslayarak gülen cebinden katlanmış şişkin bir gazete kağıdı çıkartıp "Hadi parka" dedi. "Çiçekli baş olursunuz sonra" 
"Bunların kafası hep güzel oğlum. Casus köyüne bakmaya gelmişler, su deposunun orda buldum bunları "
Merdivenlere yürürken bize seslenince ona dönüp izci sözü gösterdim ama ilgilenmeden "Nereden çıkacaksınız?" diye sordu. Bir şey söylemeden baktık.
"Yokuştan inmek yok. Orman tarafından dolaşacaksınız. Benim geldiğim yoldan. Motorada bakın" 
Çeyrek saat uzatacaktı yolu. 
Kayalığı tırmanıp yola çıktık. Bobo ağzı bir karış açık halde koşarak geldi. Ağaçların sıklaştığı dik yamaçtan aşağı bakınca ileri uzanmış bir açıklıktan uçurtmalarını havalandırmak için koşan çocukları gördük. Eve gelince bahçede ateş yakmaya karar verdik. Daha önce içine düşmek için kazdığımız kuyuya kurumuş çalı doldurup ateşe verdik. 
"Teyze nasıl izin veriyosun? Ateş yakıyorlar?" İbrahim'in annesiydi seslenen.
Anneannem incir ağacının altına minder sermiş fasulye ayıklarken bir yandan bize bakıyordu. İbrahim'in annesi istediği telaşı yaratamayınca "Allah aşkına" diye hayretle bağırdı. 
"Ne yapayım hanım  kızım, kedi merakı var bunlarda" 
Bu soğukkanlı cevap Şükriye teyzenin pencereyi kapatıp kapıya çıkmasına neden olmuştu. Bir yandan bizi seyrediyor bir yandan da "Allah aşkına, Allah aşkına" diye hayretle  sesleniyordu. "Ormanı yakar bunlar"
"İzin vermezsen yakarlar hanım kızım, evi de yakarlar, ormanı da yakarlar"
Ateşi söndürünce anneannem mutfağa döndü. Çukuru toprakla kapatıp sularken Bobo birden kendi bahçelerine havlayarak  koşmaya başladı. 
"Hocama sordum senin sorunu" diye seslendi İbrahim Bobo'yu kulübesine bağlarken.
"İki dersin arasında sordum"  
"Hangi sorumu" diye afalladım. 
"Uzayın sonunda hepsinin ötesinde ne var diye"  
Merakla merdivenlerden inip tahta kapıdan geçtim. İbrahim'de pencerelerinin altındaki bahçe musluğunun önüne gelmişti.  
"Önce Allah bilir dedi. Yok, Allah her şeyi bilendir dedi."
Paslı uzun bir çivi vardı elinde. Nemli toprağa saplayıp geri aldı.
"Bir iki defa tekrarladım bende"
Merakla bakıyordum ona. Dayak korkusunun bile bastıramayacağı bir kuvvetle bu sorunun yanıtını istediğini görüyordum. Ama gözlerindeki  kararlılık çabucak söndü. 
"Ne dedi sonunda?" dedim.
Başını eğip çiviyi çamura fırlattı yine. Saplanmamıştı bu kez.
"Ne dedi?" diye üsteledim. 
"Sonunda dedi. Böyle sorular soran zındıkların yanacağı kuyular varmış " 
Boş gözlerle bakıyordum. 
"Allah'a inanmayan ateşe tapanlara zındık denir" diye açıkladı.
Yeni kelimeyi alçak sesle tekrarladım çalılıklara bakarak. Alevli kuyular hayal etmiştim. İçinde ateş yanan çukurlar. İbrahim'e göre ateşli çukurlara düşenler bir daha çıkamıyordu. Çıkmaya çalışan olursa, nefeslerinden alev fışkıran kırmızı kuyruklu Zebaniler geri ittiyorlardı. Kırmızı kuyruklu Zebanilerin ellerinde upuzun tırmıklar vardı. Emre'de gelmişti yanımıza. Büyülenmiş halde dinliyorduk.
"Nerimangilleri gördünüz mü geceleri ışıkları kapanmıyor. Onlar da geceleri bir odaya kapanıp ayin yapıyorlarmış. Ateşe tapıyor, rengi kana benziyor diye şaraptan başka hiçbir şey içmiyorlarmış. Kahvaltıda bile şarap içiyorlarmış."
İnanmadığımızı gördükçe gözlerini faltaşı gibi açıp dudaklarını iyice öne çıkartarak "Aynı filmdeki gibi" diye sesini yükseltti. Birkaç tükürük parçası da yüzüme sıçramıştı. Silmek için onun başka yöne bakmasını bekliyordum ama bakmıyordu. Gözlerini iyice dikerek "Aynı o filmdeki gibi topuklu kadın ayakkabısından kan içiyorlarmış" diye bitirdi.
Korkumdan inanmıyor görünüyor, inanmayı hiç istemiyordum ama çoktan ikna olmuştum. Bir taraftan da tuhaf bir biçimde bunların olmasını, hatta bunlar gibi daha fazla ilginç şeyin bir arada gerçekleşmesini istiyordum. Heyecanlı ve sıradışı şeyler olsun istiyorduk ama olmuyordu. Bizde olduğuna inanıyor ve arzuladığımız ruh haline böylece kavuşuyorduk. Hemen hemen kavuşuyorduk. Çivinin saplandığı son nokta ile bir öncekinin arasını çivinin ucuyla çizdim. Onun çivisinin çizdiği yol ve benim çivimin çizdiği yol olarak iki ayrı yol vardı. Bu oluşan iki yol birbirini içine alacak biçimde birbirlerini kapatmaya çalışıyorlardı. Çok yaygın bir oyun olmasına karşın ben daha yeni öğreniyordum. Ne zaman bu oyunu kenara çekilmiş oynayan iki çocuk görsem can sıkıntısıyla yere çivi saplayıp duruyorlar zannederdim.
Akşamleyin "Uzayın sonunda kurulan pazardan getirdim bunları" dedi dedem gülerek. Geniş mutfak masasının başında oturuyorduk. Alaya almasına içerlemiştim. Demek ben yokken bu konu konuşulmuştu.





8

Bütün Şehir Biliyordu Hiç Gol Yemediğimi

Dükkanın boş olduğunu gördüm. Dükkan boştu. Dükkan acaba dolu olabilir mi diye başımı cama iyice yasladım. Ahşap büyük masaları yerli yerindeydi. Lavabolarını ayıran paravan da duruyordu. Bunun dışında boştu. Lambasına kadar her şey sökülüp götürülmüştü. 
"Babası hapisten çıktı ya" dedi annem. 
Bunu biliyordum ve benim için bir anlamı yoktu. Bir açıklama değildi. 
"İstanbul'a döndüler"
Kuaföre girip oturdum. Bir kaplumbağa gibi yürüyordum. Yürümüyordum. Biri beni kabuğumdan havaya kaldırmıştı. Ben de ayaklarımla boşlukta debeleniyordum. Söz verdiğim gibi bigudileri boylarına uygun olarak yerleştirmek üzere ayağa kalkıp her yöne dönen üçgen beyaz plastikten çekmecelerin önüne geldim. İçleri bügudilerle doluydu. Aynı uzunlukta bir sürü bigudi. Dar bigudiler. Çok geniş bigudiler. Metal renkli delikli bigudilere bakıyordum. Annem Akın'lara gidebileceğimi söyledi. Akşama kadar burada durmak zorunda değildim. Gitmek istemediğimi söyledim. Bigudileri yerleştirmeye başladım. Dükkanda dikkat çekici bir sessizlik vardı. Birbirleriyle sessizce konuşuyorlardı. Bir ara annem ortadan kayboldu ve bir paketle geldi. Açtım. Kaleci eldivenleri. Yeşil ve siyah. Avuç içleri siyah ve üstü siyah file desenli koyu yeşil. Mükemmeldiler. Gürkan abim ellerime geçirip bilek kısımlarını iyice sıktı. Eldivenlerden bedenime bir güç dalgası yayıldı. Güven veriyorlardı. Süratle gelen topları uçarak yumruklayabilirdim. Denize devrilen güneşi yakalayabilirdim. Onlara bu söylenenleri gerçekleştirebileceğimi anlatan bir bakış fırlattım. Vazgeçmiştim. Çıkıp otobüslere yürürken birinin beni takip ettiğini sandım. Dönüp baktığımda Gürkan abimin Postane'nin olduğu pasaja girdiğini gördüm. Bilet aldım ve nerede ineceğimi söyledim. Şöför, bilet atılan kutunun yanındaki demir çubuğu kaldırıp yanına geçmeme izin verince hala açık olan tıslayan kapıdan baktım. Reklam panolarının önünde her yöne dağılan bir kalabalık vardı. Hareket ettiğimizde bu defa Gürkan abimi gördüğümden kesinlikle emin oldum. Sırtını dönmüş hızlı hızlı yürüyordu. Geri dönüyordu. Yol boyunca şöförle birlikte geniş pencereden yolu izledim. Camın tam ortasına denk gelen bir iz vardı. İkiye ayrılıyordu aşağı doğru. Şöför'ün kırıştırdığı yüzünde  olan bitenden hiç memnun olmadığını belirten bir ifade vardı. İlkin duymamazlıktan gelip ikinci seferinde motorsiklete çaptığını söyledi isteksizce. Cam yüksekti. O öyle söylemese de motorsikletin karşıdan gelip camın üzerinden tırmanıp, otobüsün üstünde sürdüğünü hayal ettim. Yol boyu bu hayalle oyalanıp boynumdan sırtıma doğru astığım kaleci eldivenlerimi yokladım. Bir tanesi göğsüme inerken bileklerinden bağladığım bir diğeri omzumdan sırtıma doğru iniyordu. Yağmur çiselemeye başladı. Geçtiğimiz yollardaki tabelaların tamamını okuyamayacak kadar hızlanmıştık artık. Gölü yeniden gördüğümde  tahtaya çıkmış tedirginlikle dikilirken öğretmenin en iyi bildiğim şeyi sorduğundaki rahatlamayı hissetttim. Koyunların önemi. Bir çırpıda sayar ve yerime otururdum: Eti, sütü ve yünü. Alt geçitin altından karanlığa dalıp yukarı döndük. Okulu ve sahte postaneyi gördüğümde "Burada iniyorsun" dedi şöför. Otobüs horuldayarak uzaklaştı. Durakta yalnız ben vardım. Yağmur damlalarını yüzüme vurmaya başlayınca hızlandım. Yokuşu çıktığımda yağmur da kesilmişti. Yukarı baktım. Alçalmış lacivert bulutlar otobüsün geldiği yöne doğru uçuyorlardı. Eldivenlerimi taktım. Yol boyunca Aslı'dan nefret ettiğimi düşündüğüm için hiç üzülmemiştim. Eldivenler hala birbirlerine bağlıydılar. Yere çömelip bir tanesini dizlerimin arasına sıkıştırıp çekince devrildim. Kimse gülüyor mu diye kuşkuyla etrafı kolaçan edince sokağın boş olduğunu fark ettim. Buraya gelince maç yapacağımızdan o kadar emindim ki kimsenin olmaması kendime güvenimi de yok etmişti. Aslı'nın gitmiş olması fikrine geri döndüm. Ekmek attığımızda gelen kızılkanatlar gibi ben de o an aklımı tamamen kaplayan düşünceye yöneliyor ve onun gitmiş olduğunu tekrarlarken küçük bir anı parçası hatırlayıp yeniden bir süre onunla oyalanmak üzere dibe dönüyordum. Bu hamlelerimin birinde onunla pasajda dolaştığımız günü anımsadım. Benim de babam hapisten çıkacak demişti. Ya da benim babam da yakında çıkacak. Ya da babam da yakında çıkacak. Ama bir cümle daha söylememişti. "Ve biz İstanbul'a döneceğiz." O cümleyi kendine saklamıştı. Bu cümleyi onlara gittiğimiz onlarca günün hiçbirinde kurmamıştı. Kendine sakladığı o cümle şimdi benim de canımı yakıyor ve ben de onun gibi Clementine, Hayat Ağacı ya da mahallede maç yapacak kimsenin olmaması gibi kendimi olduğu gibi başkalarını da oyalayabilecek geçerli bir sebep bulup uzun uzun ağlamak istiyordum.
Bahçeye inip İbrahim'le nemli toprağı kazdık. İkiye bölmek için solucan arıyorduk. Başka bir şey bulduk ama. Ateş taşları. Beyaz ve parlak. Divan altında birbirlerine çarptıkça çıkan barut kokusunu içimize çekip, kıvılcımlarını seyrettik. Mucizemsi kırmızı ince çizgiler halinde ışıltılar  çıkartıyorlardı. İbrahim sokaktakilerin Emre'yle Ayça'nın peşinden demiryoluna indiklerini anlatmıştı. Onlar bilyeli arabayla birlikte yokuştan aşağı kayarken sokaktakilerde onları koşarak takip etmişlerdi. Sal yapacaklardı. Haberi duyan herkes onların peşine takılmıştı. İbrahim, inşaattan onlar için bir avuç beton çivisi çaldığını ama demiryoluna inmesi yasak olduğu için okulun oradan geri döndüğünü anlattı. Onları hayal edebiliyordum. Emre benim yerimde bilyeliyi sürerken Ayça arkaya oturup ona sarılmıştır. Dik uzun bir yokuş. Onlar bağırarak aşağı düşerken sokaktakiler merakla peşlerinden koşmuşlardır. 
"Beni almak için gelmediler mi?"
"Ben görmedim" dedi İbrahim. 
Bahçeye çıktım. Yeniden Aslı'nın gittiği fikrine geri dönmüştüm. 
"Penaltı atışalım mı?"
"İstemiyorum" dedim. Aklımda reddedilmiş aşıkların gittiği tepe vardı. Ormanın yamacında. Aslında Aşıklar Tepesi diyorlardı ama oraya sadece arkadaşlık teklifi geri çevrilen ya da sevgilisinden kötü bir mektup alan büyük abiler gidip oturuyor ve tek başlarına kasabayı seyrediyorlardı. Oraya gitmek büyümüş olmanın bir işareti gibiydi. Reddedilmiş aşıklar tepesi. Hepimiz bir gün oraya gidecek ve tek başımıza kasabayı seyredecektik. Fakat ben bugün gitmeliydim. Bugün gitmek istiyordum. Şimdi hemen yola çıkmak. Ama tek başıma yüksek çalıların arasından geçerek bazen epeyce darlaşan toprak yolu göze alamıyor, İbrahim'i yanımda götürmeminse pek iyi olmayacağını seziyordum. Bir yandan da Yaşlı Kanguru'nun Ayça'ya ya da babasına ne söylemiş olabileceğini merak ediyordum. Yaşlı Kanguru'nun eski jipinin Ayça'ların evinin önüne geldiğini saatlerce kaldığını ve ancak geceyarısı yola çıktığını öğrenmiştim. Ayça'nın dün  misafir geleceği zamanlarda olduğu gibi eve erken döndüğünü ve annesine yardım ettiğini biliyordum. Ama gelen misafirin Yaşlı Kanguru olacağını Ayça bize söylememişti. Sokağa çıkıp aşağı doğru yürümeye başladım. Kaleci eldivenlerimi yine sırtıma asmıştım. Ayça bilmiyor olabilir miydi? Ayça belki de benim bilmediğim bir nedenden sadece bana söylememişti. Emre biliyordu. Bugün Emre'yle birlikte aşağı doğru kaydıkları yoldan hızlı hızlı yürümeye başladım. Aslı gitmişti. Mahallede maç yapacak hiç kimse yoktu ve benim evde olup olmadığıma dahi bakmadan demiryoluna inmişlerdi. Okulun yanındaki tepelikten bataklığa doğru inmeyi düşündüm. Orada kimse görmeden ağlayabilirdim. İnşallah orada ağlaya ağlaya ölüp batardım da  beni bir daha hiç bulamazlardı. Hiç kimse bulamazdı beni. Kaybolmuş olurdum. Gitmedim ama. Yağmur yeniden çiselemeye başlarken demiryoluna indim. Çan çaldığı halde geçmeyen ve dakikalarca beklediğim trene öfkelendim. Yanımdan gürültüyle geçerken bildiğim tüm küfürleri bağırarak söyledim. Kısa zamanda bildiklerim tükenince aynı kelimeleri tekrar tekrar değişik sıralamalarla tekrarladım. Göl kıyısındaki evlere girerken kapıdaki güvenlik bir problemim olup olmadığını sordu. Hiçbir problemimin olmadığını bağırdım. Yüzümü silip burnumu çektim. Kumsala vardığımda kayıklardan birini alıp göle açıldığımı hayal ettim. Onlar sal yapmaya çalışırken onların tam önüne gelip el sallayacaktım. Bana doğru yüzmeye başlayacaklardı. Onları da kayığıma alacağımı sanıyorlardı. "Siz sal yapın daha" diye bağırdım hayalimde. Karşı kıyıya doğru sürdüm. "Bizi de al" diye bağırmalarına aldırmadan el salladım. "Siz sal yapın" diye bağırırken geri dönmelerini seyrettim. Çürümüş ve yer yer kırılıp içeri çökmüş tahtaların üstünde dengemi korumaya çalışarak yürüdüğüm ahşap iskelenin ucuna gelince oturup ayaklarımı sarkıttım. Hayalimi aklımdan yeniden oynatırken bu defa onları kayığa almıştım. Bir şartla. Bir daha böyle yapmamaları gerekiyordu. Zaten onlar da çok pişman olmuşlardı. Onlara doğru baktım. Bizim mahallenin çocukları sazlıklı kıyının biraz ilerisinde yarım daire olmuşlardı. Kimin kim olduğunu  buradan seçmek mümkün değildi ama Emre ve Ayça'nın da aralarında olduğundan emindim.  Aslı'nın gittiğini düşündüm yeniden. Onun, benim tek gerçek arkadaşım olduğunu şimdi anlıyordum. Belki onu bir gün yeniden bulacaktım. Hayır, o beni bulacaktı. Büyük kurtarışlar yaptığım maçta sahada beni görecek ve o anda tanıyacaktı. Kaan bu. Tanıyorum ben onu. Ama arkadaşları ona inanmayacaklar, alay edeceklerdi. Fakat ben maçtan sonra onun yanına gidecek ve bu kurtarışların aslında ne kadar kolay olduğunu, asıl önceki maçlarda görseydi nasıl çok daha şaşıracağını anlatacaktım. O da bana bütün maçlarımı izlediğini söyleyecek, kendisiyle alay eden bütün arkadaşlarına sırt çevirip benimle gelecekti. Onun tek gerçek arkadaşının meğer ben olduğunu öğrenecektim. İkinci ya da üçüncü defasında hayalimdeki eksik yanı bulmuştum. Bütün maçlarımı izlemiş olamazdı ya da beni birdenbire tanıyıp şaşkınlıkla arkadaşlarına işaret edemezdi. İkisinden birinden feragat etmem gerekiyordu. Az önce çiseleyen yağmur damlaları gölü delik deşik etmişti. Göl şimdi kıpırtısız, yatıyordu. Bunu ona söyledim.
"Evet" dedi Yaşlı Kanguru. İstediğim kararlılıkta söylememişti gerçi. Kendi kendimi sessizce onaylayacak biçimde başımı salladım yinede. Güçlükle yanıma oturdu. 
"Numaradan ölüp yere düşmüş gibi biraz" 
Belli belirsiz de olsa uzakta soluk alıp verir gibi yükselip alçalan suları işaret etti. 
"Sen neden onlarla değilsin, kavga mı ettiniz?"
Sazlıkların ilerisindeki kalabalık çocuk grubuna bakıyorduk şimdi. 
"Hayır" dedim.
"Ne yapıyorlar orada, haberin var mı?"
"Sal yapacaklarmış" dedim inanmadığımı belli eden bir sesle. 
Ayağa kalktı. Ona baktım. Giderken kendisiyle gelmemi işaret etti. 
"Aslı ne yapıyor?"
"Gitmiş" dedim. "İstanbul'a"
Anlattım. Bu sırada başka evlerin kapılarını çalıp üst kat pencerelerine bakıyor, ses gelmeyince birkaç tane atlayıp başka bir eve yöneliyordu. Bitirince, bana herşeyi anlamış ve tüm cinayeti aydınlatmış bir dedektif gibi baktı. Tek gözünü kısarak başını sallamıştı. Bu sırada üst kat penceresinden permalı bir kadın kafası belirmişti.
"Kapıyı açsana komşu"
Kafa içeri girdi. Pencere kapandı. Yaşlı Kanguru beklememi işaret etti. Kaleci eldivenlerimi giymeye başladım. Kapıyı açıp yukarı çıktı. Hiç gol yemeyeceğim ortadaydı.  Hiç gol yemediğim bütün mahallede duyulmuştu. Bütün şehir biliyordu hiç gol yemediğimi. Herkes mahalle maçlarımızı izlemeye gelmişti. Gerçek kalelerin büyüklüğü aklıma geldi sonra. Çok büyüktü. Bir direğinden diğerine koşmak gerekirdi. Bahçedeki ağaçların arasındaki mesafeye bakarak gerçek bir kalenin büyüklüğünü tahmin etmeye uğraştım. Bir kez daha çökmüştüm. Evin yanındaki dar kırmızı oluklu merdivene oturdum. Yaşlı Kanguru elinde can yelekleriyle geldi. Onları kaldırıma bırakıp bir tanesini benim kafamın üstünden  geçirirken "Ayça'nın benim duvara astığım resmini hatırladın mı" dedi. "Sizi de çizmişti"  "Araba vardı, bir de ev vardı, bir de arkada ağaçlar, bir de tepeler vardı, bir de yukarıda güneş vardı" diye hatırlattım. "Ayça, yanındaki çocuğun sen olduğunu söylemişti, turuncu kıyafetli" dedi. "Emre uzakta arabanın yanındaydı" Kalan can yeleklerini eline alıp kaldırdı. "Senin şu an bile anlayamadığını Emre daha o gün anlamıştı" Birlikte suluboya resim yaptığımız günü anımsadım. Balkonda oturmuştuk ve gölü resmetmeye uğraşırken kağıdım defalarca yırtılmıştı. Ayça sürekli insan çiziyordu ve o gün üçümüzü  yapmıştı.  "Belki de" dedi. "Bu yüzden sal yapmaya inmek için bu günü seçti. Senin şehre gideceğini biliyordu değil mi?" Biliyordu. Ona söylemiştim. Aslı ile evleneceğimi de söylemiştim. Can yeleklerini bana uzattı. Bunları takmalıydık. Nasıl giyileceğini birkaç defa gösterdi. "Peki siz Ayça'lara gittiniz mi gerçekten" Gittiğini anlamıştım. "Cemal amcanızla birşeyler konuştuk" Merakla baktığımı görünce "Büyüklerin arasında" dedi. "Belki bir gün size de gelirim." Kafam karışmıştı. Kucağımda can yelekleriyle ona bakıyordum. "Şimdi koşmazsan, gemiyi kaçırırsın" diye yüreklendirdi. Ben kapıya doğru koşarken "Yelekleri ödünç aldım " diye bağırdı. "Ben yoksam güvenliğe bırakın"  Hiç durmadan koşarken yeleklerden birini yukarı kaldırıp salladım. Demiryolunu takip edip istasyonu ve sazlıklı kıyıyı hızla geçtim. Kalabalığın yarım daire şekli bozulmuş, çocuklar kayalıklara yayılmışlardı. Ayça'ya yeleği verirken etrafa bakındım. Emre yoktu. Bilyeli arabanın altına iki tane kütük enine yerleştirilmişti. Bir tanesi boştaydı. Rayları bağlayan kütüklerin eskilerinden. Toprak yolun tünele doğru ilerisinde bunları çıkartıp etrafa atmışlardı. Bazen yüzerken bunlardan birini alıp açılırdık. Çoğu zor yerlerdeydi ama. Kayaların arasına dağılmış olanların işi bitmişti.  En iyileri rayları taşıyan küçük köprülerin altındaydılar. Köprülere doğru gelen V biçimindeki asfalt kanalların iki yanında büyümüş yüksek çalılıklar vardı. En sağlamları bunların  üstüne fırlatılmış halde dururlardı. Emre'yi gördüm. Orta iki'den bir çocukla bu kütüklerden birini taşıyorlardı. Heyecanla planı anlattı. Tahtaların altına çaktıkları bu kütükler bilyeli arabayı dolayısıyla bizi taşıyacaklardı. Altında bununla birlikte dört kütük vardı ve derme çatma birleştirilmiş tahtalar bu kütüklere birkaç çivi ile tutturulmuştu. Bilyeli arabadan sal diye söz ediyorduk artık. Hakılborideki sal olabilmesine sadece yelken bezinden basit bir üçgen çadır kalmıştı. Ama bunu problem etmiyorduk. Nehre vardığımızda akıntı bizi sürükleyecekti. Boyamayı düşündüm ama kurumasını da bekleyemezdim. Eğilmiş ve tahtaların içine bazıları yan dönmüş halde gömülmüş çivilerin parlaklığı tahtaların çürüklüğünü iyice ortaya çıkarmıştı. Sal aslında çok iyi görünmüyordu ancak bizi güney eyaletlerinden birine kadar taşıması yeterliydi. Orada kölelik kaldırılmıştı ve insanları çok iyiydi. Oradan da büyük bir gemiye tayfa olarak yazılabilirdik. Amazon ormanları, hayvan adalarının önündeki kayalıklar ve büyük turuncu mağara gözlerimin önünden geçtiler. 
"Bununla karşı kıyıya kadar bile gidebiliriz" dedi Emre. 
Şaşkınlıkla ona baktım.
"Benim akşam eve dönmem gerek" diye seslendi Ayça aşağıdan.
Karşı kıyıya dayımların yüzerek bile geçtiklerini söyledim. Saffet'in abisi çakmayı bırakıp ayağa kalktı. Salı kayadan aşağı doğru ittirmeye başladık  Çocuklar hareketlenip etrafımızı çevirmişlerdi. Aralarında bizim mahalleden olmayanlar da vardı.
"Gütükleri komayaydınız, yüzmezdi" diye fikir yürüttü bir tanesi yüksek sesle.
Ayça salın üstüne çıkıp, bizim de gelebilmemiz için sonuna kadar emekledi. Emre uzanıp ayağıyla kayadan destek alıp ittirince yüzmeye başlamıştık. Sal gölün içine neredeyse gömülmüştü ve her hareketimizle sağa sola dengesizce oynuyordu. Korkmuştuk. Kıyıdakilerde farketmişlerdi bunu. Emre cesaretle onlara "Ne demiştim" diye bağırdı. "NE demiştim" Kollarımızla salın iki yanından suyu ittirerek açılmaya başlamıştık. Ayça beni almaya gelmediklerini yalanlıyordu. "İbrahim görmemiş" dedim. Karşı kıyıya baktık. Hala çok uzaktı. "Bilyeli araba sizin evin arkasındaydı. Nasıl size gelmeden arabayı aldık o zaman?" Saçları ikiye ayrılmış ve sımsıkı örülmüştü. Başının iki yanından yukarı doğru kıvrılıyorlardı.  Emre ayağa kalkmaya çalışırken sendeleyince salı dengelemek için hareketlendik. Göl otel yönünde daralarak binalar ve ağaçların arkasında kayboluyordu. Orasının büyük bir nehrin ağzı olduğuna inanıyordum. Oraya gidelim diye işaret ettim Ayça'ya. Emre salın ucuna doğru ayağa kalkmış, kalçasını iki yana sallayarak kıyıdakilere gösteriş yapıyordu. Kollarını havaya kaldırarak "Demiryolu çetesiyiz biz" diye bağırdı. "DEMİRYOLU ÇETESİ"  Rayların arasındaki büyük beyaz taşlardan birinin havada uçtuğunu gördük. Biraz önümüzde suya düştü. Beşlerden bir çocuk yeni bir taş fırlatmaya hazırlanıyordu. Kayalıklardan birkaç kişi daha yukarı tırmanmaya başladı. Bizi taşlamak onlar için eğlenceli bir oyuna dönüşmek üzereydi. Salın altından akan dalgalar geçerken bizi de havaya kaldırıyor, tekrar aşağı inerken derin bir nefes alıyorduk. Soner taşı fırlatan çocuğu yumruklamaya başlayınca diğerleri onları ayırmak için aralarına girdi. Biz kollarımızı sonuna kadar suya sokarak hızlanmıştık. Artık biz bir şey yapmasakta sal giderek kıyıdan uzaklaşıyordu. Onu yönlendirmek olanaksızlaşmış, salın altından gelen dalgalar sertleşmişti. Dalgalar altımızdan geçerken bizi her seferinde daha yükseğe kaldırıyor, aşağı inerken ellerimizle sımsıkı altımızdaki tahtaya tutunuyorduk. Ayça çığlık atmaya başlamıştı. Geri dönelim diye defalarca bağırdı. Sal dalgalara yan dönmüş haldeydi ve onu yönlendiremediğimizi fark etmemiz Emre'yle beni de paniğe sürüklemişti. Dalgalar arasındaki durgunlukta derin bir nefes alıyor fakat kıpırdayamıyorduk. Kaleci eldivenlerinden birini düşmemesi için ısırmıştım. Gözlerimizi ileri doğru çevirmiş, beyaz sırtı olmayan sadece kıvrımlardan ibaret dalgaya bakıyorduk. "Geliyor" diye bağırdı Emre. Tutunduk. Salı geldiği yönden o kadar yukarı kaldırmıştı ki diğer tarafa sürüklenmemek için bütün gücümüzü harcadık. Tahtalar gıcırdıyordu. Kütüklere tutundukları yerlerden oynamaya başlamışlardı. İkinci büyük dalgayı atlattıktan hemen sonraki durgunlukta salın biraz yanından büyük bir şeyin gölden fırladığını gördük.  Gölden parçalayıp çektiği sularla birlikte havada asılı kalıp yeniden göle düştü. Yanımıza gelene kadar avazımız çıktığı kadar bağırdık. Sala dokununca bunun bir kütük olduğunu söyledi Emre. Salın altında durması gereken kütüklerden biriydi. Birbirimize bakıyorduk şaşkınlıkla. Yeni dalgaya hazırlıksız yakalandık. Sal üstümüze doğru devrilirken derin bir nefes aldım. Suyun içindeydim. Üstümdeki tahtanın kenarına tutunup kendimi yukarı çektiğimde salın ters dönmüş olduğunu fark ettim. Suyun üstünde iki başıboş kütük yüzüyordu. Birine Emre'nin tutunduğunu gördüm. Hemen sonra Ayça da salın karşısından çıkıp kendini yukarı çekti. Öksürüyordu. Gözlerimi sildim. Suyun içinde bir uğultu duymuştum. Boğuk ve hiç kesilmeyen bir uğultu. Başımı sudan çıkardığımda ses keskinleşmişti. Bize doğru gelen beyaz bir motor vardı. Kaleci eldivenlerimin benden giderek uzaklaşmasını seyrettim. Can yeleğime rağmen salı bırakmak istemiyordum. Dalga geçerken bizi de yukarı kaldırdığından dalgaları hissetmiyorduk artık. Motor yanımızdan hızla geçip bir U çizerek yavaşlayıp geri geldi. Emre'nin can yeleğinden tutulup kayığın içine çekilişini seyrettik. Motora doğru yüzmeye başladık. Yaşlı Kanguru eliyle durun işareti yaptı. Yavaş yavaş sala yanaştı. Bizi yukarı çekerken gülüyordu. Altı düz sert plastikten kayığın dibine çöktük. Suyun içindeyken üşümüyorduk ama dışarı çıkınca titremeye başlamıştık. Yaşlı Kanguru yeleklerimizi çıkartırken havluları işaret etti. Yerde üç  büyük havlu ve iki büyük battaniye vardı. Yeleklerimizi çıkartıp banyo havlularını sırtımıza aldık. Hava birdenbire buz gibi olmuştu. Battaniyelerden birini altımıza serip diğeriyle üstümüzü kapattıktan sonra kayığın arkasındaki ipi çekerek motoru çalıştırdı. Hızla öne atıldık. O kadar hızlıydık ki dalgaları karşıdan ya da arkamızdan almak için V bile çizmeden doğrudan göl evlerinin önündeki kumsala sürdük. Battaniyenin altından başımı çıkartıp geride kalan dağılmış sal parçalarına baktım. Kaleci eldivenlerim gözden kaybolmuştu. “Bugün hayatımın en kötü günü” dedim herkesin duyabileceği bir sesle. Motor çoktan durmuş olmasına rağmen sert biçimde kuma saplandık. Kumsalda biraz önce pencereden aşağı bakan kadın da vardı. Kıvırcık saçlarıyla kafası kocaman görünüyor, hiç kıpırdamadan bize doğru bakıyordu. Motorun ön tarafından kuma atlarken “Eve doğru koşun” diye bağırdı Yaşlı Kanguru. Rüzgar artmıştı. Bazen aniden kararsızca yön değiştiriyor, kumsala devrilen dalgaların ucundan kopardığı damlaları yüzümüze çarpıyordu.
Kadından çekinmiştik. Alev rengi kıvırcık saçları rüzgarda dağılmış bir yeleyi andırıyor ve yüzünü göremiyorduk. Bize verdikleri kocaman kıyafetleri üstümüze geçirip üçlü koltuğa yanyana dizildik. Buraya ilk geldiğimiz günü anımsamıştım. Kadın gülümseyerek bize tuhaf kokulu bir çay uzattı. Şeffaf bardağın tabanındaki kırmızı taneleri göstererek "Kuşburnu" dedi. Cesaretimize hayret ettiğimizi belirttikten sonra "Peki ama, nereye varmayı planlıyordunuz ki?" diye sordu. Yaşlı Kanguru'da elinde telefon dolaşarak konuşmayı bırakmış yanımıza gelmişti. Pencereden nehrin ağzına vardığına inandığım dar geçidi işaret ettim. Gökyüzü kirli sarı bir renk almıştı ve giderek koyulaşıyordu. Ahşap ileri doğru uzanan iskele yediği dalgalarla sallanmaya başlamıştı. "Cemal amcanız geliyor" dedi Yaşlı Kanguru. Televizyonu açtı. Bayram töreninde askerler resmi geçit yapıyorlardı. Gök gürültüsüyle birlikte ekrandaki görüntüler dalgalandı. Çatal bıçak sesleri geldi masadan. Sofraya oturduk ama yemeklere dokunmadık. Cemal amcanın azarlamayacağını ama yine de bize surat asacağını, ailelerimizle konuşabileceğini, cezalar alabileceğimizi biliyorduk. Bir daha dışarı çıkamama fikri hepimizi korkutuyordu. Göklerden camları titreten bir çatırdama sesi gelince pencereye koştuk. Şimşekler karşı kıyıda tepelerin üzerinde belirip kayboluyordu. Az sonra karşıdaki tepeler de buğu rengi bir perdenin arkasında kayboldular. Kapı çaldı. Cemal amca'nın elinde siyah uzun bir şemsiye kapalı duruyordu. "Çatırdıyor, gürlüyor ama yağmıyor" dedi ayakkabılarını çıkartırken. "Tuhaf bir şey" Öğleden sonra olmasına rağmen gökyüzü kararmış, odaya yayılan kirli sarı ışık zayıflamıştı. Yaşlı Kanguru sofrayı göstererek "Çocuklar yemiyor, bari siz gelin eşlik edin bize" dedi lambayı yakarken. Cemal amca kıyafetle dolu torbayı bize uzattı.
"Yok, çocuklar üstünü giyinsin hemen de, çıkalım bir an önce, sağanak geliyor belli" 
Odaya girip üstümüzü değiştirirken "Karşı kıyıya yağmaya başladı" dediğini duyduk. Kapının arkasındaydı Cemal Amca. Bizi gördüğünde saçlarımızı karıştırmamıştı. Felaketin ilk işareti gibi görünmüştü bu. Yüzümüze bile bakmamıştı.
"Birazdan buraya da gelir, oturun canım iki dakka" diye ısrar etti Yaşlı Kanguru. "Ben bırakacağım sizi, iki bardak bir şey içelim" Sandalyeyi Cemal amca'nın oturması için çekmişti.
Sofraya oturduklarında Cemal amca'nın bardağına rakı doldururlarken dikkatle baktık. "BABA" diye uyardı Ayça. İçki içmesinin yasak edildiğini biliyorduk. Dolaşmaya çıktığında gecikirse Ayça meyhaneye giremediği için biz girip bakar ve eve her seferinde orada olmadığını bildirirdik. "Yok bir şey kızım, bir bardaktan bir şey olmaz, bugün yüreğimizi ağzımıza getirdiniz zaten" Bu hatırlatma cümlesi Ayça'nın susması için yeterli oldu. Tehdit kokuyordu. Olacakları düşünmeye başlamıştık. Televizyon yayını kesilmişti, kanal düğmesiyle oynadık ama karıncalı ekrandan başka bir şey yoktu. Yağmur önce birkaç taneyle cama vurduktan sonra sağanak patladı. Gölün üzerine boşalan sağanağı seyretmeye başladık. Işığı yakmalarından sonra gölün görüntüsünün içine ışıklı salonun görüntüsü de yerleşmişti. Alev rengi kıvırcık yeleleri olan kadın "Çamaşırlarım balkonda" diye çığlık attıktan sonra gidince, pencerenin kalın perdesini çekip arkasına geçmiştik. Cam buğulandıkça silerek yeniden bakıyorduk. Rüzgar sürekli yönünü ve hızını değiştiriyordu. Külrengi gökyüzünün altında koyu lacivert bulutlar göle doğru alçaldılar. Heyecanlı bir gösteri izler gibiydik. Gölle bulutların arasında rüzgarla hareketlenen bir perde vardı. Tepelerin üstünde şimşekler çakıyordu. Çakan her şimşekten sonra gelen kükremede ayaklarımızı yere vuruyorduk. Sular hızla göle dökülüyor, gri yağmur perdesi rüzgarla dalgalanıyordu. 
Sofranın başına çağrıldığımızda isteksizce gittik. Sandalyelere oturduk. "Tiyatro dersi almak ister misiniz?" dedi Cemal amca. Sessizce önümüze baktık. Ders görmek istemiyorduk. Yaşlı Kanguru "Bu sandığınız gibi bir ders değil tabi" dedi. "Hani ortada ip olmadan ip varmış gibi çekişiyordunuz, tenis sahasında vahşi bir aslanla karşılaşınca neler yapabileceğinizi gösteriyordunuz ya" diye hatırlattı. "İşte bunun gibi şeyler, ama artık düzenli olarak gelmeniz gerekiyor". Odaya gidip kağıtlar getirip bize diyaloglar okudu. Diğerlerine benzemiyordu pek. Komiklerdi. Gülmeye başladık. Diyaloglarda bir de kız çocuk vardı.  Birkaç haftaya kadar hazır olduğunda Ayça televizyona çıkacaktı Yaşlı Kanguru ile birlikte.  
O akşam eve bırakırlarken Emre'nin ailesiyle kapıda konuştular. Yaşlı Kanguru ve Cemal amca. Cemal amca dayımı tanıdığından bize sadece o gelmişti. Dayım kasabada tiyatro kelimesinin "sansasyonel" olacağını, ismini müzik dersi koymamızın daha yararlı olacağını söyledi. Ona göre tiyatrocu denince kasabalıların aklına çadırla dolaşan kumpanyalar geliyordu. Sonra Cemal amca'nın çok komik bulduğu gerçek bir hikaye anlattı. Bir kamyon şöförü bir kadına tecavüze kalkıştığı için karakola düşmüş ama hiç istifini bozmamış. "Tiyatrocu olduğunu söylemişti" diye kendini savunmuş. "Parası ne ise verecektim" Ona göre kasabalıların gözünde tiyatrocuların, yönetmenin her dediğini yaptıklarına inandıkları film artistlerinden de kötü bir izlenimleri vardı. "Bunları ben de düşündüm de" dedi Cemal amca. "Bugün biliyorsun salla açılmaya kalkmışlar, önceki gün ormanın içine yürümüşler" Devam edecekken annem salonun kapısını açtı. "İçeri buyursanız Cemal bey" "Yok hanım kızım gitmek lazım, Selim bey arabada bekliyor" Dayım onu yolcu ederken "Yaşları büyüdükçe cesaretleniyorlar işte" dedi. "Çoğu gibi korkaklaşmalarından iyidir" O akşam iki dayım ve Cemal amcanın lisedeyken trenin içinde nasıl yarış yaptıklarını dinledim. Trenin sonuna kadar koşmuş kapıyı açıp yukarı tırmanırken Cemal amca dayımı aşağı çekmişti. Kendi onun yerine yukarı tırmanırken görünmeyen güçlü bir el tarafından aşağı fırlatılmış, tren durmuştu. Cemal amca aylarca hastanede yatmıştı. Yukarıdaki tellerde yüksek elektrik olduğu ve vagonlara tırmanmanın ölümümüze neden olacağı demiryoluna inerken ilk öğrendiğimiz şeydi. Kovboy filmlerini anlatıp itiraz etmiş, uzun uzun buharlı lokomotiflerle elektrikle çalışanların farkını dinlemiştik. 
Yaşlı Kanguru ile "Yaratıcı Drama" derslerimiz günlerce süren sağanak yağışın ardından Çarşamba günü başladı. Yaşlı Kanguru gelmediğimiz bu günler için ailelerimizden mazeret kağıdı istemişti. Bize daha sert ve mesafeli davranmaya başlamıştı. Haftanın ilk üç günü sabahları dokuzda evinin önündeydik. Hava soğuksa çatı katında, sıcaksa tenis sahasında çalışıyor, okuldan akşam beşte çıkıp mahalleye vardığımızda ancak bir saat top oynayabiliyor ve erken yatıyorduk. Cumartesi günleri annemle pasaja gidiyordum. Pazar günü programdan önce okul ödevlerini, Yaşlı Kanguru'yu televizyonda izledikten sonra ise onun verdiği ödevleri yetiştirmeye çalışıyorduk. Zaman daralmış, günler çok hızlı geçmeye başlamıştı. El kuklası yapmaya uğraştığımız hafta, annemin de yüreklendirmesiyle kuklalar için bir sayfalık bir diyalog yazdım ve devrilmiş masanın arkasından kuklalarımızı çıkartıp Emre ile oynadık. Ona bağırmalarına dayanamayıp evden kaçan bir kedi yolda bir büyücü ile karşılaşıyor, büyücü yeniden eve dönmesi için ona hayal ettiği herşeyi gerçekleştirebileceğini söylüyordu. Televizyonlarının renkli ve evlerinin iki katlı olmasını diledikten sonra uçarak dönmeye karar veren kediye annemin yaptığı küçük kanatları takıyordum. Büyücü bundan sonra ona bağıranların kendilerine dikkat etmesi gerektiğini söylüyor, sonunda ona bağıran herkesin kurbağaya dönüşeceğini ilan ediyordu. Sokağa çıkıp çitlerin üstüne sofra bezi serdik. Arkasına geçip kuklaları oynatırken çocuklar o kadar sessizce seyrettiler ki bir ara başımı bezin yanından çıkartıp orada olup olmadıklarına baktım. Elimizdeki kağıdın sonuna geldiğimiz halde birşeyler uydurup devam etmeye çalıştık. Yaşlı Kanguru'nun önerdiği gibi kedi seyircilere dönüp kuyruğuna teneke başlayan çocuklara da ne kadar çok kızdığını anlattı. Konuşmalar başlamıştı. Kediyi aşağı indirdim. Emre büyücüyü çıkartıp kedinin acaba nereye gittiğini sorunca gülüştüler bu defa. "Evine gitti" diye konuştu dört buçuk yaşındaki Emre'nin adaşı. Bir tek o sessizce seyrediyordu artık. İbrahim elindeki plastik topu büyücüye fırlattı. Bezin arkasından çıkıp aralarına karıştık. Kuklalar çocukların elinde gezerken yırtılıp gözleri düşünce eve geri döndük. 
Yaşlı Kanguru'ya göre suçlu bizdik. Parçalanmış kuklaları masasının üzerine bırakmış onu dinliyorduk. Ona göre oyun malzemeleri ve dekorlar oyundan önce de, oyundan sonra da gizlenmek zorundaydı. Oyuncular bile sokaklara sıkça çıkmamalı, dekorlar gibi saklanmalıydılar. Eğer görülürlerse işin bütün inandırıcılığı ve büyüsü kaybolabilirdi.






9

Yoktu Ama Yirmi Adamımız

Kırmızı tuğlarla örülü oda. İnşaatın birinci katı ve odanın içinde de tuğlalar var. Geçen yaz kullanılmamış tuğlalar burada üst üste dizili. Her birini ayrı ayrı kucağımızda getirip dizmiştik. Hepsini tek tek sokaktan ikinci kata taşımış ve oradan da birinci kata indirip buraya bırakmıştık. Bir avuç misket için. Ve alamamıştık misketleri de. Kadın, elini beline koymuş ve İstanbul'dan getireceklerini söylemişti ben gidip sorunca. Bizi kandırmış olmaktan duyduğu memnuniyetle gülümsemişti. Nefret etmiştik ondan. Ondan nasıl nefret ettiğimizi o da yakında öğrenecekti. Bunu hatırladıkça istekle yardım ediyordum Emre'ye. Emre, çivili futbol tahtamızı hazırladıktan sonra da keseri bırakmamıştı. Tuğlalarla örülü odanın yan penceresinden İbrahim'lerin bahçesine baktım. Kimse yoktu. Verilmeyen misketlerin intikamı için tuğlalardan birini daha yığından çekip, Emre'ye uzattım. Emre yan çevirerek tek hamle de keseri indirdi. İki parça. Sonra arka duvara doğru üst üste dizilmiş yığının üstünden bir tane daha aldım. Tuğlalar birer birer kırmızı tebeşirlere dönüyorlardı. Planımız, gelecek yaz inşaat yeniden başlayana dek tek bir sağlam tuğla bırakmamaktı. Geniş boşluklu kırmızı tuğlaları tek tek kırarken bazen yan pencereden İbrahim'lerin bahçesini kolaçan ediyor, bazen de balkonlu karşı pencereden İbrahim'in anlattıklarına bakıyordum. Karşı pencere televizyon ekranı olmuştu. Ayça'nın televizyona çıkacağını söyledikten sonra iki hafta kadar mahalledekileri oyalayabilmiştik. Artık hikayemizi inandırıcı bulmuyorlardı. Her gördüklerinde iyimserlikle Ayça'nın ne zaman televizyona çıkacağını soranlar dalga geçmeye ve bizi yalancılıkla suçlamaya başlamışlardı. İbrahim televizyon ekranından kıyametin yakında kopacağını bildirdi. Kıyametin alametleri her yerde görülüyordu. Tuğla kırmayı bırakıp çivili tahtanın başına oturduk. Herhangi bir pencereye çıkıp televizyon taklidi yapmak onlar için  bir çeşit eğlenceye dönüşmüştü. Duymuyormuş gibi davranmaya çalışıyorduk. Çivili tahtanın üstünde bozuk paraya parmağımızla vurdukça bozuk para, çivilerin arasında ilerleyebildiği kadar ilerliyor sonra sıra karşıdakine geçiyordu. Başkalarının yaptığı gibi tahtanın etrafını iple çevirmemiştik. Para tahtadan düşünce taç oluyordu. Yeşil Tombi tahtası bundan daha iyiydi ama gevrek mısır patlağı paketlerinden çıkan adamların bir türlü yirmi tanesini bir araya getirememiştik. Elleri ve ayakları birbirine bitişik duran bu plastik futbolcuların yirmi tanesini götürdüğünüzde size yeşil delikli bir plastik saha verecekleri söyleniyordu. Böylece bozuk para çivilere değil bu adamlara çarpacaktı. Bu adamları elinizle sağa sola çevirebildiğiniz için de onlara çarptırarak parayı istediğiniz noktaya göndermeniz mümkündü. Yoktu ama yirmi adamımız. Her seferinde yirmi tanesi bir araya gelmeden kayboluyorlardı. İbrahim yanımızdan geçip merdiven altına gidip işedikten sonra tekrar balkona çıktı. Karşı penceredeki hayali televizyon ekranında göründüğünde artık Tombinin kampanyasının bittiğini bildirdi. Adamları götürsek bile hiçbir şey alamazdık. Tıpkı bir televizyon gibi onu dinleyip dinlemediğimize aldırmadan sürekli bir şeyler anlatıyordu. Birkaç haftadır yakılacağı söylentisi dolaşan, önünde çıplak kadın afişleri olan sinemanın kapandığını öğrendik. Cuma günleri de meyhaneye artık neredeyse kimse gitmiyordu. Bütün bunlar  aslında Hoca Nazmi Ensari'nin gelişini haber veren işaretlerdi. Ona göre Hoca Ensari şifa dağıtıyor, bir nefesiyle hastaları ayağa kaldırıyordu. Mucizelerini sayarken dikkatimizi çektiğini fark edince pencereden kafasını uzatarak "Seccadesinin üzerinde uçabiliyormuş" dedi. Elini dümdüz yapıp yüzünün önünden hızla geçirdi. Yakında dağ köylerine gelecek ve biz de onu dinlemeye gidebilecektik. Sokaktakilerin üst kattan seslenmeleriyle yukarı çıktık. Semih abilerle Surkapanlar gölün orada toplanıyorlardı. Kavga edecekleri ümidiyle göle doğru inerken İbrahim, Hoca Nazmi Ensari geldiğinde tüm küsleri de barıştıracağını söyledi. Buna göre bu izleyebileceğimiz son kavga olacaktı. Surkapan aşireti ile Semih abiler yazın kasaba dışında birbirlerine girmiş, yaralananlar olmuş, birkaç el silah atılmış ama kimse karakola gitmediği için daha fazla büyümeyeceği ve zamanla unutulacağı konuşulmuştu. Ancak her iki tarafta kavgayı kendisinin kazandığını iddia ettiğinden olayların da durulmayacağı kısa zamanda anlaşılmıştı. Aşağı inerken üst sokaktan bize katılanlar düşmanlığın Surkapanlar'ın Semih abilerin sokağında kebapçı dükkanı açmalarıyla başladığını, geçenki kavgada taş ve sopalarla kalınmayıp silahların da çıktığını anlattılar. Onlara göre bu düşmanlık yakında kan davasına dönüşecek, iki taraftan da çok kişi ölecekti. Hakan'ın abisi bize kan davalarının mahkemede görülmediğini, her iki tarafta olayların nasıl başladığını unutana dek kuşaklar boyunca sürüp gittiğini açıkladı. Bayırdan aşağı inmiş, okulun ve keltepenin yanından geçip demiryoluna paralel toprak yolda yürürken kalabalığın nerede toplandığını anlamaya çalışıyorduk. Kimsenin yüzmediği kasaba plajının yanındaki düğün salonununun önündeki hareketliliğe baktık. Yavaş yavaş içeri giriyorlardı. Salonu görebilmek için merkez istasyonun göl tarafındaki peronlarına çıkmıştık. O yönden gelen çocuklar Semih abinin büyük abisi ile Surkapanlar'dan bir kızın düğünü olduğunu anlattılar. Yine de kavga çıkabilir diye orada oyalanmaya karar vermiştik. Dost aileler bile yazın yapılan sokaktaki düğünlerde değil de nedense salon düğünlerinde kavga ediyor, bazen silahlar da patlıyor, plastik sandalyeler havada uçuşuyordu. Hiçbirşey olmuyordu ama. Perondan aşağı inip dar asfalt yoldan pencerelere bakmaya gidenler düğünde rakı içilmediğini tam bir kesinlikle tesbit etmelerinin ardından Emre'yle kavga seyretme umudumuzu yitirmiş halde misket oynayanların arasına katılmıştık. Oyuna girmeden tedirgin biçimde seyrediyorduk. Kasaba merkezinden gelen ve çıkması muhtemel kavgayla da, düğünle de hiç ilgilenmeyen çocuk neredeyse hiç konuşmadan oynuyordu. Bayram günündeki gibi giyinmişti ve her seferinde kazandıkça misketleri üçer üçer ceplerine dolduruyordu. Aşağı mahallenin çocuklarından biri Hoca Ensari'nin aslında çoktan geldiğini ama henüz ortaya çıkmadığını, onların barışmalarının da bunun apaçık bir işareti olduğunu ortaya atmıştı. Bayramdaymışız gibi giyinmiş olan en sağdaki misketi yerinden oynatınca bütün dizili olanları toplayıp cebine attı. 
"Bir beşliğe üçlük verir misin?" dedim.
"Bir beşliğe üçlük"
İnanmaz gözlerle baktı önce.
"Beşlik" Elimle beş yaptım.
"Beşliği görelim"
"Verir misin vermez misin?" diye ısrar ettim. Başka mahalleden olduğu için onu kazıklamakta sakınca görmüyordum.
"Göster de bakalım" dedi. Herkes bize odaklanmıştı. Cebimden beşlik büyük misketi çıkarttım. Uzaktan gösterip hemen cebime koydum. Üstündeki ufacık çatlakları fark etmişti ama. Minik delikleri vardı. Taştan sektiğinde oluşan minik kırıklar. Kemik beşlik. 
"Akıllı Paşa!" dedi. "Akıllı Paşa mısın sen?"
Tonlamasından bunun iyi bir anlama gelmediğini fark etmiştim. 
"Akıllı paşa sana benzer" dedim. Emre oyuna girmeye karar verdi. Ayağının kenarıyla çizerek belirginleştirdiği çizginin arkasına geçip misketini fırlattı. Ortak olduğumuz için isteksizliğimi belli ettim. Beşliği reddeden, deminki çocuğu ütmüş, bütün misketlerini almıştı. Emre'nin oyuna girişi diğerlerini de cesaretlendirmişti. Herkes bilye dizisine üçer tane ekleyip çizginin arkasına geçmeye başladı. Düğüne bakan kimse kalmamış, herkes oyuna odaklanmıştı. Misketin kumar olduğunu söyleyip bekleme odasının duvarına dayanarak olanları sessizce seyreden çocuk, oluşan sıra görüş açısını kapatınca yanımıza kadar gelip kumar oynadığımız için hepimizin cehenneme gideceğini tekrarladı. Sinirden ağlamak üzere olduğunu düşündüren bir ses tonuyla söylemişti bu defa. "Biz mahşer günü size el sallayacağız" diye bağırdı. "Ama siz alevler gözünüzü yakacağı için bizi göremeyeceksiniz bile. Azap gününde gözleriniz ateşlerden alevlerden yanarken beni göremeyeceksiniz, alevlerden gözlerinizi açamayacaksınız bile" Sessizlik içinde ona bakıyorduk. Beşlik teklifimi reddeden çocuk "Ver misketlerini o zaman" dedi. Azap gününde göremeyeceğimiz çocuk ceplerindeki ellerini oynatarak  "Niye ki" diye sessizce çekildi bekleme salonuna doğru. "Benim onlar". Beşliği reddeden "Kapış kapış yap o zaman" diye üsteleyince kumar oynadığımızı söyleyen, duvarın kenarındaki açıklıktan banklara kadar geriledi. Kapış kapış yapmak isteyenler misketlerini ileri doğru fırlatır ve oradakilerde koşup saçılan misketlerden yakalayabildiklerini cebine atardı. Kapış kapış yapmak için ya çok sıkılmış olmak ya da  mahalledeki kimsenin oynamak istemeyeceği kadar çok miskete sahip olmak gerekiyordu. Yeniden oyuna dalmış, dört yolcu treni geçmiş ama düğün salonundan tek bir bağırış gelmemişti. Düğün salonunun açık pencerelerinden sadece yeni evlilere takılan paraların ve altınların miktarını duyuyor ve kim tarafından kime takıldığını dinliyorduk. Mikrofonlu adam geline ve damada takılan para ve altınların yüksek sesle dökümünü veriyordu. Takı töreni uzayınca oyunu bırakmıştık. Yarım saati geçmesine rağmen mikrofonlu adam hala hangi akrabadan ne kadar altın takıldığını anlatmaya devam ediyordu.
"Oha oha" diye bağırdı İbrahim. "Altınlara bak" Peronun en ucuna gitmişti. Onun yanına yürüdük. İğneyle elbiselerine iliştirilen paralar biriktikçe birisi onları topluyor ve önlerindeki kuyruk ilerlerken takılan paralar yeniden birikiyordu. En az sekiz tane bilezik, sayısız küçük altın takılmıştı. "Kurtyemez teyze de bile bu kadar çok altın yoktur" diye fikir yürüttü Emre. İbrahim'e göre ise  Kurtyemez'in bütün yorganlarının içi altınlarla doluydu ama harcamıyordu. Kurtyemez teyze o kadar nemrut bir kadındı ki bahçesinde hiç ağaç yetişmiyordu. Bir iki defa diktiyse de hiçbiri tutmamıştı. Cimri olduğu için hiç sulamadığına inanıyorduk. Memleketinde daha kundakta bebekken onu bir ayının kaçırdığını anlattım oradakilere. Teknede ekmek pişirilirken ayı kapıp kaçmış ama köylüler ellerinde kazma küreklerle dağda ayının peşine düşünce ayı onu yere bırakmaya mecbur kalmıştı. Bir saat kadar sonra ağlama sesine koşup onu kurtardıklarında nasıl olup ta onu kurtların daha önce bulup yemediğini anlayamamışlardı. Belki büyüdüğünde unutulucak bu olay anneannemin deyişiyle Kurtyemez teyze "nemrut" bir kadın olduğu için unutulmamış, gençkızlığından beri herkes ona kurtyemez demeye başlamıştı. Bahçesindeki tek ağaç, o daha gelmeden dayımlar tarafından dikilmiş meyve vermeyen bir ağaçtı. Bizim meyve ağaçlarımızdan birini sahiplenmişti o da. Kurtyemez teyzenin nemrut bir kadın olduğuna ve altınlarının bunlardan da çok olduğuna herkesi inandırdığımda, bir grup çocuk okul yönüne doğru yürümeye başlamıştı. Biz de gelin arabasının önünü kesip zarf kapmak için en elverişli yer olan keltepeye doğru koşmaya başladık. Keltepenin en üstünden okul tarafı da göl tarafı da görülebiliyordu. İleride başlamış büyük yol inşaatı henüz buraya varmamıştı. Buraya vardığında keltepenin de dümdüz olacağı söyleniyordu. Gelin arabasının gelişini gördüğümüzde aşağı doğru koştuk ama çiçekler ve kurdelelerle süslü arabanın önünde ve arkasında Semih abilerin motorları olduğundan onları nasıl durduracağımızı kestiremiyorduk. Önünde ve arkasında üçer motor vardı ve yol genişlediğinde bazen motorlardan ikisi arabanın yanlarına kayıyordu. Yolu kapattığımızda zarflarla dolu bir el arabanın arka penceresinden çıktı. Motorculardan biri zarfları alıp dağıtmaya başladı. Etrafını sardık hemen ama devrilme tehlikesiyle karşılaşınca Semih abinin arkadaşı bize öyle bağırdı ki çekilmek zorunda kaldık. Az sonra bütün zarflar yol kenarına saçılmıştı. Semih abi "Yolu açın" diye bağırdığında diğer zarf kapamayanlarla birlikte ben de çekilmeye yanaşmadım. Motorların horlamasıyla birlikte ürküp çekilince çiçeklerle süslü araba da yeniden yola koyuldu. Bazı zarflar boştu. Bazılarına beş, bazılarınaysa yirmi lira konulmuştu. Emre elindeki iki tane beşliği birbirine sürterek geldi. Sahilde kaybettiklerimizden çok daha fazla gıcır misketle cebimizi doldurmak için okulun karşısındaki kırtasiyeye koştuk. Kel ve bıyıklı amca telaşla içeri girmemize her zamanki gibi hiçbir tepki vermemişti. Onu hiç bağırırken ya da herhangi bir şeyle uğraşırken görmemiştik. Daima tezgahın arkasında otururdu. Yola bakan vitrinin arkası mukavva ile kaplı olduğundan buradan yol da okul da görünmüyordu. Radyosu da yoktu. Küçük bir tüpü olduğunu biliyorduk ama çay da pişirmiyor, içmiyor, hiçbir arkadaşı onu ziyarete gelmiyordu. Bu dükkanda küçük hırsızlıklar yapmak için elverişli olan herşey onun oturduğu tezgahın arkasına dizilmiş olduğundan kapının hemen karşısındaki renkli ve kokulu ucuz silgiler dışında kimse parasını ödemeden buradan  bir şey çıkartmayı başaramamıştı. Dükkanda on dakika daha ayakta dursak biz ona bir şey söylemeden, buraya neden geldiğimizi ya da ne almak istediğimizi sormazdı. Bu yüzden rahatlıkla silgilerin arkasındaki raflarda dizili oyuncakları gözden geçirdik. Aralarında yeni bir kutu vardı. Yeşil plastikten bir futbol sahası resmi bulunan kutuyu işaret edince yavaş hareketlerle kalkıp indirdi. Önümüze koyduktan sonra bir şey söylemeden yerine oturdu. Kutuyu açıp dükkanın büyüleyici sessizliğinde sahayı ortaya çıkarttık. Bizim çivili sahamıza benziyor fakat misket büyüklüğünde yuvarlak bir topla oynanıyordu. Farklı renklerde  iki ayrı takım vardı. Sahanın üstünde yirmiye yakın çukur ve her çukurun içinde bir futbolcu bulunuyor, bu futbolcuyu istediğiniz yöne çevirip geriye doğru çekip bıraktığınızda top o yöne doğru gidiyordu. Bütün futbolcular kollarını göğsünde kavuşturmuş, ayaklarını da birbirine muntazaman bitiştirmiş halde çukurlarının ortasında dimdik duruyorlardı. Ayağında top olan kırmızılıyı kafasından dikkatlice tuttum. Geriye doğru çekip yavaşça bıraktım. Beyaz top, engebeli sahada salınarak uzaklaşıp rakip takımın çukurlarından birine düşünce bu defa Emre oyuncusunu  benim kaleme çevirip çekti ve sertçe bıraktı. Topun kaleye doğru uçuşunu izledik. Çivili tahtadan da Tombi'den de daha mükemmeldi. On iki buçuk lira diye etiketini okudum. Cebimizdekileri çıkartıp tezgahın üstüne bıraktık. Misketlerden başka eski bir yeşil kartondan tren bileti, beyaz perde kornişleri, iki tane dübel, ateş taşları ve toplamı bir lira eden dört tane iki buçukluk çıkmıştı. Bunu alacağımızı ama biz gelene kadar kimseye satmamasını istediğimizi belirttik. On lirayı ona bırakmıştık. Sadece bugünlük bizim için saklayabileceğini söyleyip sahayı kutusunun içinde tezgahın altına kaldırdı. Boş bulmaca karelerine baktık bir an. Kel ve bıyıklı kırtasiyeci amcanın önündeki cam tezgahın üstünde her zaman bir gazete dururdu. Ancak bu bulmaca sayfasından dörde katlanmış gazeteyi ne zaman okuduğunu da kimse bilmiyordu. Geldiğimiz gibi telaşla ayrılıp koşarak eve girdik. Plastik ördek kumbaramı kesmeden ihtiyacımız olan parayı almak için ters çevirip salladık. Bozuk para attığım delikten çektikçe gelen paraları toplayıp geri koştuk. İçeri girdiğimizde onun hala oturuyor olmasına şaşkınlıkla baktık. İkimiz de biz yokken bu futbol oyunuyla en azından biz gelene kadar oynayacağını tahmin ediyorduk. Yeniden açmamıştı bile kutuyu. Parayı ödeyip inşaatın üst katına kadar koştuk. Gelin arabası, etrafını çeviren motorlarla kasabada korna çalarak turlamaya devam ediyordu. Bizim sokaktan geçerken kafamızı bile kaldırmadık. Bu oyunda kaleciler ellerini yukarda birleştirmiş halde duruyor, küçük demir bir çubuk çevrilerek sağa veya sola yatmaları sağlanabiliyordu. Herkes motorların horultuyla geçişlerini seyretti bir süre. Yukarı yoldan dolaşıp yokuştan aşağı indiler. Etrafımızı çevirip oyuna bakar görünenlerden Satılmış'ın abisi gelin arabasının arkasından geçen motorların bir göz korkutmacası olduğunu söyledi. Ona göre Surkapanlar'la barışmışlardı ama yine de güç gösterisi yapıyorlardı. Futbolculardan biri geriye çekilirken kırılınca ayaklarından çakmakla yakıp çukurdaki lastiğe oturttu yeniden. Bunu akşama dek kırılan diğer dört futbolcu için de yinelemek zorunda kaldık. Oyunu Emre'ye bırakıp inşaattan çivili tahtayı alıp eve götürdüm. Dayımla oynamayı planlıyordum ama anneannem tahtanın pis olduğunu söyleyip içeri sokmayınca merdiven altına bırakmak zorunda kaldım. O gece Cemal amca'ya gittik. Dedem çıkarken bir tuhaflık olduğunu sezse de dayım normal bir ev oturmasına gideceğimizi söyledi. Büyütülecek bir şey yoktu. Fakat uzun taş duvarın köşesini döndüğümüzde Cemal amcaların evinden çığlıkların ve bağırışların sokağa yayıldığını duyunca koşmaya başladık. Göl kenarında içerken iki kişi ona laf atmış o da elindeki şişeyi kırıp üstlerine yürümüştü. Bir anda nereden çıktıklarını anlamadan kalabalıklaşmışlar, ellerinde ucu çivili sopalarla ona doğru ilerlemişlerdi. Çoğu genç, en az on kişi  etrafını çevirmeye çalışırken Cemal amca istasyona doğru koşmuş, gece trenlerini bekleyen taksilerden biriyle dönmüştü. Av tüfeğine mermi sürüp yeniden sokağa çıkmaya kalkışınca  Nurten teyze onu durdurmaya çalışmış, komşuları bizi aramıştı. Dayım Cemal amcayı sakinleştirmeye çalışırken Ayça babasının onu savurduğu köşede ağlıyordu. Cemal amca dayımı ittirip kapıdan çıkmaya çalıştıkça sesleri yükseliyordu. Herşey yatıştığında bir süre sessizce oturduk. Dayım "Aralarında tanıdığın var mı hiç?" dese de Cemal amca uzun zaman cevap vermedi. Silahlarını koltuk altlarına astıkları gizli bir kılıfta taşıyan Amerikalı dedektiflerin dizisi reklama girdiğinde "Bunlar meyhaneden çıkanlardan gözünü kestirdiklerini takip ederler" diye başladı. "Ara sokaklarda sıkıştırır döver bırakırlar, cüzdanına falan dokunmazlar" Gece perdesini tülün üstüne çekerken "Şimdi artık sahile de dadanmışlar" dedi. Uzun bir süre sessizce oturduk. Bir ara Ayça'nın annesi mutfağa gidip çay tepsisiyle gelip çayları dağıttı. Şeker atıp karıştırmalarını seyrettik. Ayça annesinin kucağına uzanmış sehpanın kenarında parmağını gezdiriyordu. Televizyondan aceleci bir ses heyecanla "Hemen evlenmek istiyorum" diye kısa mutlu bir çığlık attı. Oturma odasını dolduran herkes televizyona döndü. Sahne değişti. Bir apartman penceresinden yangın merdivenine çıkmaya çalışan bir adam vardı şimdi. "Hadi biz kalkalım " dedi dayım. "Geç oldu". Çıktığımızda sokağa bakan pencerelerden yayılan ışıklar tek tek söndü. Cemal amcaların salonunda da sadece siyah beyaz televizyon ekranından yayılan gri zayıf bir ışık vardı. 
   






10

Çürüyen Lacivert Erikler 

Kasabada birkaç gün Cemal amcanın sahilde içip yoldan geçenlere sataştığı söylentisi dolaştı. Cemal amca birkaç gün kahveye çıkmadı sonra arkadaşları onu uğrayıp alınca geri döndü. Ankara trenine bindikleri akşam Cemal amca dayıma o yokken kasabanın çok değiştiğini söylemişti. Onu çeviren  grubun hafta sonu kasabada uzak bir apartmana gidip Pazar akşamı dönen gençlerden oluştuğunu düşünüyordu. Tren hareket ettiğinde dayımla el salladık. Ayça dün gece seyrettiğimiz dizideki masum olduğunu kanıtlamaya çalışan kızın yaptığı gibi pencereden başını çıkartarak "Benim için dua edin" diye bağırdı. Dayımla eve yürürken "Yarın televizyonda göreceğiz yani" dedi. "Sonunda". Elemelere gittiklerini söyledim. Program yönetmeninin uydurduğu yepyeni bir şeydi bu. Ama Yaşlı Kanguru'ya göre bu konuda endişelenmemize gerek yoktu. Çünkü seçimi kendisi yapacaktı ve yönetmenin getireceği iki kızın da şimdiden hiç şansı olmadığı açıktı. Yine de Ayça kazandığını telefon açıp söylediğinde bunu mahallede büyük bir başarı olduğunu anlatarak yaydık. Yüzlerce kişi arasından seçilen Ayça, gelecek hafta televizyona çıkacaktı. O hafta ilk üç gün boyunca Yaşlı Kanguru Ayça ile dört dakikayı biraz geçen skeç üzerinde çalışırken Emre ile bana nötr duruşu öğretti. Kollarımız aşağıda bedenimizde ve yüzümüzde hiçbir ifade olmaksızın durmaktı bunun amacı. Daha sonra karşı karşıya geçip Emre'nin bütün mimik ve hareketlerini taklit ettiğim ayna çalışması başladı. Benden sonra bunu Emre'de tekrarladı. Kolumu kaldırdığımda kolunu kaldırıyor, kaşlarımı çatarsam, kaşlarını çatıyordu, gözgöze geldiğimizde artık gülmüyor, kulağımı ters elimle tutmaya çalıştığımda dahi hiç şaşırmadan hemen tekrarlıyordu. Üçüncü gün Ayça'yı hıçkırık tutunca hıçkırığı geçirmenin yolunu öğretti. Nefesimizi tutup karnımızı şişiriyor sonra havayı göğüs kafesimize alıyorduk. Sonra yeniden karnımıza ve yeniden göğsümüze. Tenis sahasında çalıştığımız günlerde önce basit jimnastik hareketleri yapıyor, ardından ağzımızı yoran dudak ve dil hareketlerinden sonra üst üste zor tekerlemeler okuyor ve bazen çömelip ayaklarımızın tersinden geçirdiğimiz ellerimizle ayak bileklerimizi tutarak ördek gibi yürüyorduk. Bütün bunlar artık bize o kadar normal gelmeye başlamıştı ki çalılıkların arkasından bize bakıp gülenlere bir anlam veremiyor ve etrafımızda olan bitenlere hiç aldırmıyorduk.
Üç gün böyle geçti ve dördüncü gün yağmur başladı. Meyve ağaçlarımız kızarmış yapraklarını dökerken bahçenin Kurtyemez teyzeye doğru köşesindeki hala toplanmamış lacivert mürdüm erikleri çürümek üzereydi. Pek çoğu dallardan dökülmüş ve toprağa saçılmış halde kahverengiye dönmüşlerdi. Kurtyemez teyze onlara dokundurtmamıştı. Yakında memleketten çocukları gelecek ve onları toplatacaktı. Kurtyemez teyze'ye göre o ağaç kendisinin hakkıydı. Çünkü arsalar paylaştırılırken kenardaki yokuş yolun yapımından ötürü herkesin arsası bir metre ormana doğru kaymıştı. Arsalar bir metre bu tarafa kaydığına göre ağaç aslında onun bölgesindeydi. Buradan da bu meyvelerde hakkımız olmadığı gibi bir sonuç çıkarmıştı. Onlara dokunmamalıydık. 
Geceleyin korkmuştu, ona gidiyorduk, yağmur vardı. Eriklerden birisine uzanıp, kararsızlık anını uzatmamak için koparıp olacaklara baktım. Anneannem görmezlikten geldi. Lacivert erik avucumu dolduruyordu. İri bir parçaydı. İçeri ondan bir diş alarak girdim. Yumuşak ve pörsümüş aşırı tatlı bir tadı vardı. Kurtyemez teyze tüm konuşması boyunca -nasıl da bir ses duymuştu, nasıl da korkmuştu, öksürmüştü, gölgeler hareket etmişti- gözünü erikten alamadı. Bitirince sandalyeden aşağı atlayıp yaklaşmamızın kesinlikle yasak olduğu minyatürlerin olduğu bölgeye geldim. Salon büfesi. Kasabanın neredeyse gittiğim bütün evlerinde gördüğüm beyaz porselenden kahve fincanları ve şekerlik takımı burada da vardı. Kırmızı ve yeşil desenli. Ağacın gölgesinde bol etekli bir kadın oturmakta, komik pantolonlu bir adam gitar çalmaktadır. Emre'yle bunun bir etek olup olmadığını tartışırdık. Tüm fincanların üzerinde aynı desen vardı. Emre'lerde bunların yastıkları sedirlerinin üstüne diziliydi. İçinde yazan nikah tarihi doğruysa en az dört senelik beyaz bir nikah şekerini kahverengi seramik bir balığın ağzından çıkartıp ağzıma attım. "Oğlum bayattır o" diye bağırdı Kurtyemez teyze. Bayattı. Yine de çıkartmamak için büyük bir gayret sarfettim. Bahçedeki mürdüm eriğinden dibe düşenleri geçen ay toplayıp nasıl güzel reçel yaptığı sohbeti başladığında saat bir buçuğu geçiyordu ve benim gibi bir gecekuşu için bile ikiden sonra ayakta kalabilmeyi başarmak mucize sayılırdı. Korkunç gerçeği camın buğusunu silip yağmurun yeniden atıştırmaya başladığını gördüğümde öğrendim. Burada kalıyordum. Anneannem gidiyor ve ben burada kalıyordum. İyi olan tek şey istediğim saate kadar uyumayabileceğimdi. Kurtyemez teyzenin ürkütücü kırış kırış yüzüne baktım. Bu onun fikri olmalıydı. Ben orada olunca korkmayacaktı. Benim korkup korkmayacağımla ise kimsenin ilgilenmemesi  gururumu okşasa da önümde  bu zor geceyi nasıl atlatabileceğim gibi ciddi bir problem vardı. Hırsız hala evde miydi ? İşin bu yanıyla hiç alakadar olmamıştık. Anneannem gittiğinde Kurtyemez teyze odasına çekildi. Yeşil gece lambasının zayıf ışığı koridora vuruyordu. Yer yatağından doğruldum. Gölgelerle başbaşa kalmıştım. Sağa sola düzensizce hareket eden bahçedeki ağaç, gölgeleri kısıktan açılmış radyodan gelen hiç şarkı sözü olmayan müzikle nefis bir uyum içindeydi. Duyduğum her sesi anlamlandırmaya çalıştım. Bu kırılan bir ağaç dalı olabilirdi. Bu sürüklenme sesi ise dalların camlara ya da duvara sürünmesiydi, hepsi bu. Bu çıtırtı sesi camlardan geliyor olmalıydı. Çıtırtı sesi hafif bir sürüklenme sesine karışır, kısık ve tok bir sesle tamamlanırsa çatıda birikmiş çürümüş yaprakların aşağıya düştüğünü hayal ediyordum. Her gelen ses tanımlanana kadar ürkütücülüğünü koruyor, tanımladıkça ürkütücülüklerini yitirip normal birer sese dönüşüyorlardı. En azından bunu başarmaya çalışıyordum. Çünkü her seferinde içimde yok edilemez bir şüphe kırıntısı kalıyor, bu şüphe kırıntıları birikerek, gelen azıcık uykumu da kaçırıyorlardı. Yine de o homurtuya benzeyen sese kadar belki bir saate yakın sesleri tanımlamakla oyalanabilmiştim. O homurtu korkunç bir iç çekiş sonrasında geldi ve ruhumun bedenimden ayrılıp beni donmuş halde bırakıp bedenime geri döndüğünü hissettirdi. Önce bayıldığımı sandım ama arkasından demek ki çıkıp geri geldiğine göre ruh varmış diye düşündüğümü fark edince bayılmadığıma da kesin kanaat getirdim. İç çekişle başlayan homurdanma yatakta dönme sesinin ardından yüksek perdeden bir horlamaya dönüştüğünde derin bir nefes aldım. Kurtyemez teyze horluyordu. Bende horlarsam uyuyabilirmişim gibi geldi ama hiç sesim çıkmıyordu. Evcilik oynarken yapılan uyuma taklitlerinde uzanıldığı gibi horlanmaya başlanır ve bu sırada gözler hafif açık kalsa bile bu uzanmış olan kişinin uyuduğu anlamına geldiği gerçeğini değiştirmezdi. Radyo önce cızırdamaya başlamış sonra hepten iyice kısılmış bir cızırtıya dönmüştü. Radyonun kanal düğmesiyle oynayabilmek için kalkmaya çalıştığımda sesimin çıkmadığı gibi hareket de edemediğimi fark ettim. Üstelik duyduğum ve içerdeki odaların birinden geldiğine yemin edebileceğim bir sesi anlamlandıramadığım gibi duymadığıma da inandıramıyordum. Ses bir sürüklenme ile çıtırtı arası bir şeydi. Aslında düpedüz bir adım sesiydi ancak o sırada bunu itiraf edecek cesaretim yoktu. Sıcak olan nesneler soğuduklarında böyle sesler çıkartırlar diye inanarak tekrarladım. Camlardaki çıtlamalarda bundan dolayıdır geceleri. Camlar çıtırdarlar çünkü...çünkü camlar... Ses kendini horultunun içinde de apaçık duyulabilecek netlikte yeniden hatırlattığında artık kendimi kandırma ya da oyalama girişimlerinin sonu gelmişti. İçerideki odada biri ya da bir şey vardı. Orası kesindi. Kapısı kapalı mıdır diye bakmaya çekiniyordum. Kafamı kaldırıp o yöne doğru bakarsam biriyle, yabancı bir adamla göz göze gelecekmişim gibi geliyordu. Ağzımın kupkuru olduğunu dişlerimden biri dilimin üstüne düşünce farkettim. Dilimle oynadıkça bunun bir diş değil yediğim o kocaman lacivert eriğin çekirdeği olduğunu anladım. Başkasının eriğini izinsiz yemiştim bu yüzden kötü şans yakamı bırakmıyordu. Çekirdekten kurtulmalı onu olabildiğince uzağa fırlatmalıydım. Çekirdekten kurtulursam herşey yoluna girecekmiş gibi bir düşünceye kapılmıştım. Başımı biraz kaldırdım ama uzağa üfürmeye cesaret edemedim. Ağzımı açıp dilimle çekirdeği dışarı ittim. Yumuşak bir şeylerin üstüste yıkılmasına benzer bir ses geldi, nefesim kesilmişti. Ardından ahşap pencerenin açılırkenki pervaza sürtünme sesi yükseldi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Kendi sesim beni iyice cesaretlendirdi. Kısa bir süre sonra anlamlı bir kaç kelime dahi ettiğimi sanıyorum ki Kurtyemez teyzenin seslenişini işittim. Ayağa fırlamamla Kurtyemez teyzenin koridorda aksayarak gelişini görmem bir oldu. Bir elinde dayımın Kurtyemez teyzenin odunlarını kırarken kullandığı baltayı görmem bile beni bir an duraklatmadı. Koşarak sarıldım. Kollarımla onu çepeçevre sarıp kafamı yumuşak karnının üstüne gömmüş ağlıyordum. Bir eli beni kucaklamış halde dururken dışarıda ayak seslerinin uzaklaşmasını dinledik. "Bir daha eriklerinize hiç dokunmayacağım " diye ağlamayı sürdürdüm. O sırada olan biten herşeyin nedeninin ben olduğuma yemin edebilirdim. "Tamam oğlum geçti gitti, çoktan uzaklaştı" diye sırtımı sıvazladı. Oda kapısını açtığında yüklüğün devrilmiş olduğunu gördük. Yerdeki yorganların üstünden atlayıp pencereyi kapattı. Sonra hiç geçmeyen dakikalar birdenbire hızlı hızlı akmaya başladı. Telefon açtı, önce bizimkiler sonra diğer komşular evin içine doluştu, herkese ayrı ayrı olayı anlatırken İbrahim'in abisi daha fazla dinlemeyip komşu  gençleriyle birlikte sokaklarda hırsız avına çıktı. Yanlarında Bobo'da vardı. Kurtyemez teyzenin kendi odasındaki yüklüğün içindeki altınlara dokunulmamıştı. Ancak konuşulanlardan anneannemle oraya geldiğimizde hırsızın odada olduğu sonucunu çıkarmıştım. Kurtyemez teyze gelenlere benim ağlama faslımdan hiç söz etmediği gibi cesaretimi överek kalın bir battaniyeyle birlikte bir kase dolusu lacivert eriklerden yaptığı reçelden getirmiş, misafirlere çay servis etmeye başlamıştı. Salondaki iki kişilik kanapede kim olduğunu hiç hatırlamadığım birinin dizinde kalın bir battaniye altında dünyanın en güzel uykusuna daldım. 
Ertesi gün ev kadınlarının toplandığı tüm çeyrek altın ve kısır günlerinde, erkeklerin televizyon karşısında kağıt oynadıkları kasabanın bütün kahvelerinde, sokaklarda ve saçak altlarında en çok bu olayın konuşulduğundan emindim. Ancak bundan başka konuşulan bir şey daha vardı. Hoca Nazmi Ensari'nin gelişi. Hoca bir süredir dağ köylerinden birindeydi ve İbrahim'e sabah dün geceyi bütün ayrıntısıyla anlatırken servislerin kalktığı yere kadar gelmiştim. İki beyaz minibüs kalkıyordu. Servistekilerde dün geceyle ilgili sorular soruyor binmem için ısrar ediyorlardı ama binmedim. Çiseleyen yağmur altında Hoca Ensari'yi dinlemeye gidenlerin beyaz servislerin içinde uzaklaşmalarını seyredip merdivenleri ikişer ikişer tırmanarak eve döndüm. Öğleden sonra İbrahim döndüğünde Hoca'nın seccadesinin üzerinde uçmadığını ama gizemli bir olayı aydınlığa kavuşturduğunu anlattı. Geçen sene dağ köylerinden birine öğretmenlik yapmaya gelmiş adamın atının karda yürürken neden durduğunu açıklamıştı Hoca. Öğretmen komünist olduğu için bu dağa sürüldüğü haberi onun oraya varmasından daha önce ulaşmış, köylü ona karşı hep mesafeli durmuştu. Dağların karla kaplandığı günlerden birinin gecesinde öğretmenin bebeği ağlamaya başlayınca karısı onu köylülerden süt bulması için yollamış ancak köylülerin çoğu kapıyı açmamış, açanlarda sadece "kendimize yetesiye kadar var" diyerek geri çevirmişti. Köylülere kızan öğretmen ahırların birinden çaldığı bir atla sabaha karşı kasabaya doğru yola çıkmış ve saatlerce at sürmüştü. Fakat yolun bir yerinde at birden durmuş şaha kalkmış ve yürümemişti. Öğretmen atından inip dizginlerinden çekerek onu ilerletmeye çalışsa da at bu yönde bir adım daha atmayı kesin biçimde reddetmiş, beyaz örtüde bir U çizerek yoluna devam edebilmiş ve kasabadan aldığı kutu sütleri köye götürebilmişti. Buraya kadar bütün kasaba gibi ben de hikayeyi biliyordum. Hoca Ensari'ye bu olay anlatıldığında köylülere süt vermedikleri için kızmış ve atın önünde durduğu yerde bir evliya mezarının, bir yatır'ın olduğunu söylemişti. Komünist öğretmen inançsız olduğu için evliya yalnız ata görünmüş ve mezarını çiğneyip geçmesini engelleyerek onu büyük bir günahtan kurtarmıştı. İbrahim, sohbetten sonra servisle dönerken köyden kadınlı erkekli kalabalık bir grubun anlatılan yere ellerinde renkli bez parçalarıyla yola çıktığını görmüştü. 






11


Gong Vuran Saatler


Ertesi hafta Hoca Nazmi Ensari'yi dinlemeye ben de gittim. Merdivenleri indim ve servislerden birine oturdum. Servis dolduğu halde binmeye çalışan birkaç kişi oldu. Geçen haftakinden daha kalabalıktı. Bana soru soran meraklı teyzelerden bir tanesinin kucağına geçip annemin haberinin olduğunu ve Emre'nin neden gelmediğini bilmediğimi söyledim. Aslında biliyordum Emre'nin neden gelmediğini. Emre'lerin salonlarında aile büyüklerinden birine ait olduğunu düşündüğüm bir resim görmüştüm. Büyük dedesi belki. Kılıcıyla duruyordu. Aynı kişinin bir başka resmi de mutfakta asılıydı çünkü. Çok kararlı bakıyordu. Dün bu kişinin Hz. Ali olduğunu söylemişti bana. Okul koridorlarına asılı sözlerden birini söylemiş bir kişiydi o. "Kalem kılıçtan güçlüdür" yazısının yanında aynı ince ahşap çerçeve içinde beyaz bir kağıt üstüne "Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum" yazıyordu lacivert mürekkeple. Bunun bir problem olmayacağını söylemiş, bu hafta çocuklara çizgi dergi ve geçen haftaki gibi kahverengi akide şekeri dağıtılacağını da eklemiştim. Ancak o kafasını iki yana sallayarak "Aleviymişiz biz" diye iç çekti. Annesine göre Emre'nin bu yüzden köye gelmesinin mümkün olmadığı gibi, bunu sokakta ya da okulda söylememizde pek doğru olmayacaktı.
Dağ köyüne kıvrılan yoldan geçerken servisteki herkes eliyle yolun kenarındaki cılız bir ağacı işaret etti. Yatırın olduğu yer işte burasıydı. Ağacın bütün dallarına renkli bez parçaları bağlanmıştı. Kucağında oturduğum kadına merak içinde neden bu ağaca bez parçaları bağlandığını sordum. Dilek dilemek için buraya gelip bez parçası bağlayabileceğimizi, eğer dileğimiz hayırlıysa kabul de edilebileceğini dinlerken, anneme verdiğim söz yeniden aklıma geldi. Kalan bütün yol boyunca sustum. Kötü şans yakamı bırakmayacaktı. Annem kimseye hiçbir şey sormamam gerektiğini defalarca tekrar etmişti. Eğer ne yapacağımı bilmediğim bir durumla karşılaşırsam yanımdakilere bakmalı, onlar ne yapıyorlarsa ben de aynısını tekrar etmeliydim. Servisten inip toprak yoldan yürüdük. İbrahim'in anlattıklarından buranın geçen haftaki köy olmadığını anlamıştım. Burası bayırları, yokuşları olmayan dümdüz bir ova köyüydü.  Kamyonların ve traktörlerin bıraktığı geniş lastik izlerinin içi çamurla doluydu. Bizi gören köpekler telaşa kapılmış halde bahçelerinin önüne koşup hep birlikte havlıyorlar, bu havlamalar bazen karşımızda yükselen iki dağın eteklerinde yankılanıyordu. Dağların üstleri de aralarından görünen gökyüzü gibi açık mavi renkteydi. Buradan sonra sadece gökyüzü vardı. Dünyanın sonuna varmıştım. Üstümüzdeki gökyüzünü ince bir buz tabakasının arkasından seyreder gibiydik. Bulutlar bu ince buz tabakasının arkasında yavaş yavaş hareket ediyorlardı. Buzlar kırıldığında bulutlar aşağı düşecek ve her tarafı sis kaplayacaktı. Ayakkabılarımızı tek katlı geniş bir evin önünde çıkartıp içeri girdik. Yerlerin her tarafı halıyla kaplıydı ve hiç koltuk yoktu. Sedir de yoktu. Bütün duvarlar boyunca dümdüz uzun minderler uzanıyor, masalar dizlerimin biraz yukarısına geliyordu. İçerideki kalabalık bizim gelişimizle birlikte hareketlenmiş, bağdaş kuranlar yavaş hareketlerle kalkarak bize yer açmak üzere toparlanmaya başlamışlardı. Herkes bazen yanına arkasına dönse de belli bir yöne doğru oturmuşlardı. Diğer çocuklarla birlikte ben de en öne geçip dizlerimin üstünde oturup beklemeye başladım. Duvarlarda çerçeveler içindeki  yazılar arapça olduğu için ne yazdığını okuyamıyor, etrafımdakilere de soramadığım için sıkıntıyla sürekli oturuş şeklimi değiştiriyordum. Pencerenin hemen yanına asılı bizim salonumuzda da bulunan ezan saatlerini gösteren, her bir yaprağının arkasında değişik hikayeler, yemek tarifleri ve o gün doğan çocuklar için isim önerileri bulunan kahverengi yapraklı takvimi görünce bir an için çok sevinsem de hocanın gelişiyle başlayan sessizlik beni yine tedirgin etti. Onun çok ciddi biri olduğuna ve hiç gülmediğine öyle büyük bir kesinlikle inanmıştım ki bizimle gülümseyerek konuşmasını şaşkınlıkla izliyordum. Bazılarımızın isimlerini soruyor ve birkaç defa duyduğunu tekrar ettikten sonra "İsmi güzel, kendi güzel, ne güzel" diyerek bu ismi de çok beğendiğini belli ediyor, bunu bir tekerleme ya da bir oyun gibi anlattığı bir konudan başka bir konuya geçerken yüzündeki memnuniyet ifadesiyle sıkça yapıyordu. Konuşmasının büyük kısmı anlaşılmaz olsa da konularının arasına pek çoğu Arap olan kahramanların başından geçen kısa hikayeleri sıkıştırıyor, bunları hepimiz merakla dinliyorduk. Çok sıkıldığımız ve artık dinlemeyi bırakmış olduğumuz bir anda hocanın ağzından Coca Cola ve Mickey Mouse kelimelerini duyunca ön sırada dizlerinin üstünde oturan diğer çocuklarla birlikte yeniden dikkat kesildim.
Coca Cola depolarında fareler dolaşıyor ve cola şişelerinin içine böylece fare pislikleri de doluyordu. Bizi bunlarla yavaş yavaş zehirliyorlardı. Onlar bizim huzurlu bir hayat yaşamımızı istemiyor ve din dışı bir eğitimle kalplerimizi de zehirliyor, bizi birbirimize düşman ediyorlardı. Onların kim olduğunu kesin olarak söylememesine rağmen ben, onların kovduğumuz düşmanların ajanları olduğuna inanıyor, yine de tam olarak kimler olduğunu çıkartamıyordum. 
"Coca Cola'yla girer bunlar içimize, Mickey Mouse'la, Barbie ile girer" dedi Hoca. Şimdi artık hiç gülümsemiyordu. "Kızlarımızı Barbie gibi giydirmek isteyenler, islamca mekruh bir hayvanı bize sevimli göstermeye uğraşmaktadırlar" diye bitirdi. Önündeki bardaktan bir yudum su alarak kendi kendine birşeyler mırıldanmasının ardından saatlerden bahsetmeye başladı. Dedem sadece saat tamir etmiyor, saat de satıyordu. Bu yüzden bu konunun beni de ilgilendirdiğini düşünüyor ve dikkatle takip etmeye çalışıyordum. Önce kapı zillerinden bahsetmişti. "Din dan don" diye çalan kapı zilleri aslında bizim için hazırlanmış sinsi bir tuzaktı. Bu sesin gerçek manası  olan "Din den dön" kelimeleri zili her duyduğumuzda  fark etmeden içimizde yankılanıyor, böylece bize sinsi tuzaklar hazırlayanlar, içimize fesat sokup bizi birbirimize düşürenler asıl amaçlarına bir adım daha yaklaşıyorlardı. Gürüldeyerek yanan kömür sobasının yanında oturanlardan birine kanarya ötüşlü kapı zillerinin mi, yoksa din dan don diye çalan kapı zillerinin mi kulağa daha hoş geldiğini sordu. Bütün oturanlar yerlerinde kıpırdanarak, sobanın yanındaki adamın verdiği yanıtı onaylayacak biçimde tekrar ettikten sonra  Hoca, demek ki kanarya ötüşlü olanlar daha hoş olduğu halde diğerini kullanmanın, gerçeği de bildikten sonra bize yakışmayacağını belirtti. Ama bize hiç yakışmayacak bir başka şey daha vardı. Bu da kilise çanı gibi Gong vuran sarkaçlı saatlerdi. Dedemin vitrinini aklımdan geçirdim. Saat başı içinden kuş çıkan ahşap saatler, karanlıkta da okunabilen fosforlu saatler, zamanı elektronik rakamlarla gösterenlerin yanında sarkaçlı saatler de vardı. Bunlar saat başı Gong vurur ve o dakikada dükkanda bulunursak aynı anda Gong çalarak ortalığı gürültüye veren bu saatlerden biz de zaten hiç hoşlanmazdık. Gong çalan saatler din dışı bir icat olduğundan yasak edilmeliydi. Bundan sonra kol saatlerimizi de sağa takmamızın da daha doğru olacağını öğrendik. Sağ olan temiz sol olan kirliydi çünkü. Zaman da kutsal olduğundan saatler sağa takılmalıydı. Fakat bunun açıklamasını içimden tane tane tekrarlasam da hala anlayamıyor, sohbet bitip sorulara geçildiğinden bunun nedenini sormamak için büyük bir çaba sarf ediyordum. Ortaokula geçtiğimde bir saatim olacaktı çünkü. Ama üç senem daha vardı nasıl olsa. Hoca gelen bir soru üzerine, içimizde güzel duygular uyandırıyorsa müzik dinlememizde bir sakınca olmadığını söyleyince kalabalıkta bir kıpırdanma hissettim. Müziğin şeytan işi olduğuna inandığı için hiç müzik dinlemeyen Soner'in babasına bakıyorduk. O sırada onunda burada olduğunu soruyu sorana dek fark etmemiştim. Hoca Nazmi Ensari, uzun siyah beyaz sakalını eliyle yoklayarak pembe dizilerden bahsedince fısıldaşmalar arttı. Pembe diziler ve Brezilya dizileri de bizim hayatımıza uyan şeyler olmadığından seyredilmemeliydi. Eğer kendimiz seyrediyorsak dahi, gençlerimizi ve çocuklarımızı mutlak suretle uzak tutmalıydık. Çünkü bu masum biçareler farkında olmadan bu hayatlara özenebilir, onları taklit etmeye uğraşabilirlerdi. Bu dizilerde büyük günahlar özendirici biçimde sunulmuyorlar mıydı? En masum görünen ay yüzlü Melanie bile evli olduğu halde kocasının arkadaşlarıyla zinaya tutuşmamış mıydı? Kalabalıktan bu sözleri de onaylar biçimde mırıldanışlar yükseldi. Dinlediklerinden tatmin olmayan çocuklardan biri kıyametin ne zaman kopacağını sorunca Hoca Nazmi Ensari ciddi bir sesle kıyametin ne zaman kopacağını söyleyen şarlatanlara kıymet vermememizi söyledi. Ancak ne olacaksa bu dünyada olacaktı. Uzaya gönderilen füzelerle, gemilerle başka yerlerde yaşanıp yaşanamayacağı gibi çocukça sorularla uğraşılması yararsızdı. Kıyamet günü uzaya gönderilmiş insanlar varsa, bundan onların da kaçamayacaklarını kesin bir dille belirtti. Bu büyük bir israftı. O roketlerin parasıyla nice açlar doyurulabilirdi. Kıyametin yakında ya da çok uzun zaman sonra kopacağını söyleyebilmek gayptan haber vermek olurdu ki bu hem mümkün değildi, hem de bunu denemeye çalışmak bile büyük bir günahtı. Anlattıklarından kıyametin yakında kopmayacağı izlenimini edindiğimiz için heyecanımız yatışmıştı. Hoca önündeki kitapları üst üste koyarak "Hadi çocuklara şekerlerini dağıtın" diye birdenbire konuşmasını bitirdi. Kalkarken bu sohbetleri daha büyük yerlerde yapmamız gerektiğini etrafındakilere Hocanın da duyabileceği yükseklikte ateşli bir dille söyleyen gence "İnşallah o da olacak" diye seslendi. Herkes saygıyla sessizleşmişti yeniden.  "Daha büyük yerlerde de sohbetler yapacağız camilerde de, okullarda da. Güzel günler geldiğinde" dedi kalkarken."Hayırlısıyla inşallah" Hocanın yanına gelen kısa turuncu sakallı, bembeyaz tenli bir genç çarşamba günleri sadece büyüklerin ağırlanacağı bir sohbetlerinin olduğunu ve sohbetten sonra da etli pilav ikram edileceğini duyurdu. 
Şekerlemelerle birlikte dağıtılan dergiyi Emre'lerde açıp sıkıcı çizgi romanlarıyla yazıları bir hamlede geçip orta sayfasındaki "Hedefe Ulaşma" isimli oyununu oynadık. Zar atmak büyük bir günah olduğu için birden altıya kadar arkasında numaralar yazan kartlardan seçip açarak, kartların üstünde yazan rakam kadar ilerliyorduk. Son kareye varan hedefe ulaşmış oluyordu. Televizyondaki ilk skeçte Kanguru kardeşler antenle oynayarak televizyonu ayarlamaya çalışıyorlardı. Şans kutusu yarışması, iki takım elbiseli şarkıcı ve kafasıyla tuğla kıran adamın ardından Yaşlı Kanguru yeniden sahnede görününce oyunu bırakıp merakla beklemeye başladık. Ayça ve Yaşlı Kanguru aynı sahnedeydiler ancak çok uzak yerlerden telefonla konuşuyormuş gibi yapıyorlardı. Yaşlı Kanguru, Ayça'nın söylediklerini hep yanlış anlıyor, her yanlış anlamasında seyircilerin gülmesi bitene kadar susup, son kelimelerini söyledikleri halde öylece kalıyor, seyirciler yeniden sessizleştiğinde konuşmaya devam ediyorlardı. Emre'nin annesi Cemal amcanın da ön sıralardaki seyircilerin arasında olduğunu gösterdi. Yaşlı Kanguru patronunun yemeğe geleceğini ama kendisinin yemek yapmayı hiç bilmediğini söylemiş, telefondaki Ayça'yı evin büyük kızı zannederek ondan yemek tarifi istemişti. Ayça'nın o anda uydurduğu tariflerdeki malzemeleri Yaşlı Kanguru bir bir tencerenin içine atıyordu. Seyirciler gülmesine rağmen ortada ne saçılan unlar ne de yanan tencereler vardı.
Ayça ertesi gün döndüğünde program yönetmeninin sahneye dekor konmasına izin vermediğinden son anda haberleri olduğunu söyledi. Kasabanın bütün çocukları tanıyordu artık Ayça'yı. Tenefüslerde tahtaya çıkanlar onun ismi skeçte hiç söylenmemiş olmamasına rağmen Yaşlı Kanguru ve Ayça oluyor, uzak yerlerden telefonla birbirlerine yanlış yemek tarifleri veriyorlardı. Yaşlı Kanguru salı sabahı ona gittiğimizde kasabada tiyatro kursu açacağını, hevesli çocukları ve gençleri çalıştıracağını söylediğinde huzursuzluk içinde birbirimize baktık. Yaşlı Kanguru bu halimizle alay ederek popülerliğimizin azalacağından endişe etmemizi tembihledi. Yeni gelecek çocuklar ve gençlerle birlikte yakında bir oyun hazırlamaya başlayacaktık. O gün Yaşlı Kanguru okula bizimle birlikte geldi. Ayça ile birlikte sınıf sınıf dolaşarak kursunun herkese açık olacağını söyledikten sonra aynı kelimeleri tekrarladı. Tiyatro, insanı, insana insanla anlatan bir sanattı ve biz de tiyatro yapacaktık. Öğleciler ve sabahçılar için iki ayrı saat belirlemişti. Kasaba merkezinde duvarlara küçük el ilanları yapıştırılmıştı. Bu ilanlarda elemelerin Yaşlı Kanguru tarafından bizzat gerçekleştirileceği de yazıyordu. O gün okulda ve eve dönerken karşılaştığımız herkes bize orada neler yaptığımızı sordu. Ayça bundan sonra filmlerde de oynayacak mıydı? Yaşlı Kanguru'nun okula gelirken yanında taşıdığı dört silindir kutu neydi? Satranç takımları olduğunu anlatmıştık. Yaşlı Kanguru'nun konuştuğu öğretmenlerden biri, isteyen öğleci öğrencilere dersten önce satranç öğretmeye gönüllü olmuştu. Müdür karşı çıkmamış mıydı? Kasaba merkezine o el ilanlarını kim yapıştırmıştı? Bilmediğimizi tekrarladık. Eve vardığımızda dışarı çıkmayı artık hiç istemiyorduk. Olanlardan huzursuz olsak ta, herkesin bizimle ilgilenmeye başlamasından da bir yandan büyük bir memnuniyet duyuyorduk. Canımızı sıkan tek şey Ayça'nın mahallede günlerdir televizyonda giydiği ve yürüdüğü zaman dizlerinin açıldığı fırfırlı etekle dolaşıyor olmasıydı. Ancak sokak sadece akşamleyin kalabalık oluyordu. Çünkü Hoca Nazmi Ensari'nin gelişiyle birlikte hafta sonu kurslara gidenler artmıştı. Onlar çoğunluktaydı ve bize şüpheyle bakıyorlardı. Hatta ortaokula başladığı halde ücretsiz olan hafta sonu yatılısına göndermeyen ailelelere karşı da benzer bir kuşku oluşmuştu. 
Ertesi gün Yaşlı Kanguru ile pandomim çalıştıktan sonra okula dönerken arka sırada oturan Turuncu Kafa, Şişman ve Ramazan yanımıza gelip kasabadaki el ilanlarının geceleyin yırtılmış olduğunu bildirdi. Okula öğle yemekleriyle birlikte erkenden gelmiş olan ve satranç dersi alacaklarını düşünen öğleci öğrenciler bahçede kovalamaç oynuyorlardı. Sene sonunda bir turnuva yapılacağı ve kazanana bu satranç takımlarından hediye edileceği haberi yayılırken öğretmen bugün dersten vazgeçtiğini açıklamıştı. Sıralar oluşurken bizim sınıftakilerden öğretmenin birdenbire vazgeçmesinin Hoca Nazmi Ensari'nin dünkü sohbetinde anlattıklarıyla ilgili olabileceğini dinlemiştik. Hoca Nazmi Ensari, Yahudi olup olmadığı bile belli olmayan bir adamın kasabamızdaki faaliyetlerinden rahatsızlık duyduğunu açıklamıştı. Pek çok kişiye göre yahudi olup olmadığı belli olmayan ve buraya geldiğinden beri bir defa olsun camiye gitmediği de herkesçe bilinen, daha kendisine söylenenleri dahi doğru düzgün anlayamazken çocuklarımızı ona emanet etmemizi isteme cüretini kendinde bulmuş olan bu adam Yaşlı Kanguru'dan başkası değildi.







12

Başka Bir Araba Daha 

Bakkal masanın üstüne sürdüğüm yirmiliği geri uzattı.
"Bunu yazıyorum" dedi. Elindeki tükenmez kalemle karelere ayrılmış beyaz bir kartona üç ekmek diye not edişini izledim. Hayretle ona baktığımı görünce  "Bozuk yok" dedi sinirli bir sesle. "Keyfimden değil heralde. Gece dükkana girmişler, çekmecedeki bütün bozuklukları yürütmüş gidinin evlatları, koy cebine paranı düşürme sonra" 
Bakkala az önce girmiş olan  Halim amca "Geçmiş olsun, var mı başka bir zarar ziyan" dedi gazetesinin arasına ekmeğini koyarken.  Neslihan teyzeyle Halim amcanın hiç çocuğu olmadığı için sabahları bakkala kendi gelir ve yakalanırsak bizi soru yağmuruna tutardı. Yanağını sıkıp, saçlarını karıştırdığı çocuklara "pek akıllı pek bir cin" olduklarını söyler, ardından pek şirin, pek uslu, pek terbiyeli diye daha aklına başka ne gelirse sayıp dökerdi. Halim amcanın çocuğu olmadığı için herkes ona üzülür ve acıyarak bakardı. 
"İki büyük rakı almışlar" dedi bakkal. "Kapı da açık kalmış sabaha kadar" 
Halim amca herhalde kendisinin de üzülebileceği ve acıyarak bakabileceği birini bulmuş olduğu için memnun görünüyor, benimle ilgilenmiyordu. Bakkala ardarda sorular sorular sorarken tezgahın yanındaki demir kancaya takılı eski gazete yapraklarından birini çekip aldım. Ekmekleri bu kağıda sarıp varlığımı fark etmesin diye bir şey daha söylemeden çıktım. Bakkalın "Ulan, ulan" diye bağırışını duyunca bir an bana sesleniyor sanarak korktum. Gazetelerin önünde durmuştum. "DOĞRUYOL'DA DEĞİLİZ" yazıyordu bir tanesinde büyük harflerle. Hemen altındaki gazetenin başlığı  yeniçağ masalının sona erdiğini haber veriyordu.  Hala ağzına ne gelirse söyleyen bakkalın, hırsızların bir karton Marlboro'yı da çıkarken yanlarına almış olduklarına sinirlendiğini anlayınca çalılıklara doğru yürüdüm yeniden. Hızlanmıştım. Karton tünelden geçip İbrahim'lerin bahçesine çıktım. İbrahimler balkonda kahvaltı ediyorlardı. Toprak yokuşu koşarak tırmanırken "Bakkalı soymuşlar" diye bütün gücümle bağırdım. Şükriye teyze ayakta çay dolduruyor, İbrahim'in babası yeniçağ masalının sona erdiğini haber veren gazeteyi okuyordu. Şükriye teyzenin "Allah aşkına" diye bağırmamasından bundan daha önce haberlerinin olduğunu anlamıştım. Bozukluklardan başka bir şey alıp almadıklarını sorunca "İki büyük rakı bir de kartonla Marlboro almışlar" dedim. Şükriye teyze süt kaymağının üstüne cömertçe döktüğü vişne reçelli ekmeği balkondan bana uzattı. Almak istemedim. Darılacağını ve buna anneannemin de çok kızacağını söyleyince alıp, hemen orada yemeye koyuldum. 
"Kurtyemez'in evine girdiler, Saliha'ların evine girdiler, şimdi de bakkal soyuyorlar, yarın önümüzü kesecekler, bu mahalleye dadandı bunlar"
İbrahim'in babası ilgilenmez görünüyordu. Gazetesini katlayıp çayını karıştırırken "Ya girmiş te ne yapmış adam?" dedi."Bozukluk almış. Kurtyemez'den bir şey alamamış, alabilene aşkolsun zaten, Salihaların teybini götürecekmiş onu da pencerenin kenarında bırakıp kaçmış, beceriksizin teki belli ki"
İbrahim benim yanıma elinde bir kartonla gelmişti. Kartonda kesilecek hiçbir yer yoktu. 
"Ne ki ulan bu" dedim.
"Bu" dedi "Kovboy kasabasının toprakları, her gün bir ev verecekler ve buralara yapıştıracaksın, gelecek haftaya bütün kasaba dolacak" 
Elimde büyük gerçek bir kasabayı tutuyormuş gibi, yere paralel tutarak inceledim. Dikdörtgen boşlukların arasından toprak yollar  geçiyor, yolların sonunda çöl başlıyordu.
"Dün verdiler ama" dedi İbrahim. "Kaçırdın sen, bugün evlerden ilkini veriyorlar"
Anneannem mutfak penceresinden bana seslenince Şükriye teyze balkon köşesine gelip "Leyla Teyze duydun mu, bakkalı soymuşlar" diye bağırdı bizim eve doğru. Bir an dalgınlıkla Leyla hanımın kim olduğuna bakmak için pencereye döndüm. Anneannem "Kim soymuş?" diye karşılık verdi. Öylesine sorduğunu belli eden bir sesle söylemişti bunu. Mutfaktayken yanına gidip heyecanla başımdan geçenleri anlattığım zaman bana sorduğu sorulara benziyordu. Aynı heyecansız ve aldırmaz sesi tanımıştım. Bununla ilgilenmediğini belli etmişti. Ama Şükriye teyze küçümsemesini saklamayacak bir sesle "Hırsızlar Leyla Teyze, hırsızlar" diye daha da yüksek sesle sanki çok yaşlı bir insanla konuşuyor da karşısındaki onu duyamıyormuş gibi cevap verdi. Canım sıkılmıştı. Anneannem ben bilmem anlamında başını sallayarak "İyi" dedi. "Ne yapalım, hayırlara vesile olsun" Pencereyi yavaşça kapatıp, perdeyi çekti. İbrahim'in babası kükremişti ama. "Geç içeri" diye bağırdı. Kendi de içeri girip kapıyı örttüğü halde sesini duyabiliyorduk. "Senin alaya almaya kalktığın o kadın senin gibi on tanesini cebinden çıkarır" diye bağırmıştı. "Yedi tane çocuk büyüttü o, çingenelik etme" Şükriye teyze buna alçak bir sesle karşılık verdi ama ne söylediğini anlayamıyorduk. "Olmayabilir" diye bağırdı yeniden İbrahim'in babası. "Senden benden iyi bilir ama herşeyi, merak etme" Tahta kapıdan geçip merdivenlerden inerken Şükriye teyzenin, anneannem'in okuma yazmasının bile olmadığını söylediğini anlamıştım. Kapımızın önüne varmadan önceki ortancalarla çevrili beton alanda durup İbrahim'i bekledim. Bana sesleniyordu. Yanıma koşup elindeki kartonu "Sende kalsın bu" diyerek uzattı. Evleri birlikte yapacaktık ve bu bizim kasabımız olacaktı. Kovboy kasabasının ismini de benim koymama izin veriyordu. Yeniden kartonu elime aldım ama artık çok meşgul olduğumu söyledim. Bunlara ayıracak vaktim yoktu. Yaşlı Kanguru'nun gülümsemesiyle söylediğim bir Yaşlı Kanguru cümlesiydi bu. Yahudi olup olmadığı, tehditlerden çekinip çekinmediği, silah taşıyıp taşımadığı gibi onun umursamadığı sorular sorduğumuzda onun yaptığı gibi küçümseme dolu bir gülümsemeyle söylemiştim bunu. Elimin tersiyle sağ yanağımı onun gibi yukarı doğru  kaşıyarak şimdi gitmek zorunda olduğumu bildirdim. Sedirin üstünde kahvaltı ederken Köle İsaura'yı seyreden anneanneme neden okuma yazma öğrenmediğini sordum. Kız çocuklarının onların geldiği yerde okula gönderilmediğini öğrendim. Çünkü okula giden kızlar büyüdüklerinde sevgililerine mektup da yazabiliyorlardı. 
Okula vardığımda dışarıda beni bekleyen Emre'yle birlikte turuncu binaya girip bodrum katına indik. İki tane sarı ampulle aydınlanan alan ince bir halıyla kaplanmış, masa tenisi masaları koridorun sonundaki odaya taşınmıştı. Her cuma, hafta sonu için yeniden yerlerine çekiliyorlardı. Yaşlı Kanguru elemelere beklediğinden az kişi gelmiş olduğundan eleme yapmamıştı. İkisi ortaokuldan sekiz öğrenci duvara dayalı minderlerde bağdaş kurmuş halde oturuyor ve onu dinliyorlardı. Minderleri herkes kendi evinden getirmiş olduğu için farklı büyüklük ve değişik desenlerdeydi. Yaşlı Kanguru onların önünde yürüyerek konuşuyor ve "çapak" problemini anlatıyordu. Hareketlerin kesintisiz bir sürekliliği olmalıydı. Fazla, gereksiz tek bir mimik bile hareketin akışında bir çapak yaratabilirdi. Bunları defalarca dinlediğimiz için derslerin yalnızca ikinci yarılarına geliyorduk. Sessizce basamaklardan kalkıp duvarın köşesinde dikilmeye başladık. Yaşlı Kanguru elini çırparak "Haydi bakalım, yeniden deneyelim" diye seslenip kenara çekildiğinde çocuklar kalkıp rasgele yürümeye başladılar. Duvarla karşılaşınca dönüp, geldiklerinden farklı bir yöne gidiyor, birbirleriyle karşılaşıyor ve hareketlerinin akışını bozan bir yığın baş ve kol hareketi yapıyorlardı.  Bu çocuklarla birkaç hafta içinde Peter Pan'ı çalışmaya başlayacağımızı düşünmek hevesimizi kırıyordu. Benim yazları sık sık İstanbul'a gitmemden rahatsızlık duyan Yaşlı Kanguru, Peter Pan'ı Emre'ye oynatmakta karar kılmıştı. Ara verdiğinde Kaptan Kanca olacağına inandığımız ortaokul son sınıfa giden çocukla konuşuyordu. Biz de siyah önlüklerimizi çıkarmış, oyuna girecek yedek oyuncular gibi köşede ısınma hareketleri yapıyorduk. Yaşlı Kanguru neşeli görünüyordu. Emre'yle soru sormak için doğru bir zaman olduğunu düşünüp yanına gittik. Yaşlı Kanguru, Kaptan Kanca'ya  kestirdiği boy aynasının ne zaman takılacağı konusunda sıkıştırıyordu. "Siz kolye takıyor musunuz?" dedi Emre. Yaşlı Kanguru şaşkınlıkla bakınca "Haçlı kolye falan" diye açıkladım. Emre'nin Yaşlı Kanguru'nun oyununda Hristiyan bir çocuğu canlandıracağı fikri yaygınlaşınca, Yaşlı Kanguru'nun da aslında Yahudi değil Hristiyan olduğuna ve bu dini yaymak için misyonerler tarafından kasabamıza gönderildiğine inananlar da çoğalmıştı. 
"Ben kolye takamam Emre" dedi sıkılmış bir sesle. Suratını buruşturarak "Bileklik, kolye, saat … Hatta yüzük bile takamadığım için evlenemiyorum" diye güldü. "Bunlar rahatsız eder beni. Ama seni rahatlatacaksa" diyerek gömleğinin üstten iki düğmesini çözüp, boynunda hiçbirşeyin takılı olmadığını gösterdi. "Kim merak ediyordu bunu" diye sordu sakince. Gülümsemiyordu şimdi. "Semih abilerin mi, yoksa sizin sınıftakiler mi?". "Bizim sınıftakiler" diye hemen yalan söyledim. Çocukların hepsinin susup bizi dinlemekte olduklarını farkettim. Böyle şeylerle uğraşacak vaktinin olmadığını tekrarladı Yaşlı Kanguru. Küçümseme dolu gülümsemesi geri gelmişti.
Oyunun tekslerinin dağıtılıp okuma provalarına başladığımız gün kasaba sokaklarında  ismi henüz duyulmamış bir kahraman, yolunu bu küçük kasabaya düşürmüş iki yabancı gibi dolaştık. Kıyafetini değiştirip halkın arasına karışmış uzak bir ülkenin prensleri gibiydik. Kimse gerçekte kim olduğumuzu bilmiyordu. Yaşlı Kanguru bizim ileride büyük işler başaracağımızı ama şimdilik derslerimize çok dikkat etmemiz gerektiğini söylemişti o gün. Bahçede ellerimiz başımızın altında uzanırken VU gu-guk diye bağıran kuşun aslında ne söylediğini Emre'ye açıkladım. Dayım İstanbul'a gitmişti ve annem de boşanma mahkemesi için sık sık İstanbul'a gidip gelmeye başlamıştı. Annem bana hiç derslerimi sormuyor çünkü neler olup bittiğini ona bu kuşlar haber veriyorlardı. "VU gu-guk VU gu-guk Vuu gu-guk". Emre önce bunun saçmalık olduğunu ve benim duyduğu herşeye inanan aptaldan da daha aptal olduğumu söyledi. Dikkatli dinlemesini söyledim. Ağzı yavaş yavaş yuvarlak bir halka olana dek açıldı şaşkınlıkla. Göremediğimiz bir kuş "Kaan'ın dersleri çook iyi" diye üç defa tekrarlıyor, "Çok çok iyi" diye bitiriyordu dördüncüsünde. "Çok çok iyi."
Ertesi sabah çizgili pijamalarımla beslenme çantama yumurta koydurmamak için annemle tartışırken Yaşlı Kanguru arayıp bugünlük okuma provasının iptal edildiğini söyledi. Hastaneye bir arkadaşını ziyarete gidecekti ve bizimde kendisiyle gelmemizi istiyordu. Kahvaltıdan sonra Emre'yle beni yokuşun başından alıp önce kasabadaki hastaneye sonra tren yoluna bir süre paralel ilerleyen, otobüslerin gittiği yoldan şehirdeki hastaneye sürdük. Motorsikletten düşen arkadaşını bu sabah şehirdeki büyük hastaneye naklettiklerini ve en az bir ay kaşık sedyede yatmak zorunda kalacağını öğrenmiştik. Yaşlı Kanguru, kaşık sedyede yatan insanların boynunu ve sırtını hiç hareket ettiremeyeceğini söylemişti. Şehirde bazen ara sokaklara girip bir dükkanın önünde duruyor, elinde poşetle topallarak dönüyor, sonra aldıklarını ön koltuğa yerleştirip sürmeye devam ediyordu. Böylece büyük bir demet çiçek, kolonya, walkman ve pek çok kaset almıştı. Onu zorla bindirdikleri bir minibüsten aşağı ittiklerini, dizinin üstüne düştüğü için şimdi topalladığını anlatmıştı. 
"Nereye götüreceklerdi peki?"
"Bilmiyorum Emrecim"
"Madem aşağı iteceklerdi de niye zorla bindirdiler o zaman?" dedi Emre. 
"Çünkü Semih abilerin motorsikletlerle gelince korktular Emrecim, arabanın yanında sürdüler, önüne geçtiler. Minibüstekiler de korktu, yavaşladı, beni aşağı fırlatıp sürmeye devam ettiler" 
"Sen de korktun mu?" dedim cesaretle. 
"Selim amcanız hiçbir şeyden korkmaz" dedi Yaşlı Kanguru gözünü yoldan ayırmadan. Arabanın içindeki uğultu giderek artıyordu. Onları takip etmeye çalışan motorsikletli arkadaşına da o beyaz minibüs çarpmıştı. 
"O düşünce öldü sanıp korkmadın mı peki?"
"Endişe ettim" dedi Yaşlı Kanguru. "Endişe etmekle korkmak ayrı şeylerdir" 
"Endişe ettin mi peki" diye Emre ısrarla devam etti. 
"Ettim, çok endişe ettim" diye sinirlendi Yaşlı Kanguru. Arabadan inerken, sıkıldığını belli eden bir sesle söylemişti bunu. Gazete bayisinden elinde pek çok dergiyle döndüğünde dergileri Emre'ye uzatıp, bunları Mithat abiye onun vermesinin daha uygun olacağını söyledi. Walkman'in ve müzik kasetlerinin bulunduğu paketi ise ben verecektim. Dergilerin arasında siyah beyaz çizgi romanlar da vardı. Bunlardan birini elime alıp üstündeki yazıyı okudum. İlkel Çağların Yenilmez Savaşçısı. Conan The Barbar. Kaslı, uzun siyah saçlı ve sinirli bir adam vardı kapağında. Elindeki kılıcını havaya kaldırmış halde, arkasındaki yarı çıplak kadına doğru onunla ilgilenmediğini belli edecek biçimde bakıyordu. İkimizde onun kadar güçlü ve aldırmaz bakışlara sahip olmak, kapağın hemen arka sayfasında yazılmış olduğu gibi sandaletlerimizle, at üstünde gezerek, kılıcımızla dünyaya adalet saçmak istiyorduk. Pencereden baktık. Araba durmuştu. Duran başka arabalar dışında hiçbirşey göremiyorduk. Hastanenin acil kapısından girince korku içinde Yaşlı Kanguru'nun elini tuttuk. İlerimizde duvara dayalı sedyede yatan sakalsız ama ihtiyar bir adam anlayamadığımız bir şeyler sayıklıyordu. Gözleri açık olduğu halde rüya görür gibiydi. Yattığı yerden doğrulmuş ince bir sesle sedyesinin hemen önünde duran ama bizim göremediğimiz birisini azarlıyordu. Yaşlı Kanguru danışmayla konuşurken kolunu kaldırmış halde bekleyen gencin yanında oturan rengarenk kıyafetli köylü kadının ağladığını gördük. Yaşlı Kanguru'nun arkadaşının yattığı odanın önüne çıktığımızda, girişte oturan gencin dört parmağını kıyma makinesine kaptırdığını öğrenmiştik. Ona yeniden bakmak için aşağı inmek istedik ama Semih abinin sakallı arkadaşı bizi durdurdu. Fotoğraf makinesini babasının kırdığı, şarap içen adamdı bu. Onunla konuşmak istediğimizde elini ağzına duvara asılı hemşire posterlerindeki gibi sessiz olun anlamında götürdü. Semih abinin dört arkadaşı daha buradaydı ama Yaşlı Kanguru tanımadığımız başka yaşlı adamlarla konuşuyordu. Semih abilerin dün gece kasaba merkezine giden taş parke döşeli yolda bulunmalarının asıl nedeninin, meyhaneden çıkanları takip eden gençlerin hadlerini bildirmek olduğunu öğrenmiştik. Birkaç haftadır göl kenarına inmiyor geceleri Keltepe'nin aşağısında içiyorlardı. Sesleri duyunca koşmuşlar, yetişemeyeceklerini anlayınca motorsikletlerine atlayıp takip etmişlerdi.
Semih abi "Fakat ilginç olan" dedi. "Bugün öğrendik ki Mithat'ı sıkıştıran başka bir arabaymış." Getirdiklerimizi yanına koyduğumuz arkadaşı gözlerini kapatıp açtı. "Arkası panelvanlı olanlardan" diye fısıldadı. Çok uykusu varmış gibi konuşuyordu. "Minibüs daha ilerideydi." 
"Başka araba ha?" dedi Yaşlı Kanguru. Onu ilk defa düşünceli görüyorduk. Yüzü gölgelenmişti. Onun bu halini Semih abi de farketmişti. Bir Semih abiye, bir Selim amcaya bakıyordum. Bir tuhaflık olduğunu seziyor ama isimlendiremiyordum. 
"Nasıl bir araba tarif edebiliyor mu?"
"Yok" dedi düz bir sesle Semih abi. "O önüne bakarken yandan gelip çarpmış, ardından zaten yarım saate yakın baygın yatmış. Gerisini de biliyorsunuz."
"Bindikleri araç çalıntı" dedi Yaşlı Kanguru  "Ya da sahipleri birkaç gün öncesinde araçlarının çalındığını bildirmiş" İkisinin arasında farkın ne olabileceğini bunu neden söylediğini anlamamıştık. 
"Diğer aracın plakasını alabildiniz mi?" 
"Hayır" dedi Semih abi iyice soğuk bir sesle. Onu kurtaran sanki onlar değilmiş gibi  düşmanca konuşmaya başlamıştı. Pencereden siyah camla kaplı U biçimindeki hastanenin karşı tarafı görünüyordu. Boynunu dahi kıpırdatamayacak biçimde sedyeye sabitlenmiş Mithat abinin geldiğimizdeki gibi yeniden uykuya daldığını fark ettik. Çıktığımızda Yaşlı Kanguru, sigortasının olup olmadığını sorunca "İşsizdir" dedi babası. "Ne sigortası" Koridorun bir tarafı oturma yerlerinin bulunduğu dümdüz bir duvar, diğer tarafı ise odalara açılan kapılarla kaplı olduğundan, burası uzun beyaz florasanlarla aydınlanıyordu. Koridorun sonundaki asansörün kapısı açıldığında bir koluna bağlı serumu diğer koluyla yukarıda tutan bir adam inip aramızdan geçti. Etrafa biraz bakındıktan sonra her basamakta durarak merdivenlerden aşağı  inmeye başladı. 
"Biz kasabaya dönüyoruz" dedi Yaşlı Kanguru. "Çocuklar okullarına geç kaldılar, gelmek isteyen varsa bırakabilirim."  Kimse gelmedi ama bizimle.  Mithat'ın ailesinin gönülsüzce karşı çıkmasına rağmen Yaşlı Kanguru yeniden aşağı indiğimizde hastane masraflarını ödeyip, bundan sonra faturanın  evine gönderilmesini istedi. Kendiliğinden açılan siyah cam bir kapıdan dışarı çıkıp, otoparkta arabamızı bulduk. Arka koltuğa oturup, hemen önümüze park etmiş gri arabanın sahibini arayan Yaşlı Kanguru'yu bekledik. Kirli ön camdan giren boğucu güneş ışığı arabanın içinde çizgi çizgi dağılıyordu. Emre'yle aramdaki boşlukta, hareket eden toz zerreleri bu parlak sarı ışıkla görünür hale gelmişti. Emre pencereyi aşağı indiren kolu çevirdiğinde, bu toz zerreleri de aniden birbirlerinin etrafında hızla dönmeye başlamış, insanlar ve arabaların seslerinden oluşan boğuk uğultu birdenbire keskinleşerek yükselmişti. Bulvarın öbür tarafında balon satan bir adam vardı. 
Şehir merkezinden çıktığımızda Yaşlı Kanguru boş yolda hızla sürerken başımızı birleştirdiğimiz kollarımızın üstüne koymuş, arka pencereden geride bıraktığımız yolu seyrediyorduk. Arabanın altından hızla fırlayan beyaz çizgiler, anneannemin siyah demir makasıyla yolu ortasından kesme isteği uyandırıyordu. 






13

Haksızlığa Uğradım

"Nereden öğrendin bunu ?" diye bağırdı annem. Kimsenin bizi görüp görmediğini anlamak için etrafına bakınıyordu. Onu ilk defa böyle kızgın görüyordum. Duvara yaslanmıştı. Ne yapacağını bilmez halde parmaklarını dalgalı saçlarının arasına sokmuş, ileri doğru bakıyordu. "Anne" diye bağırdım. Onun bu hali beni korkutmuştu.  Duvardan destek alıp doğruldu, içeri geçtik. Sedire oturduğunda beni kendine çekip sarıldı. "Bütün umudum" dedi. "Övüncüm, yaşam kaynağım" Hep tekrarladığı bu sözlerin şimdi artık ona acı verdiğini anlıyordum. Kollarının arasından  kurtulup kapıdan çıktım. Ona söyleyemezdim. Oysa sanki içimde tok sesli yaşlı bir adam bunun aksini söylüyordu. İşaret parmağını burnuma uzatmış halde bunu derhal yapmam gerektiğini haykırıyor, ben de "Ona söylersem neler olabileceğini bilseydi o da söylememi istemezdi." diye kendimi savunuyordum. Ona anlatamazdım. Bundan emindim. Şimdi gitmek ve saklanmak zorundaydım. Dayımın kaçak olduğu dönemde bir dağ köyüne saklandığını dinlemiştim. Belki ben de bir dağ köyüne gidip saklanabilirdim ama nereye gideceğime karar veremeden merdivenlerin başında duruyordum. Aslında İstanbul'a dayımların yanına gitmek istiyordum ama bu planı dikkatlice gözden geçirince yeniden buraya geri getirileceğimi de şaşmaz bir kesinlikle tespit etmiştim. Dayımlar konusunu aklımdan uzaklaştırınca Tanrı'dan yardım isteyebileceğim aklıma geldi. Ona inanırsam bana yardım edebilirdi. Siyah halkalı bir dağ arısı vızıldayarak geldi. Saksılardan birine yaklaşıp uzaklaşarak çiçekleri inceliyordu. Bunun bir işaret olduğunu hemen anladım. Dağ arıları her havada uçabiliyorlar ve upuzun dilleri sayesinde her çiçekten bal özü toplayabiliyorlardı. Yaşlı Kanguru bu siyah halkalı dağ arılarının sarı arılardan farklı olduğunu anlatmıştı. Onlara yaklaşıp inceleyebiliyorduk çünkü diğerleri gibi hırçın değillerdi. Yaşlı Kanguru'nun sakin ve çalışkan arıları birkaç gün önce sahipsiz kalmıştı. Kovanlarına senelerdir bakan dağ köylüsü bu işi bıraktığını bildirmişti ona. Dağdaki kovanlarına ben bakacak ve çoban köpekleriyle birlikte uyuyacaktım. Dağ arısının iri gövdesini kaplayan kara kıllara, ince şeffaf kanatlarına ve büyük siyah kafasına hayranlıkla baktım. Nereye isterse oraya uçabiliyordu. Önce umutsuz bir çabayla pencere camının içinden geçmeyi denedikten sonra bahçenin aşağısına doğru kayboldu. Dayımların yapacağı gibi Yaşlı Kanguru'nun da beni yeniden buraya geri getireceğini düşündüm. Buradan çıkış olmadığını anlamıştım. Geçen yaz kasabaya gelen sirke katılmadığıma pişman olmuş halde dağlara baktım. Yanyana yükselerek birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. Belki de ormana gidebilir ve orada vahşi hayvanlarla birlikte yaşayabilirdim. Ama ormanda gece çok zordu. Ormandan gelen tüfek sesleri, bir av tüfeği alacak kadar büyümeden oraya gidemeyeceğimi bana hatırlatıyordu. Dedemin de bir av tüfeği ve renkli domuz kurşunları vardı. Ancak çok ağırdı ve ben onu taşıyamıyordum. Yaban domuzundan nasıl kaçılabileceğini biliyordum gerçi. Çapraz koşu. Dümdüz koşmamalıydım. Ama kurtlar da vardı. Kurt sürüleri. "Beyaz Diş" te onların aç kaldıklarında birbirlerini de yiyebildiklerini okumuştum. Kurtyemez teyzeyi yememişlerdi gerçi, ama kuşkusuz beni yiyebilirlerdi. Tam dişlerine göre bir lokma olurdum. Aşağı doğru inen ondört taş basamağa baktım. Bir an önce büyümem gerekiyordu. Merdivenlere oturdum. Anneannem inip çıkarken biraz daha kenara çekiliyor ve başımı ellerimin arasına alıp bir şey söylememesi için düşünüyor gibi yapıyordum. "Taşa oturma soğuktur" dedi. "İçeri girmeyeceğim" diye haykırdım. "Bir daha o eve hiç girmeyeceğim". "Tamam" dedi anneannem şaşırtıcı biçimde. Yeni durumu kabullenmiş görünüyordu. "Ama altına al şu minderi sen gene de" Bir üst basamağa serdiği minderin üzerine oturdum. Sırtıma atılan bir kazağın kollarının boynuma dolandığını hissettim. Ani bir ilhamla kalkıp merdivenlerden atladım ve koşmaya başladım. Hiç çiçeği kalmamış ortancalarla çevrili dar beton alanı geçip aşağı inen turuncu renkli ıslak topraktan havalanıp, yere paralel uzanan güçlü dallardan birine tutunup kendimi yukarı çektim. Tutunduğum yeşil elma ağacının kalın ve yüksek bir gövdesi olduğundan ona bu dal dışında herhangi bir noktadan tırmanmak olanaksızdı. Güçlü dalların ana gövdeden ayrıldığı noktaya doğru emekledim. Ayağa kalkıp bir toprak basamak aşağıdaki vişne ve yeni dünya ağaçlarına göz gezdirdim. Merdivenlerin başında dururken tam bu noktadan onlara atlayabileceğimi düşünmüştüm. Ancak şimdi atlayamacağımı anlayınca zaman kaybetmeden elma ağacının iri gövdesine sarılarak kollarımı çizen sert ağaç kabuğuna aldırmadan aşağı indim. Zamanla düzleşerek kaydırak haline gelmiş toprak basamaktan kayıp, ısırgan otlarından sakınarak  aşısı tutmadığı için acı meyveler veren ağaca hızla tırmanıp, bahçemizin dışına doğru uzanan kolunun üzerinde yürüdüm. Ellerimle üst dallarından birine tutunarak kritik noktaya dek hiç ara vermeden geldim. Bu  noktadan sonra üst dal sona eriyor ve yola devam etmek isteyen kollarını dengeleyerek bu silindir gövdede birkaç adım daha atmak zorunda kalıyordu. İbrahim bunu yapabiliyordu. Ama ben? Hayır. Ellerimi bırakıp hızla devam ettim bu kez ve planladığım kısa atlayışla kırmızı kiremitli çatının üstüne düştüm. Önce hiç hareket etmedim. Bu evin sahipleri sadece yazları geldiklerinden problem yoktu. Ellerimi tuğlaların üzerine koyarak gözlerimi kısıp İbrahimlerin çorak bahçesine baktım. Çatı ile bizim  bahçeyi birbirinden ayıran çalılar iri ve yüksekti. Kırmızı kiremitlerin üzerinde dikkatle yürüyüp önce aşağıdaki sert plastikten oluklu bodrumun çatısına, oradan da dar toprak yola atladım. İbrahimlerin bahçesine ulaşan dikenli telleri elimle aralayıp yüzümü sıyırmaması için kafamı yan çevirip dikkatle öteki tarafa geçtim. Ter ve çamur içinde güçlükle yukarı doğru koşuyordum. Yorulmak ya da canımın yanması problem değildi. Komando olmuştum. Rocky ya da Rambo gibi. Bana göğsünü iyice şişirmiş halde bakarak kısa ve tok bir sesle tedirgin halde havlayan Bobo'ya, alt dudağımı aşağı ve yana eğerek "İlk kanı onlar akıttı" diye bağırdım en kalın sesimle. Bodrumlarına girip muntazam biçimde kesilip üstü üste dizilmiş odunların yanındaki eski gazeteler, ders kitapları, gazetelerin verdiği ama kimsenin ilgisini çekmeyen cep kitapları ve fotoromanlar arasında bütün sayfaları yazılarla dolu eski defterlerden oluşan yığından bir tanesini çekip, orta sayfalarından birkaç yaprak kopararak cephanemi hazırladım. Borulardan birini alıp dışarı çıktım. Aklıma Ercan'la ilk karşılaşmamız gelmişti. Bizi karşı karşıya getirip etrafımızı çevirmişlerdi mahallede. Herkes oradaydı. Okula gitmiyorduk ve kavga etmemizi bekliyorlardı. Bana, onun bahçede bir ağaca bağlı olarak yaşadığını söylemişlerdi. Gövdesinde zincirler, suratında çamur lekeleriyle vahşi bakışlar atarak beni beklediğini hayal etmiştim. Ondan çekiniyordum. Ona baktığımda onun da benden çekindiğini anlamıştım. Vuramıyorduk ama birbirimize. Herkes tezahurat yapıyor bizi birbirimize doğru itiyor ama kolumuzu bile kaldıramıyorduk. Sonunda beni itti. Bir haykırış şamatası yükseldi etramızda. Kimin kimi döveceği konusunda iddialaşmışlar, tartışma büyümüştü. Beni destekleyenleri hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum. Ben de onu ittim hızla. İkimizde sarsılmıştık. Ve hepsi bu kadardı işte. Bir yumruk bile atamamıştım. Daha önce tanıyor olsam ya da ona kızmış olsam yumruk atabilirdim diye kendimi savundum. Şimdi olsa bunu yapabilirdim. Şimdi tam karşıma geçmiş olsa ona sert bir yumruk atardım. Hızla vururdum ona. Gözlerinden yaş gelinceye kadar vururdum. Hiç acımazdım. Pes dedirtene kadar döverdim. Yüzünün üstüne hızla vurur ve sallanan dişlerini bir bir ağzının içine dökerdim. Merdivenlerde otururken, beni yerimden fırlatan ilhamı veren seslerin geldiği inşaata doğru hızla koştum. Tahta çitlerin üstünden geçip kağıt yapraklardan bir parça koparıp çiğnedim. Kum tepesinin üstünden korkulukları takılmamış balkona sıçradım. Ağzımın içinden çıkardığım kağıdı boruya yerleştirip tek gözümü kapatarak nişan aldım ve  hızla üfledim. Ensesine yapışan parçayı alıp bana dönen Emre "Sen kimlerdensin?" diye sordu hayretle. "Hepinizi döveceğim" diye bağırdım. İki katlı inşaatın içinde koşturuyor ve rakip takımdakileri vurmaya uğraşıyorduk. Vaktimiz olduğuna inandığımızda, kağıt yaprakları çok dar bir külah haline getirip borunun içine yerleştiriyorduk. Bu türden mermiye füze deniyordu. Füzeleri çiğnenmiş kağıttan daha uzağa gönderebiliyorduk. Merdiven altından fırlayıp koridora girmeye hazırlandığım sırada, sırtıma bu füzelerden biri isabet edince geriye döndüm. Merdivenlerde biraz yukarda duran Hakan bana doğru sırıtarak "Üç oldu" diye seslendi.  "İki oldu, daha ölmedim" diye bağırdım. Üç olmuştu oysa. Belki daha fazla. Biz tartışırken diğerleride etrafımıza toplanmaya başladı. Yakasından tutup koridorun duvarına çarptım. İleri doğru ittirince devrilip birbirimize bütün gücümüzle vurmaya başladık. Beton zeminde yuvarlanıyor saçlarını çekip tükürüyor ve bütün gücümle yüzüne yumruk atıyordum. Artık daha fazla vuramayacak kadar yorulduğumuzda ayrıldık. Onun borusu iki katlıydı. İkinci ve daha kısa bir boru ilkinin üzerine elektrik bandıyla yapıştırılmıştı. Bu aslında oradan nişan alınması için yapılır ama hiçbir işe yaramazdı. Çünkü boruyu hem ağzınıza götürüp hem de delikten bakmak olanaksızdı. Sadece gösterişti. Borusunu alıp bandını yırttım ve ikiye büktüm. Merdiven altından keseri alıp döndüm. Dar koridorda  göz göze geldik. Gerçekten korkmuştu bu defa. Yanından geçip tuğlaları kırmaya başladım. İbrahim'in annesi tuğlaları kırmamamız için bağırınca keseri olduğu yere bırakıp, balkondan kum tepesine sıçrayıp tahta çitleri geçtim. Kendimi günlerdir ilk defa bu kadar rahatlamış hissediyordum. Derme çatma kapıdan geçip büyük taş merdivenlerden inip kapının önüne kadar hızla koştum. Kapıyı açan annem beni tepeden tırnağa süzerek "Doğru banyoya" dedi. Geri dönmek istediğimde kazağımdan yakalayıp içeri çekti. Banyo taburesinde oturarak gümüş maşrapadan sıcak su beklerken üşüyordum. "Bunu nereden öğrendin?" dedi sakince. Neden bahsettiğini anlamamışım gibi baktım ona. Sıcak su tepemden boca edilirken bütün gücümle  haykırdım. Gözlerimle kapıyla aramdaki mesafeyi ölçtüm. Annem, bu bakışımı yakalamıştı. Gidip üstündeki anahtarla kapıyı kitleyip dönünce "Kaynar bu" diye kendimi savundum. Söylediğime aldırmadan "Nereden öğrendin" diye tekrarladı. "Şu kapının önünde yaptığın şey" Elindeki boş tas her an kafama inecek gibi duruyordu. Hiçbirşey söylemeden taş zemine baktım. Bir süre sonra üşümeye başladım. Kollarımla kendime sarılarak kafamı önüme eğdim. Saçlarımın arasına giren uzun tırnaklarla buz gibi şampuan kafamın üstüne yayılıp, gözlerimin arasına doğru kaymaya başlayınca yeniden haykırdım ve yeniden başımdan aşağı  bir tas su geldi. Soğuktu bu defa ve ağzımı açsam da tek kelime çıkmadı. Donmuş gibiydim. Gürül gürül yanan banyo sobası, üstündeki uzun kazanı ısıtıyor ve bu kazanın içindeki su her nasılsa yanımdaki muslukların birinden akıyordu. Plastik kartlardan birini kapının arasına sokarken yakalanmıştım. Plastik kart, kapının dilini içeri itiyor ve kapı açılıyordu. Açılması gerekiyordu. Ama henüz beceremiyordum. Sadece bir alıştırmaydı. Semih abi daha önce hayaletli olduğuna inandığımız eve böyle girmişti. Kolay ve net bir hamleydi. Bir daha da oraya gitmemiştik. Annem derimi yüzercesine pembe sabunluğu köpürte köpürte sırtımda ve kollarımda paralarken söylenmeye başlamıştı. Annem söylenmeye başladığında bunun saatlerce sürebileceğini tahmin ettiğimden, içinde bulunduğum durumun çıkışsızlığı karşısında çökmüştüm. Banyo sobasının demir kapağını açmış ve alevlerin arasına iki odun parçası daha itmişti. Alev renkleri taş zeminin ıslaklığında parlıyordu. Çıkan kıvılcımlar suya dokunduklarında küle dönüştüler. Ateş ve kül. Güç bir durum. Esir alınmış komando. Ama konuşmayacak. Tek kelime bile. "Söylesene deli etme beni" diye bağırdı. Yüzüme çarpan su ile afalladım. "Semih abiden" dedim. Burnuma su kaçtığı için kafamı eğip soluklandıktan sonra "Semih abiden gördüm" diye tekrarladım. Durulanırken, havluya sarılırken, içerideki odaya giderken, üstümü giyinirken sürekli anlatıyordum. Hayaletli evden, sakallı fotoğrafçıya, tiyatro yaptığımız bodrum katta fare gördüğümüzden, siyah halkalı dağ arılarına, az önce ettiğim kavgadan, boru savaşlarına kadar herşeyi anlattım. Nerede durmam gerektiğini kestiremediğimden demiryolunda rayların üzerine koyduğumuz gazoz kapaklarını düzleştirdiğimizi, bu düzleşen gazoz kapaklarını okların ucuna çekiçle ezerek yerleştirdiğimizde okların ağaçlara saplandığına kadar herşeyi. Bu güçlü ok ve yay takımlarıyla kedi avlamaya çıkanlar da vardı. İsabet ettiren olmamıştı şimdiye dek ama deniyorlardı. Ben yapmamıştım, hayır. Gazoz kapaklarının yanına rayların üstüne bazen beton çivileri yerleştiriyorduk ve trenlerin geçişinden sonra düzleşmiş çivileri taşların arasından topluyorduk. Bunların bodrum kapılarındaki asma kilitleri ve posta kutularını açtığı söyleniyordu. Açılmıyorlardı ama. Açabilen olmamıştı. Son olarak "orta" aldığım yazılı kağıdının da aslında kaybolmadığını benim ellerimde yırtılıp çöpe gönderildiğini de ekledim. Başka bir şey kaldı mı diye sessizce olanları gözden geçirip inşaattaki tuğlaları da kırdığımızı, nedenleriyle birlikte açıkladım. Bir defasında kırtasiyeden küçük, renkli ve kokulu bir silgi çalmıştım, bir defasında da anneannemle pazara gittiğimizde jelatinle kaplı bir makara. Hayır, onlar burada değillerdi. Onları gizli yerimize saklamıştım. Göl kıyısında, istasyona çok yakındı. Ona istiyorsa bu gizli yerimizi de gösterebilirdim. Annem gizli yerimizi görmek istemiyordu, merak ettiği tek bir şey kalmıştı. Ona bu haltları yemeye ne vakit zaman bulduğumuzu da açıkladım. 
Salona geri döndüğümüzde dayımlardan biri daha beline sarılı beyaz havlusuyla banyoya giriyordu. Evde biri banyo yapmaya görsün, herkes sırayla banyoya girerdi. Kadınların havlularının daha yukarıdan bağlandığını fark etmiştim. Benim havlumsa boğazımın etrafına sarılır ve parmak uçlarıma dek inerdi. Havlu yukarıdan bağlandıkça özgürlükte kalmıyordu. Annem sokağa çıkmamı yasakladığını bildirdi. Bundan sonra okuldan eve gelecek ve evden okula gidecektim. Oyun yoktu. Bahçede oynayacaktım oyunu. Yanımda bir büyük olmadıkça sokaklarda dolaşmayacaktım. Demiryolu çetesinin sonu demekti bu. Keşif gezilerinin sonu. İçinden çiğnenmiş kağıt fırlattığımız boru savaşlarının sonuydu. Dayımların zayıf itirazını dışarıda haydutluk öğrendiğim gerekçesiyle geri çevirmişti. Sobanın yanındaki minderde oturuyordum. Bacaklarımı kendime çekip ellerimle bağladım. Dayım sol yumruğunu kaldırıp "Ne istiyoruz?" diye seslendi. "Özgürlük" diye bağırmam gerekiyordu ama hiç sesimi çıkarmadım. "Ne zaman?" diye sorunca "Şimdi", "Vermeyecekler" deyince de "Alacağız" diyecektim. O "Vermeyecekler" diye tekrarlayacak, ben de "Alacağız" diye tekrarlayacaktım. Hiç sesimi çıkarmadım ama. Bundan sonra ben de acımasız olacaktım. Artık onlara şarkı da söylemeyeceğime dair birşeyler mırıldandım. Söylediklerim düşündüklerim değildi. Hissettiklerimi ise anlatamıyordum. "Siz çok kötü insanlarsınız" diye bağırdım. Gidecek hiç kimsem yoktu. Tüm dünyanın karşısında yapayalnız kalmıştım. "Keşke babamın yanında kalsaydım" diye ağlamaya başladım. Kimseyi yanıma yaklaştırmadım. Dedem nasıl olsa birazdan gelecekti. Geldiğinde kapıya koşmadım ve çok geçmeden benim sobanın yanında sessizce oturduğumu fark etti. Anneannem mutfaktan yemeğin hazır olduğunu bildirdi. "Kim üzmüş benim balamı?" dedi dedem. Yüksek sesle ve kararlılıkla sormuştu. Derhal onları işaret ettim. Herkesi teker teker pencereden fırlatacağını söyledi. Böyle bir şey yapmayacağını biliyordum. Yine de umut verici bir başlangıçtı. Yemeğe oturduk. Yemekte kötü şeyler konuşulmayacağı için sabırla bekledim. Önüme konanları eksiksizce yiyerek annemin tek kelime daha etmesine izin vermedim. Birazdan herkes layığını bulacaktı. Yemekten sonra salona geçince söylendiği gibi televizyonun fişini takıp yerime oturdum. "Vay benim balam" dedi dedem ne yapacağını unutmuş halde haberlere bakarken. "Vay benim balam" Hepsi o kadar.



14

Teyzelerin Günü


O gece altıma işedim. Utanç verici sıcak ıslaklığın yayılışı. Gece neler olduğunu anlayamamıştım. Sabah çizgili pijamalarımın kırmızı eşofmanımla değiştirilmiş olduğunu farkedince korkunç gece aklıma geldi. Yataktan çıkmak istemedim. Salona çağrıldığımda sessizce gittim. Yüzümü yıkayıp kahvaltı masasına oturdum. Hiç sesimi çıkartmıyordum. Önüme iyice yığdıkları kahvaltı tabağına konan yeni parçalara baktım. Annem bundan kimseye bahsetmemişti.
"Senin neyin var kuzu?" 
Yanaklarımı kaplayan parmaklardan biri gözlerimin altında belirmiş ve düşmesin diye güçlükle tuttuğum parçaya dokunmuştu. Gözlerimin altına dağılan ıslaklığı hissedince ağlamaya başladım. Hepimizi öldüreceğini söylemişti. 
Annemle göz göze geldik. Bunu dayımlara anlatmayacağım konusunda anlaşmıştık. Babamın anneme vurduğunu söyleyemediğim gibi Semih abiden de bahsedemiyordum. Taş lavaboya baktım. Gider deliği karanlığa doğru açılıyordu. Bu gider deliğinden solucan çıkmasını bekliyordum. Daha önce kaç defa solucan çıktığını görmüştüm. Yumuşak karınlarının üstünde sürünerek ilerlemişlerdi. Karanlığın içinden tırmanarak çıkmış, siyah bir kayanın içinde erimiş beyaz taşlardan yapılmış lavaboda gezmişlerdi. Kimse görmemişti ama. Sadece ben. Borunun açıldığı karanlıkta yaşıyorlardı. Genellikle çıkmazlardı. Bekliyordum yinede. Her kahvaltıda pencereyle masa arasındaki sedire oturur, altıma minderi koyup yemeğimi yerken lavaboya bakardım. Kızların gördüklerinde iğrenç bularak tiksintiyle yüzlerini buruşturacakları türdendi. Sarı halkalı, toprak kırmızısı rengindeki solucan. Aslında ben de sadece bir defa görmüştüm. Gözyaşlarımı sildim. Bir yumuşama sezmiştim masada. İyimser bir hava. Annemin dünkü sert kararlılığından eser yoktu. Dayımlarsa merhamet eden güçlü krallar gibiydiler. Aralarından birini malzeme alması için erkenden göndermişlerdi. Şimdi, hepsine tek tek bakarak kimin eksik olduğunu bulmaya çalışıyordum. Bugün annemin dükkanını boyayacak ve tabelasındaki yazıları yenileyeceklerdi. Uzun zaman daha kasabada kalacağımız anlamına geliyordu bu. Bana tablolarından birini hediye eden dayım, ön cama gür saçlı güzel bir kadın resmi yapacağından bahsetti. Uzun, beton zeminli gri bir koridordan oluşan tabelacı dükkanları bugün kapalı kalacaktı. Orada dar koridorun duvarına astıkları bez afişlere sloganlar yazıyorlardı. Bazısı kafa karıştırıcıydı. ZAFERE KADAR SÜREKLİ DEVRİM. Bir defasında da tek bir kelime koridoru boydan boya kaplamıştı. ENTERNASYONEL. Sonunun yazılışına yetişememiştim. İŞ-EKMEK-ÖZGÜRLÜK. Bunu anlamıştım. Büyük, kararlı ve sert köşeli harflerle yazılmış, özenle gölgelendirilmişti. İş yoktu. Kimse bu curcunayı kaçırmak istemediği için garajdan bozma manav dükkanına da bir arkadaşları bakıyordu.  Bu dedeme göre 'hiç olmayacak bir şeydi'. Kızmamıştı ama yine de. Bir şey daha söylememişti. Oluşan iyimserlik dolu hoşgörü havasından ben de yararlanarak masanın altına doğru kaydım. Sandalye ve insan bacakları vardı burada. Kapalı bir kovada duran unun serinliği. Sedirin altındaki geniş kapaklı büyük cam kavanozlar. Tuzlu suyun içinde yüzen yeşil domatesler. Emekleyerek çıktım aralarından. Okul saatini iyice geçirene dek ortalıkta görünmemek niyetindeydim. Oniki olmasına daha bir saat vardı ve bir saat çok uzun bir zamandı. Televizyon büfesinin arkası aynalı vitrininde beyaz porselen fincanların, hiç kullanılmayan kalın camdan çay bardaklarının, beyaz dantellerin üstünde duran küçük siyah beyaz fotoğrafların arasında parlak gri renkli bir kurda uzanmaya çalıştım. Kurdun altında oturan iki bebek vardı. Remus ve Romulus diye kazınmıştı ahşabın üstüne. 'Benim orada ne dümenler çevirdiğimi' soran dayıma 'zaten karnımın çok ağrıdığını' bağırdım. Gidip dedemin haberleri izlerken uzandığı sedire kendimi bıraktım ve dizlerimi karnıma doğru çektim. Anneme göre karnımın ağrımasına hiç gerek yoktu. Çünkü yeniden banyo yapmam şart olduğundan bu soğuk havada okula da nasıl olsa gitmeyecektim. 
Teyzelerin gününe gittim ama. Çaydanlığın üstünde kendimi gördüm. Uzamış kafamı. Hürmüz teyzeyi, Bedriye teyzeyi, Ankaralı teyzeyi, Gülcihan teyzeyi gördüm. Gülcihan teyze bana iki cevizi avucun içinde sıkıştırarak kırmasını öğretmişti. Hala yapamadığımı fark edince suratını asıp kaşlarını çattı. Büyüyünce onunla evleneceğimi zannettiği için böyle yaptığını düşündüm.  "Ayakkabılarımı kendim bağlayabiliyorum" dedim. Eteklerinin arasına sakladığı cevizleri avuçlarının arasında kırıp, "Çabuk büyü gel beni al" diyerek bana uzattı. Mutfakta benim için hazırladığı tabağın içine patates salatası, kısır ve cevizleri ince kıyılmış damat bohçası koydu. Kurabiyenin adının neden damat bohçası olduğunu ona göre fındıklarım ceviz olunca anlayacaktım.  Zeliha teyze "Kız elma yok ya bunda" diye araya girince "Var var o da ince kıyılmış" diye Zeliha teyzeyi yanıtlayıp göz kırparak "Sizin evlilik nasıl gidiyor" diye fısıldadı. "Hızlı hızlı". "Yavaş yavaş" dedi Zeliha teyze. "Niye yavaş yavaş?" . "Evde babası var, Semih var, ablaları var, onun bir çocuğu var" Ellerinde tabaklarla salona geçince arkalarından süzüldüm. 
"Nerden buldun bu modeli abla bana da verir misin?"
"Recebiye teyzenin tülbent oyalarından" dedi Bedriye teyze. "Kendine yapacaksan vermem, kızın çeyizine koyacaksan veririm. Bana da başkasına verme diye verdiydi. Banyo önüne paspas örüyordu. Baktım masanın yanına koyduğu torbasından bu modelin bir ucu sarkmış"
"İstanbul'dan gördüğü kazağın aynısını baktı mıydı modelini çıkartıyor. Aynısını yapıyor. Sen ne yapıyosun?"
"Bunu öylesine örüyorum, sabunluk bu, esas kasnakta nakış. Sabahlığın önüne gelecek."  
Bez torbasından çıkardığı yuvarlak tahta çerçeveye ben de baktım.
"Leyla Teyze, salsana çocuğu da dışarı oynasın"
"Recebiye yaman kadın da, yolda kızı  dönüp dönüp arkasına bakıyor."
"Vallaha okuldan kaç erkekle birlikte geliyordu."
"Öğlen banyo yaptı, hava soğuk üşütür" dedi anneannem.
"Valla bizimki adres bile bulamıyor. Onu götürüp bırakıcan gelicen. Öyle hanım kız. Hiç ne sağına ne soluna bakar"
"Geçen İtalyanlara kayısı satmış."
Kapı çalınca Bedriye teyze ile Hürmüz teyze başörtülerine davrandılar. Omuzlarına asılı parçaları hemen başlarına yerleştirip düzeltirken, kapıdan "Nurten, Nurten" diye seslendiklerinde yeniden boyun hizalarına indirdiler. Nurten teyzeyle birlikte gelen Ayça önlüğünü çıkarmadan yemek için mutfağa yöneldi ama elimle sus işareti yapıp yanıma çağırdım. Mutfaktan tabakların salona iletilmesi için açılmış ters U biçimindeki boşluktan içeridekilere bakıyorduk.
"Evlilik nasıl gidiyor Zeliha, zor mu?" 
"Onu diyordum mutfakta işte Gülcihan ablaya, çok kalabalık ev Nurten abla, beş boğaz iki göz oda"
"Kız Zeliş sen insanı öldürürsün ha" dedi Gülcihan teyze. "İyi oldu işte, hem aileler barıştı, hem borcunuz ödendi. Sen yavaş yavaş yap Semih'in yolunu, çocuklardan birini salona alırsın Semih gidince, Babayı da küçük odaya alırsın. Babanın da Allah gecinden versin kaç senelik ömrü kaldı zaten şurda "
"Semih'in yolunu yapayım da abla, sana düşmeyecek galiba o" 
"Aytenlerin kızı kaçacak diye duydum" dedi Bedriye teyze "Bohçasını hazırlamış " Necla teyze başını salladı.
"Hiç heveslenmesin valla, ben onu ne o sümüklüye bırakırım, ne Salihaya kalır" 
Necla teyze "Salihaların evinden çıkarken görmüşler" diye fısıldadı kaşlarını yukarı kaldırmış halde onları dinleyen Ankaralı teyzeye.
"Gecenin yarısı, hem bir defa da değil, birkaç defa. Ben Salihanın ağzını yokladıktan sonra o teyp meselesi çıktı. Çıkarken pencere önünde bırakmış kaçmışmış. Sonradan çıktı bunlar, Kurtyemez'den sonra"
"Hırsızlık olayı Kurtyemez'le başlamadı Necla abla. Üst kat komşum Melihalara söyledim bir tek şimdiye dek. Ama anlatmayın.  Hürmüz'le, Bedriye biliyor bir de. Daha öncesi bizim düğünde takılan bilezikler, küçük altınlar gitti. Kimseye bir şey söyleyemedik. Ev hiç boş kalmamıştı. Gelen giden oldu hep.  Borçları bizim aileden aldığımız borçla ödedik. Babama borçlandık"
İlk şaşkınlık sessizlik içinde geçince Hürmüz teyze, Necla teyzeyi eliyle dürterek "Kız o zaman…" dedi. Ne söylediğini duyamamıştık. Ayça başıyla benim başımı ittirerek gözetleme penceresinden biraz daha yer açtı kendine.
Ankaralı Teyze otoriter öğretmen sesiyle "Semih iyi terbiyeli bir çocuk yapmaz öyle bir şey ama, kötü arkadaşları var." dedi. "Selim beyi'de onlar kurtardılar. Valla atmış götürüyorlarmış adamı." 
"Canım o da yani" dedi Necla teyze. "Peder mi Peter mi ne. Ne işi var bu kasabada hristiyan çocuğun. En azından ismini değiştirebilirdi."
"Hafif göbeğine rağmen yakışıklı adam ama" dedi Gülcihan teyze.
"Maaşallahı var, güçlü kuvvetli adam, yaşına göre yani"
"Çok mert adam" 
"Mert mert" diye tekrarladı Necla Teyze de.
Hep birlikte meyve tabağına baktılar. 
Ne teyzelerin gününde, ne de annemin kuaför dükkanında ne kadar dikkatli dinlersem dinleyeyim konunun nasıl  dağılıp yeniden toparlandığını takip edemediğimi fark etmiştim.
Hürmüz teyzenin gelişiyle geri çekilip mutfak penceresinden dışarı bakar gibi yaparak onu kandırdık. Banyodan çıktıktan sonra ters U biçimindeki küçük pencerenin önüne döndük. Çektiğimiz sandalyenin üstüne tavuk gibi tüneyerek oturuyorduk.
Bedriye teyze "Amerika'ya gidip peygamberliğini ilan etmiş." diye söylenirken Hürmüz teyze kapıdan "Bizim ülkeden sadece dört milyon kişi cennete gidecekmiş göya." diye destekledi. 
Bundan sonra bu adamın cahil halkı kandıran biri olduğunu, elbette söylediklerinin de saçma olduğunu ama gerçekten doğru olsa bile bu dört milyonun kimler olacağını konuşmaya başladılar. Konuşulanları umutsuzca dinliyordum. Benim çevirdiğim bunca dümenden sonra cehenneme gideceğim açık gibi görünüyordu. 
"O iti kopuğu o eve kim topluyor o zaman?" 
Bir süre fısıldaşmalarının ardından duyabildiğimiz ilk cümleydi bu.
"Semih yapmamış olabilir. Yapmamıştır muhakkak ki, ama biliyordur. Çıkartacak koyacak önümüze kim yapıyorsa bunları o zaman, kimse suçlusu çıkartacak"
"Sen bunları çocukların yanında anlatıyorsun ama, bu çocuklar Semih'e bunları yetiştirmeyecekler" dedi Nurten teyze. Sözlerinin Semihlere ulaşmayacağını anlayan Bedriye teyze hayretle Nurten teyzeye bakınca  "Araları yok, Semih bunları tehdit etmiş" dedi Nurten teyze. "Burası hayaletli değil, adını çıkarmayın diye." 
Gözetleme penceremize doğru bakarak "Gel bakayım ne yaptılar, ne söylediler?" diye sorunca, sandalyeden inip büyülenmiş gibi ortalarına dek yavaş yavaş yürüdüm. O an onların herşeyi bildiklerine yemin edebilirdim. Herşeyi ayrıntısıyla bilmeleri bize tuhaf ve şaşırtıcı görünmüştü ancak günlerdir ilk defa kendimi güvenlik içinde hissediyordum. Boğazımın üstünden parmaklarımı geçirerek "Böyle yaparım dedi" dedim. Kolumdan tutup kendine çeken Necla teyze "Yok kimse benim oğluma bir şey yapamaz. Gel sen bizim oğlumuz ol, bize gel bizle yaşa" diye her zamanki teklifini yineledi. Gülümseyen teyzelere ciddiyetle bakarak bunu yapamayacağımı, çünkü benim annemin oğlu olduğumu, bu durumda orada kalmamın daha doğru olacağını belirttim. Anneannem duyduklarından hoşnut halde beni Ayça'nın yanına gönderdi. Ayça televizyonun fişini takıp, düğmesine dokunduğunda ekranı kaplayan renkli görüntülerin önüne diz çöktük. 
Saliha teyzenin eve erkek alıp almadığından, hırsızlık girişimlerini kimin yapmış olabileceğinden ve Kuran kursundan bahsederken azar azar kıstırdıkları televizyonun sesi Semih abi konusuna geri döndüklerinde artık neredeyse hiç çıkmıyordu. Akşama Doğru programının sessiz konuklarını seyrederken Ankaralı teyzenin "Semih'le sen konuşamazsın" dediğini duyduk. "Kocan konuşacak"
"Konuştu ama Lütfiye teyze defalarca. Kızdı, bağırdı, sövdü, ilkin ondan şüphelenmişti zaten"
"Öyle değil. Arkadaşı gibi konuşacak. Madem abisidir. Herkesten iyi tanır onu. Yalnız evde olmaz bu, sen onu olabildiğince yumuşatacaksın. Kahve de, meyhanede de olmaz." 
Boğazını temizledikten sonra zorla çıkan ama kararlı sesiyle "Ava çıkacaklar" diye başladı. 
"Hayatta bir defa birlikte maça bile gitmemiş onlar Lütfiye teyze, ava mı çıkcaklar?"
Hayatımda ilk defa bir yatak odası konuşmasının planlanmasını dinlerken yüzüme kan yürümüş ve ayaklarım karıncalanmaya başlamıştı. Hareket ederek varlığımı hatırlatmamak için çaba sarf ettiğimden ağırlığımı uyuşan ayaklarımın birinden diğerine yavaşça kaydırarak Ayça'ya baktım. Ayça gözlerini ekrandan ayırmasa da birkaç defa yutkunduğu görünce ben de dönüp ekrana aynı kararlılıkla bakmayı sürdürdüm. 
"Sıvı değil katı yağla yağlıycan" 
Seslerin yeniden yükselmesiyle birlikte onlara dönmüştük.
"Önce fırına atıp ısıtıcan kalıbı, sonra çatalla batırıp yağlıycan. Bütün malzemeleri birlikte karıştırıcaksın. Yavaş yavaş, önce birini sonra diğerini karıştır değil. Hepsini atıp karıştırıcan."
Lütfiye teyze'nin bu tariften hoşlanmadığını kırıştırdığı yüzünden anlamıştık. Zaten Hürmüz teyze de ona bakmadan anlatıyordu. Zeliha teyzeye anlatıyordu ama herkes duyuyordu söylediklerini. 
"O zaman kalıptan tabağa dökerken kırılmaz iki parça olmaz işte. Fırın yer beğenir bak aynı tarifi kaldır yukarı koy fırını tutturamazsın."
Ankaralı teyze "Unuda elekten geçirmiyor musun?" diye araya girdi. 
"Herşeyi biraraya koydun karıştırdın. Karman çorman." 
"Yok  Lütfiye teyze olur mu, elekten geçiriyorsun hatta kabartma tozuyla nişastayı da unun üstüne koyup öyle yapıyorsun." 
"Mutfağa gitti ben de yardım edeyim." diye kalkan Gülcihan teyzenin içerden "Altmış yaşında kadına kek tarif ediyor." diye söylendiği duyduk. Oluşan sessizlikte Ankaralı teyze Zeliha teyzeye kısık bir sesle  "Yapıştırmak istemiyorsan" dedi. "Kalıba yağın üstüne unla pudra şekeri dökersin." Zeliha teyze tabağına eğilmiş, çatalının kenarını kısırın üstünde gezdiriyordu. Herkesin önündeki küçük masada ya da koltuğunun kenarında geniş düz bir tabak vardı. Bir konuda karşılıklı uzlaşmaya varamayınca hemen tabaktakilere geri dönüyorlardı. Tabağın içinde kek, kısır ve sigara böreği vardı. Dayımlar ise konuşmaya başlayınca konu esas aynı fikirde olmadıklarını birdenbire fark ettiklerinde heyecanlanır, sesleri yükselir, gerilim ve heyecan içinde sabaha dek tartışırlardı. Onların seslerini dinleyerek uyumak bana rahatlık ve huzur verirdi. Çünkü onlar böyle tartıştıkça hiçbir zaman camdan içeri hırsız giremeyeceğini çok iyi biliyordum. Şimdi ise çok sıkılmış halde artık kalkmayı beklerken teyzelerin dikkatli bir incelemeyle birbirlerine sorular sormaya başlamaları bizi umutsuzluğa düşürmüştü. Bazı olasılıkları elediklerinden ve şüphelerinden bahsederken bu didik didik inceleme kısa süre sonra gizemli bir cinayetin katilini bulmaya çalışan dedektiflere benzedikleri ciddi bir hal almıştı : Telefon sapığı kimdi ? Geceyarısından sonra evleri tek tek arayıp 'Eşşek bey ile görüşebilir miyim ?' diye soran o kibar erkek sesi kime aitti ? Sapık, diye yeni kelimeyi tekrarladım içimden sessizce. Ayağa kalkıp, kollarımı açıp olduğum yerde dönerek "Sapık, sapık, telefon sapığı" diye bağırmaya başlamıştım. Gülcihan teyze oturduğu yerden kolumu tutarak dönmemi engelledi. 
"Sen sapığı nereden biliyorsun, iyice şımardın sen ha"
Kolumu kurtarıp, ayaklarımı rap rap yere vurarak yürümeye başladım. Bir yandan da yeni uydurduğum tekerlemeyi belli bir ezgiyle slogan atar gibi tekrarlıyordum.
"Şımardım, şımardım, şımardıkça şımardım."
"Şu maskaralığa bak maskaralığa"
Mutfak kapısının önüne kadar geri çekildik.
"Hadi Ayça'yla git sende" dedi Nurten teyze. 
"Dolapta birşeyler var ısıtırsınız"
Cemal amcanın akşam yemeğini hazırlamaya yardım edecektim. 
"Valla ben söz geçiremiyorum." Kimden söz ettiğini anlayamamıştık. "Tutturdu geçen gün"
Kapıyı kapatıp toprakla dolu beton havuzun yanından indik. Hava kararmıştı.  Kapısında "gelirseniz zili çalın" yazan bakkal'ın  önünden, bütün çiçeklerin saksılarda büyüdüğü garip bahçeye vardık. 
"Buzdolabında dondurma vardı" dedim. "Ama çıkarmadılar" 
"Ben görmedim" dedi Ayça.
Toprak saksılar ve üstü kesilmiş teneke kutular arasından sokağa çıktığımızda beton direkli turuncu sokak lambasını gördük. Yol boyu ilerleyen taş duvarın yanındaki toprak yolda yürürken karanlıkta önümüzü aydınlatan tek ışık onlardı. Hep  bir sonraki sokak lambasını görmeye çalışıyorduk. Karanlığın içine doğru yürümek bizi korkutuyordu. Yüksek lamba küreleri olağanüstü güzellikteki şeffaf yeşil camdan misketlere benziyorlardı. Kürelerden yayılan turuncu ışıklar öylesine parlak ve göz alıcıydı ki, birini geçmeden diğerini göremiyorduk. 




15

Sağanak Gecesi

"Bu kadar mıyız bugün?" 
Merdiven altının karanlığından çıktım. Beş kişiydik ve bu beş kişinin içinde Emre yoktu. 
"Pekala" dedi Yaşlı Kanguru. "İkinci sahneyi alıyoruz, Emre'nin diyaloglarını da ben okuyorum"
Yerlerimizi aldık. Hiçbirimiz bununla ilgili konuşmasak da hastaneye gittiğimiz o günden beri birşeylerin değişmiş olduğunu anlıyorduk. İsteksizliğimizi saklayamıyor, Peter Pan konuştuğunda dikkatimiz dağılıyor, repliklerimizi unutuyorduk. Hafta sonu gizemli biçimde çatlamış boy aynalarının içinde genişleyen bodrum kata baktım. Tekrarların sonunda konuşmalar birbiri ardına akmaya başlamış, hareketlerimiz yeniden eski netliğine kavuşmuş olsa da sınıflara çıkarken arkamıza baktığımızda, çatlamış aynalarda parçalara ayrılan yüzlerimizi görmek bizi korkutmuştu. Boş koridorlardan koşarak geçip sınıfa girdim. Ders başlamıştı. Gelmeyenlerin arasındaki numaramı elimle silip yerime geçtim. Defterimi çıkarttım. Bir dairenin etrafında dönen bisiklet ve arabanın bir saatte kaç defa karşılacaklarını hesaplamaya uğraşıyorlardı. Tenefüste Ayçaların sınıfına koştum. Emre artık provalara gelemeyeceğini babasının onu aldığını açıkladığında, Ayça ona babasının bir korkak olduğunu söyledi. Emre de ona kız olmasaydı gününü göstereceğini. Sıraların önünde duruyorduk. Ellerimi arkaya koyup tahtaya yaslanmıştım. Ayça dışındaki tek kız da bodrum katta fare görüldüğünden beri gelmiyordu. Kaptan Kanca hastaneden döndüğümüz gün okulun önünde devam edebilmek için babasıyla tartışıyordu. Zilin çalmasını beklemeden çıkıp kantinin önündeki kuyruğa girip teneke gazoz aldım. Diğerlerini çağırıp hızla çalkaladığım gazozu bahçede patlatarak açmak yerine kendi sınıfıma dönüp pencere kenarındaki sırama oturdum. Alışkanlıkla  beslenme çantasını sıramın gözünden çıkartıp önüme koymuştum. Ellerindeki kılıçları havaya kaldırmış dört kahramanın kabartmalı resmine baktım. Altlarında Hİ-MEN yazması bir defa daha canımı sıkmış halde içindekilere dokunmadan tekrar yerine koydum. Kasabanın pazarında satılanlarda bile, olması gerektiği gibi HE-MAN yazıyordu. Başlayan tebeşir savaşına aldırmadan tahtakileri deftere geçirdim. Dört işçi bir işi iki günde yapıyorlardı. Öğretmen parmak kaldırmadığım halde beni çağırmış ben de sırasıyla toplarız, çıkarırız ve çarparız demiştim. Ne kadar uğraşsam da işçilerin problemlerini çözemiyordum. Sonuçta iki işçinin aynı işi dört günde yaptığı ortaya çıkmış, sessizce yerime geçmiştim. En son aldığım yıldızlı pekiyi bundan on dört sayfa öncesinde kalmıştı. Bense bir haftadır ceza sırasındaydım. Yanımdakileri sürekli konuşturduğum gerekçesiyle Nihal öğretmen sonunda beni bir kızın yanına oturtmuştu. Kitapları kırmızı puantiyeli jelatinle kaplı bu kara kızla elbetteki hiç konuşmuyordum. Naylon poşete benzeyen kaplarının üzerine dümdüz beyaz etiketler yapıştırılmıştı. Geldiğinde isteksizce ayağa kalkıp pencere kenarına geçmesini izledim. Ama ders başladığında elimde olmadan sıranın onun tarafının altındaki renkli plastik çubuğu gördüğümde içimi dayanılmaz bir merak kapladı. Çantasının içinden sarkan bu çubuğu elinde  bir an tuttuktan sonra ön gözlerden birine sokmuştu. 
Hiç konuşmamış olmamın utancıyla çekinerek "O ne ki?" diyebildim.
Ön gözünden çıkarttığı çubuğu bana uzatarak "Flüt temizleme çubuğu bu" dedi.  Ucundaki aralığa bir parça kağıt mendil sokularak flütün içi temizlenebiliyordu. Kahverengi çubuğu hayranlıkla seyrederken "Senin olsun" dedi. Onda bir tane daha olduğunu söylemişti. Çubuğu masanın üstüne çıkartıp sıranın önündeki oyuğa yerleştirdim. Hiçbirşey konuşmamışız gibi tahtaya bakmaya uğraşıyordum. Ardından flüdünün içine konulduğu bez kabı göstererek "Bundan da bir tane daha olsaydı, sana verirdim" dedi. Onun çok iyi biri olduğunu anlamıştım. Artık onunla her ders konuşmaya karar vermiş halde Hayat Bilgisi kitabımızı çıkarıp, kenar boşluklarına  çizdiğim çizgi filmi oynattım. Kitabın kenarından tutup hızlıca çevirince çöp adam zıplayarak ilerliyor, sonunda sayfa numaralarının olduğu orta noktaya ulaşamadan karşısından gelen okla çarpışıp yere düşüyordu. Kitabın kapağı parmaklarımın arasında kalmış halde ilk sayfayı kaplayan Atatürk resmiyle göz göze geldiğimde yaptığımı beğenip beğenmediğini anlamak için ona baktım. Gülümsediğini görünce Şafakların yaptığı gol atan adamı göstermek için arka sıraya gidip kitapları değiştirdim. Geri döndüğümde öğretmende yanıma gelmişti. 
"Annenin kız kardeşi senin neyin olur?"
"Halam"
"Teyzen olur"
"Teyzem olur" diye tekrarladım.
Gazoz midemin içinde guruldayarak dolaşıyordu. Teyzem evlenmiş ve bir daha bu kasabaya hiç gelmemişti. Nihal öğretmenin "Sana soruyorum" diye seslenişiyle bir süredir ona dalgınlıkla baktığımı farkettim. Sınıftakiler gülerken Nihal öğretmen sorusunu tekrarladı ama bir arka sıraya geçmişti. Yerime oturdum. 
"Kuzenim olur " diye uydurdu Aydın.
"Hayır" dedi Nihal Öğretmen bu defa. 
"Babanın babasının kız çocuğu, yeniden düşün"
Peter Pan'i benim oynayıp oynayamayacağımı düşündüm okuldan çıkarken. Haykırışlar arasında yanımdan geçenler çantalarıyla çarpıyorlardı. Kenara çekildim. Flüt çaldığımız son derste, bana flüt temizleme çubuğunu veren kız, "Emre oynamıyorsa neden sen oynamıyorsun?" diye sormuş, o ana kadar aklıma gelmeyen bu fikir kafamı karıştırmıştı. Ben hem Hiçbiryer ülkesinde yaşayan çocuklardan biriydim, hem de ikinci perde de sakalımı takıp korsanların arasına katılacaktım. Peter Pan olamazdım. Yokuşa doğru Ayça ile yürürken bunu ona söyledim. Kuşkuyla baktı bana. "Kim olursan ol" dedi. "Oyun falan olmayacak" Yaşlı Kanguru'nun üstü naylonlu eski jipi yanımızda  durunca  arka koltuklara geçtik. 
Yaşlı Kanguru yukarı doğru sürerken "Emre nerede ?" diye sordu yüksek sesle. Arabanın içinde korkunç bir uğultu vardı. Ayça öne doğru eğilip "Kahveye gitti" diye bağırdı. "Ne işi varmış o kadar sigara dumanının altında?" Omzumu silkip açılan üçgen kapıdan aşağı atlayıp eve doğru koştum. Üstümüzü değiştirip yeniden çıktık. Birkaç dakika sonra istasyona yukarıdan bakan yolun başındaydık. 
Kalabalık kahvenin cam kapısından içeri baktık. Emre kahvenin ortasına rastlayan masaların birinde babasının yanında oralet içiyordu. Bizimle birlikte Ayça da içeri girince uğultu birdenbire azaldı. Yaşlı Kanguru Ayça'ya arabada kalmasını söyledi bir defa daha. Sise benzeyen sigara dumanlarının arasında ilerleyip masalarına geldiğimizde okey ve kağıt oynayanların fısıldaşmaları arasında geldiğimizi farketmemiş olanlardan birinin "Şeşi dü be kırar be kırar kapısını da alır" diye bağırması  bütün gözlerin bir an köşedeki masaya dönmesine yol açtı. Kağıt oynayan babası gözünü elindeki kağıtlardan ayırmadan Emre'nin ormana bizimle gelemeyeceğini çünkü birazdan dedesine gideceklerini açıkladı.  Ortadaki kömür sobasından çıtırtılar geldi. Sessizlikte birisi gazetesini katladı. Kapıya yürürken geri dönüp Emre'nin babasının ne söyleceğini bekledim merakla. Ayça "Emre'yi neden provaya göndermediniz?" diye sormuştu cesaretle. Onun masasındaki oyun arkadaşları da ona bakıyorlardı. Diğer masadakilerse olan bitenle hiç ilgilenmiyor gibi, ama hiç konuşmadan oyunlarına devam  ediyorlardı. Emre'nin babası cevap vermeden Yaşlı Kanguru'ya baktı. Yaşlı Kanguru Ayça'nın sırtına dışarı çıkması için dokundu. Ayça kapıya doğru yürürken ağlamaya başlamıştı. Bütün gücümle çekerek açtığım, kendi kendine kapanan kapıdan çıkarken kendi ağlamasına sinirlendiği zamanlarda yaptığı gibi yumrukları sıkılı haldeyken, aslında Emre'nin babasına değil, babasının yanında uslu uslu oraletini içen Emre'ye kızdığını hissedebiliyordum. 
        Yaşlı Kanguru arabayı çalıştıran anahtarı çevirip geri geri çıkmak için arkaya bakarken " Ayça herşeyden önce" dedi. "Yanlış adrestesin." Yola çıkıp bir defa daha ileri atılırken "Bu insanlar kasabanın en iyi, en zararsız insanları" diye devam etti. Bunu söylediğinde az önceki tedirgin kovboylara yeniden baktım. Buharlı camdan içerisi belli belirsiz seçiliyordu. Sanki bir anda sisin içinde kaybolmuş hayaletlere dönmüşlerdi.
Gürüldeyen arabanın içinde kasabanın bitip ormanın başladığı yerdeki yüksek çalıların önünde hayaletlerin yaşamasının daha muhtemel olduğu tek katlı çatısız bir harabeye vardık. Yaşlı Kanguru bir sürprizinin olduğunu açıklamış, arabadan inip harabeye doğru yürümeye başlamıştı. Bizde inmiştik fakat jipin yanından ayrılmak istemiyorduk. Orada Safo'nun yaşadığı söyleniyordu. Safo değnekli bir deliydi. Boyundan daha uzun bir sırık taşıyordu. Onunla en son okuldan çıktığımızda karşılaşmış, derste olduğumuz için gidemediğimiz okulun arkasında tepelerin aşağısında yapılacağı söylenen at yarışını sormuştuk. "İki attan biri kazandı" demişti bize yuvarladığı kelimelerle. Ancak onunla akşamüstü karanlığında ormanın başladığı noktada karşılaşmayı hiç istemiyorduk. Yaşlı Kanguru harabenin önüne vardığında birşeyler söyleyerek geriye birkaç adım attı. Ne söylediğini duyamıyorduk. Sonunda geri geri yürüdüğünde Safo'yu gördük. Kısa boylu ve zayıf olduğu halde değneğini uzatmış inildemeye benzeyen sesler çıkararak ilerliyordu. Biraz sonra Yaşlı Kanguru aşağı bizim yanımıza indiğinde, Safo da ürkmüş halde topallayarak bir sonraki uzak tümseğe ilerleyip tümsekteki tek ağacın altına değneğine tutunarak çöktü. Onunla birlikte bizde üstünde harfleri okunmayan bir kenarı aşağı sarkmış tabelanın arkasındaki harabeye bakarken Yaşlı Kanguru derin bir nefes aldıktan sonra hiçbirşey olmamış gibi "Yakında burası yenilenecek" dedi. "Küçük bir yer ama altında da bir kat var" Yaşlı Kanguru üst katın alçakgönüllü bir kütüphane olacağını, ortasına satranç masaları konulacağını, kitapların ödünç verilebileceğini anlattı. Bir an harabelerin arasında Yaşlı Kanguru'nun bahsettiği yeri gördüğümü sandım. Bol bol çizgi roman olacaktı. Alt katta ise biz çalışacaktık. Ayça buraya umutsuzca bakarken "Hiç kimse gelmez" diye mırıldandı. Yaşlı Kanguru sanki tekrarlamaktan sıkılmış gibi son heceyi iyice uzatarak "Gelecekler" diye cevap verdi. "Tam burada sıraya girecekler, kasabanın bütün çocukları" Hafta sonu programının sunucusu onlara gelmelerini televizyondan söyleyecek ve açılışta da burada olacaktı. Posterler hazırlanacaktı. Belki televizyona bile çıkacaktık.
"Burada başarılı olmak zorundayız" dedi arabayı çalıştırırken. "Burada başarılı olabilirsek, bir çok kasabada bu projenin benzerleri başlayacak, sonra belki onlar buraya gelecek, biz onların yanına gideceğiz" Asfalt yol bitmiş, ormanın kenarından ilerleyen toprak yola girmiştik. Yol dün geceki yağmurla çamur içindeydi. 
"Safo'ya ne olacak?" dedim çekinerek.
"Ne Safo'su? Ha şu değnekli deli" Bir şey söylemeden çamurlu yolun darlığında sürmeye devam etti. Bunun onu sinirlendirmiş olduğunu anlamıştık. Safo'ya 'kendi evini tahsis edeceğini' açıkladı. Hemen sonra da artık mutlu olup olmadığımızı sordu. Sesimizi çıkarmadık. İki yanı ağaçlarla kaplı asfalt yola çıkmıştık ve jip çok hızlı gidiyordu.
"Şimdi şu arılardan kurtulalım" dedi parmaklarıyla direksiyonda ritim tutarak. Radyoyu açmasıyla "Of oof" diye başlayan oyun havalarından birini duyup kapatması bir oldu. Dar asfalt yolda saman demetleriyle yüklü bir at arabasının ve traktörün bize yol vermesini sabırla bekledikten sonra sağa doğru ayrılan toprak yollardan birine dalınca yeniden sarsılmaya başladık. Tahta çitlerle kapatılmış bahçeden geçip tek katlı bir evin kapısını çalınca, kasketini eline almış bir köylü gelip ön koltuğa oturdu. 
Yolun sonundaki açıklığa girdiğimizde kasaba, aşağıda daha önce hiç görmediğimiz kadar ufalmıştı. Kasketli köylü girdiği kulübeden beyaz uzay elbiseleriyle çıktı. Güvenli bir mesafeden onu seyrettik. Kafasında da astronotların taktığına benzer bir başlık vardı fakat yüzünün önüne cam yerine siyah bir file dikilmişti. Yan yana sıralanmış kovanları teker teker yukarısından açıyor bazılarının içindeki petekleri kaldırıp bize gösteriyor, bazen de eğilip, başının etrafında dönen işçi arılara aldırmadan içeride olup bitenleri uzun uzun seyrediyordu. Son kovanı da kapattıktan sonra kulübeye girip yeniden kasketiyle çıktı ve Yaşlı Kanguru'yla konuşmaya başladılar. Hoca Nazmi Ensari camide köyün imamıyla tartışmış, gitmesinden bir gün önceki sohbetinde parayla namaz kıldıranların namazının geçerli olmayacağını açıklamıştı. Yağmur başladığında jipin radyo antenini eliyle yatırıp içeri girmemizi işaret etti.  Geri dönüş yolunda kasketli amcanın arabadan inip eve doğru koşmasını izledikten hemen sonra, toprağın turuncu rengine dönmüş çamurlu sular yanımızdan akarken asfalt yola döndük. Üstümüze gerilmiş muşambanın bizi giderek iri tanelerle patırtılar çıkartarak yağan sağanaktan koruyacağına inanıyorduk ama göklerin çatırdaması içimizi titretiyordu. Etrafı aydınlatan şimşeklerden biri her an jipimize çarpabilir ya da filmlerde olduğu gibi yaktığı ağaçlardan biri yolumuzun üzerine devrilerek bizi ormanda bırakabilirdi. Koltukların arasındaki boşluktan öne geçip bir süre sessizce oturdum. Yaşlı Kanguru bir şey söylemeyince eğilip torpido gözünü karıştırmaya başladım. Kabını beğenerek aldığım kasetlerden birini teybe taktım. Daha önce hiç duymadığımız bir adamın sesi kaset sarıyormuş gibi gidip gelmeye başlamıştı. Kapaktaki resimde caddenin ortasında tokalaşan iki adam vardı ve ellerinden alev çıkıyordu.
"Yar murundan içti de, dert bende kaldı, dert bende kaldı "
Yaşlı Kanguru "Yok mu başka bir şey orada?" diye söylenince kasetleri yeniden karıştırmaya başladım. Hiçbir  kapağın içinden üstünde yazan kaset çıkmıyordu. 
"Yar bende kaldı, dert bende kaldı"
Siyah düğmeyi sertçe ileri ittirip, dışarı fırlayan kaseti geri aldım. Sağanağın patırtısı azalmış, hava tamamen kararmıştı. İki kenarı tahta çitlerle kaplanmış yola girdiğimizde Yaşlı Kanguru kovanların oradayken işaret ettiği Puhu kuşu ile Kukumav kuşu arasındaki farkı anlatıyordu. Ben bir şey görememiştim ama. Dalların arasında tek gördüğüm irice açılmış bir çift yuvarlak gözdü. Neden onun bir Puhu kuşu olduğunu anlatmayı kanal yolunun kapanmış olduğunu söyleyerek bitirdi. Arabayı durdurmuştu. Önümüzdeki toprak yolun yukarı tırmanmaya başlayacağımız noktasından kara bir sel akıyordu. Yaşlı Kanguru arkaya bakarak geri geri çıktı. Her seferinde önce şüphe eder bir tavırla ortadaki aynaya, sonra da koltuğun kenarından tutunup geriye doğru bakıyordu. O böyle yapınca biz de meraklanıp arkamızda kimse olmadığından emin olmak için onunla beraber arka cama dönüp yolu kontrol ediyorduk. Direksiyonun üstüne koyduğu  haritayı kapatmadan torpido gözüne sıkıştırıp yukarı doğru sürdü yeniden. Ağaçlar aşağı eğilip kalkarak yolu yelpazeliyor, bir anda boşalan sağanak kısa sürede kesildiği halde yol kenarlarındaki çamur nehirleri hiç küçülmeden akmaya devam ediyordu. Rüzgar sertleştiğinde ağaçlar sarsılıyor ve ormandan gelen uğultular bir ulumaya dönüşerek yükseliyordu. Bu uluma sesi yükseldiğinde çiseleyen yağmurdan tek bir damla bile ön cama düşmüyordu. Yola doğru eğilip kalkan ağaçlara baktım. Ayça'ya dönüp bu uğultuyu ormanda kaybolmuş ruhların çıkarttığını söyleyerek ulumaya başlamıştım. Ayça cesaretle, bununla hiç ilgilenmediğini belli eder bir tavırla pencereye döndü. Ancak birkaç akşam önce birlikte izlediğimiz o filmi hatırladığından ve korktuğundan emindim. Asıl kahraman'a ölümden sonraki dünyadan geri gelen ruhlar yardım ediyor, böylece bu zavallı ruhu dünyaya mahkum kalmış bir hayalet olmaktan kurtarmaya uğraşıyordu. Ancak filmin son sahnesinde anlıyorduk ki aslında dünyadaki tek kaybolmuş ruh o da değildi ve pek çok kaybolmuş ruh daha dünyadaki yarım kalan işlerini çözemedikleri için karanlıklarda, ıssız yerlerde tek başlarına huzursuzluk içinde dolaşıyorlardı. Yeni bir toprak yolun tümsekleriyle sarsıldıktan sonra arabanın içindeki gürüldeyen ses aniden kesildi. Hafif bir yokuştan aşağı kayarken Yaşlı Kanguru arada bir arabanın anahtarını çeviriyor, araba öksürse de az önceki gibi hırlamaya devam etmiyordu. Sessizce giderek, yolun kenarına doğru yavaşlayıp durduk. Yeniden birkaç defa direksiyonun altındaki küçük anahtarı çevirip beklediği sesi duyamayınca arabadan inip bize baktı. 
"Alta su çarptı heralde" 
Yaşlı Kanguru'ya göre biraz beklersek araba her an çalışabilirdi. Arabanın yanında gidip geldikten sonra koltuğa geri oturup, kapıyı çekti. Biraz ilerde yanyana evler olduğunu işaret ettik elimizle. Onları önümüzdeki sallanan ağaçların izin verdiği kadarıyla görebiliyor ama  emin olamıyorduk. Yaşlı Kanguru farları yakıp çatısız evlere benzeyen karaltılara doğru yürümeye başladı. Arabanın iç ışıklarını kapatıp, el feneriyle haritaya baktım. Bu kasabayı bilmiyordum. Uzaklardan gelen köpek havlamaları beni korkutuyordu.
Yaşlı Kanguru geldiğinde "İtalyanların kasabası" dedi. "Çok yakındayız."
"Casusların köyü orası" dedim. 
Orası geçici yol işçileri köyüydü. Mühendisleri, amirleri de orada kalıyordu ona göre. Elbette orada İtalyan casuslar da olabilirdi, "Ama çok küçük bir ihtimaldir" dedi. Çiseleyen yağmuru bulandırarak cama yayan silecekleri de kapatınca geriye sadece tek tük havlamalar ve uğultu kalmıştı. Hiç mühendis casus olur muydu? Ona göre olurdu. Casusluk hiç sandığımız gibi bir şey değildi. Yolu yapan mühendisler, teknik yol işçileri, eşleri ve çocukları vardı. Hayır casus değillerdi. En azından hepsi casus değildi.
Kabanlarımızı giyinirken arabayı birkaç defa daha çalıştırmaya uğraştı. Arabadan çıkan öksürmeye benzeyen sesler cılızlaştıkça köpeklerin havlamaları şiddetleniyordu. Araba gürüldemeye ve horlamaya başlamadıkça köpeklerin susmaya niyetlerinin olmadığını anlamıştık. 
Ormanın içine Yaşlı Kanguru'nun tuttuğu el fenerinin ışığında yürürken Ayça'ya söylediklerimi unutmaya çalışıyordum. Su deposuna varan patikada birkaç dakika hiç konuşmadan ilerledik.  Ama rüzgarın uğultusunun içindeki sesleri duyabiliyordum. Ormanın derinliklerinden gelen insan sesleri, bağırışlar ve seslenişler. Yaşlı Kanguru Ayça'nın elinden tutuyordu. Diğer elinde de el feneri vardı ve beni sırtına alması için yalvarmama gururum şimdilik izin vermiyordu. Gelen tüfek sesiyle bir an sarsılsam da hemen toparlanıp tuttuğum paltosunun ucunu serbest bıraktım. Ses yakından gelmiş olsa da elimizde bir el feneri varken bizi yaban domuzu sanıp vurmaları olanaksız görünüyordu. Hatta bu karanlık ormanda bizim dışımızda nefes alan ve silahlı birilerinin olduğunu bilmek rahatlatıcıydı. Yaşlı Kanguru yürümeye devam etmedi yine de.
"Bu av tüfeği değildi" dedi endişeli bir sesle. Dar patikadan ayrılıp ormanın içine daldık. Kanalın olduğu yer aşağımızda kalıyor, kanalın üstünden geçen asfalt yolu aydınlatan farlar, sarı ışıklarının arkasında göremediğimiz bir arabadan çıkıyorlardı. Yaşlı Kanguru el fenerini kapatıp aşağı baktı. Burası birkaç hafta önce casusların köyünden dönerken Bobo'nun yerde yatan kadını dudaktan öpen adama havladığı yerdi. Patikanın altından akan sular kanala dökülüyor, beton kanal asfalt yolun altından geçip göle yaklaşana kadar toprak üstünden akmaya devam ediyordu. Bağırışma sesleri silah sesiyle birlikte kesilmişti ancak şimdi boğuşma sesleri geliyordu. İki kişi arabayı yolun aşağısına çekip birbirlerine girmişlerdi. Farların aydınlığına çıktıklarında birbirlerine kollarından boyunlarına dolanmış halde nefessiz bırakmış boğuşan iki ayrı kişiden çok, yürümeye çalışan dev bir yengece benziyorlardı. Yüzlerini göremesekte hiçbir cümleye tamamlanmayan kesik kesik kelimelerinden onları tanımış, yola devam etmemiz için bizi çeken Yaşlı Kanguru'ya direnmiştik. Yan yan yürüyerek farların ışığına çıkan bu yengeci oluşturan iki parça Semih abi ve onun abisiydi ve ben kavgayı sonuna kadar seyretmek istiyordum. Ayça ise Yaşlı Kanguru'yu onları ayırması için yüreklendirmeye çalışıyordu. Yaşlı Kanguru'nun aşağıda çalışan bir araba ve kavga eden iki kişi olduğu halde bir an önce oradan açıkça kaçmaya çalışması bizi hayalkırıklığına uğratmıştı. Aşağıdakilerin ikiside eğilmiş, aralarına girmiş vahşi ve çok güçlü bir hayvanı zapt etmeye uğraşır gibiydiler. Yaşlı Kanguru, Ayça'yı yola devam etmek için sertçe çekince Ayça çığlık atacağı tehdidinde bulundu. Bağırışların yükselmesiyle, neden birbirlerine yumruk atmadıklarını  anlamaya çalışarak  yeniden aşağı baktık. Hangisinin elinde olduğu belli olmayan bir silah vardı. Yaşlı Kanguru önce el fenerini  bize uzatıp kesinlikle açmamamızı söyledikten sonra geri alıp pillerden birini cebine koydu. Fenerin yanındaki ipi bileğimden geçirirken ses çıkarmamamızı yineledikten sonra ileri doğru koşmaya başladı. İlkin bizi burada bırakıp kaçtığını düşünerek panik içinde etrafımıza bakınmaya başladık. Gözden kaybolmuştu. Işığa uçan böcekler gibi farların aydınlığına çıkmak, bir an önce evimize gitmek istiyorduk. Doğrulduklarında, zapt etmeye çalıştıklarının vahşi bir hayvan değil parlak siyah bir tabanca olduğunu, yağmur çizgilerinin arkasında Semih abinin morluklarla şişmiş yüzünü görmüştük. Konuştuğunda ağzının kenarından kan sızıyor, kelimeleri kanal köprüsünde yankılanan suyun sesine karışarak anlaşılmaz hale geliyordu. Asfalt yolda gürüldeyerek gelen üstü kapalı bir traktör yolun kenarındaki kavgayı gördüğü halde kanalın üstünden yavaşlamadan geçmişti. Semih abi yere doğru savrulmuştu ancak abisi onu hala bileğinden yakalamış haldeydi ve kolunu kıvırarak silahı elinden çekip kanala fırlattı.  Bağırışmaları kanal sularının ve rüzgarın uğultusunun içinde anlaşılmaz hale geliyordu.
Yaşlı Kanguru farların arkasındaydı ve onu göremediklerini fark etmiştik. Semih abi yere savrulmasının ardından kalkıp koşmaya başlamış ve arabanın arkasını açıp av tüfeğiyle çıkmıştı. Abisini domuz gibi vuracağını söyleyerek onu kayalığa yürütmeye çalışıyordu. Tartışmayı kestikleri bir an herşeyin yatıştığını düşünürken namluyu hızla kaldırıp, ateş etti ve patlamanın sesi arı kovanlarına gittimiz dağlardan yankılanıp geri geldi. Kafasına silah dayalı halde yere yattı sonra.  Yaşlı Kanguru onu kelepçeledi. Aşağı koştuk ve kanala dökülen beton boruların üstünden geçerken Semih abi "Tezgaha getirdiniz lan beni" diye bağırdı. Suratının yarısı hala çamurun içindeydi ve elleri arkasından kelepçeliydi. Abisi ayağını sardığı sargı bezini kesip arabanın arka koltuğuna oturttukları Semih abiyi ayaklarından da bağlamıştı. Semih abi kafasını hızla ön koltuğa çarpıp durdukça Selim amca sinirleniyordu. İlk gördüğümüz gün taktığı fötr şapkası ve paltosuyla şimdi tıpkı gerçek bir casusa benziyordu. "Kimse seni tezgaha getirmedi sersem herif" derken ön koltuğa binen abisini kaldırıp onu da arkaya Semih'in yanına gönderdi. Eve varana dek hiç susmadan tartıştılar. Selim amca silahını koltuk altındaki kılıfına yerleştirdi. Bize işaret ettiği gibi ön koltuğa sıkıştık ve camın önünden aldığımız TEK IŞIK Kebap & Lahmacun broşürünü dikkatle inceledikten sonra camın önüne diğerlerinin yanına aldığımız haliyle geri bıraktık. Semih abi'ye göre altınlar çalınmamıştı. Yengesi hem kendi altınlarını saklamış, hem de abisini kurup kendi üstüne göndermişti. Abisi onu böyle konuştuğunda elini suratının üstüne getirip dövmekle tehdit ediyordu. Kardeşi adi bir hırsızdı ve az önce herşeyi itiraf etmişti. Selim amca sağanağın arttığı bir an arabayı durdurup, susmaları gerektiğini, Semih'in koltuğa kafa atmaktan vazgeçmesini, içerde konuşmak için daha uzun zamanları olacağını söyledi. O sırada kanala atılan silahtan bahsediyorlardı ve Semih'in abisi silahın kendisinin olmadığını tekrarladı telaşla. Bu durumda ona göre içeri girmesine gerek yoktu. Semih öne eğilip "Abi silah benim" dedi kısık bir sesle. "Ava çıkalım falan diye ormana çağırınca kuşkulanmıştım" Arkasına yasladığında "Silahı nerden buldun?" sorusuna "Bir arkadaştan buldum" diye yanıtlayınca Selim amca da oflayarak önüne baktı. Arabaya bindiğimizden beri ilk defa sessizlik oluyordu. Arabayı yeniden çalıştırırken aynadan geriye bakıp "Silahtan ikinizde bahsetmeyin" dedi. "Sittin sene çıkamazsınız". Selim amca sakinleşmiş gibiydi ama Semih abi ona hayatını kurtardığı halde karşılığının bu mu olduğunu sorunca yeniden sinirlendi ve ona 'hayatını kurtarmanın onun gibi bir tüysüze kalmadığını, herşeyi bok ettiğini, o içerdeyken bütün kasabanın rahat edeceğini' söyledi. Semih abiye göre ise kelepçeleri açıp onları eve bırakmalı ve yengesini tutuklaması gerekiyordu. Altınları saklayan o olmalıydı. Abisi onu sıkıştırmış, kasabada adını hırsıza çıkartmak istemiyorsa aldıklarını derhal geri getirmesini söylemişti.  Kurtyemez'in evine sonra da bakkala girmesinin nedeni altın alacak parayı toplamaktı. Hatta sırf bu yüzden evlenmek üzere olduğunu, kıza da durumu açtığını, toplanan altınları da abisine getirip vereceğini söyledi. "İşleri büyütmeden yakalanman iyi olmuş o zaman" dedi Selim amca. Sonra aynadan geriye bakarak "Öldürme maksatlı ateş ettiğini iddia edersen ben tanık olurum" dedi abisine. Taş duvarın yanından sürerken sokak lambalarının turuncu ışıkları yüzünün üstünden  geçip gidiyordu hızla. Bizim evin önünde durduğunda o da aşağı inip taş merdivenlerin başına kadar geldi. Sokakta o sırada bizden başka kimse yoktu. Yağmur altında güçlükle gözlerimizi açarak "Nasıl kandırdık onları?" diye bağıran Selim amcaya baktık. İstasyon yolunda onu ilk gördüğümüz gün yaptığı gibi şapkasını eğip göz kırpmıştı. Onları nasıl kandırmış olduğumuzu anlamaya çalışıyorduk. Selim amcanın bize aslında casus olmadığını söylemeye hazırlandığını fark etmiştik. Sadece bir oyuncu olduğunu tekrarladı arabaya bakarak. Sonra kimin olduğu anlaşılmayan, oyuncak bir silahtan bahsetti. Sırılsıklam olup kenarları aşağı doğru sarkmaya başlamış şapkasını çıkarttı. Kırıştırdığı yüzünde yağmur damlaları ve bir parmak kalınlığındaki sert beyaz sakallarından başka, bize çok yabancı bir ifade vardı. Ona daha önce hiç bu kadar yakından bakmamıştık ve bu kadar yakından bakınca o sanki daha başka birine, hiç tanımadığımız birine benziyordu. Bobo ıslak kafasını kulübesinden çıkarıp yukarı doğru bakarak ulumakla havlamak arası "Uv uv" diye seslendi. Bununla sokakta bizim olduğumuzu fark ettiğini ve bizim de yabancı olmadığımızı anladığını belli ediyordu. Sokağın diğer ucundaki iki sokak köpeği büyük bir hatayla bunu kendi üstlerine alınarak gür sesleriyle yaptıkları giderek kısılan kısa havlamalarla yanıtladılar. Köpeklerin bu biçimde havladıklarını duyduğumda kendi hayatlarında yolunda gitmeyen bir şeylere homurdandıklarını düşünürdüm. Yaşlı Kanguru eğilip sarılır gibi bizi birer kolunun altına aldıktan sonra bir süre kasabada görünmeyebileceğini, ama bizimle ilgilenmek için mutlaka birilerinin geleceğini, onunla da iyi geçinmemiz gerektiğini söyledi. Ayça bu andan sonra eve varana dek sürekli ağladı. Yaşlı Kanguru'ya göre kim gelirse gelsin sözünü dinlemeli, Emre ile barışmalı ve birbirimizden hiç ayrılmamalıydık. Yaşlı Kanguru bizi bırakıp arabanın arka kapısını  birkaç defa sertçe tokatlayınca Semih abinin "Sen tehdit etmedin mi, kendin demedin mi?" diye tekrar tekrar bağırması kesildi. Büyük basamaklı taş merdivenlerden inerken arabanın uzaklaşmasını dinledik. Evimizin bulunduğu üçüncü toprak terasına geldiğimizde "Dayımlar gelmiş" dedim. Ayça'dan önce koşup ikişer ikişer ondört küçük basamağı hızla çıktım ve zile bastım. Kiremit damın altında dağılmış tabureler vardı ve yanlarına çekilmiş mangalın içi suyla dolmuştu.  Kapı açıldığında nerede kaldığımı soran anneme "Selim amca casusmuş" diye bağırdım. Bizim dışımızda herkesin zaten farkında olduğunu düşündüren bir sessizlik oldu. Kimse hiçbirşey söylememişti. Hiç duraklamadan olanları anlatmaya başladım. Televizyonu kapatmışlardı. Benden sonra içeri giren Ayça ayakkabılarını çıkarıp ıslak ayakları havluyla kurulanırken "Semih abi kendi abisini vurdu" dedi. Dayımlardan biri Ayça'yı evine bırakmak üzere yanımıza geldi. Dışarda boşalan sağanağa baktı. Asmaları sallayan, merdivenlerin önünde  biriken sular toprakla karışıp çamurlu bir sel olarak ortancaların önünden aşağı dökülüyordu. Anneannemin bulduğu ufak siyah puantiyeli torbaları ayağımıza geçirdik. Üstüne kaymaması için başka bir çorap daha çektik. Ayça kocaman olmuş kafası, iri paltosuyla astronotlara benziyordu. Ben de büyünce astronot olmaya kararlıydım. Bana omuzları ve içi yünlü şapkası mavi, eski kırmızı gocuğumu giydirmişlerdi. Cebinden kağıt parayla beş lira çıkmıştı ki bu parayla annemlerin pasajındaki spor malzemeleri satan dükkandan tek tek satmaya yanaşmadığı açık yeşil ve turuncu renkleri de olan gerçek tenis toplarından bir kutu alınabiliyordu. Bir kutuda üç tane vardı ve İstanbul'da bile sarıdan başka renkte bir tenis topu bulmak imkansızdı.






16

Okulun Arkasındaki Tepeler, Bataklık, 
Kurbağa Avlamaya Gidiş, Atlar ve Geri Kalanlar

Salonda, ortasında televizyonun bulunduğu ahşap büfenin üstten ikinci çekmecesinde benim için bir şeyler dururdu. Yeşil kulaklı tavşan makas, bazen bir çikolatalı gofret ya da balon, ataçlar, bitmiş takvimlerin arka kartonları, üstünde saat markaları yazan yapıştırmalar, yeni bir kitap, boş kibrit kutuları. Anneannem benim işime yarayacağına inandığı şeyler eline geçtiğinde buraya bırakırdı. Evin içinde can sıkıntısı içinde dolaştığım zamanlarda yeni bir şey olup olmadığına bakmak için çekmecenin başına oturur ve dikkatle incelerdim. Dayımların geldiği bir akşam dolabın diğer yanında durması gereken araba lastiği biçimindeki kül tablasının içinde, ağaç kabuğuna sarılı misinamın yanında halka şeklinde bir yem buldum. 
En genç dayımın bulup getirdiği bu balık otu ufak halka biçiminde bir haptı. Ertesi sabah sırtımıza astığımız havlularla kimsenin yüzmediği belediye plajına yürüdük. Burada suyun içinde biraz ilerledikten sonra birdenbire uçurum başlıyordu. Tam derinliğini kimsenin kesin olarak bilmediği bu uçurumun on beş kulaç olduğu  varsayılırdı. Ucuna taş bağladığı uçurtma ipini buradan sarkıtan bir meraklı on beş kulaçlık bir derinlik ölçmüştü. Aslında bu meraklının kim olduğunu kimsenin bilmediği gibi, bu işin ne zaman yapıldığı da belli değildi. Yine de uçurumun on beş kulaç derinliğinde olduğu konusunda genel bir fikir birliği vardı.  İki dayımda kıyıda ıslattıkları balık otunu, şeftali yaprağı ve ekmek hamuruyla birbirine karıştırıp işte bu gölün içindeki uçurumdan atıyorlardı. 
Bir süre sonra yemler dibe çökünce beklemeye başladık. Balıkları beslediğimiz için bundan gurur duyuyor gibi mutlulukla bekledik kıyıda. Ve bir süre sonra yüzey bir sürü büyük balıkla doldu. İnce ve uzunlardı. Yalpalayarak yüzüyorlardı. Dayımlarda ellerinde torbalarla uçurumun kenarından yüzmeye başlayarak onlara doğru ilerlediler ve yüzmekte olan balıkları birer birer topladılar. Bende katıldım aralarına. Bu aptallaşan balıkları yakalamak çok zevkliydi. Ancak içimde bir şüphe uyanmıştı. Yanlış bir şey yaptığım duygusu büyük balıklarla eve dönerken de kaybolmadı. Balıklarla bir çeşit zeka ve yetenek yarışına girdiğimiz ve onların da bir şansı olduğu, oltanın ucuna ekmek hamuru ya da solucan takıp sabırla beklemek sona ermişti. Akıllı ve yetenekli balıklar kancanın ucunda döner, ara sıra kafa hamleleriyle yeme dokunur, bu darbelere dayanamayan yem dağılır ve kancanın etrafındaki balıklar dağılan yemi hızla paylaşırlardı. Ben daha atik davranır doğru zamanda çekersem yüzgeçlerinden yakalayabilirdim ya da birden bire yeme atlarlarsa yine hızla çeker ve işlerini bitirirdim. Kaybetme olasılığı yoktu şimdi, onların da kazanma şansları kalmamıştı. Birkaç hafta sonra aptallaşarak yüzmeye başlamış balıklardan daha tuhaf bir şey gördüm. Ölü bir balık suyun yüzeyine çıkmıştı. Merak içinde elimi uzatsam da dokunamadan geri çektim. Ağzı açık yan dönmüş halde duruyordu. Dinamitle avlandıklarını öğrendim. Kayaları parçalayan dinamitler, derinlerde de benzer bir bomba etkisi yaratarak patlıyor ve aşağıda canlı olan ne varsa gölün yüzeyine ölü olarak çıkıyordu. Ölü olan herşeye olduğu gibi suyun içinde olduğu halde kurumuş gibi duran büyük beyaz gözlü balığa da büyülenmiş halde baktım. Bilicilerin kehanetlerine esin olan işaretlere benziyordu. Altı parmakla doğan çocuklar, kafası kesildiği halde birkaç gün daha yaşayan hayvanlar, gökyüzünün birdenbire alışılmadık bir renge bürünmesi gibiydi. 
İstanbul'dan döndüğüm bir akşam, demiryolunun yanındaki tepenin yok olduğunu farkettim. Bunun sorumlusu olan sarı iş makinelerinin aferin bekleyen uslu köpekler gibi açtıkları düzlükte yanyana sıralanmış olduklarını gördüm. Dağları delen, tepeleri düz eden, denizleri dolduran, büyük binalar inşa eden sonra onlarcasını birkaç saniyede yıkabilen aklın gücü -böyle demişti Nihal öğretmen-  buraya da geliyordu. Nihal öğretmene göre biz bunları hep aklın gücüyle başarıyorduk.
Okulun arkasındaki tepelere koştuk okuldan sonra. At yarışı yapılacağı söylenmişti. Oradaydık bizde. Kasabanın bütün çocukları. Sonunda iki attan biri kazandı yine. Bataklığa indik bizde. Kurbağa avlamak için. Ağaçların arasından topladığımız taşlarla yumuşamış toprakta yürüyerek çamurlu açıklığa yaklaştık.
Bütün gün dışardaydık artık. Boş Coca Cola şişelerini toplayıp götürdüğümüzde para alındığını keşfetmiştik.  Şişeleri, keçiboynuzu ile değiştirmek için bütün gün dolaşıp, yabancı bahçelere giriyor, göl kenarına, kayalıklara bakıyorduk. Çöp kutularını araştırmak, ağaç altlarına işemek ve devam etmek. Cola, bira ve süt şişelerini götürüp, bir çuvalın  üstündeki keçiboynuzlarından birer tane alıp köşede sessizce yemek. Ayakta ve etrafa bakınarak. 
Bazı günler daha da fazla uzaklaştık. Mahalleleri terkedip sessiz ve ağaçlıklı yollardan kasabaya yürüdük. Araba altlarından, kapı önlerinden, sokak başlarından, inşaatlardan çıkan sokak köpekleri eşlik ettiler bize. Onlarla kasabada bilmediğimiz sokaklara girdik. Yabancı sokaklarda vahşi bakışlı çocuklarla karşılaştığımızda heyecanlı bir sesle 'tuu kıs-kıs'  diye bağırdık. Bazısı bizden çok büyüktü. Ama hepsi çekiliyordu yolumuzdan. Bizim heyecanlı tuu kıs-kıslarımızla tedirgin olan köpeklerimiz onlara doğru havladığında geri çekiliyordu hepsi. Kasabada yabancı köpeklerle karşılaştığımızda bu defa onlar bize doğru sokuluyor ve sahipli olduklarını göstererek rahatça onların yanından ama onlara hiç bakmadan geçiyorlardı. Kasabanın içine dağılmaya başladıklarında onları eğer bir isim vermemişsek kuçu kuçu diye çağırarak topluyor ve birlikte geldiğimiz mahallelere geri dönüyorduk. 
Akşam bütün o tu kıs-kısların ve kuçu kuçuların sonunda bizi takip etmemeleri için dönüp onlara bağırmak zorunda kalıyorduk. Bizimle daha fazla gelemeyeceklerini anlayan köpekler oldukları yere çöker ve neden birdenbire değiştiğimizi anlamaya çalışarak bakarlardı. Bazısı ise bunu anlayamaz ve arkamızı dönüp yeniden yürümeye başladığımızda onlarda oturdukları yerden kalkıp arkamızdan yürümeye başlarlardı. Emre bazen yerden taş alıp atacakmış gibi yapar, ben beceremezdim. Geri dönüp boyunlarına sarıldığım için  hiçbir zaman bizi bırakmayacaklarını ve bu yüzden bizimde hiçbir zaman eve giremeyeceğimizi bağırırdı. Çünkü evinizi öğrenen bir köpek daima kapınızın önünde nöbet tutmaya başlayabilirdi.
Bazen bakkal şişeleri eline alır ve " Bu şişeler buranın değil" ya da "Bunlar depozitolu değil" gibi bir şeyler söyleyerek  bizi geri gönderirdi. Bu biçimde geri dönüp kuruyemişçiye girdiğimiz bir akşam hemen hemen kel ve düz kafalı bir adam keçiboynuzu çuvalını işaret ederek "İstediğin zaman gelip alabilirsin bunlardan." dedi. Bu beklediğimiz türden bir cevap değildi. İkimizinde bilip birbirimize söylemediği gibi bunlardan zaten tepelere çıkarken kopartabileceğimiz ağaçlar da  vardı.
Yaşlı Kanguru'yu televizyon dışında başka bir yerde görmedik. İşaret ettiği harabeninse uzun zaman harabe olarak kaldıktan sonra kurban bayramı arifesinde boyandığını ve duvarlarının üzerine metal plakalar çakıldığını gördük. Tabelasında THK yazıyordu. Türk Hava Kurumu. Binanın üstünde bez bir afişte büyük harflerle kurban derilerinin Türk Hava Kurumu'na bağışlanması isteniyordu. 
Hikaye yazdığımız son derste, masanın altına dayaktan korkup kaçan çocuğu yazınca Nihal öğretmen annemle konuşmak istedi. Çocuk kaçıyor, yalvarıyor, annesi ise onu geri alıyor ve yine dövüyordu. Sonunu hiçbir yere bağlayamadığım hikaye alakasız biçimde şu cümleyle bitiyordu; Gece sanki cırcır böceklerinin sesiyle soluk alıp verir gibiydi.
Nihal öğretmeni annemin beni dövmediğine inandıramadığım gibi annemi de o cümleyi herhangi bir kitaptan 'çarpmadığıma' inandıramamıştım. Ancak hafta sonu eve gelen iki dayım da söz birliği etmiş gibi beni destekleyip yüreklendirdiler. Yazdığım yazıyla başımı belaya sokmam sadece dayımların hoşuna gitmişti. 
Geceleri önce tüfek sesleri geldi. Sabahları sokak köpeklerini duvar kenarlarında kurşuna dizilmiş olarak bulduk. Sonra kasabada tepki toplayınca zehirli köfteler bırakıldı. Cesetleri çöp arabasına kürekle atıp götürüyorlardı.
Bahsettiği kişi hiç gelmedi ya da bizim haberimiz olmadı. Düğünden sonra Semih abinin yengesinin altınlarını kimin çaldığını hiçbir zaman öğrenemedik, Semih abi adam yaralamadan hapise gitti ve Saliha teyzenin onu görmeye gittiği yolunda dedikodular çıktı, ben ortaokula başladım, köpekler azaldı, geceyarısı havlamaları da. Dümdüz olmuş tepeden geniş bir yol geçti ve hiçbirşey daha iyi olmadı.





17

Geceleri Duyulan Uzak Havlamalar
Büyüyebileceğim kadar büyüdüm. Bu kasabada ne kadar büyüyebilirsem o kadar büyüdüm. Avucumda sıktığım güneşin kanıydı. Açtım gözlerimi güneşin kanına, siyah üzümler avucumda ezilip ağzımın içine damladılar pörtleyerek. Posasını, ısıra ısıra çiğnedim. Ağaç kabuklarına tırnaklarımı geçirdim gergin bir kedi gibi. Tırmandım onlara. Dallarını eğip yapraklarını burnuma götürdüm, yiyebilirdim onları, bir parçası bende kalsın diye. Nasıl böyle sakin durabiliyorlardı. Onbeşbinyıldan beri böyleydi burası. Sarı bozkır, yeşil çimlerin başlangıcı, orman. Ve şimdi meyve ağaçları. Irmağın bir yerinden girdiği, biraz oyalanıp hemen aşağıdan küçük şelaleler yaparak daha aşağı döküldüğü sakin su. Fırlattığımız her taşla dalgalanacak kadar sakindi su. Taşın oluşturduğu çemberleri tüm kıyılarına dek takip edebileceğiniz kadar ufak bir göletti. Kışın donmak yerine toprağa çekiliyordu. Küçük şelalerin oraya yürüdüm. Suların çarptığı yerlerde güzel ve parlak taşlar bulabilirdim.  Parlak taşlar. Desenli taşlar. Üstündeki desenleri seyredip benzetmeler yapmak bir tarafa, düpedüz işaretler de aradım. Belki gizli bir hazineyi, belki gitmem gereken, yapmam gereken bir şeyi bana anlatacak bir işaret. Üç renkli taşlar. Bir zamanlar erimiş halde oldukları, içiçe bu haldeyken sonra soğuyup katılaşmaları, sonra bir kayadan ufalanıp, işte şu an benim elime düşmeleri. Herşey adım adım gerçekleşiyordu işte. Olayların birbirini sürekli takip etmesi, herşeyin belli bir kurguya uygun olarak gerçekleştiği izlenimi yaratıyordu. Sonra bu adımların belli bir noktasında ilginç ya da bize önemli görünen birşey oluveriyor ve biz de bütün bunların bu noktaya getirilmek için tasarlandığına inanıyorduk. Bu anlam arayışını da tatmin ediyordu, boşluk duygusunu da hafifletiyordu, ne güzeldi, her işe yarardı. Sahip çıkmalıydım öyleyse. Taşlardan birini cebime attım. Herhangi birini değil. Üstünde labirent olanını. Silindirimsi beyaz koyu gri bir taştı ve kıvrımları bir labirenti gösteriyordu.
Ama yalnızdım işte. Allahım, ne kadar da yalnızdım. Aslında yalnız olmadığımızı ağaçlar ve kuşların ve geri kalan bütün o şeylerin şarkı söylediği palavralarıyla dolu bir yığın şey okudum. Onların da çok yalnız olduklarını açıkça görmekten başka bir işe yaramamışlardı. Hiçbirşey ve hiçkimse hiç ses vermiyordu. Neden kendilerini cezalandırırcasına bir hayatı seçmişlerdi. Bu hiç açık değildi. İstanbul'a gitmek zorunda olduğumu biliyor ancak oradaki zorluklara alışabilme gücünü kendimde bulamıyordum. Gitmek zorundaydım ama. En azından kalabalıktı. Kalabalıkta kaybolurdum, gürültüye giderdim. Büyük taş binaların yanından geçerken daha büyük bir şeye ait olduğum duygusu uyanmıştı. Bunu unutmamıştım. Gar binaları. Yalnız olmadığımıza dair bir şüphe.
Ayça ile göl kenarındaki kayalıklarda, sazlıklı kıyıda öpüşüyorduk ki bu hiç olmayacak bir şeydi. Hakkımızda söyleyebilecekleri yeni bir şey kalmamıştı. Durmadan öpüşüyorduk. Sonunda bundan da sıkıldık. İkimizinde sevgilileri oldu. Birbirimize kırmızı kalp çizip gösteriyorduk. Ağır hakaretler ve nefretle saldırışlar geldi sonra. Haklılık duygusu ve aşağılanmış olmanın utancı ve tüm hırsıyla karşı koydum bende. Hiçbir farkım yoktu ötekilerden. 15 yaşındaydım ve herkesten nefret ediyordum. Ya onlardan biri haline gelecek ya da hayatımı cehenneme çevireceklerdi. İki türlü de çıkış yoktu. Yeterince büyüdüğüme inandığım bir akşam ani bir kararla -aslında hiçte ani olmayan bir kararla- İstanbul'a gideceğimi bildirdim. Dayımlara geleceğimi haber vermemiştim. Emre istasyona dek benimle yürüdü. Ahşap banka oturup sazlıkların ve cırcır böceklerinin sızlanışlarını dinledik. Çıkış vardı ona göre. Onlardan biri gibi davranmak. Gelen lokomotifin ışıkları çelik rayları parlatıp, rayların arasındaki beyaz taşlar, ahşap kütükler ve istasyonun karşı yakasındaki soluk turuncu renkli kenar taşları önümde aydınlandığında, aptalca bir iyimserlikle desteklediğim, boş, temelsiz bir beklenti duygusu güçlenmişti yeniden: 'Bir şey olacak duygusu'  Bir şey olacaktı. Ne olacağını bilmiyordum. Aradığım şeyin ne olduğunu bilmiyordum. Zaten bilsem onu aramama gerek kalmayacak gibi geliyordu. Onu bulduğumda aradığım şeyin o olduğunu hemen anlayacaktım. Ama daha önce değil.
Virajı dönerken teneke canavara havlayan köpekleri bekledim. Yoklardı ama şimdi, belki uyuyorlardı. Gece trenlerine havlamayacak kadar uysallaşmışlardı belki ya da bozkırın kutsal gece sessizliğine dokunmak istemiyorlardı. Boşluk duygusunun içimizde büyüdüğünü görür köpekler. Kedilerin umrunda olmaz. Onlar da bilirler, anlarlar ama umurlarında değildir. Köpek hisseder tehlikenin kokusunu. İnce bir inlemesi vardır, korkusu vardır, tedirginliğin kokusunu alır. Ama yoktular şimdi trenlerin vagon vagon gelişinden tedirgin olan rav hav lar.




18

     Ben Artık Büyüdüm


* Karasinekleri umursamıyorum. Burun kanallarını temizledikten sonra ellerini ovuşturmaları da problem değil. Kanatları geriye doğru uzamış parlak renkli çöp sineklerine tahammülüm yok ama, ve sivsinekler beni deli ediyor. Sırf şeffaf iki çirkin kanat ve minik gövdeden ibaretler, içeri girmeyi başarırlarsa birkaç gün aç durabiliyorlar. Bugün yorganın altında geçirdiğim üçüncü gün. Halsizlikten bitmiş halde kafamı kaldırabildiğimde saniyede  beş yüz sefer o minik ve iğrenç kanatlarını çırpmalarına daha fazla dayanamayacağım. Açlıktan gözleri dönmüş ve cesaretleri bir hayli artmış, temkini elden bırakmış durumdalar. Işığı yakınca saklanmayı da bıraktılar. Yine de onları kovalayacak gücü kendimde bulamıyorum. Dün gece çocukça bir şey yaptım ve odaya sivsinek ilacı sıktım. Pencereleri açmadım. Hepsi aptallaştılar. Ben de öyle. Gece kalkıp kustum ama mutfağa battaniye serip yere kıvrıldım. Sabırla ölmelerini bekliyorum. 

* Dışarısı çok fazla geliyordu. Çok fazla araba, çok fazla insan, çok fazla ses, çok fazla lokanta ve reklam panoları. Herşey gereğinden en aşağı iki kat fazlaydı. Ben de sokağa çıktığımda iyice kalabalık ediyormuşum gibi geliyordu.

* O köpeğin neden dili bir karış dışarıda bana sarıldığını, deli gibi koşturup sırıtarak yan yan yürüdükten sonra merdivenlerden atlayıp neşeyle havladığını çözmek için duvara yaslanıp otlara baktım. Ottular. Bir karışı geçmeyen yabani otlar ve çimler. Bir iki ağaç. Öyle çok değil. Bir iki tane. 

* Soğuk rüzgar yüzümüzü sıyırıyordu. Yalnız mıydık? Öyle hissediyorduk. Bir hal'den bir makam edinmeye gidiyorduk. Hepimiz böyle toplanmış sana geliyorduk ta, sen evde miydin, ev yerinde miydi tartışma konusuydu. 

* Son yazdığı e-postada Selim amca "benim de elbette bildiğim gibi evrenin genişlediğini" bildirmişti memnuniyetle. Neyin içinde genişlediğini sormadım. Yararsızdı.  

* Astronot olmak uzaya gitmeye yetmiyordu. Bunu başka şeylere de uyguladım ve doğru sonuçlar aldım. Büyümek yolunda önemli bir adımdı. 

* Bütün gece saatler ilerledikçe konyak oranı da giderek artacak biçimde konyak kahve içip eski günlerden konuşurken o gün söylemediği ikinci cümleyi kendisine saklamasında hiçbir kötülük bulunmadığını, bunun üzerinde durmaya değmeyecek basit bir ayrıntı olduğunu neredeyse gülümseyerek söylediğinde konuyu değiştirmek için  nakış atölyesinden gelen taramalı tüfeğe benzeyen sesleri anımsattım. Kahkahalar atarak "Evet" dedi anımsıyorum "Sen korkudan benim elimi tutmuştun."

* İran'da Mickey Mouse'un yasaklandığı haberini dinlediğimde masadakilerden bir tek ben gülememiştim. İnternet'ten Barbie'nin de yasaklanıp yasaklanmadığını araştırsam da kesin bir bilgi bulamadım. Otobanda işlenen cinayetleri okudum ama. Gölde yarışmaya gelen kürekçileri dövdüklerini öğrendim. "Erkek adam böyle tayt giyer mi ulan?" diyerek saldırmışlardı. Gölde pirana olduğu dedikodusu yeniden yayılmıştı. Köylerin birinde iki katlı bir evi, altındaki hazineyi çıkartmak için yıkmalarına güldüm. Bulamamışlardı ama. Burada da yoktu hazine. Haftasonları kasabaya dönen Ayça'ya katıldım. Bizimkiler taşınmışlardı. Zen kayıtsızlığına çoktan ulaşmış olduğuna inandığım kırtasiyeciye bir şeyler sormak, onunla sohbet etmek, ondan öğütler almak istiyordum. El hamurlarını indirirken katlanmış bulmaca sayfasına göz atttım. Ortadaki oyuncu resmine mavi tükenmez kalemle çizilmiş bıyığı gördüğümde konuşmaktan vazgeçtim. Parayı masanın üzerine bırakarak çıktım. Klima taktırmıştı ve güneş gören ara sokağa bakan vitrini tamamen boşaltmıştı. Bir koala ile Zen rahibi arasında gidip gelen bir izlenim bıraktı.

* Eski mahallemizde değişen pek bir şey yoktu. Geçerken tülün üstüne gece perdesini çekmeleri, pencereyi sertçe kapamaları, evin önünde merdivenlerde oturulmuşsa bir anda sessizleşmeleri. Bütün belirtiler bizi tanımadıklarını gösteriyordu. Omzunda tripod, elinde fotoğraf makinesiyle dolaşan bu uzun saçlı sakallı tip hoşlarına gitmemişti belki. Kasabanın sonundaki sokakta, uçurumdan aşağı ilerleyen manzarayı, tünel ve gölle birlikte çekmeye çalışırken yaşlı bir kadının beni tanıdığına inandım. Sırasıyla kime geldiğim ve niye geldiğim sorularını iyimserlikle yanıtlamaya hazırlanırken ona baktım. Kırış kırış yüzünde ürkütücü bir kötülük ve korku vardı.
 
* Kasaba kalabalıklaşmış, okulun arkasındaki yeşilliklerde apartmanla dolmuş, Cemal amcalar da buraya taşınmışlardı. Kızlarla erkeklerin birlikte gidip rahatça oturdukları cafelerin açıldığını öğrendim. Semih abilerin dükkanında akşam herkes çıktıktan sonra beyaz plastik bardaklarda rakı içtik. Yengesinin altınlarını düğün gecesinden sonra kimin çaldığını çözememişlerdi. "O günlerde eve çok fazla gelen giden olmuştu" dedi sadece. İçerdeyken ona abisinin baktığını anlattı. O da çıkınca burayı işletmeyi üstüne almıştı. Hazineden haberi olmadığını ama pirana efsanesinin gerçek olduğunu anlattı. Ona göre şehirden aldıkları piranaları gelip göle bırakan birileri vardı. Kayalıklarda yarı çıplak yüzenlerden rahatsız olan birileri. "Saçmalama" diyebildim. "Oğlum çıkan balığı bizimkilerde görmüşler" diye üsteledi. "Fatih abi, kızılkanat yakalamaya çalışırken bu balık gelmiş." Sonra yol kenarına bırakılan rakı şişelerinden zehirlenenler olduğunu anlattı. Önümdeki plastik bardağa tedirgin halde bakınca tekelden alındığı konusunda güvence verdi. 

* Bütün yazı şöyle geçirdim Anlatacağım tam olarak nasıl geçirdiğimi.  Bütün yazı şöyle böyle geçirdim. İyi de oldu. Şimdi Sonbahar geldi, ama alıştım.

* Aklımın içinde hiç şaşırmadan gidersem varacağım yerin, gerçekte varacağım yerin aynısı olacağı yanılgısı bir süre sonra eskisi kadar çocukça ve komik görünmemeye başladı. Descartes'ın da benzer bir yanılgıya düştüğünü farketmiştim. Hatta böyle bir yanılgıya düşüp düşmediğinden şüphe dahi etmemişti.

* Yaşarken hissettiğimiz ölmeye yaklaştıkça artık umursamadığımız o eksiklik ne idi?

* Gerçek, üstünde durmaya değmeyecek bir ayrıntı. Bellek, anıları bir süre sonra olmaları gereken hale dönüştürüyor belki. Basit şeyler üstüne bildik sayıklamalar. Olanları hatırladığım gibi anlattım. Hatıralar, aklın içinde bir süre sonra olmaları gereken hale yaklaşmışlardı.

* Birde uykusunda ölen ihtiyarların hangi rüyanın tam neresinde  bu dünyadan çıkıp gittiklerini merak ediyorum.Yeterince uzun yaşarsam uykusunda firar eden o şanslı ihtiyarlardan biri olabilirim belki; ama yazamayacağım o rüyayı görmekten, mutlulukla birlikte, yazamayacak olmaktan da büyük sıkıntı duyarım. Çünkü bana göre yaşadıklarımız ancak yazılınca tamamlanır. 
* Böyle olunca bir yaprakta bir ağaç görülür. İyi de olur. Hem bak bu nasıl olur. Öyle yavaş gerçekleşir ki,  yanında  büyüyen  çocuklar  gibi, birdenbire  anladığını zannedersin bir sürü şeyi.

* "Ben, kırmızı şapkalı, büyük gri köpeğim" dedim.
    Yeğenlerimle televizyonda çizgi film seyrederken karakterleri paylaşıyorduk hızla. 
    "Ben ateş büken kızıl Ejderim."
    "Ben lazer gözlü robotum"
     Sahne değiştikçe her seferinde yeniden paylaşıyorduk.
  
* Bilgisayar başında futbol maçı yapıyor ve kolay olduğu için golü kendi kalelerine atıyorlardı. Birlikte birkaç saat televizyonun önünde  üç saniyede bir değişen görüntülere baktıktan sonra aynı konuda dört diyalogtan uzun konuşamadığımızı fark ettim.

*  İstanbul için tek söyleyebileceğim o işlerin hiçte öyle olmadığıdır. Hangi işler bunlar derseniz, orası da belirsizdir, kesin birşey söylenemez. Plan yapmak anlamsız görünür. İnsanlar değişir çevremde sıklıkla, evler değişir, işler değişir, sözler boşuna kalır. Söz söylenene dokunmadan söyleyen değişir, söylenen değişir. Ben bunların içinde kim olduğumu merak eder dururum gerçekte.

* Defterleri karıştırdım sabah. Okuma parçasının sonundaki sorulara verilmiş yanıtlara göz attım. Altını çizip yükleme sorduğumuz nerede, kim ve nasıl sorularını yanıtladım bir defa daha.

* Kim olduğumu bilmiyordum, ama artık büyüdüm
  Ben kırmızı şapkalı, büyük gri köpeğim. 

* Gündüz uykularının en sevdiğim tarafı görülen rüyaların hatırlanabilmesidir.

* Hastalıklı aç bakışlı çocuklar etrafımı çevirdiğinde, kasabayı karantinaya aldıklarını fark ettim. Biraz uzakta barikatlar kurulmuştu. Barikatların ötesinde kalabalık birikmiş, içeri girmeye çalışıyordu. Yakınları içeride olanlar, yardım edebileceğine inananlar. Sadece çocukların çıkmasına izin verdiklerini gördüm. Hemen her çocuğun yanında bir ya da bir kaç köpek vardı.

* Anlattığım masallara artık çocuklar inanmıyor. Çocuklar artık pek çok şeye nedense hiç inanmıyor. Çocukların yeterinden fazla olgun, büyüklerin çocukça işler yaptıkları yerlerde eskidiğimize inandım bende. Ve ihtiyarlamadan öldüğümüze. 

* İhtiyarlamadan ölen kırmızı şapkalı büyük gri köpek bendim.

* Saçlarını uzatmıştı Emre. Ziyaretimin hatırına çeyrek saatliğine durdurduğu ne işe yaradığını anlamadığım büyük bir makinenin başında çay içtik.  "Bizler belkide Tanrı'nın rüyasının içindeyiz sadece, gerçekte neler olup bitiyor bilemeyiz." dedi. "Bizim gerçeğimiz bu rüyanın ta kendisi." Babası ölümcül bir hastalığa tutulmuş ve ölmüştü. Tedavi kabul etmediğini, son birkaç ayını da evde geçirdiğini anlattı. Televizyon seyrederek ve bayiye yatırmadığı altılı kuponları doldurarak sessiz sedasız ölümü beklemişti.

* Gördüğüm rüyalardan, çoğu henüz sabah karanlığında başlayan berbat iş günlerine uyandım. Emre belki haklıdır diye düşündüm son bindiğim otobüste. Karşı yönlere bakan sırt sırta vermiş koltukların arasında sıkışmış şık iş elbiseleri içindeki kadınla göz göze geldim. Pencereye sırtını vermiş halde, yüksek tümseğe güçlükle ayaklarını uzatmıştı. Cep telefonunu kapatması için uyardığı adam konusunda destek bekliyordu. DURACAK yazısının kırmızı lambası yandı. Camı silseler dışarıyı görecektim. İneceğim durağı geçip geçmediğimizden emin olamıyordum. Kalabalıkla dirsekleşerek kapıya doğru ilerlemeye çalıştım. Emre belki haklıydı. Belki de değildi. Ama eğer biz sadece Tanrı'nın rüyasıysak, Tanrı'nın bu rüyayı henüz görmediğine yemin edebilirdim.



- SON -



 











İKİNCİ KİTAP

KASABADAN SONRA























BİR

İstanbul, geceden beri aralıksız yağan ağır sağanağın altında can çekişiyor.
Vakit öğleden sonra olmasına rağmen, ortalık alacakaranlık.
Bazı evlerde ışıklar yanıyor.
Kentin ücra ve harap haldeki mahallelerinden birinde çamurlu dik bir bayır.
Az önce kızlı erkekli küçük bir grubun bata çıka, sessizce geçtiği çamurlu bayırın iki kenarında upuzun yükselen kavak ağaçlarının, boyasız, beton alçak bahçe duvarlarının arkasında tek ya da iki katlı küçük kirli evler, kurşuni renkteki gökyüzünden süzülerek gelen ölü güneş ışığının altında olduklarından daha sefil görünüyorlar. 
Dış kapının açıldığı ufak antreye girilirken ılık, tedirgin edici bir hava çarpıyordu. Bu çarpıcı koku, erimiş balmumu ve parafinin ağır kokusunun arasından seçilen ince, keskin bir parfüm kokusuydu ve antrenin baktığı salona doğru belirginleşiyordu. Salonun isle kararmış penceresinden sızan ölü ışıkta, pencerenin karşısındaki duvara doğru devrilmiş masa ve onun üzerine yıkılmış dolabın çelik iskeleti güçlükle seçiliyordu.
Salon, dün geceden sonra artık ufak bir mum imalathanesinden çok, duvarları eriyen bir yeraltı mağarasını andırıyordu. Salonda, geç tutuşan ıslak kütüklerden, yakılmış kara lastiklerden yayılana benzer kokular arasında, çoğu kırılmış şişelerin süpürüldüğü köşeden gelen meyve esanslarının kokuları, ağızda belli belirsiz bir tat bırakabilecek yoğunluktaydı. Temkinle atılan her adımda parçalanmış cam rafların ezilen cam kırıklarının çıtırtıları duyuluyordu. Alevlerin kemirdiği kitapların yanmamış kalan kısımlarında, ateşin kara salyalarını bıraktığı tırtıklı diş izleri üst raflardaki ciltlere doğru belirginleşiyordu. Dumanların yoğunluğundan seçilemeyen alevleri yatıştırmak için sıkılmış köpükler geride yapışkan beyaz bir tortu bırakmıştı.
 Kaan gelişigüzel sarılmış sigarasını yakmak için ocağın üstündeki balmumu erittiği iki katlı tencerenin metal kısmına değmeye çekinerek ateşe doğru eğildiğinde, daha ne olduğunu anlayamadan acıyla geri çekilmiş, uzamış yağlı saçlarının tutuştuğunu farketmesiyle paniğe kapılmıştı. Yok oluşunu bir türlü kabul edemeyen, salonun içinde mantıksız, saçmasapan hareketler yaparak yalpalayan Kaan'ın rahatsız edici çığlıkları üst katta uyumaya çalışan evli çifti uyandırmış, ne olduğuna bakmak için kapıyı açtıklarında apartman koridoruna yayılmış duman ciğerlerini yakmış, kapıyı kapatıp telefona sarılmışlardı. Alevler onu çevirip yuttuğunda, bilincini yitirmiş bir beden aralarından fırlatılmış bir meşale gibi hızla çıkarak boş koridorda koşmuş, küçük bahçeye açılan odanın kapalı kapısına çarparak yere yığılmıştı
İsli duvarlarıyla karanlık koridorda, eriyip koyu bir katran bulamacına dönüşerek serildiği taş zemine tümden yapışmış halının üzerinde, buraya ilk girenlerin çizme izlerinin yaptığı çöküntüler belli belirsiz seçiliyordu. Çakan her şimşek odayı bir anlığına ışığa boğuyor, gölgeleri keskinleştiriyor, camları sarsıyor ve şimşeği izleyen her gök gürültüsünde sağanak daha da şiddetleniyor, rüzgâr güçleniyordu.
 Suat, buraya Kaan’dan kalan özel eşyaları toplamak üzere gelmişti. Minderlerden birine oturup battaniyeyi üstüne çekti. Ayakları ıslaktı ve karnı ağrıyordu. Saçlarını havlulardan biriyle kurularken çekmeceden aldığı defterlerden birini açtı.

(...)
Hava kapalı. Hafif bayırdan aşağı ince tekerlekli hurda bisiklet giderek hızlanıyor. Durdurmak istemiyorum. Rüzgâr gömleğimden içeri doluyor, gözlerimi kısıyorum. Burada sonbahar sabahlarına özgü bir kasaba sessizliği var. Eski mahallemizin içinden kuyruklu bir yıldız gibi akarken bir an bakışlarım yedi sene oturduğumuz apartmana doğru kayıyor. Kirasını ödeyemeyip boşalttığımız eve başkalarının taşınmış olduğunu görüyorum. Bana ait mahrem bir bölgenin işgal edilmiş olmasına sinirleniyorum. Kalabalık bir ailede tek çocuk olarak büyümenin sevinçli şımarıklığının gölgelendiğini, kendime olan sonsuz güvenimin azıcık sarsıldığını hissediyorum. Odamın açıldığı balkonda bir başkasının ıslak çamaşırları sallanıyor. Tüm ülkeyi çalkalayan ekonomik krizin ardından ailemin buradaki geri kalan son kısmı da dayanamayıp başka bir şehre, diğerlerinin yanına gittiler. Dayılarımdan biri, karısı ve iki çocuğuyla hâlâ burada. Küçük bir ev. Ben de yanında kalıyorum. Birlikte boya işleri, kartonpiyer ve duvar kağıdı yapıyoruz. Kriz hâlâ sürüyor. İnsanlar evlerini güzelleştirmek kaygısından uzak, dekorasyonla uğraşacak durumları yok. Günün büyük kısmı dükkânda altıgen şeklinde, dev bir akvaryumun başında sigara, çay içip satranç oynayarak, balıkları seyrederek geçiyor. Camlardan minik akvaryumlar için parçalar kesiyorum. Yeni balıklar doğduğunda onları alıp başka yere koymazsam geri dönüp onları minik kurtçuklara yaptıkları gibi yiyorlar çünkü. Dayım bu çoğalan akvaryumları ve balıkları gülümseyerek seyrediyor, bazen burayı bir akvaryumcuya çevirmeyi düşünüyor. İşler çok kötü. Onun da gitmesi yakın. Burada, İstanbul'da kalmak istiyorum. Duygu ile. Güneş seyrelmiş bulutların arasında turuncu donuk bir ışık yayıyor. Kısa bir an. Sonra yeniden eflatun rengi alacakaranlığa dönüyor ortalık. Kıbrıs'a burslu olarak okumaya gitmiş ve upuzun yirmi günün ardından Duygu'yu özleyince geri gelmiştim. Üniversiteyi burada bir yerde kazanmam gerekiyor. İş bulmam lazım ya da. Ucuz bir ev sonra. Hiçbir şey belli değil. Bisiklet dört yol ağzına gelirken dikleşen yokuşta hızlanıyor. Körlemesine iniyorum. Hızı arttıkça bisikleti yönlendirmek zorlaşıyor. Şu an kör bir bisikletçi ile aramdaki tek fark; benim olası bir çarpışmadan yarım saniye önce bundan haberim olacak olması.
Hiç sevmediğim, hatta bazılarını izlemediğim halde unutamadığım uzun film isimleri gibi küçük bir anı parçası bu.
Gidonun, bisikletin gövdesine paralel uzanan kısımlarını sıkıca kavrayıp takla atmamak için ani hamlelerle kesik kesik ön frene asılıp bırakıyorum. Arka frenin birkaç gün önce işi bitti. İyi bir zamanlamayla dört yol ağzında duruyorum. Kaldırıma oturup Duygu'nun durup kalkan minibüslerin birinden çıkmasını bekliyorum. Son günlerde onda bir tuhaflık var ve ben bunun ne olduğunu çok merak ediyorum. Ne aradığı, ne geldiği kötü pazarlardan biri daha olmamasını diliyorum. Görüştüğü birinin olduğundan yersizce kuşkulanıyorum. Beni terkedeceğinden, ona gideceğinden korkuyorum. Dediğim gibi o an için yersiz bir korku bu. Böyle biri yok. Onunla ikimiz de bugün tanışacağız.  
(...)
İndiğinde, elinde pastel renklerde, köşeleri yuvarlatılmış geometrik şekillerden desenleriyle bir uçurtma vardı.Uzun pileli etekli elbisesi, etrafımızdan dolanıp yanımızdan geçip giden blucinli, tişörtlü kalabalığın içinde, geniş çeperli hafif yan yatmış şapkasıyla tamamlandığında neredeyse kostüm havasındaydı. Onun bu pikniğe giden çiftlik kızı elbiselerine hayrandım. Ben onu seyrederken o uzakta belirsiz bir noktaya bakıyordu. Dalgınlığının nedenini sorarcasına göz kırptığımda, anlamı bize kapalı kederiyle Sahra çölü göçebelerine özgü olduğunu sandığım iç burkan bir gülümseme belirdi yüzünde. Sarılması zaafla karışık bir sevginin izini taşımaktan öte, sıcak, dostça bir kucaklamaydı. Teselli ediliyormuş hissi veriyordu. Sorsam, şaşırmış halde hiçbir şey olmadığını söyleyeceğinden bu haline dair tek kelime etmeden uçurtmaya baktım. İncecik, narin çıtaları vardı ve ön yüzünde kocaman gözler. Bakışlarını aşağıdaki dünyaya indiren Tanrı Avalokiteşvara'nın gözleri.
 Tren yoluna paralel uzanan dar toprak yoldan, bizi sahile indirecek köprüye doğru sürerken, bisikletin arkasına oturmuş ve  bana sıkıca sarılmış haldeyken sanıyorum Raindogs'u söylüyordu ki, ben de gerekli gördüğüm yerlerde değişik tonlarda havlayarak şarkıya eşlik ediyordum.
Çocukluktan çıkarken karşılaşan, karşıt da olsa uyumlu kişilikler geliştirenlerin önsezisiyle, beklemekten başka hiçbir çıkar yol olmadığını, beklemeninse hiçbir işe yaramayacağının farkına varıyordum. Bu çaresizce bekleyiş içinde, yürüdüğüm topraklarında, her adımını ezbere bildiğim ekvator çizgisindeki küçük adalar topluluğu, şimdi bana uzak mavi ışıkları içinde buzul dağları olarak görünüyordu. Mavi buzul dağlarıyla aramdaki sularda buzullarla örtülüydü. Baş bodoslamadan buzların üstüne çıkıp ağırlığıyla buzu ezerek, kırarak, parçalayarak geçit açan bir buzkıran gemisinin manevra kabiliyetinden yoksun beceriksizliğiyle ona yaklaşmaya çalışıyordum.
 Köprüden aşağı doğru uzanan aşırı dik yokuştan aşağı sürerken boşlukta düşüyormuş hissine bağladığım hafif tiz çığlığını ve ardından gelen kahkahalarının asıl nedenini sahile indiğimizde öğrenecektim. Rüzgâr, süratli inişimiz sırasında elinde tuttuğu uçurtmanın içine yelkenleri şişirircesine hızla dolunca, ince çıtalar buna dayanamayıp kırılmışlardı.
Sahil, adam boyuna ufalanmış kayalıkların çizdiği genişçe bir yayın hemen gerisinde, taş yap-boz parçalarından örülmüş kendini tekrar eden desenleriyle geniş yürüme yoluna dağınıkça serpiştirilmiş küçük ve sinirli köpeklerini gezdiren orta yaşlı kadınlar dışında boştu. Tek tük bodur ağaçlarıyla yola paralel uzanan çimenlik alan, sabah ayazından kalma ıslaklığıyla parlıyordu. Deniz durgun ve hafif dalgalı olarak ikiye bölünmüş, dalgalı taraf biraz daha karanlıktı. İncecik sis dağılırken adalar belirginleşiyordu. Rüzgâr bazen sırtımıza doğru, bazen deniz tarafından, yönünü ve şiddetini sürekli değiştirerek esiyor, turlayan bisikletli iki polis dışında zaman zaman, koşan ya da hızlı hızlı yürüyen eşofmanlı nefes nefese kalmış göbekli adamlar görüyorduk. Güneş sivri mızraklarla yontulmuş geniş saçaklarıyla tepemize yükselmeye başladığında bizde bisiklet yolundan çıkmış, kayalıkların yanından gidiyorduk.
 Herhalde uçurtmasının başına gelenlere üzüldüğünden şarkı söylemeyi bırakmış Duygu'yu neşelendirmek için kıvrak bir hareketle çimenleri yolumuzdan ayıran küçük çıkıntıyı aşarak, saati gelip çalışmaya başlamış, hızla dönerek etrafı sulayan küçük  fıskiyelerin  arasına doğru sürdüm. Duygu ıslanmamak için garip hareketler yapıyor, hafif engebeli bu çim alanda sarsılan bisikleti dengelemek güçleşiyordu.
 Az sonra devrilmiş bisiklet ayak ucumuzda, fıskiyelerin arasında yanyana uzanıyorduk. Güneş tepemizde parlıyordu. Biraz ilerden martılar bağırıyorlardı. Denizin keskin kokusu burada hafifleyerek yerini toprak ve kesilmiş çim kokusuna bırakıyor, iki şeritli geniş asfalt yoldan arabalar geçiyorlardı. Önemli görünen hiçbir şey yoktu. İçimde hiçbir kıpırtı yoktu. Sessizdim. İçinde hiç huzur olmayan bir sessizlikti bu. Birbiriyle uyumsuz müzisyenlerin doğaçlama çıkardıkları gürültünün karşısında, pervasız kalmaya alışmış olmanın rahatlığıydı  daha çok. Çimenlerin üstünde eli avucumun içinde hareketsiz duruyordu.
 "Size gidelim"
Evi boşalttıktan sonra yedek anahtarlardan birini teslim etmemiştim. Ara sıra boş bir sergiyi ziyaret eder gibi, orada bıraktığımız kırık dökük birkaç eşya arasında, terkedilmiş boş evde dolaşır, banyoda sevişir, pencereden gizlice sokağı izler, komşuların meraklı bakışlarına yakalanmamaya çalışarak çıkıp giderdik.
"Başkaları taşınmış"
 Fıskiyenin son numarası, suratımı ıslatarak geçerken ağzımın ucunda iyice uzamış sigarayı söndürerek külünü suratıma yapıştırması oldu. Sulayarak geçtiği yerlerde bir an havada asılı kalan su zerreciklerinde ışık yedi rengine ayrılıyordu.
"Islandın mı?"
 İki anlama da gelebilecek oynaklıkta sormuştum bunu. Bana doğru dönüp, üstüme eğilirken öpüşeceğimizi sanıyordum ama başını biraz kaldırıp ilerde yükselen, dört köşe apartmanlarla kıvrak eğriliğini kaybetmiş tepelere baktı.
"Güneşin parladığı yerde ahşap bir konak var"
   Kalkıp onun baktığı yöne dikkatlice göz gezdirince, güneşin uzun camlarında parladığı ahşap konağı görüp yeniden uzandım.
 "Fotoğraf makinem yanımda değil"
 Dolaştığımız yerlerdeki ahşap konakları gezer, fotoğraflarını çeker, bunları bir albümde biriktirirdik. Bu albümün taşınırken kayboluşundan beri ahşap konaklara ilgimi yitirmiştim. Fotoğraflar ve yazılar olmadığında sanki tüm yaşanmışlıklar hiç yaşanmamış hale geliyordu.
 Güneşin yan apartmanlara kaymasını beklediği kısa bir sürenin ardından "Bütün perdeleri kapalı" diye fısıldadı gözünü ayırmadan. Bu nefis haberi öpüşerek kutladıktan sonra yola çıktık yeniden. Göründüğünden daha uzaktı. Bahçesini çeviren yüksek duvarların etrafında dolaşarak, girmek için uygun bir yer ararken "Biliyor musun..." dedim. Sıvaları dökülen bir apartmanın sıkıştırdığı darlıkta tek başımıza bile güç yürüyorduk.
 "...gecikince seni çok merak ettim."
 Bisikletin selesine basarak duvara tutunup, kendimi yukarı çektim.
"Sonra beni terkedip bir başkasına gittiğini düşündüm." diye hayıflandım.
 Kıyafetlerinin çıkarken sorun yaratacağını düşünen Duygu, ilerleyip köşeye varmıştı.
"Niye böyle saçma sapan şeyler düşünüyorsun ki" diye sıcak, sevecen bir sesle azarlarken içeri girebilmek için daha uygun bir yer arıyordu hâlâ. Bedenimi konağın bahçesine doğru sarkıtıp, ellerimi bıraktım.
"İnsan Tao’dan uzaklaştığı zaman düşünceler doğarmış" diye seslendim ama bir süre sesi çıkmayınca nemli toprak, çürük elma kokuları ve dizime dek yükselmiş yabani otların arasından, iki binanın kararttığı dar yoldan, ışığın göründüğü açıklığa kadar yürüdüm. Karmakarışık dallarıyla ağaçların loşlaştırdığı geniş alana vardığımda, Duygu, bahçenin bakımsızlığıyla uyum halindeki siyah sefil bir sokak köpeğini seviyordu. Kapalıdır diye tahmin ettiğim bahçe kapısından girmişti içeri.
"Canıım yazık mısın sen? Köpek mi yaptılar senii?"
Konak, çatı katını da sayarsak dört katlıydı. Tüm perdeleri kapalı ve boş verandasının terkedilmiş havası, verandanın önünde fıskiyesi çalışmayan mermer havuzu, bakımsız loş bahçesiyle kasvet yüklüydü. Önce boş havuzun dibini kaplayan çamurun içinde üst üste birikmiş kuru yapraklara, sonra bu yaprakların sahibi olan elma ağacına baktım. Etrafı karartan görkemli geniş dallarıyla yeşil kalmış diğerlerinin aksine bu meyve ağacı çırılçıplak halde çok zavallı görünüyordu.
"Şuna bak Kaan" dedi "Aynı insan gibi bakıyor."
Çenesinden tutup bana doğru çevirince, söylenenlerden bir şey anlamayan köpekle göz göze geldim. Göz kenarları çapaklarla dolmuş, hastalıklı bir sıvı, çapakları parçalayarak aşağı doğru akıp kurumuştu. Zavallı bir şeydi. İkimiz de gözlerimizi kaçırdık. Kızın endişe verici sevgisinden ürken köpek gitmeye davransa da, Duygu köpeğin kafasını yakalayıp ıslak burnundan öperek, tüylerini karıştırdı.
 "Prenses" diye seslendim güvenli bir uzaklıktan, "Yakışıklı bir prense dönmediğine göre doğuştan bir köpek olmalı. Elimizden bir şey gelmez. Uzaklaştır onu buradan artık."
Serbest kalan köpek, kahverengiye dönmüş çürük elmaların ve kuru yaprakların çıplak toprağı örttüğü iri gövdeli bir ağacın dibine miskince devrildi. Bu olanlar bile onu yormaya yetmişti. Bir elimle, cam kestiğim elmas denilen aleti cebimin üstünden yokladım. Elmastan aldığım cesaretle pencerelerden birine arkamı dönüp kaldırmaya çalıştım. Kıpırdamıyordu. Diğerine yönelirken Duygu elma ağacının çıplak dallarını göstererek, "Bizi ele verebilir" diye uyardı. Dallarının ardında bir apartmanın yükseldiği ağaç bizi saklayamıyor, olası meraklı gözler karşısında tamamen açıkta bırakıyordu. Bir şey söylemeden evin diğer yanına dolaştım. Burası nispeten daha karanlıktı ve bu cepheyi saran sarmaşıklar yer yer pencerelere de yürümüştü. Pencereleri teker teker denedikten sonra, sonuncusuna elmasla elimin geçebileceği büyüklükte, tabanı, pencerenin kenarı olan yarım bir daire çizmiş, camı bu noktadan parçalamaya hazırlanırken  Duygu'nun seslenmesiyle irkildim. Ona doğru koşarken arka cebimden abanoz saplı çakıyı çıkartmıştım. Açıklığa vardığımda esmer tenli, uzun boylu bir adamla sakin bir halde konuştuklarını gördüm. Koşmayı bırakıp, çakıyı yarıya kadar açılmış halde sağ elimde saklayarak yavaş yavaş yanlarına yürüdüm. Kalp atışlarımı duyabilirlermiş gibi insanüstü bir çabayla yavaşlatmaya çalışıyordum.
 Konuştuğu adamın gözüme çarpan ilk özelliği dazlak olmasıydı. Üstündeki basit ancak şık kıyafetler, eflatun rengi ceketiyle tezat haldeydi. Bu bende belli belirsiz bir rahatlama yaratmışsa da, hemen ardından dazlaklığında, kötü huyluluğunun, karanlık mizacının bir işareti olarak gördüğüm ürkütücü bir yan bulmuştum.
 "Ona eski konakların ilgimizi ne kadar çektiğini anlattım. Bize konağı gezdirmek istiyor"
 Dazlak, başıyla bu isteğini doğrulayan bir jest yaptı. Otuzlu yaşlarındaydı. Yüzündeki derince çizilmiş sert çizgiler, ağzını açtığında kükreyeceği beklentisini yaratsa da uysal, yatıştırıcı bir sesle konuşuyordu.
 "Ne görmeyi umduğunuzu bilmiyorum, ama pek ilginç bir şey yok"                
Tezatlıklarının insanda merak uyandıran bir ahengi vardı ve bunların hiçbirinin farkında değilmişçesine sıradan aldırmaz tavırlarla hareket ediyordu. Onun bu hali, uysal sesiyle birleştiğinde güven verici bir etki bırakıyordu.
"Benimle gelin"
 Hali tavrı da bir acayipti. Bu da kendimizi ona yakın hissetmemizi sağlamıştı. Başka bir şey söylemeden içeri girdi. Biz de açık kapıdan onu takip ettik.
 Duygu, "Aslında başkalarının evine izinsiz girmek adetimiz değildir" diye açıklamaya başladıysa da -bunu söylerken bana gülümsüyordu- ev sahibi söylenene aldırmayarak evin olağan hikâyelerini anlatmaya koyuldu. Ona göre burası yirmiyi aşmayan oda sayısıyla 'mütevazi' bir konaktı. Dedesinden, çocuklarına kalmıştı. İki amcası ve teyzesi evi satmayı ya da yıkıp apartman yapmayı istese de, babası burayı elde tutmak niyetindeydi. Satılması için ortak imzaları gerektiğinden ne satılıyor ne de kullanılabiliyordu. Cilası parlaklığını yitirmiş, ceviz parkeli geniş salonun duvarlarına dağılmış eski İstanbul gravürlerine bakarken, kendisine bir anahtar ve bodrum katta hafta sonu gelip resim yapmasına izin verildiğini söylediyse de, ortadaki şöminenin küllerine gömülü yarım yanmış kütükler  bu izni bir parça aştığını anlatıyordu.
Salonun karşısındaki kapıyı aralarken, "Ben bu odada doğmuşum" diye işaret etti.
 "Annem hastaneye girdiklerinde yaralıların çığlıklarını, hastabakıcıların ellerine yapışmış sedyelerle koşuşturmasını görünce paniğe kapılıp girdikleri acil kapısından çıkıp eve kaçmış. Ebe çağırmışlar."
Kapı açıldığında buradaki tüm eşyaların üstünün de diğer odalardaki gibi beyaz örtülerle kaplı olduğunu gördük. Hikâyesini anlatırken sesi iyice yumuşamış, yüzünde mahzun bir ifade belirmişti. Dazlak, açılan odaya girmeyince, biz de kapıdan seyretmeyi uygun bulmuştuk.
"Annem beni doğururken ölmüş" Bunu bundan dolayı kendisini sorumlu hissettiği, garip bir suçluluk duyduğunu sezdiren bir tonla söylemişti. Sonra sesi birden canlanarak, "Daha üst katlara da çıkartabilirim ama değişik bir şey yok. Odalar, koridorlar ve örtüler..." derken el feneriyle aşağı inen merdivenleri işaret etti.
"Gelin size küçük atölyemi gezdireyim"
 Duygu'nun resme karşı müthiş bir ilgisi ve yeteneği vardı. Ben sessiz kalınca, yüzüme istek ve merakla bakarak aslında öylesine, gelişigüzel yapılmış bu teklifi ikimizin adına kabul etti. Tuttuğu ışık boyunca ilerledik. O an birisi çıkıp ta bu ikisinin ufak bir evin rutubetli, küçük, soğuk odasında birbirlerini aşkla kucaklayacaklarını söyleseydi muhtemelen onun ya suratını dağıtır ya da sadece gülerdim. Ancak suratı dağılmış ya da alay edilmiş bu hayali kahraman doğru bir öngörüde bulunmuş olurdu.
 Bodrum kat, konağın tabanını tamamen kaplıyor, ilerde uzak bir köşeden üç parça ışık boşluğa dağılırken, görüş açımızı yalnızca geniş kolonlar engelliyordu. Kenarlara rasgele yığılmış eşyaların sarıldığı muşamba örtüler alçak tavandan geri gelen ışıkla parlıyorlardı. Atölye dediği yer, iki dev kitaplığın yapay duvarlarını oluşturduğu, üç parça gaz lambası ile aydınlanmış bir köşeydi. Lambalar birbirlerini dik kesen kitaplıkların en üst raflarına yerleştirilmiş, bu raflara ait kitaplar zemine, biraz da dağınıkça dizilmişler, üstündeki boya tüpleriyle lekelenmiş yüksek ahşap bir masanın önünde, üç ayaklı, ismini bilmediğim, tuval konulan bir şey vardı ve üstüne kocaman bir tuval konulmuştu. Oturacak bir yer yoktu. Ben gezinerek kitap raflarını dolaşırken, Dazlak, masanın yanındaki küçük tüpte kaynayan çaydanlıktan aldığı suyla bize kahve hazırlıyor, Duygu, tüpün gerisine doğru, duvara dayalı kurumaya bırakılmış üstünde çalışılanla aynı kocamanlıktaki bir başka tuvale bakarak sorular soruyordu. O tuvalin yanında da tamamen boş, bembeyaz ve ıslak bir başka tuval daha vardı. Dazlak tuvallerini de kendi hazırladığını söyledi. Boş tuvali nasıl hazırladığını anlatırken, ben de kitapların yerleştiriliş biçiminde bulduğumu sandığım bir ilişkiyi çıkartmaya çalışıyordum. Kitapların bazısı Fransızca bazısı Türkçeydi. Balzac’ların hepsi Fransızcaydı ve yığınla Balzac yan yana duruyordu. Ancak Goriot Baba'yı başka bir rafta buldum. Gemilerle ilgili, şeytanla ilgili ya da dinlerle ilgili kitaplar hep bir arada duruyorlardı. Kahramanı kadın olanlara boydan boya tam bir raf ayrılmıştı, en dipteki rafta ise, felsefe ve matematik kitapları duruyordu. Bunların da çoğu Fransızcaydı. Geri dönüp Goriot Baba'nın olduğu raftaki kitapları teket teker alıp incelemeye başladım. Buradakilerin ne maksatla yan yana konulmuş olduklarını kestiremiyordum. Elime tutuşturulan kahvenin kokusunu, bodruma yayılmış boya, küf ve toz kokularının arasından ayırt etmeye çalışarak içime çektim. Dazlak güzel kahve yapıyordu. Önümdeki rafa bakarak aklımdaki sorudan haberdarmış gibi, "Beğendiği kitapların ilk baskıları" dedi. "Kitaplar babamın... bu onda bir çeşit takıntı. Bizden çok bunlarla ilgilenirdi" Sıkıntılı geçirilen çocukluk dönemi hikâyesi benim ilgimi pek çekmeyince dönüp Duygu'ya anlatmaya devam etti. Felsefe rafında gene rafla alakasız bir isme sahip, kahverengi ciltli bir elyazması bulmuş, onunla ilgileniyordum. Adamın gevezeliğe varan sıcakkanlılığını yalnızlıktan bunalmış olmasına yormuştum. Cildin kapağında sarı yaldız  bir dümen kabartmasının  üstünde  italik harflerle "Le voilier des profondeurs" yazıyordu. Derinliklerin Yelkenlisi. Yazanın daha yazarken çok sıkıldığını hissettiren bir ismi vardı. Son cümleside yarım kalmış, arkasında bir sürü sayfa boş olmasına rağmen yarım kaldığı yerden devam edilerek numaralanmıştı. Liseden kalan yarım yamalak Fransızcam konusunu anlamama yardım etmiyordu ancak birçok filozof isminin geçmesi, kitabın neden diğerlerinin yanında olduğunu açıklıyordu. Rutubetten neredeyse ıslak, sayfaları güçlükle çevrilen kitabı kapatıp aldığım aralığa isteksizce geri koydum. Konuşmaları ilgi çekici bir yön kazanmıştı.
Anlayabildiğim kadarıyla Dazlak, karşıtlık, benzerlik ya da yakınlık -bitişiklik- içermeyen doğrudan, serbest çağrışımlarla ilgileniyordu. Bu türden çağrışımları nasıl yakaladığını safça sorduğumda, Morrisonvari bir eda ile küçümseyerek baktı. Ona göre bizler, ışık tayfının çıplak gözle görülebilen kısmında kısılı kalmıştık.
"Görünen ışıkların renk tayfını cam bir prizma gözler önüne serebilir. Renk tayfının bir ucundaki mor ötesi ışınlar için İzlanda spatı, kuvarstan, kayatuzundan ya da fluorinden bir prizma gerekir. Diğer ucunda kalan kızıl ötesi ışınlar için de yine Flüorin ya da kayatuzu yeterlidir. İnsan ruhu içinse kayatuzu yeterli olmaz çoğu zaman. Başka maddeler de gerekebilir..."
 Uyuşturucu kullanmaktan gurur duyduğu gözlerinden okunuyordu. Biz fanilerin anlayamayacağı garip bir sır veriyormuş gibi pek anlamadığım tarzda garip açıklamalara girişti. Şimdi düşünüyorum da iki ukalanın sohbet etmeye çalışması kadar gereksiz bir başka şey daha yoktur. Bu tümüyle yararsız bir uğraştır.
"Görünmeyeni görünür kılmanın yollarını aramayı bırakmalısınız bence" dedim.
"Görünen kısım yeterince renkli, karmaşık ve heyecan verici zaten"
Son kullandığı kelimeleri alay edercesine tekrar etmiştim. Ortamın gerginleştiğini hisseden Duygu, kitapları bırakıp yanımıza gelmişti. "Kahve harikaydı" diyerek koluma girdi. "Çıkalım mı?"
Dazlak bizimle ilgilenmeyi bırakmış, palet yerine kullandığı bir parça camı eline almış, tabloyu yeni bir şeyler bulabilecekmiş gibi dikkatle inceliyordu. Anlaşılan yaptığı resmi kendisi de bir şeye benzetememişti. Ona karşı ölçüsüz bir nefret duyuyordum. Ölçüsüz nefretimin nedenleri o sırada bana kapalı olsa da öfkemi kimle yatıştıracağımı biliyordum. Bisikleti soktuğum aralıktan çekip alırken, Duygu biraz arkamda sokakta bekliyordu.
“Tanıyormuydun daha önceden?”
“Hı...hayır” diye kekeledi.
“Tanıyormuş gibi davrandın?”
Dalgın halde “Öyle mi davrandım?” diye gereksizce yineledi.
Güneşli yolda yanyana yürürken, "Söylesene" dedim. "Şu dazlağın ismi neydi?"
 Arabaların hızla aktığı caddeye varmış, bozuk kaldırımda sürüyordum. Cevabını biraz zorlamayla da olsa alaycı bir tebessümle karşılamayı başardım. Murat, Selim ya da Cevat gibi modası geçmiş, eski bir isimdi. Bir ressam için fazla ağır, Osmanlı padişahlarına koyulan isimlere benziyordu. Galiba bir iki tanesine de bu ismi vermişlerdi.
Huzursuz, huysuz homurdanmalarımı hoşgörülü bir sıcaklıkla karşılamasına rağmen, şefkatle yüklü samimiyetinde can sıkıcı bir yan bulmuştum. Buzulların eridiğini düşünürken, volkanik patlamalarla sarsılan adanın derin vadilerinde lav ve buzul selinin kenarlarına göre daha süratli akan  ortasında, tutunacak hiçbir şey bulamadan yeniden okyanusa geri sürükleniyordum. Akıntıya kapılmış, açıklara çekilirken adalara yağacak yumuşak tozsu kar, gündüz güneşle eriyecek, geceleri donun etkisiyle billurlaşacak; böylece birbirine kaynaşan karlar buzkar olacak, buzkar kendi ağırlığıyla sıkıştığında, o aşamadığım sertliklerine kavuşacaklardı.Onu yeniden gördüğümde beni yine uzak mavi buz dağları karşılayacaktı.
 Bisikleti arkamızdaki ağaca yaslamış, elinde poşetlerle kendi halinde dinlenen başörtülü bir kadından tahta bankın boş kalan yerlerine oturduğumuzda, Duygu’nun yüzü olağanüstü, nefis bir ışıltıyla parlıyordu. Hayatın en büyük mucizesini gerçekleştirerek, çok yakında içinden bir bebek çıkartacağı haberini vereceğini düşündüm. Bunun yerine buruş buruş bez çantasından bir şey, bir kitap çıkartıp bana uzattı. Rafa isteksizce geri yerleştirdiğim kitap şimdi ellerimin arasında duruyordu.
"Başkalarına ait bir şeyi izinsiz almamalısın" derken, sayfalarına sinmiş rutubet kokusunu içime çekiyor, kahverengi bez cildine bakıyor, yaldızlı harflerinin girinti çıkıntılarında parmaklarımı gezdiriyordum.
"Geri dönüp verebilirim"
Bunu suç ortaklığımıza gönderme yapan neşeli ve oynak bir sesle değil, büsbütün uzak, şeytansı, karanlık bir ifade ile söylemişse de o sırada bunun üzerinde durmadım. O anda çok istediği, hevesle ama umutsuzca beklediği bir oyuncağa kavuşmuş çocuk gibi sayfalarını karıştırdığım kitap daha fazla ilgimi çekiyordu. Ne var ki eve dönünce ilk bölümdeki Türkçe kısımlarının bile Osmanlıca kelimelere boğulmuş çetrefil bir üslupla, kitabın tamamına yakın kısmını oluşturan Fransızcanınsa daha çetrefil, anlaşılması neredeyse olanaksız uzun cümlelerle yazılmış olduğunu fark etmiştim. Gemicilik ve felsefe terimleriyle büsbütün zorlaştırılmış dili canımı sıkmış, kitaplığa gelişigüzel atmıştım. Hakan gelip kitabı gördüğünde ve benim ilk yaptığım gibi hevesle karıştırdıktan sonra, çevirebileceğini söyleyerek almak için izin istediğinde, bu yüzden hiç düşünmeden kabul ettim. Ben kitaptan ısrarla kitap diye bahsederken, Hakan ısrarla kitaptan bir defter, yarım kalmış bir defter olarak söz ediyor, kitabın yazarı ya da bir yerden kopya ediyorsa -çünkü üstünde hiçbir düzeltme yoktu- sayfaları dolduran kalemin sahibi hakkında sağa eğik zarif el yazısına bakarak nasıl biri olabileceği konusunda tahminler yürütüyordu. Şimdi neler söylediğini hatırlamaya çalışıyorum ama bu türden şeyler yazan birini ciddiye almış olmasına canım sıkılmış olacak ki onu hiç dinlemediğimi farkettim...





İKİ

Sahil ışıklarının dağılmış renkli cam tozları gibi yandığı, sakince akan karanlık sularda vapurlar son seferlerini yapıyor, vapurlardan seçilemeyecek bir uzaklıkta gri gölgelere dönüşmüş martılar, dalgakıranlarda kara kuşlardan boş kalan yerlere konuyorlardı.
"Sahi , sen onu niye öldürmeye çalışıyorsun ?"
“Şimdi düşünebildiğim tek şey bu . Yaptıklarının bedelini ödemeli”
Suat, Ayça’nın açık bıraktığı televizyondan gelen sesi kıstı. Zemin kat penceresinden, iftar öncesi tenhalaşmış sokakta, karşı binanın altında biriken siyahlı beyazlı kedilere baktı. Yağmurlu günlerde çocukken yaptığı kısa gezintileri anımsadı. O yıllarda hayallerini ve düşüncelerini, gerçekte birbirlerine buna benzer  şeyler anlattıkları halde, o söylediğinde komik bulduklarından, kendine saklar, sabırla büyümeyi beklerdi.  Hayalindeki 'gizemli ve uzak bakışlı' o kadınla böyle bir yağmurda yürürken karşılaşacaklarına inanmıştı. Gizemli ve uzak bakışlı kadınla karşılaşınca hepsini ona anlatacak, sonra birlikte elele, hep yağmur yağan bir ülkeye gideceklerdi ve hep yağmur yağacaktı. Şimdi pencereden bakarken bu hayalin kurgusunu aptalca bulduğuna mı, yoksa bu hayalin kalbinde bir yerlerde hâlâ karşılığının olduğunu heyecanla farkettiğine mi tebessüm ettiğini çıkartamıyordu.
Yamalı cadde asfaltını kesen ara sokağın dik yokuşunun başında toplanmış gevezelik edenler, ezanla birlikte patlayan iftar topunun işaretiyle bakkala girdi. Hocanın acele acele okuyup hızla bitirdiği akşam ezanı sonrası sokak lambaları birden yandı. Suat uzun süredir sokak lambalarının yanmasını bekliyormuş gibi perdeyi kapatıp, rutubetten parça parça dökülen duvarlara, kitaptan çok bir yığın ıvır zıvırla dolu ahşap kitaplığın raflarına, sapı kitaplığa dayanmış her an devrilecekmiş gibi duran gitara ve yerde dağınık duran nota kağıtlarına baktı.
Ayça, Suat’ın inatçı ve dikbaşlılığıyla uyumsuzluk çektiğini, bunun dışında yatıştırılamayan bir kibri olduğunu söylemiş, hemen hemen dünyada olup biten hiçbir şeyden memnun olmayan Suat, bu sözlerden de memnun olmamış,  hazırlıksız başladığı konuşmasının ortasında  birdenbire susmuştu.
Sokaktan aşağı inen kamyonetin homurtusu odayı doldururken, Ayça yastıktan başını kaldırıp kısa bir süre Suat'ı izledi. O sırada neyi tartıştıklarını unutup tüm dikkatini yerde dağılmış eski Pazar dergilerinden birini okumaya vermiş olan  Suat  "Al Pacino'ya bak" dedi. "Amma gençmiş" 



ÜÇ 

Kurtalan Ekspres, Haydarpaşa garına yaklaşmış, dördüncü vagonun kapıya yakın kompartmanlardaki gürültü ve hareketlilik artmıştı. Köy araştırmasından dönen Antropoloji öğrencileri köylerde geçirmiş oldukları zor günlerde yaşadıkları çekişmeleri unutup İstanbul'a geri dönmenin verdiği rahatlıkla, fakülte koridorlarındaki neşelerini geri kazanmışlardı. Bir grup şarkı söylemeye başladığında diğer kompartıman çok geçmeden onlara katılıyor, iki aklıevvel Eskişehir garındaki çeşmeden tazeledikleri sulardan kalanları ani bir baskınla diğer kompartımandaki arkadaşlarına fırlatıp kaçarsa, diğer taraf kaçanları koridorda kovalıyor, boş kompartımanların birine dalıp kısa bir süre boğuşuyor sonra kahkahalarla gülerek kolkola çıkıyorlardı. Tren, Sapanca’yı geçtiğinden beri bu gençler çığrından çıkmış, uyarıları artık iyiden iyiye kulak arkası edip kederli bir öğleden sonrası treninde dördüncü vagonu anaokulu bahçesine çevirmişlerdi.
Çiğdem boşalıp buruşturulmuş pişmaniye kutusunu densizce sırıtan Tamer'e fırlattı ama kâğıt topu konuşulanlardan habersiz Led Zeppelin dinleyen Ozan'ın kafasına isabet edince Ozan kulaklığını çıkartıp karşısında gülen Tülin'i ayaklarından yakalayıp çekti. Tülin koltuğunda oflayarak yeniden toparlanıp doğrulurken, kahvede karşılaştıklarında kendisine sürekli çay ısmarlamaya çalışan dededen bahsetmeye başladı.
Ozan "sigara içilen yer" dediği vagon girişinde Sema'yı göremeyince, numaralı koltukların olduğu diğer vagona geçti. Burası yarı yarıya boştu. Pudra, gülsuyu ve kolonya kokusuna karışmış ıslak bebek kakası kokuyordu. Bunlardan sorumlu bebek derin derin içini çekip yeniden ağlamaya koyulurken, Sema'yı pencere kenarında otururken buldu. Yanakları az önce silinmiş göz yaşlarının nemiyle parlıyordu. Yanına oturup oturmamakta tereddüt etti.
-Sen niye ağlıyorsun...?
‘Sen de mi altını ıslattın’ diye devam etmek üzere başladıysa da halen sürdüğünü bildiği regl dönemine gönderme yaptığını sanıp sinirlenmesin diye burada kesti. Ozan, Sema ile kendisine zarar vereceğinden çekindiği bir korkusuyla dalga geçer gibi rahat konuşurdu.
 Sema uykusuz ve yorgun olduğu zamanlarda aşırı hassaslaştığını biliyordu ve böyle zamanlarda sebepsiz gelen ağlama nöbetlerine alışkındı. Önceleri kendi kendine gerekçeler bulup onlara ağlıyordu ama daha sonraları ağlamasının bulduğu gerekçelerle pek bir alakasının olmadığını kavramıştı. Sigara dumanına  çalan yangın alarmları gibi gereğinden fazla yükselen bir ses bile kendini odaya kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlamasına yetiyordu. Kısa süre sonrada ferahlamış halde mutlu mutlu odadan çıkıyordu ama bunları Ozan'a anlatamazdı. Anlatmadı da. Ozan'ın sormaya çekindiği bir şeylere üzülüyor gibi durmaya devam edip,  hayalkırıklığına uğratmamak için ona beklediği türden bir hikâye bağışladı. Ozan kimseye anlatılmamış bu küçük hikâyenin kendisiyle paylaşılmış olmasının verdiği gururla kendini özel hissetti.
 Sema pencereden akıp giden evlere, camlara dokunan ağaçlara daldı. Doğru açıyı yakalayamayan uzay aracının içinde, atmosfere bir noktadan girip başka bir noktadan çıkarak sonsuzluğa doğru savrulan adamı düşündü. Birkaç saat içinde yerle tüm bağlantısının kesildiğini okumuştu. Yeryüzünde kendini, o kapsülün içinde sonsuzluğa fırlamış astronot kadar yalnız hissettiğini düşündü.
Sema şimdi kendisine Reamonn'un Supergirl şarkısının sözlerini anımsatarak, süper kızların hiç ağlamayacağını çünkü onların sadece uçtuğunu anlatan bahtsız kazazedeye bakıyordu. Anlattıklarını hiç kesmeden dinleyip artık bittiğine kanaat getirdiği uzun bir sessizlikten sonra "Diğerlerinin yanına gidelim mi?" diye sorunca Ozan'ın yüz ifadesinden kırıldığını, son cümlesinin muhtemelen bir çeşit soru cümlesi olduğunu ve bu büyük sessizlik boyunca ondan yanıt beklediğini anlamıştı.
 -Peki ne diyorsun? diye yineledi Ozan. –Gelecekler mi sence?
Kısa bir düşünmeden sonra, anlattıklarını ciddiye aldığını belirtmek üzere dalgın dalgın bakarak kısık bir sesle
 -Geleceklerdir, dedi. - Sabırlı olmak lazım.
Kompartımana dönerlerken Ozan, Manowar'ın Türkiye'ye konsere gelmesi konusunda Sema'nın bu kadar hassas oluşuna şaşırdı.
Yan taraftaki raylardan ters yöne hızla geçen tren sona erince bir süredir Bostancı Tren İstasyonu'nda duruyor olduklarını farkettiler. Bekleme salonununun kapısında yaşlı bir adam vardı. Pencere kenarında birkaç saattir uyuklamakta olan Kaan, gözlerini aralayınca bu yaşlı adamın elinden tutmuş küçük bir çocuğun kendisinin bulunduğu tarafa el salladığını gördü. Bir yerlerde Duygu'yu beklediği rüyalardan birine daldı. Anaokulunda geniş bir salonu dolduran dört beş yaşlarında olduklarını tahmin ettiği bir sürü çocuğu yatıştırmaya çalışıyor, ancak başaramıyordu. Çocuklar her yerdeydiler. Birkaçı bağırıyor, bazısı konuşmaya çalıştığında elindekileri ona fırlatıp gülüyor, bir tanesi halının üzerine kakasını yapıyor, çoğu erkek bir grup ellerindeki oyuncakları cama vuruyorlardı. Takırdayan camlar daha fazla dayanacak gibi görünmüyordu. Onlara ulaşmaya çalışıyor ama kıpırdayamıyordu. Etrafını sarmış elele tutuşmuş şarkı söyleyerek dönen çocuklar onu engelliyorlardı. Duygu ona burada olacağını mı söylemişti, burada beklemesi gerektiğini mi? Bir şeyler sormak istedi ama onu dinlemiyorlardı. Korkunç bir uğultu vardı.
-Geldik Kaan kalk hadi.
-Kapağı nerde bunun?
-Çantayı indirsene şurdan uzunsun sen.
-Ceset gibi şuna bak . Hadi geldik uyan lan artık.
 Kaan Çiğdem'in sarsmasıyla uyandı. Dışarı çıktıklarında serin havayla ürperip, havanın ne soğuk olduğuna dair birkaç kelime ettiler. Kaan ellerini yağmurluğunun ceplerine soktu. Büyük gar saati kaçı gösteriyordu? Sabırsız bir banliyo treni hemen hemen boş koltuklarıyla telaşla kalkıp gitti. Kaan arkadaşlarından birinin kendisini beklediğini söyleyerek ona emanet edilen dosyalarla yanlarından ayrılıp, Kadıköy'ün meyhanelerle dolu denize inen sokaklarından birine girdi. O sırada bilmese de evde gerçekten biri onu bekliyordu. 














DÖRT 

Kaan, eski binanın ahşap merdivenlerini paldır küldür çıkıp kapıyı çaldığında içerden müzik sesi geliyordu. Daha güçlü sabırsızca yeniden yumruklayınca kapıyı bir seneye yakındır ev arkadaşı olan Sedat açtı .
Salonda birikmiş sigara dumanının ağır ağır hareketi loş ışık altında seçiliyordu. Elinde yarılanmış kırmızı Dimitra Kopulo şişesiyle Caner oturuyordu. Kaan'ın tanıdığı şüphesiz en gereksiz insanlardan biriydi Caner. Caner'i dünya yüzünden bir anda kaldırsaydınız dünya hiçbir şey kaybetmez hatta sayıma kadar yokluğu da hissedilmez diye düşünürdü. Yine de yarım ağızla olabildiği kadar içten, "Naaber?" sorusunu Caner, böğürtüye yakın bir ses çıkartıp ardından anlamsızca gülerek yanıtladı. Kafası çok güzeldi. Kaan çantayı bırakıp odasına gitmesiyle geri dönmesi bir oldu.
" -Yatağımda kim yatıyor beyler?"
 Sedat şarap kadehinin içine sigara dumanı üflemek ve sonra uçmasını seyretmekle meşguldü, son birkaç saattir bu ve buna benzer şeyler yapıyordu, neden sonra tekrarlanan sorunun kendisine yöneltildiğini anladı.
" -Ayça'yı dün seninkiler gelip bıraktılar, bulduklarında içmeye devam etmek için diretmiş ama çıkarmışlar, saatte... on bir falan işte.. Yurda bırakamayacakları için buraya getirmişler. Sevgilisinden ayrılmıştır heralde”
Ayça her sevgilisinden ayrıldığında muhakkak Kaan'a gelip ağlar, olanları anlatır, birkaç gün sonra yine gider kayıplara karışırdı
"-Ee naaptı beni sormadı mı hiç?"
"-Odadan çıkmadı ki… Bi ara banyoya gitmiş olmalı ki musluk açıktı ve mutfağa uğrayıp su almış sonra yine odaya girip kayboldu. Bak burası işte!"
"Bak burası!" bölümü yanında çalan şarkıya eşlik eden Caner'e yönelikti. Şarkının solosuna işaret ediyordu ama Caner pek oralı değildi.
 "-Oğlum çok manyak solo ya..." diye üsteledi.
 Odaya geri dönüp ışığı açıp etrafa göz attığında yatağın başındaki küçük komidinin üstündeki açık ilaç kutusunu farketti. Sormodren'in yarısı boştu. Rosh'tan daha iyi kafa yaptığını keşfettiğinden beri zaman zaman bunlardan bir iki tane aldığı oluyor, ilacın yarattığı ciddi unutkanlık etkisiyle ve yan etkisi olan ağız kuruluğuyla mutlu mutlu dolaşıyordu. Ancak Ayça on-oniki kadar tahmin ettiği kısmını yutmuştu görünüşe göre. Kaldırmasının hiçbir yararı olmadığını bilse de dürtüp uyandırdı.
" -Ne yapıyosun kızım hasta mısın?"
 Ayça'nın uyurken ışığın açılmasından nefret ettiğini bildiğinden, ışığı yakmamıştı, ama Ayça uyumuyordu. Dönüp pencereden yansıyan ışıkta Kaan'a baktı kıpırdamadan.
 "-Çok acı çekiyorum Kaan"
" -Yeni bir şey değil. Ne oldu yine?"
 Kalbine saplanmış bir şarap açacağının burgu burgu döndüğünü hissediyordu, biraz sonra hızla geri çekilecek ve kan basınçla fırlayıp her yere saçılacaktı. Ayça hâlâ Kaan'a bakıyordu ancak herhangi bir konuşma anımsamıyordu. Kurtarması için yalvarır gibi yineledi.
" -Çok acı çekiyorum."
 Kaan onu kaldırıp yatakta oturmasını sağladı, bir şeyler anlatıyordu ancak yüzü donmuş bir ölü yüzü gibi cansız ve kıpırtısızdı. Sonra kafası geriye düştü, bir an sonra ise her şey normaldi, söylediklerinin bir kısmını yakalamaya başlamıştı bazen cevap veriyor ama hemen bir öncekileri unutuyor, gülüyor sonra neden güldüğünü unuttuğu için yeniden gülüyordu.
 "Anlamıyorum her şey iyi gidiyordu" demişti Ayça.
 Kaan tahmin ettiğinin gerçeklikliğinden kuşkusu kalmayınca onu rahat bırakmaya karar verdi. Ayça önce ağlayacağını sanmıştı ama gülmeye başladı. Gözleri boş bakıyordu. Sustu. Kaan'ın açık oda kapısının arkasında parlayan ışıkla, kara bir gölgeye dönüşmüş biri ile konuştuğunu duydu. Sessizlik geri geldiğinde acıyı bedenine yerleşmiş somut bir nesne olarak hissediyordu. İç organlarını parçalayıp yiyerek beslenen rengarenk bir yılan vardı içinde. Kıvranıp duruyor, etlerini kemiriyor, yiyecek yeni bir şeyler arıyordu. Kaan'ın sesinin yükselmesine ev arkadaşı da gelmişti. Ayça onu gördü ama hiçbir şey söylemedi. Yılan her an ağzından dışarı çıkıp bedeninden kalanları da yutabilirdi.
 "-Yararı yok" dedi Kaan. " Alkolle birlikte alması kötü olmuş"
 "-Doktoru mu  çağırsak?" Tıpta okuyan komşularını kastediyordu.
Ev arkadaşı odadan çıkınca Kaan, çantasını ve dosyalarını dolaba yerleştirip eski defterlerinden birini rastgele çekip aldı, Ayça'nın yanına girip, uzandı. Seneler önce yazdıklarını yeniden okumaya koyulsa da kısa sürede sıradan günleri bile tüm ayrıntısıyla yazdığı bu ortaokul yıllarından kalma defterden, olayların arasına serpiştirilmiş saçmasapan fikirlerinden dolayı çabucak sıkılıp komidinin üstüne bıraktı. Yorganın altına girip Ayça'ya sarıldı. Ayça, bir şey diler gibi ellerini yaklaştırıp avuçlarını birleştirmiş halde, tanıdık bir bedenin sıcaklığına doğru sokulurken anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Kaan saçlarını okşarken, Ayça ara ara kısık sesle ağıtımsı bir ezgiye sahip olduğu dışında ne olduğu anlaşılmayan bir şarkı mırıldanıyordu. Ağzının kokusundan ve kâğıt mendilin buruşturuluş biçiminden midesinin fena karışmış olduğunu tahmin ederek, bir şeyler sorup ilgili davranma gayretiyle "Kustun mu sen?" dedi. Yorgunluğunun saklamaya mani olduğu bir bıkkınlıkla söylediği birkaç kelimeyi de güçlükle toparlamıştı. Ayça başıyla evetleyip anlamadığı başka bir şeyler daha mırıldandı. Fena halde bira kokuyordu, bağırdığı için üzgündü, en yalnız günlerinde yanında olan bu kıza karşı minnettarlık hissetmesi gerektiğini düşünerek kendi kendini ikna ve telkin yoluyla minnettarlık hissetti. Yorgunluğunun yarattığı huzursuzluğunun böylece geçip gidişine şaşırarak, karmakarışık rüyalarla dolu, sıkıntılı bir uykuya daldı. Aynı kasabada yanyana büyümelerine karşın Ayça, Kaan’a hep mukayyet olmaya çalışmış,  Duygu'nun Kaan'ı terketmesinden sonraya rastlayan belirsiz bir zaman diliminde bu değişip tersine doğru dönerken ikisi de yeni rolünü hiç yabancılamadan benimsemişti.
 Sabaha karşı Duygu vardı. Onunla birlikteydi. Denizin ortasında, bir gemideydiler. Altı düz, omurgasız, ahşap, hafif ve narin yapılı ancak görkemli, arkadan çarklı bir nehir gemisinin kıç tarafında yan yana durmuş suların çarklardan yükselip, dökülüşünü seyrediyorlardı. Sığ sulara göre tasarlanmış bu buharlı gemiyi biliyordu. Tekrarlanan başka bir rüyasında kâğıt oynadığı kumarhanenin hemen aşağıda olduğunu biliyordu. Duygu'nun bakmaması gereken gözlerle dolu bir resmin bu katta bir kamarada olduğunu biliyordu. Bu rüyayı anımsıyordu.
 Biraz sonra, güvertede az önce orada olmayan yaşlı büyük bir ağacın altına oturacaklarını, önlerinden ağır ağır akan yeşil bir derenin geçeceğini biliyordu. Derenin iki kıyısından yukarı doğru yükselen ve eğilen ihtiyar ağaçlarla kapanarak, gölgeli turuncuya çalan loş bir tünele dönüşmesini bekliyordu. Ayrıntılarına dek değişmeyen rüyanın ortasında, yabancı olmadığı bu gezintiye kendini bırakmaya hazırlanırken uyandı. Kendine bakan Ayça'nın sesi, işitilemeyecek bir uzaklıktan tüm gücüyle seslenen birinin sesiydi, ama ne söylediğini anlayamamıştı. Uyurken yine sürekli kıpırdanıp durduğu için küfür ettiğini düşündü, sokağı ağır ağır geçen Ramazan davulcusunu sabırla dinledi. Geçip gittiğinden emin olunca yeniden gözlerini kapadı.
"-Lütfen uyuma..." diye fısıldamıştı Ayça.
"...çok yalnız hissediyorum kendimi uyuduğunda"
Karanlıkta bayır aşağı koşan atlar görüyor Kaan yeniden gözlerini kapattığında. Bozuk bir motorsiklet var yolun karşısında. Fakülte bahçesinde olaylar var. Polis sis bombası atmış. Askeri bir jip sürüyor boş yolda hızla, yanında üvey kardeşi var, ayağa kalkmış, rüzgarda kardeşinin sapsarı uzun saçları dalgalanıyor. Sonra yine karanlıkta bayır aşağı koşan atlar var kahverengi.
Kaan uyandığında odada kitaplarını karıştıran Duygu'yu gördüğünü sandı. Duygu kitapları ve defterleri birer birer çekip bakıyor, sonra hiçbir şey söylemeden yerine koyuyordu. Bilinci yerine geldiğinde Ayça'yı rahatsız etmemeye gayret ederek kalkarken artık kafayı sıyırmaya iyice yaklaştığını düşünüyordu. Saate baktı. Dersi kaçırmıştı.


















BEŞ 

Dünle ilgisi olmayan sıcak bir gün. Geç kalktım, haftanın son dersine de girmedim. Akşama doğru Fotoğrafçılardan iş toplamaya çıkınca dosyaları okula bırakırım diye planlıyorum. Kasımın onu diye yazdım ama on ikisi falan da olabilir. Ayça gelmiş. Dün köy araştırmasından dönünce onu buldum evde, sabah Kristal'e yürüdük, kahvaltıdan sonra gitti, ben döndüm. Evin içinde döküntü elbiselerimle, biraz da gördüğüm tuhaf rüyaların etkisiyle ucube gibi dolanıyordum. Kahve pişirdim kendime. Perdeleri açtım. Gözlerim kamaştı. Rüyamda kumral kızı gördüm. Anımsayabildiğim pek çok ayrıntı içinde dikkatimi çeken, bizim hiç ayrılmamış olmamızdı. Rüyalarımda onu gördüğümde içten içe kabullenemediğimden olacak ki beni hiç terketmemiş oluyordu.
 Bu sabah kahvaltıda Ayça'ya son zamanlarda sıkça tekrarlanan bu rüyalarımdan bahsettim. Yanıt beklemiyordum, dinlemesinden hoşnuttum, sadece anlatmak istemiştim.
 Ama o beklemediğim bir karşılık verdi.
"Belki de onu unutmanın eşiğindesin. Anlattıklarınla ilgili bir şeyler dinlemiştim. Bilinçaltımıza ittiğimiz şeyler rüyalarla suyüzüne çıkıyormuş."
Bunu büsbütün yeni ve şaşırtıcı bir gerçekten bahseder gibi söylemesine gülümsedim.
"Sende de derinliklerinden koparak, artık görünür hale gelip uçup gidecek belki de.." diye devam etti. "Onunla ayrıldığında ilk aylarda hissettiklerin, yaşadıkların geçmişiniz göz önüne alındığında çok alakasızdı çünkü."
Onun beni terketmesinden hiç, "terketme" olarak söz etmez, daima, "Bu, seninle onun ayrılışınızdır" derdi. Söylediği gibi ilk ayları neredeyse hiç acı çekmeden zaten böyle bir şey bekliyormuşum, çok hazırmışım, zaten  sıkılmışım gibi rahat halde, onu aramadan, üzerinde çok da düşünmeden, yeniden görmek için hiçbir çaba sarfetmeden kolayca atlatmıştım. Terkedeli iki seneyi geçti. Günlük yaşamımda bunun esamesi okunmasa da öyle sanıyorum ki ben, senelerdir derinden derine onun yasını tutuyordum.
Eski defterlerimi ahşap kitaplığın çekmecelerinden çekip çıkardığımda yaşananların yeterince eskimemiş olmasını farketmekten, tazeliğini canlılığını koruyan hatıraların acı vermesinden korkuyordum.
Sayfalar arasında kendi yakın geçmişimle karşılaştığımda, terk edildiğimde yokluğunun acısını bile koyamamış olduğum o büyük boşluk, önüme derin bir uçurum olarak açılıyor, bu uçurumda akıllıca söylenmiş tüm parlak sözler, mutlaka kıyısında bir biçimde onun da durduğu hayallerim, umutlarım, sevinçlerim, özlemlerim birer birer küçülüp ışıltılarını kaybederek parçalanıyorlardı. O cümleleri okuduğumda sanki her seferinde içimde, derinlerde bir yerde yeniden yazılıyorlardı.
Oysa şimdi özlemle andığım o yıllarda büsbütün mutsuzdum. Dayımla birlikte boya, kartonpiyer ve daha envai çeşit dekorasyon işlerinde çalışıyor, terliyor, pasaklı, üstümden dökülen iş elbisesinin içinde berbat kokuyordum. Yorgunluk, en önemlisi can sıkıntısından gebersem de, bunu değiştirebilecek  gücüm de,  olanağım da yoktu. Kötü beslenme, parasızlık, gerilim, moral bozukluğu, geleceksizlik, ağlayıp isteyip te ağlayamamaya benzer huzursuz bir duygu, tek düzelik... Bunların içinde neler okur, neler yazar, neler konuşur, neler yapardım, yazmasam hatırlayamazdım. En büyük desteğim Duygu’ydu ve ben onu, bu hayatın aslında iyi bir hayat olduğuna inandırmaya çalışırdım. O da inanırmış gibi yapar ya da inanırdı. Çünkü ben onun yanında buna gerçekten inanırdım ve o yokken ona söylediğim, düşündüğüm pek çok şeyin doğru olmasını umut ederdim. 
Mutsuzdum, orası açıktı. Ancak herhangi bir duyguyu tüm yoğunluğuyla hissetmek iyiydi. Bunun aşk ya da acı olması ayrıntıydı. İlk okuduğum sayfalar evde geçirdiğim sıradan bir kış gününe aitti. O yıllarda liseyi yeni bitirmiş, bulduğum birbirinden alakasız işlerde düzensizce çalışıyor ve çalışmaktan nefret ediyordum. En nefret ettiğim iş, en sık bulunanıydı: Duvarlara alçı çekmek ve boya yapmak. Benim favorimse dükkanın zemin katından ayrılmadan kartonpiyer dökmekti. Çalışmadığım zamanların çoğunu odamda, sahafların bana hep gizemli ve görkemli görünen küçük mekanlarına sığdırdıkları binlerce kitabı arasından seçtiğim romanları okumak ya da yazı yazmakla geçiriyordum
Soğuk karlı günlerin birinde eski bir denizci romanının sayfalarına gömülmüş, Osmanlı istihbaratı için çalışırken, bir tüccarın yazıhanesine dalmış gözü dönmüş askerlere karşı kılıcımı çekmiş, kendimi ve elimdeki belgeyi korumaya hazırlanırken kapı hafifçe tıkırdadı. Sigaranın uzayıp halıya dökülmüş külünü elimle dağıtıp izmariti, kültabağı olarak kullandığım midyenin içine atıp, çalınıp çalınmadığından emin olmadığım kapıyı "Kim o?" diye sormadan açtım.
Gelen, uzun kumral saçları, sapsarı yün beresinin altından dalgalanarak omuzlarına dökülen bir su perisiydi. "Aşkıım" diye sevinçli bir çığlıkla boynuma sarıldı. "Bu gece sende kalıyorum!!" Bir kolumla kapıyı iterek kapatıp ben de sarıldım. Simsiyah paltosunun üstünde sanki üşümüş te, boynuna dolanıp kıvrılmış, sevimli, canlı, tüylü bir yaratık gibi duran sarı kaşkolünün üstündeki kar kristalleriyle hafifçe ürperip, karın serin kokusunu içime çektim. Yavaşça geri çekildi. Kapalı salon kapısına bakıp fısıltıyla, "Ailen içeride mi?" diye tedirgin bir sesle sordu. Onlarla –en genç dayım ve annemle- üç ahbap çavuş gibi dostça bir ilişkim olmasına karşın çevremdeki herkese karşı çok utangaç ve çekingendi. "Evde yoklar" dedim. O, bordo renkli ucu şişman sevimli papuçlarının bağcıklarını çözerken ben içeri geçip, elektrik sobasının düğmesine basıp, yerdeki geniş  minderlerin birine  bağdaş kurdum. İki uzun çubuk vızıldayarak, kızarmaya başladıklarında, kar aydınlığında odadaki her şeyi gri gölgeler yığınına çeviren ışığın içinde yalnız onlar parlıyorlardı.
O, şimdi sobanın önündeki mindere oturmuş, küçük ellerini açmış ısınıyor; ikimiz de kızarmış tellere bakıp vızıldamalarını dinliyorduk. Bazen caddeden klaksiyon sesleri, esnafların birbirlerine seslenişleri, ana yola doğru tırmanan tırların homurtuları, rüzgarın uğultusu geliyor, konuşmuyorduk. Hiçbir şey sormasam hiçbir şey anlatmaz, sorduğumda da yalnız sorduğum kadarına yanıt verirdi. Bizi böyle gören biri olsa rahatlıkla dargın olduğumuza kanaat getirebilirdi.
Yüzünün ifadesiz halinde vahşi çizgiler, ona dudaklar, küçük bir burun, soğuk bakan iki göz çizerlerdi. Elbiselerini ona, aramıza karışması için, başka bir elin giydirdiğini sanır, dilimizi bilip bilmediğinden şüphe ederdim. İki sene kadar önce bugünlerde Kadıköy'ün kalabalık caddelerinin birinde onu ilk defa gördüğümde…
 "Bana neden öyle bakıyorsun?"
Gözlerini bana çevirdiğinde bir an önceki soğuk yabanıllıktan eser yoktu. Şimdi o sıcak, alabildiğine sevecen, sonsuz bir insan sevgisiyle dolu, saf ve iyi, beni alıp götüren, hayallere daldıran masal perisi, Pamuk Prenses ya da ona benzer bir şey olmuştu. O an beni seviyor muydu bilmiyorum, ama daha önce ne kadar sevdiyse, şimdi daha çok sevsin, her an bir öncekinden daha fazla sevsin istiyordum.
Sorusunun belli bir cevabı yoktu, bunu biliyordu. Bana yapmış olduğu etkiden memnundu ve bu etkiyi bende izlemekten hoşlanıyordu.Onu beklerken okuduğum, açık halde yerde duran romanı alıp karıştırdı, kapağına ve arkasına bakıp, aynı açık sayfadan ters çevirip aldığı yere geri bıraktı. Herhangi bir romanın onun ilgisini çektiğini görmemiştim.
 "Osmanlı'da eski bir denizcinin anıları" dedim.
 "Kendisi mi yazmış yoksa..?."
 "Onun hikâyesini bilen biri anlatmış onun ağzından"
 İlgisi tamamen kaybolmuştu artık. Yine de sormadan rahat edemeyeceği sorusunu sordu: " Nasıl ölüyor?"
 Roman ve film karakterlerinin nasıl yaşadıklarından, başlarından geçen serüvenlerden çok, nasıl öldükleriyle ilgilenirdi. Yaşamın ayrıntıları ölüm anını, yerini, zamanını ve biçimini etkileyebildikleri ölçüde anlamlıydı sanki. Bu huyu sonradan bana da geçmiş, ben de daha hikâyenin başında kahramanların nasıl öldüklerine dair bir bilgi var mı diye okumadan önce kitapları karıştırır durur olmuştum. Bir an, çok kısa bir an, onun da bir gün öleceği aklıma geldi ama hâlâ vaktimiz vardı nasılsa.
 "Kitapta bir şey yazmıyor ama ansiklopediye göre yetmiş küsür yaşında, evinde hasta yatağında, yanında hizmetçisi ve doktoru hazır beklerken ölmüş".
 Her şeyi daha sıradan kılmak için uydurduğum hizmetçi ve doktor ayrıntısına gülümsedim kendi kendime. Ölümünü önemsemesin, büyük bir denizci olan ve hareketli bir hayat geçirmiş olan o adamı umursamasın istiyordum. Gerçekte bir deniz savaşı sırasında tayfaları ile birlikte suya atlayıp kurtulabilecekken o devam etmiş ve elinde kılıcıyla savaşarak ölmüştü.
 Kitaba küçümseyerek baktı. Yavaşça gerindi. Bilmediğim bir şarkı mırıldandı. Sustu. Şimdi ellerini dizlerinde bağlamış ileri doğru bakıyordu. Kalkıp radyoyu açtım. Kesintisiz kırklı ellili yılların ağır parçalarını çalan bir kanaldı. Yatağın yanında komidinin üzerinde duran çay makinesinden yeşil bir kupaya çay doldurup uzattım. İki eliyle kavrayıp dudaklarına götürmesini seyrettim.
 Çayın içinde erimiş karanfil kokusu özel bir tütsü gibi odamın kokusuydu. Oda, loş ışık, döküntü mobilyalar yerlerde kocaman renkli minderler, kupalar ve radyonun hiç değiştirmediğim kanalından yayılan eskimiş seslerle, benim için kent ortasında kurtarılmış bir bölgeydi. Kendimi odanın doğal bir uzantısı olarak hissediyor, sokağa çıkmayı hiç istemiyordum.
 Pencereye doğru yürüyüp ilerideki tepeye baktım. Karla kaplanmıştı. Üstünde asılı kalmış bir sis yumağı onu olduğundan daha görkemli gösteriyordu.
"Tepe bembeyaz olmuş" dedim.
 Ben bunu söylediğimi unutmuş, yükselmiş kolları, açık avuçlarıyla küçük bir ağaca benzeyen çocuğu izliyordum. Kafasını geriye atmış, ağzına kar tanelerinin düşmesini bekliyordu. Bir martı sürüsü kötü kahkahalara benzeyen çığlıklarla geçti. Marketten çıkan bir kadın, elindeki poşetleri birbirinin içine yerleştirdi. Çocukla birlikte yukarı doğru yürüdüler. Onları caddenin sonuna dek izledim.
 "Kar tatili olsa" dedi sessizliğe ilişmemek isteyen kısık bir sesle. Yarıyıl tatili bile henüz gelmediği halde devamsızlığı sınıra yaklaşmıştı.
Unutmamaya söz verdiğim sıradan günlerden birini anımsadım. Ekim ayının yağmurlu günlerinden birinde yine okulu kırıp bana gelmiş, hava henüz aydınlanmışken tek söz söylemeden birbirimize sarılıp uyumuş, öğleye doğru uyanmıştım. Bana sığınır gibi sokulmuştu. Uyuşmuş kolumu başının altından hafifçe çekmeye yeltendiğimde uykulu gözlerle bana bakıp "Biraz daha uyuyalımm" diye mırıldanmıştı. "Lütfeenn"
Sonradan, uyandığında bana geleceğini bildiği için heyecandan bütün gece uyuyamamış olduğunu öğrenecektim. Sokulup uyumaya devam ettim. Sesi kısık ufak televizyonun gidip gelen ekranında çizgi film oynuyor, radyodan sonsuz iç göçerticilikte bir şarkı odaya dağılıyor, şehir şiddetli sağanağın altında can çekişiyordu.
 Gitmem gereken bir yer ya da yapmam gereken bir iş olmadığı için mutluydum. Yanımda o olduğu için mutluydum. Biraz sonra yapmak isteyeceğim kahvaltıyı yapabileceğim için mutluydum. O an, yalnızca yaşadığım o gün için kendisine teşekkür edebileceğim bir Tanrı'nın varolmasını diledim.
 İleride böyle bir günün daha varolacağından emin olduğumda onlarca yıl öylesine yaşayabileceğimi düşündüm.
 Bu resimden Duygu'yu çekip aldığımda ise geriye bir hiç kalıyordu. Ürkütücü bir boşluk duygusu. Hislerin yanılgısı olur mu bilmiyorum ama hiç yanılmamışım. Kendinden başka herşeyi bir saçmalığa, ürkütücü bir boşluğa çevirebilen bu kız ortaya çıkıp belirginleştikten sonra doğru ve yanlış, yanılgıyı da yanlarına alarak kaybolmuşlardı.
Aslında beraber geçirdiğimiz günler arasında pek de özel bir yere sahip olmayan o günü unutmayacağıma kendime söz vermiştim. Kendime verip de hatırlayıp tuttuğum nadir sözlerdendi. Bunu içimden geçirdiğimde ona yeniden ve daha şiddetli kapıldım. Yanımdaydı ve içimdeki hiçbir şeyi tutmadım. Duygular istedikleri gibi karışıp açılabiliyorlar, ben güvenli bir mesafeden onları seyrediyordum. Çünkü o, o an yanımdaydı. O an o orada olmasaydı, kendi içime sessizce yıkılır, içimde giderek ağırlaşan özlemle belki oraya yığılabilirdim.
 "Dün gece seni öyle çok özledim ki..."
 Ben içimden düşünürken, onun buna sessizce gelişmiş bir sohbeti sürdürür gibi yanıt vermesine alışmıştım.
"Bazen anlayamıyorum bu kadar çok aşk ve acı küçücük kalbime nasıl sığıyor?" dedi. Ona baktım. Dünyanın en güzel kızıydı. Yanına gidip  ona sarıldım. Ona rüzgarda toz gibi dağılan açılmış ak hindiba çiçeklerinin melek kanatlı yapraklarına sarılır gibi sarıldım. Hemen kıyıda vahşet duruyordu, görmemezlikten gelmeye çalışarak, hatırlatmanın karşılıklı sessizce edilmiş bir yemini bozacağından korkar gibi sarıldım. Beni bu denli hassaslaştıran daha birkaç gün önce saçmasapan bir nedenden çıkmış şiddetli bir tartışmanın ortasında onu, bana sarılmaya çalışırken nefretle, hızla itmiş, düştüğü yerde kırılan akvaryumla acı içinde nasıl hareketsiz kaldığını hatırlamamdan duyduğum suçluluk ve pişmanlık duygusu muydu?
Boynunun yanından öperken kokusunu derin derin içime çektim. Bu kokuyu ilk duyduğumda ona yeniden bu kez daha şiddetli çarpılmış, ne çeşit bir parfüm olduğunu sormuştum. Pahalı ve özel olduğuna inandığım kokunun, kendi kokusu olduğunu söylediğinde hemen her şey gibi bundan da kuşkulanmıştım. Aslında onunla ilgili söylediği her şeyden kuşkulanır ya da öyleymiş gibi yapardım, kuşkulanmadığım tek şey onun beni terketmeyecek olmasıydı. Sonunda kuşkularımın çoğunun yersiz olduğunu görürken beni terk etmişti.
Koku bana göre hep en temel ayrım olmuştu. Bir köpek gibi, insanların hele ki kadınların ancak kokularından tanınabileceğini düşünürdüm. Jestlerinden, seçtiği kelimelerden, hoşlandığı yahut hoşlandığını sandığı, söylediği şeylerden, ses tonundan daha önemli görünüyordu bana. Bunlarla insan bir biçimde olduğundan başka davranabilir ya da görünebilirken kokusu hiç yanıltmazdı. Sığ bir kadın daima sıradan, sıradan bir kadın daima silik, belli belirsiz, iyi bir kadınsa daima harika kokardı. Çapkın olup da çarpıcı bir kokuya sahip olmayan bir kızla hiç karşılaşmamıştım. Bu yüzden sevgililerin birbirlerine değişik kokular sürüp gelmelerinde hep saçma, sahtekârca bir yan buluyordum. Birbirlerini kandırıyorlarmış gibi geliyordu. Bu, o sıralar tereddütle sınadığım bir fikirken daha sonra giderek kanıksanmış bir yargıya dönüşmüştü.
                                ***
Uyandığımda hava kararmıştı. Önce, eve dönüş saatini kaçırdığını düşünüp telaşla onu uyandırmaya yöneldim. Sonra kalacağı aklıma gelince hayatın en büyük mucizesi bir anda gerçekleşmiş gibi müthiş bir sevinç duydum. Tüm dünya ve onu birlikte yaşamamız için verilmiş zaman bize sunulmuş kocaman bir armağandı sanki.
Bir an, o bir anlık telaşı ve arkasından gelen kocaman mutluluğu o da yaşasın diye bir muziplik aklıma gelince onu hafifçe sarsarak, "Uyan Duygu uyan...  Hava kararmış, geç kaldık, baban öldürecek seni" diye kaldırmaya yöneldim.
Gözlerini açmadan mırıldanarak, "Sende kalıyorum unuttun mu?" dedi. Sesi hafifçe yükselirken çatallandı.
"Yoksa gitmemi mi istiyorsun?"
Uykusunda bile unutmamıştı demek. Şaşırdım.
"A..evet bu harika..." diye o an farkına varıp sevinmiş gibi yaptım ama çok yapay olmuştu tabi. Sesimdeki yapaylık onun da dikkatinden kaçmamıştı. Ona yeniden baktığımda gözleri açılmıştı. "Sen gitmemi istiyorsun.... sıkıldın benden"
Şimdi artık gözünün önünde küt diye düşüp ölsem, onu aksine inandıramazdım. Karanlıkta gri gölgeler yığını olarak görünen odaya baktım bir süre. Sonra onun üzerinden çay makinesine uzanıp düğmesine bastım. Makine homurdanarak suyu şeffaf hazneye damlatmaya başladı. Bu, küçük tartışmamızın sonu demekti. Zamanında o kadar tartışmıştık ki ikimiz de buna girmeye yanaşmıyor, göze alamıyorduk. Sonunda kendimizi aptal gibi hissedeceğimizi biliyorduk.
Makinenin homurtusundan rahatsız olup yorganı kafasının üzerine çekince ben de yorganın altına girdim.
"Biliyor musun?" dedim. "Son üç ayağı tek geçtim ... Tüyolar çok sağlam. Bu sefer kesin kazanacağım. Parayı alıp birlikte Pasifikte Bora Bora adasına gideriz. Palmiye desenli gömlekler giyer, güneş gözlüğü ve  hasır şapkalar takarız"
 Teselli edici ama söylemekten yorgun bir sesle, "Kaybedeceksin" dedi.
 Hiçbir zaman kazanamadım.













 ALTI 

Suat tartışmalarından hemen sonra kahvesini alıp geri gelirken, Ayça'yı sorular içinde gönderdiğini ve istediğinde geri alabileceğini biliyordu ya da en azından o sırada onu böyle düşündürecek sebepleri vardı.
Yanılgılarından, tekrar çalışmalarına döndü. Epeyce boş vakti vardı. Müziğin notalarla nerede durulacağı, nerede tekrar edileceği, tam nerelerde hızlanıp, nerelerde yavaşlayacağı, hangi seslerde vurgu olacağı müzisyene kâğıt üzerinde küçük işaretlerle bildirilmediği eski zamanlarda, sanatçının melodiye kattığı zenginlik, yorumlamasında ona sunulan özgürlükle parçaya kattığı duyguydu. Onu, benzersiz bir deneyim yaşayan, benzersiz bir varlık kılan duygu diye not aldı. 


















YEDİ 
Telefonla konuşmak üzere sıranın altına girmiş olan Sema dikkatlice yerine otururken Kaan’a, “Nina aradı” dedi. “Gecikecekmiş biraz”. Kaan kapattığı telefonunu yeniden açmak için çantasını karıştırırken dersin bittiğini anlayarak kahve içmek ve bıraktığı dosyaların akıbetini öğrenmek üzere dışarı çıktı.
 Bölüm odalarına girdiğinde çalışma grubu eşi de ordaydı. Doçent Serpil Hanım sorularına istediği açıklıkta yanıt alamamaktan iyice  sıkılmış halde “Şimdi teker teker konuşun" dedi. "Taygeldi evliliğine sıcak mı bakıyorlar yoksa yadırgıyorlar mı?"
Her şeyi ölçmek ve saymak isterdi. Severler miydi, nefret mi ederlerdi, üç müydü beş miydi? Ona göre bir şey ölçülebildiği ve sayılabildiği oranda vardı.
Kaan, kendisine sık sık onu ne kadar sevdiğini soran eski bir kız arkadaşını anımsadı. Karmaşık bir cevap, yahut "çok" gibi belirsiz bir şey onu asla tatmin etmez, buna, yani hissettiğine on üzerinden bir değer biçmesini isterdi. Az bulduğu bir rakam onu huzursuzlandırır, on ise inandırıcı olmazdı. Tekrar sorduğunda değer değişmişse bunun nedenini sorar, yapılan açıklamadan tatmin olmazsa, kendisi bir şeyler uydurup onaylatırdı.
“ Mülakatların altısı sorunlu.Yeniden yapılacak"
 Dosyayı kapattı. Net bir biçimde söylemişti. Kaan bölüm odasından hemen her hafta olduğu gibi okulu bırakmaya karar vermiş halde çıktı. Girdiği hemen her dükkanda kendisine ikram edilen sıcak çay bardağını avucunun içine oturtup yarısına dek hızlı hızlı yudumlarken, anlatılanları dikkatle dinleyerek yolunda gitmeyen şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Kışa doğru gelin-damat fotoğrafları birdenbire azalmıştı. Civardaki fotoğrafçılardan rutin iş toplama gezisi hayalkırıklığı ile sürüyor, fotoğrafçılar yeni gelin damat fonlarına ilgisizce baktıktan sonra 'şu anda iş olmadığını' tekrarlıyorlardı. O zaman ölen veya ölmek üzere olan ihtiyarların soluk kahverengi, siyah beyaz fotoğraflarının gelmesi gerekiyordu, ancak bunların da sayısı fazla değildi. Kaan o resimleri alır, Ahmet'e götürür, Ahmet resimleri renklendirip, o resimdeki insanları olmak istedikleri insanlarla yanyana koyar ya da olmak istedikleri herhangi bir yere montajlar, bunu da neredeyse kusursuzca ve hızla yapardı.
 Sweety-online-: "Demek yeniden burdasın; nasıl geçti köy araştırması?"
Alyona ile göz ucuyla bakıştılar. Bu, rahat biçimde konuşabilmek için buldukları tek yoldu. Kaan, onu yazın otelde animasyon yaptığı dönemde tanımıştı. Her gün dahil olduğu ekiple sabahtan akşama dek süren deniz ve havuz sporlarının, bir yığın yarışmanın ve oyunun sonunda, geceleri de üçüncü sınıf şovlara çıkıyorlar, bundan yalnızca haftanın iki günü, Türk gecesi ve deri şovla kurtulabiliyorlardı. Deri show'da önce kötü bir müzik eşliğinde üçüncü sınıf mankenler, malları tanıtıyordu. Ardından sahne, ışıklı bir deri pazarına çevriliyor ve ortalık İstanbul'da sattıklarından çok daha yüksek fiyatlara bu malları almaya hevesli pek çok müşteriyle doluyordu. Kaan, Alyona'nın mankenlik yapmak için biraz kilolu olduğunu düşünür ama bunu da pek çok fikri gibi kendine saklardı. Alyona Türkçeyi çok iyi, fakat ağır bir Kürt aksanıyla konuştuğundan tuhaf bir havası vardı. Bu, Estonyalı kadınlara özgü, yapılı ancak düzgün bir bedene sahip kızıl saçlı, mavi gözlü kadının, onunla yeteneksiz komedyenlerin bayram programları için hazırladıkları kötü taklit tipleri gibi konuşmasına alışamamıştı. Türkiye'ye geldikten sonra uzun yıllar İstanbul'da kalabalık bir Kürt evinde yaşadığını, Türkçesini bu yüzden daha sonra değiştiremediğini anlatmıştı. Kaan, uzun zamandır yazışmalarına rağmen gerçek isminin Alyona olmaması dışında onun hakkında çok az şey biliyordu. Onların otele gelişi, iş saatlerinde tatil zevki yaşattığından Kaan ona bir kurtarıcı olarak bakardı. Alyona, o sezon geri döndüğünde dükkânın diğer ortağıyla evlenmiş ve bu net cafeyi açmışlardı. Kocasının çabuk sinirlenen, ani ve duygusal kararlar veren heyecanlı karakteri onu birkaç defa hapishaneye sokup çıkartmıştı.
Bir saat kadar sonra kafeden çıkmış aşağı yürürken hızlı ve heyecanlı konuşan orta yaşlı bir ortamcıya rastladı.
 "Abi ortam lazım mı abi?"
 "Yok abi"
 "Karı var abi ortam lazım mı?"
"..."
"Bilgisayarda seks yapan rus kadın var abi"
 "..."
 Bu sonuncu cümle kendisiyle ilgisiz bir sürü şeyle birlikte aklının içinde döndü durdu Kadıköy vapuruna binene dek.   
Bahariye'de biraz vakit geçirmek için dolaştıktan sonra, Altıyol’dan aşağı inip Ahmet'in altı aydan beri düzenli çalışarak herkesi şaşırttığı işyerinin ikinci katına çıktığında, başıyla sessiz bir selam verip bir sandalye çekip oturdu. Ahmet'in yanında kırklı yaşlarında, çok bakımlı, aşırı süslü bir kadın vardı. Fotoğraflarında nasıl görünmek istediğiyle ilgili birkaç talimattan sonraki sessizliğin ardından hangi değişmez sorunun geleceğini Ahmet yüksek bir kesinlikle tahmin edebiliyordu.
"Sence kaç gösteriyordum ben?"
"...kırk... iki..."
 Kadın bir parça bozulmuştu. Kaan'da böyle gerçekçi bir tahmin yapmasına şaşırmıştı Ahmet'in. Normalde yaşını tam olarak tespit etse de, beş yaş kadar aşağı söyler, bu da kadınların gururla geriye yaslanıp, seslerine de yansıyan gururlu, kibir dolu bir kendine güvenle konuşmalarını sürdürmelerini sağlardı.
Ahmet'in canının sıkkın olduğunu düşündü. Kadın, baskı makinesinden çıkan fotoğraflarını almak üzere aşağı indiğinde Ahmet, Kaan'ın alıştığı neşeli haline geri döndü.
"Bir saattir altı poz resme esir etti beni hasta ruh. Kaç dakka var... on beş...çay içer misin?... Nasıl gidiyor... hehehe... "
Sarı, dalgalı, uzun saçlı, atletik yapılı, sürekli gülümseyen, arkadaş canlısı, sıcak samimi tavırlarla, birini gördüğüne sevindiğinde önce sürekli konuşur, sorular sorar, sonra yanıt beklemeden soru sormayı sürdürürdü. Bu, onun birisiyle ilgilenme tarzıydı.
“Pelin seni soruyor, teksi ezberlemiş mi dedi bu sabah."
Pelin'le ilkokullara oynayan bir çocuk tiyatrosuna başvurmuşlar, kabul edilip oyun cdlerini ve tekslerini almışlar, oyunu canlı seyretmek için yarına sözleşmişlerdi. Plana göre ertesi gün başlayacaklardı.
Sabah zor da olsa uyandırıldığı kahvaltıda Ahmet uykulu haline rağmen heyecanla, sabaha karşı gördüğü rüyayı anlatıyordu.
"Nedenini bilmiyorum ama o zor aşamayı geçmem gerekiyordu. Çok çok yüksek bir binanın tepesindeydim ve ilerdeki bir direğe atlamam gerekiyordu. Cesaretimi toplayıp gerinip hız alarak atladım, direk bir kat kadar aşağıda kalıyordu ve tutunmayı başardım. Aşağısı o kadar uzaktı ki hiçbir şey görünmüyordu. Binanın bana bakan yüzü dümdüzdü ve uzaktaydı, o direkten başka gidebileceğim hiçbir yer yoktu. Ben de yapabileceğim tek şeyi yapıp aşağı doğru inmeye başladım. Böylece yere ulaşabilirdim." Çayına şeker boca edip karıştırırken devam etti. "Ancak farkettim ki direk aşağı doğru giderek kalınlaşıyordu ve tutunmak zorlaşıyordu. Sonunda öyle bir noktaya geldi ki düşmemek için biraz daha yukarı geri tırmanmak mecburiyetinde kaldım. Etrafta başka hiçbir şey, hiçbir kimse yoktu ve hâlâ yer görünmüyordu. Kendimi çok çaresiz hissettim"
Son cümlesi, gelişigüzel anlattığı rüyasından farklı, hatta büsbütün kederli bir havadaydı, ancak Kaan'la Pelin oyuna yetişmek için apar topar çıktılar, gidecekleri ilkokul için epeyce yol vardı.
Heyecanla başlayıp, sıkıntı içinde seyrettikleri ve kendilerinden ertesi gün sahnelemeleri beklenilen çocuk oyunu dört matine oynanacaktı ancak ilki bittiğinde hakarete uğramış gibi sinirli bir biçimde ilkokulun tiyatro salonundan hızla hazırlanıp çıktılar. Oyunda önce tavşan kostümü olmayan bir 'tavşan kardeş' çıkıp annesini kaybettiğini söyleyerek ağlamaya başlıyor, daha sonra smokinli bir sihirbaz tarafından kovalanıyordu. Bir sonraki sahnede sihirbaz kulisten geri gelip numaralarını sergiliyor, ardından kendisinin bir şeftali olduğunu söyleyen genç bir kız sahneye çıkıp  nakaratı "Tavşan nerede, kaç kaç kaç!" olan, müziği basit bir orgla kötü kaydedilmiş şarkıyı seslendiriyordu. Ellerindeki tekste yer almayan iki sahnenin sonunda Kaan'ın, tavşanın annesi olduğuna inandığı yaşlı bir teyze sahneye çıkıp küçük tavşanı geri geldiği için çok sevindiğini açıklıyordu. Pelin çocuklarla birlikte alkışlarken yaşlı teyzenin sihirbazın karısı olduğunu fısıldamıştı.
Bir kaç saat kadar sonra ev kirasını ödeyemeceğine kesin kanaat getirmiş halde odasından eşyalarını toplamaya başlamıştı. Uykusuz geçirdiği o gece, masanın başından kalktığında Duygu’yla  geçirdiği günlerden  biri daha defterde duruyordu. Onu o gün staj yaptığı anaokulundan almış ve birlikte daha önce hiç  gitmedikleri yerlere gitmişlerdi.












SEKİZ 

Sokaklarda rastgele kolkola dolaşırken bir iğde ağacına rastladık.
Yaşlı ağacın pütürlü, derin çizgilerle uzayan gövdesine dokunup, seyrelmiş yapraklarının, biçimsiz dallarının arasından kayısı rengindeki gökyüzüne baktık.
Yüksek binaların loşlaştırdığı ana caddeden, ağacın bir koluyla davetkar bir tarzda işaret ettiği iki üç katlı evlerle sakin, güneşli bir öğleden sonrası sokağına daldık.
Pencere önlerindeki, altlarına porselen tabaklar yerleştirilmiş yoğurt kaplarında anemonlar, dar balkonlarında toprak saksılar içerisinde renk renk sardunyalar, baygın kokularıyla mum çiçekleri, çilli yapraklarıyla begonyalar, yeni açmış kırmızı zakkumlar, akşam sefaları, deniz yıldızı olmaya açılmış gibi duran ismini bilmediğim zarif çiçekler yetiştiren hanımların, üst katlarda karşılıklı pencereler arasına gerdikleri iplere, tahta mandallarla asılmış rengarenk çamaşırların altında çığlık çığlığa oyun oynayan gürültücü çocuklarıyla, karşılıklı pencereler arasına asılmış bu rengarenk çamaşırların iyi sıkılmamış olanlarının sürekli tezgâhının üstüne damlayıp durmasına sinirlenip dışarı çıkarak üst kattakiyle ağız dalaşına girmiş olan kirli ve buruşuk önlüklü manavıyla şimdi ufak bir karnaval havası veren bu sokağa daha sonrada birkaç defa gelecektik.
Sokağın kaldırıma bakan duvarlarına, sahil gazinosuna gelmiş şuh bakışlı yeni bir assolisti müjdeleyen, gözleri oyulup, ağzı yırtılmış posterler asılmış, bu posterlerin yanına ve üstüne de İngilizce öğrenmenin, haşeratlarla savaşmanın ya da gitar çalmanın artık çok kolay olduğunu ilan eden küçük renkli reklam afişleri yapıştırılmıştı. Senelerdir kullanılmayan yıkık dökük evin yanı, alçak tahta çitlerin arkasından sokağa bakan turunculu ve mavili ortanca bahçesiydi. Bahçenin ortasından kaldırımın dikine küçük bir uzantısı olan toprak yol, birkaç adım sonra ev yemekleri yapıp, pişireni tarafından servis edilen, telefonla sipariş veren müdavimlerine kavanozlar içinde götürülen, camında, kocaman, yuvarlak hatlı çıkartma harflerle, "... Mutfağı" yazan bir dükkâna varıyordu. Duygu eğilmiş, bu yolun iki kenarında yetiştirilmiş ismini bilmediğim, bir benzerine sadece başka bir şehirde rastladığım üstünde değişik renkler bulunan çiçeklere daha yakından bakıyordu. Yanına çöküp ben de incelemek istedim.
"Belki bir renk döngüsünden farklı dönemlerde geçiyorlardır. Bazıları erken giriyordur, bazıları da geç... Beyazdan sarıya, sonra turuncu, eflatun ve maviye dağılıp gidiyorlardır" diye fikir yürüttüm. Aynı kökten yükselip yumruk büyüklüğünde birleşmiş demetlere ayrılıyorlardı. Demetler uzaktan, kendilerine en fazla hakim olan renkte görünmelerine karşın, yakından bakıldığında küçük bir demette bile en az üç renk olduğu anlaşılıyordu. Birçok çiçek çevreminde taç yaprakları diplerinden, bütünden farklı bir renge dönmeye başlamışlardı.
 Kasası İkinci Dünya Savaşı artığı tankların eritilmesinden yapılma, eski, güçlü, üstten bastırılmış gibi duran, komik, kırmızı bir arabanın üstünde bir süredir yalanıp duran tombul alaca kediyi kucağına alan ince kemikli ihtiyar "Bu çiçekler zamansız açıyor..." diye açıkladı.  Çiçeklerin mevsimlere bağlı yaşamadıklarına inandığını düşündüğüm ihtiyar, kucağındaki kediyle, bahçenin ortasındaki geniş mozaik taş döşemeli toprak yolda ilerlerken, Duygu'ya baktım. Avucunun içinde bu çiçeklerden biri vardı. Eflatun tonlarındaki çiçekler onun avuçları içinde açmış gibi duruyordu. "Çok güzel bu" dedi. Ses tonu, fikir yürütmelerimizden hiçbiriyle ilgilenmediğini belli ediyordu. Parmaklarını gevşetip çiçeği bağlı olduğu mavi tonlarındaki demete geri bıraktığında, ben de arkamda dikilip duran çok düzgün bir çam ağacına bakarak, kusursuz, kibirli görüntüsünde farkında olmaksızın bir kusur arıyordum. Bu çam, plastikten ve tellerden yapılmış yılbaşı ağaçları gibi yetiştirilmişti. Yapma bir çamı taklide yeltenen bu tuhaf ağaç, hem kendi doğasına hem de bana  meydan okur gibi tam karşımda yükseliyordu. Onu çok itici bulmuş, hatta birdenbire yok yere düşman kesilmiştim. 
 Sokağın karşı çaprazında, camında yer yer silinmiş kıraathane yazısıyla kahve kılığına girmiş bir "cafe" duruyordu. Önündeki sedirde ve alçak ahşap masanın etrafındaki hasır sandalyelerde, üniformalarıyla oturan liseliler sohbet ederek nargile içiyorlardı. İçine girdiğimizde burasının dış görünüşünün aksine "cafe" kılığına girmiş bir kahve olduğunu gördük.
 Pencereye yakın bir köşeye oturduk. Bizden başka bir çift ve kahvenin sahibi olan kadın dışında kimse yoktu. Biraz sonra uzak iç köşeye gelip yerleşecek ucuz takım elbiseli iki adamı saymazsak ortalık sakin sayılırdı. Adamların geldikleri araba pek yabancı değildi. Birkaç gün önce de başka bir cafeye oturduğumuzda yine onlar vardı. İki takım elbiseli adamla benzer zevkleri paylaşmak can sıkıcı göründü.
 Huysuzluğum üstümdeydi ve  kahvede otururken bu kez de birilerini kovalamışız da gelip yerleşmişiz gibi garip bir suçluluk duygusuna kapıldım. Oturduğum yerin karşısında seksen küsür yılına ait beyaz kısımları kahverengiye dönmüş, döküntü bir cam çerçeve içinde, Şampiyon Fenerbahçe'nin, onun yanında da altılı ganyancıların unutulmazı, efsanevi at Yavuzhan'ın posteri vardı. Kahveyi devralan kadın, ortadaki kömür sobasından, yeşil kadife örtü serili kare biçimindeki masalara, camlardaki yazılardan, duvarlarında asılı duran renkleri solmuş posterlere dek hiçbir şeye dokunmamıştı. Ancak kısık bir sesle çalan Edith Piaf'ın bile buranın ruhunu tümden değiştirebildiğini söylemek gerekirdi.
"Fransızcayı çok sevmiyorum. Biraz yapmacık... havalı geliyor" dedi.
"...s'il vous plaît madam haksızlık ediyorsunuz" diye cevap versem de şimdi artık bana da biraz öyle geliyordu. Sipariş ettiğimiz "biri açık" iki çay da, içten içe beklediğimiz gibi plastik, kırmızı beyaz damalı altlıkla, küçük ve ince belli çay bardaklarında değil porselen beyaz fincanlarda, yanında kalp biçiminde iki ufak kurabiye ile birlikte geldi. Çalan iki şarkı boyunca hiç konuşmadık. Gittiğimiz yerlerde de hemen hemen hiç konuşmazdık. Ancak o gün Duygu konuşkan bir günündeydi ve bana çok etkilendiği bir romandan bahsetti. Duygu'nun bir kitaptan etkilendiğine ilk kez şahit olduğumdan dikkatle dinledim. Ona göre bu romanda "hiç olmayacak şeyler oluyormuş". Onun kelimeleriyle "birçok aşık çiftler birbirlerini hem çok sever hem de gizli gizli birbirlerini öldürmeye çalışıyorlarmış" Aşklarını bir oyun gibi yaşıyorlarmış . Eğer biri öldürebilmeyi başarabilirse ona olan aşkı hemen kayboluyor kendine yeni kurbanlar aramaya yöneliyormuş. İlişkilerinin üzerinden çok zaman geçtiği halde hâlâ birbirlerini öldürmeyi başaramamışlarsa biraz gönülsüzce, isteksizce ama sıkıntıyla dağılıyor çok geçmeden bir biçimde yeniden bir araya geliyor kozlarını paylaşıyor ve bu birleşip dağılmalar biri diğerini öldürene dek sürüyormuş. Öldürmeden rahat huzur yüzü görmüyor, aşk içinde kıvranıp duruyorlarmış.
 Ne bahsettiği romanı ne de yazarının adını daha önce duymuştum.
 "Ama bir erkek kahraman var... Sevgilisini çok çok seviyor ama aşık değil. Bu yüzden öldürmek de istemiyor. Onun sıcaklığı ve şefkati ona yetiyor. Sonra bir kız çıkıyor karşısına. Öldürmek için yanıp tutuştuğu bir kız. Şimdi ne olacak? Aşık olduğu biri için öldürmek istemediği ve çok sevdiği diğerini öldürecek mi?"
 Sorduğu soruyu içimden kelime kelime tekrarlayınca anlayabildim. O zamana kadar düşünüyormuş gibi yaptım. 160 günle satranç tarihinin en uzun mücadelesi aklıma gelmişti. Sonunda 40 beraberlikle tarihe geçmişler, ikisi de altı maç kazanamayınca kuraldışı bir biçimde dağılmışlardı. İkisi de şehirden ayrılırken belirsiz bir tarihte yeniden karşılaşacaklarını tahmin ediyorlardı ki ilerde karşılaşmışlardı da. Bunları anlatmadım tabi. Satranç hiçbir zaman ilgisini çekmezdi.
 "Bilmem" dedim.
Bunun onu hiçbir zaman tatmin etmeyecek yegane yanıt olduğunun da farkındaydım  ama hemencecik bir şey uyduramamıştım.
"Roman orda bitiyor ve ben merak içinde kaldım"
"Büyük ihtimalle yazar da bilmiyordur sonunu ya da bulduğu sonu beğenmeyip böyle muğlakta bırakarak seni düşündürmek istemiştir."
"O öyle biri değil" dedi yazar hakkında. "Bir tarafta çok sevgi bir tarafta aşk var. Bir kız için bunun cevabı çoğunlukla aşk olmalı. Ama bu kahraman erkek... O nereye gider?" diye merakla ekledi.
Bunun bir sonu yoktu. Ona iyi bir cevap bulmazsam soruyu döndürüp dolaştırıp başka kelimelerle yeniden soracaktı. Kestirmeden bir tanesini söylesem ardından gelecek soruyu da tahmin edebiliyordum: "Neden?.. Neden onu seçer de diğerini seçemez? Ve bu böylece sürüp giderdi.
Onunla ilk buluşmamızda, "Bir şeye başlayamamak mı daha zordur yoksa bitirememek mi?" diye sormuştu. Şimdi olsa bitirememek derdim ama o sırada başlayamamak demiştim ve "Bitirmek çoğu zaman bizim elimizde olduğu halde başlayamamak çoğu zaman sadece bizim elimizde değildir" diye çok bilmişlikle açıklamıştım. Bu cevap onu memnun etmiş ve o günden beri de sorularının sonu gelmemişti.
Duygu'nun romanda onu etkileyen erkek karakterden 'kahraman' diye bahsetmesiyle alay ederek "Kahraman erkek aşka koşar" diye gülerek yanıtladım. Ancak yeni bir soru gelmedi. Sessizce düşünmeye başlamıştı. Talihsiz bir seçim yapmış, yanlış cevabı vermiştim. Sessizliği tedirgin edici bir sessizlikti, her zamanki, halinden hoşnut, durgun sessizliği değildi. Ancak çevirmek için biraz geç kalmışım gibi görünüyordu. Tartışma kokusu geliyordu. Kompartmanda uyurken gerçekleşen bir makas değişikliği. Bir ilişkide bir anda birçok şeyin değiştiği o kısacık anlardan biriydi. Rüzgarın döndüğü bir nokta. Görünürlerde hiçbir kara parçası yokken bu küçük yön değişikliğini oluşmadan önce sezebilmek çok zor, hele bir erkek için bunun olanağı belki imkansıza yakındır. Ben de o sırada verdiğim cevabın onun için ne anlama geldiğini, bu küçük yön değişikliğinin ilerde hangi noktaya varabileceğini tahmin etmemiştim. Etrafıma bakındım. Kahvede hâlâ bir çift, iki adam ve bize çay getiren kadın vardı. Dışarda çocuklar gürültüyle koşuşturup, birbirlerini şortlarından çekerek kahkahalarla anlamsızca, arsızca gülüyor, yazılması bile ürkütücü, yaratıcı küfürlerle birbirlerine sövüyorlar, küçük bir kız çocuğu alçak bahçe duvarına elleri arkasında yaslanmış halde büyümeyi bekliyordu. Sarmaşıkların, harabe evin ortanca bahçesine bakan duvarını boydan boya sardıklarını farkettim. İçerde, köşede kıpkırmızı yapraklarıyla yapma bir ağaç bana kurtarıcı olarak göründü.
"Sana yapraklarını hiç dökmeyen ağacın masalını anlatmış mıydım?" dedim. Anlatmış olmam olanaksızdı. Basitçe, "Hayır" diye yanıtlanıp sessizleşerek dinlemeye koyuldu.
"Çok eski zamanlarda buraya çok ama çok uzak bir ülkede mutlu bir çift yaşarmış."
 Yukarda sesi kısılmış televizyonda o sıralar, "deprem profesörleri" olarak isimlendirdiğimiz jeologlar haritada yeni bir depremin nerede olabileceğini gösteriyorlardı. Kafamı çevirip masalı sürdürdüm. Masalın daha başında aşıkları mutlu bir çift olarak başlattığım için ilgisi artmış, kaşlarını kaldırmıştı. Ona hikâyeler anlatırken yüzünde oluşan değişimleri izlemekten zevk alırdım.
 "Bu çiftin harika bir aşkı ve aşklarını taşıyan bir tılsım, tılsımı koruyan  bir de  sırları  varmış. Sabahları kırlarda dolaşır, öğleleri yeşil akan kurbağalı bir derenin yanında, yaşlı ağaçların altında oturur, yanlarındaki sepette getirdiklerini paylaşırlarmış. Kumral kız güneşe, "çirkin" dediğinde güneş hemen ‘çirkin’ olur, kız dereye bakıp, "güzel" dediğinde dere hemen ‘güzel’ olurmuş. Akşamları kasaba şenliklerinde kolkola danseder, geceleri dostlarıyla şölenlerde şarap içip birbirlerine anlattıkları eğlenceli hikâyelere kahkahalarla güler, sonu acıklı biten karanlık hikâyelere üzülürlermiş. Birbirlerinin gözlerinin içine kıpırtısızca ve sevinçle bakar, aralarındaki hiç azalmayan aşka çok güvenir, sonsuza dek süreceğinden emin oldukları bu sevginin her anını mutlulukla dolu geçirirlermiş.
Ancak birgün bu tılsım birdenbire kaybolmuş. Çünkü kumral kız aşklarını taşıyan tılsımın sırrını çok güvendiği bir başkasıyla paylaşmış. Sır bir başkasıyla paylaşılınca tılsım da bozulmuş ve Adonis -kumral kızın sevgilisinin adı buymuş- arkasına bakmadan kasabayı terkederek dağlara doğru yürümüş. Günlerce haftalarca yürümüş, tepeler aşmış dar patikalar geçmiş, havalar serinlemeye başladığında ormanın içinde küçük, sahipsiz bir kulübeye sığınmış.
Günlerini ormanın içindeki toprak yollarda yürüyerek, dilinden hâlâ anladığı kuşlarla konuşarak, kaybettiği aşkını düşünerek geçiriyormuş. Bir gün bu gezintilerinden birinde beyazlar içinde çok güzel bir peri kızıyla karşılaşmış. Onu görünce hemen bir peri kızı olduğunu anlamış, çünkü bu bir gece önce rüyasına giren kızın ta kendisiymiş. Peri kızı ona geri dönmesini tılsımın onlara geri verildiğini, sevgilisinin onu beklediğini söylemiş. Ama Adonis onu dinleyip geri dönmemiş. Çok üzüldüğü için kendi kendine hayal kurduğunu perinin de bir gündüz düşü olduğunu sanmış. Böyle bir mucizenin gerçekleşebileceğine inanmamış.
 Sonbahar geldiğinde ağaçlar kızarmış yapraklarını dökmeye başladıklarında Adonis buna bir anlam verememiş ve ağaçların hastalandıklarını düşünüp çok üzülmüş. Adonis bu ağaçların yapraklarını sonbaharda döktüğünü bilmiyormuş, çünkü geldiği kasaba civarındaki tüm ağaçlar hatta güzel meyveler verenler bile yaz-kış yeşil kalıyor yapraklarını hiç dökmüyorlarmış. Bunu bilmeyen Adonis ağaçlardan düşen bu güzel kırmızı yaprakları elinden geldiğince toplayıp ağaçlara geri yapıştırmaya, buna gücünün yetmediğini görünce toplayıp kulübesine götürüp üst üste yığmaya başlamış. Bunları geceleri, kışın yakmak için topladığı çalı çırpılara, kurumuş ağaç dallarına yapıştırıyormuş. Rüzgarda dağılmasınlar diye bu yapma ağaçları da kulübesinde biriktiriyormuş. Gün geçtikçe ağaçlar çoğalıp bütün kulübeyi kaplamaya başlamışlar. Kış gelip her yanı karla kapattığında Adonis çok üşüyüp titremeye başlamış çünkü bütün yakacaklarını yapraklar için harca...."
Cümlenin ortasında etraf sallanmaya başlamıştı, “hemen dışarı kaçalım mı" diye gözgöze gelmişken, bu deprem şoku dalgasıda geldiği gibi aniden gitmişti. Parayı ödeyip çıktık. Son haftalarda olağan hale gelmiş, normalde hissedilemeyecek küçüklükteki sarsıntılar bile insanları sokağa dökmeye yetiyordu. Sokaklar boyu eşiklerde oturan, heyecanlı tedirgin halde birbirlerine az önce ne yaptıklarını anlatan kadınlar, sigara içen aldırmaz görünüşlü erkekler, bu telaştan da neşe çıkartan çocuklar vardı.
Bu manzaranın bir benzerini büyük yıkımdan bir hafta kadar sonra toz ve çürümüş ceset kokuları arasında harabeye dönmüş binalarla dolu sokaklarda görmüştük ve geçen haftalar bu manzarayı değiştirmemişti.


















DOKUZ

Bahadır bilgisayara bakarak, “Bunun içini açıp temizleyelim” dedi. “Çok fena uğulduyor.”
 “Bu bir elektrik süpürgesi değil içini açıp temizleyelim bırak uğuldasın”
 Bahadır makinanın arka vidalarını sökmeye başlamıştı.
“Müzik dinlerken  uçaktaymış hissine kapılıyorum”
“Kulaklığı tak o zaman”
 Kocaman bir kulaklıkları vardı. Dükkândaki en büyük kulaklığı almışlardı.
“Onun da sağ tarafı cazırdıyor”
Makineyi sökmeyi tamamlamış, kasanın dibindeki toz yumaklarını avucuna sıkıştırıp mutfağa giderken "Bunlar satılabilse bile alanlar nasıl olsa bunları yakmayacaklar” dedi. “Boşuna uğraşıyorsun". Mutfakları salonla birleşik, hiçbir tarza uymayacak biçimde yatay halde yarım bir duvarla ayrılmıştı. Musluğun, tüpün ve yuvarlak çalışma masasının olduğu küçük bir yerdi.
Yeni mum çok hızlı donmuştu, diğerlerine göre çok sertti. Yazın oda sıcaklığında bile eğilip bükülenlere benzemeyecekti ama yanma hızı ve kokusu nasıldı? Büyük bir güçlükten sonra ateş aldı ancak çok cılız bir ışık veriyordu.
Kaan makarna suyunu koyup masaya geri oturdu. Mum ödevinden aldığı notları incelemeye devam etti. ‘Belli bir oranda’yazıyordu. O belli oran ne olabilirdi? İnternetten bulunabilir miydi?
"İşlevselliği bir kenara bırakıp yalnızca güzel olmasıyla uğraşalım, kaba, basit çizgilerinden kurtarıp sert malzemeden ince çizgilere sahip, daha karmaşık, ayrıntısı, derinliği olan bir şeyler yapılabilir"
Kaan için de bu akla yatkın bir fikirdi. Sonuçta insanlar mükemmel bir mum istemiyorlardı. Mükemmel mum biçimi belliydi, tüm kenarların ortadaki alev merkezine eşit uzaklıkta olması gerekiyordu ve bu da silindirdi, yapımı da kolaydı. Renklendirilebilir, güzel kokular saçması sağlanabilirdi, ama ölçülerinin bile belli doğal sınırları vardı. Gereğinden geniş olursa alevin ısısı kenarlara ulaşamıyor, yandıkça giderek ortası dibe doğru genişliyor, ışık vermiyordu. Gereğinden uzun olduğundaysa oda sıcaklığında eğilip bükülüyorlardı. Ancak ihtiyaçları olan şey mükemmel bir mum olmadığına göre bu fikir denenebilirdi.
"Nedenini bilmiyorum ama korkuyorum" diye itiraf etti Kaan.
Yarın Duygu’yla buluşuyordu.
Bahadır yarım domatesi büyük bir dikkatle küçük parçalara ayırmaya çalışırken "Sen asla geri dönmeyecek birini beklemek istiyorsun" dedi sakin bir tavırla. “Geri dönebileceği fikri seni endişelendiriyor”



ON 

"Aşkta yazı yazmak tehlikeli olduğu kadar gereksizdir de"
                                                         A. Dumas
       
Duygu ben de, benim de bilmediğim bir şeyler bulup çok sevmişti. Bunu öyle pervasızca ve kendinden emin tavırlarla yapmıştı ki; ne olduğunu bilmediğim o şeyden ben de kesin emin olmuş, benden asla ayrılamayacağına kanaat getirmiştim.
Ona olan hayranlığım ve sevgim  gerçek dışı bir boyuttaydı. Öyle ki kendi hakkımdaki duygularım gerçekte olumlu olmamasına karşın, sırf o denli harika bir kız beni seviyor diye ben de kendimi seviyordum. Kendisi hakkındaki yargıları olumlu olmayan hemen tüm insanlar gibi ben de fena halde kıskançlığa yatkındım. Sadece uyandırması yetmişti. Sanki, yıllardır kanımda dolaşan zehirli bir kapsül patlayıp açılmış, boşalan zehir içimde dolaşmaya başlamıştı. O günden sonra kıskançlık ciddi bir problem haline gelecekti. Çünkü daha önce hiç aklıma gelmeyen bir gerçek artık sürekli kuşkular arasında gezinip duruyordu: Duygu beni aldatabilirdi.
Aslında ayrıntıları yıllar içinde kaybolup gitmesin diye tüm anımsayabildiklerimi yazdığım şu sıralar, daha açıklıkla farkediyorum ki bu aslında onun hikâyesiydi. Başından beri ilişkiyi sessizce o yönetmişti. Benim yerime başka herhangi birisi de onun hikâyesini renklendirebilirdi, o sırada karşısına ben çıkmış, böylece o kişi ben olmuştum. Kendimi, "onun sevdiği kişi" olarak, o halimle tanımıştım. O kişi olmaktan afaroz edildiğimden beri de gerçekte kim olduğumu çıkartabilmek için geçmişi karıştırıp duruyordum.
O cümleden öncesini hatırlamak pek mümkün değildi. Bununla ilgili hiçbir şey yazmamışım günlükte. Ben ona ne anlatmıştım, o ne cevap vermişti, nasıl gelişmişti konuşma, hatta öncesinde bir konuşma olmuş muydu bundan da emin değilim. Sadece iki kelime sertçe çarpmıştı yüzüme.
"Seni aldattım"
 Bunu, "dün biraz geç kalktım" ya da "bugün hava güneşli" tonlamasında basit, sıradan bir gerçeği ifade eder gibi söylemişti. Yan yana uzanıyorduk, tenimin çok hafif belli belirsiz Duygu'nun tenine dokunduğunu, bu dokunuşla yandığını, sızladığını canımın acıdığını hissettim. Kıpırdayamıyordum, bir şey söylemem olanaksızdı.  Savaş alanında yenik bir ordunun yere yıkılmış haldeki son askeri kadar savunmasızdım. Birilerinin beni gelip düştüğüm yerden çekip almasını ya da son merminin çabucak beynime saplanmasını dileyerek bekliyordum. Onun şu an tenine dokunduğum her noktadan kan kaybediyordum. Uzun bir sessizlik oldu. Bana sarıldığı anlardan biri zihnimde belirdi, sonra onu ilk defa gördüğüm kısacık bir an, elinde yeni toplanmış bir demet papatyayı vazoya yerleştirmeye çalıştığı bir an, çalıştığı anaokulunun bahçesinde eteğine yapışmış, etrafına kümelenmiş çocuk kalabalığının arasından bana bakıp gülümsediği bir başka kısacık an ve buna benzer bir yığın görüntü bir çırpıda zihnimde belirip kayboluyorlardı. Duygu konuşmasını usulca sürdürdü, her kelimenin üstümde yaratacağı etkiden emin, vurgusuzca ancak tane tane konuşuyordu.
 "Geçen cuma -hatırlarsan- senden erken çıkmıştım"
Hatırlamaya çalıştım. Erken çıkmak. Korkunç bir şeydi bu. Ne kadar erken çıkmıştı? Birine dokunmuş, parmak uçlarını yüzünde saçlarında gezdirmişti belki. Geçen cuma. Doğru olabilir miydi bu? Duyduğum acıdan hiçbir şey düşünemiyorum. Ben ne yapıyordum geçen Cuma. İnanılmaz bir şey bu. İhanetin yarattığı kıskançlık. Dayanılmaz bir durum. Erken çıktı, ona gitti. Ne kadar erken çıkmıştı? Bedenimin kimyası alt üst olmuştu. Belki o sırada kafamı kaldırıp ona bakabilsem, muhtemelen yüzünde belirmiş olan o kurnaz gülümsemelerden birini yakalayabilir, birdenbire her şey değişebilirdi. Yastıktan kafamı kaldırdım ancak yüzüne bakamadım. Yaptığından ötürü ben utanç duyuyordum. O devam etti.
 "Uzun zamandır telefonda görüşüyorduk, beni indiğim yerden aldı. Kurupastalar yapan fırının önünden..."
 Orayı biliyordum. Bazen orada buluşurduk.
 "Evi yakındı, geniş ve hemen hemen boştu, dokuz buçuğa doğru ondan ayrıldım, yeniden görüşeceğimizi sanmıyorum. Çıkarken bir daha aramayacağına söz verdi."
 Kıyamet koptu. Toparlanmıştım. Odanın içinde fırtına patladı. Yer yarıldı. Gök gürledi. Şimşekler çaktı. Eşyalar yerlerinden oynadı, bir kısmı duvarda patlayıp dağıldı, masa devrildi. Sonra ortalık durulur gibi oldu. Birbirimize bakıyorduk, ne yapacağımızı kestiremiyorduk. Saçmasapan bir durumdu. Kimse ayrılık lafı edemiyordu.
 "Kız arkadaşlarını beceriyorsun. Sonra onları benimle tanıştırıyorsun. Güvercinler bile ihanet etmiyorlar eşlerine"
Yatağın üstüne oturup ağlamaya başlamıştı.
"Kimden bahsediyorsun, saçmalık bu" dedim. Neden bahsettiğini söylediği anda çıkartmıştım ama bunu bilmesi olanaksızdı.
"Bunu anlayamayacağımı mı sanıyordun, ona bakışın, birlikte gülüşünüz. Bir saçmalıkla ilişkiyi birbirinden ayırabilirim Kaan"
"Yani benden sadece şüphelendiğin için mi ihanet ettin?"         Yapılan her şeyin mutlaka bir gerekçesi vardır gibi aptalca bir fikre sahiptim ve buna da bir neden bulmaya çalışıyordum. Yanıtı inandırıcılıktan uzak ve şaşırtıcıydı.
 "Sana hiçbir zaman ihanet etmedim. Ben senin kadar acımasız olamam" Başımla buna inanmadığımı belirten bir jest yaptım. Ortalık karışınca hemen bunu bana anlatmış olmaktan pişman olduğunu, şimdi hikâyesini değiştirmeye çalıştığını düşünüyordum.
 "İnanmayacağını biliyorum, çılgınlık gibi görünebilir ama bunu sana söylerken en başından beri ardından gerçeği de söylemeyi planlıyordum. Sadece benim neler hissettiğimi, nasıl bir acı çektiğimi, kısa bir süreliğine de olsa sen de hisset istedim."
 Odanın ortasında ayakta öylece duruyordum, gelip sarıldı. Ona karşı koyacak cesaretim yoktu.
 "Şimdi günlüğüne bak" diye fısıldadı. "Geçen Cuma sende kalmış olduğumu göreceksin"
Bana şu kadarı o senelerde bile çok açık görünüyordu aslında: Aldatmaya karar vermiş bir kadın, aldatırdı. Ben sadece dışarıda sevgilileriyle birlikte olduktan sonra evde daha nazik, mutlu ve sevecen hale gelen kocaların açık ettiğine benzer, gizlice verilen küçük işaretleri yakalamaya çalışıyordum. Hayatta işaretler görmeye ve bunları yorumlamaya çalışan tüm kuşkucu zihinler gibi ben de çoğu zaman bu tür işaretler buluyor yahut bulduğumu zannediyordum.
 Kıskançlığın beni yavaşça basit, herhangi bir güldürü oyununun karikatür kıskanç koca tiplemelerinden birine çevirecek olmasından endişeleniyordum. İnsanların yaşamlarını çekip çeviren kavramlar yumağının içindeki kıskançlık duygusu benim için tamamen yabancı bir şeydi. Ben de kendisine yabancı olan kavramları diğer insanların yaptığına benzer bir biçimde yerli yersiz kullanıyordum. Oysa bir kavramın gerçekten ne anlama geldiğini derinden hissettiren, bu deneyimin nesnesi olan kişiler bazen kavramların içeriğiyle özdeşleşip bir ve ayrılmaz bir bütün haline geliyordu. Nefreti, kin tutmayı, öç alma isteğini perçinleyen, bunu ilk defa güçlü bir biçimde hissettiren kişi, çoğu zaman soğuk bir şaka gibi karakterin ayrılmaz bir parçası olup çıkıyordu. Buna benzer bir biçimde kıskançlığı bana tanıtan Duygu da, benim ayrılmaz bir parçam olacak, aşkta kıskançlık onun bana tanıttığı ve inandırdığı haliyle kalacaktı. Bunun anlamı, kıskançlığı  yersiz bir korkudan, kurtulunması gereken anlamsız kuşkularla birlikte gelen, aklın acı veren kurgusundan ibaret sayacak olmamdı. Bu da garip hastalıklı bir duruma yol açacak, gerçekten kıskanılması gereken durumlarda bile bu fikri kafamdan uzaklaştırmaya çalışacak, kendimi bu duygunun doğallıkla yönelttiği tavrı ortaya koymaktan aciz hale getirecek, kuşkuların haklılığı karşısında ise her seferinde tam bir hayalkırıklığı ve şaşkınlık yaşayacaktım
Artık bu yeni tanıştığım duygu, küçük bir kuşku anında bile acilen çağrılmış , beni yalnız bırakmayacağına yemin etmiş eski bir dost gibi hızla nöbetler halinde geliyordu. Birkaç gün sonra sırtımda basit bir sırt çantasıyla Haydarpaşa Garı’nda büfelerin önündeki genişlikte gezinerek beklerken bunun ilk örneklerinden birini yaşamaya hazırlanıyordum. Onu bekliyordum fakat Duygu’nun gelip gelmeyeceği belli değildi. Babamın memleketine kısa bir ziyaret yapacaktım. Uzun zamandır hayalini kurduğumuz belirsiz tren yolculuğu için harika bir fırsattı. Evde tren saatini beklemekten sıkılıp Kadıköy'e gelmiş, daha önümde çok uzun saatler olduğundan Bahariye'de gezinip, sevdiğim bir romandan uyarlanan filme girmiş, ardından yapacak bir şey bulamayıp gara gelmiştim yeniden. Duygu'nun gelip gelmemesi babasını annesiyle bir olup kandırabilmelerine bağlıydı. Babası, bir kız arkadaşıyla onun ailesinin yazlığına gideceğini sanıyor, yine de ikna olmuyordu. Yarım saat sonra aradığımda hâlâ durumunun belli olmadığını babasının işten eve dönmediğini beklemem gerektiğini söylemişti. Gelmeyeceğine karar vermiştim. Mutlaka  başka biri vardı. Anlattıkları belki farklı bir güne ait gerçek olaylardı. Bu kaçamak ona yetmemişti. Benim şehirdışına çıkmam ona sevgilisiyle buluşmak için daha fazla fırsat verecek, belki de sevgilisiyle bir olup bu aptallığıma güleceklerdi. Saat ilerledikçe yazdığım senaryolar da çeşitlenmeye başlamıştı. Kafamın içinde oynattığım bu senaryolar, o gün izlediğim filmden, okumayı yeni tamamlayıp, hâlâ etkisinde olduğum romanlardan esinlenilmiş sahnelerle doluyor, yeni sevgilisi Duygu'nun benimle de çıktığını rastlantı sonucu öğrenince onu terkediyor, Duygu buna çok üzülüyor, yanıma gelip sebepsizce bağırıp çağırıyor, terkedilmenin acısını benden çıkartıyordu. Kendimi onun aslında geleceğine, gecikmesinin, beni sadece biraz daha kıskandırmak, düşündürmek, kuşkulandırmak kısacası şu anda içinde bulunduğum ruh haline sokmak için yaptığı basit bir oyun olduğuna inandırmaya çalıştım. Eğer gelmezse o zaman acı çekmeye başlardım, bunu şimdiden yapmanın bir anlamı yoktu. Çantayı çeşmelerin önüne bırakıp korkuluklara yaslanarak denizi seyretmeye başladım. On metre açıkta perişan halde kırık dökük bir gemi vardı. Ölmüştü; kullanılmıyordu ama batmıyordu da. O gelmezse ben de gitmemeye karar verdim. Bu düşüncenin verdiği rahatlıkla, çay alıp bekleme salonunun yeni cilalanmış pırıl pırıl ahşap banklarından birine oturdum. Garların bekleme salonları soluklanıp, biraz düşünmek, hayal kurmak için elverişli yerlerdir. Büyük, görkemli, sade ve keder doludur. Kimse birbiriyle ilgilenmez görünürken gizliden gizliye herkes birbirini süzer. Ben de etraftakileri süzüyordum. Etrafa yayılmış sidik kokusunun, naylon tutacaklarından iple bağlanmış büyük bir torbayı elinden bırakmayan saçı başı dağınık, aşırı şişman bir kadında yoğunlaştığını fark etmiştim. Salonda ondan başka,  koşuşturup duran arlanmaz gülüşlü çocuklar, onları seyreden izindeki iki asker ve yanlarındaki tedirgin erkek kalabalığını ürkütmemeye gayret ederek kendi aralarında fısıldaşan başı bağlı pardesülü iki kadın vardı.
Çayı bitirip sigara içmek için garın iskeleye bakan tarafına çıkıp merdivenlere oturduğumda kir pasak içinde uzun saçlı, renkli kıyafetli yabancı olduğunu tahmin ettiğim, otuzlu yaşlarında bir adam dikkatimi çekti. Serseri gibi görünüyordu, ancak sakalı yoktu. Kocaman köpeğiyle yere çökmüş, etrafa yabani bakışlar atıyordu. Köpek iri suratı, gözlerinden kıvılcımlar saçan bakışlarıyla o denli yanındaki adama benziyordu ki onları iki ayrı yerde görsem tanışmalarını sağlama isteği duyabilirdim. Adam onu incelediğimi farkedince elinde sigara tutuyor gibi ağzına götürüp getirdi. Gidip sigara uzattım. Paketten bir tane daha çekip köpeği göstererek, "Bu da onun için" gibilerinden bir işaret yaptı.
İskandinav ülkelerinin birinden geliyordu, belirli bir amacı yoktu, gezgindi. (Bunu söyleyince hemen gezgin olmaktan vazgeçmiştim.) Küçük bir ajandanın arkasından katlanmış, yırtık pırtık bir harita çıkarıp izlediği rotayı anlatmaya başladı. Söylediklerinin yarısından çoğunu anlayamıyordum, akıcı bir ingilizcesi vardı. Ona burada Ege ve Akdeniz dolaylarını önersem de, adam kafasını "Hayır" manasında sallayıp şaşmaz bir kesinlikle Ankara’ya parmağını bastırarak "Başkent" dedi. Orada bir hayvanat bahçesi olduğu dışında başka hiçbir bilgisi yoktu ama oraya gidecekti.
Asya'nın güney taraflarından yanında kendi bindiği bir at ve eşyalarını yüklediği bir eşekle dünyayı dolaşmaya çıkmış bir maceraperestin burada önce atını, iç bölgelerin birinden geçerken de eşeğini çaldırdığını anlattım. Bu gazete haberine göre atı zorla gaspedilmişti ama o sırada gasp kelimesini bulamadığım için onu da uyurken çaldırdığını söylemiştim. Acar muhabirler haberin yanına sanki bu olaya çok kızmış da kaşlarını çatmış gibi duran sempatik bir adamın resmini de basmışlardı. Masabaşı gazeteciliği diye bir şey duymadığımdan o yıllarda gazetede okuduğum her şeye hemencecik inanır, hatta yeterince ilginç haberlere yer vermiyorlar diye sadece bol resimli tanınmış gazeteler alırdım. Bunları okuduğumda dünyada her gün yığınla tuhaf olayın ardarda gerçekleştiğine kesin kanaat getirirdim.
 Adam gülerek köpeği gösterdi.
 "Çalınabilecek sadece bu var" dedi.
Sonra köpeğe bakarak kendinden emin bir biçimde ekledi.
 "Bunu  çalsalar da muhakkak bana geri döner"
Eliyle köpeğin başını okşarken, köpeğin gözlerini kısarak kafasını hafifçe öne eğmesi, bana söyleneni doğruladığını belirten bir onaylama jesti gibi göründü. Böylece ben de köpeğin kesinlikle geri döneceğine inanmış, etrafa bakınmak için içeri girmiştim. Ortalıkta görünmüyordu. Bagaj taşıyan arabaları süren adamları seyrettim. Trenin kalkmasına yarım saat kalmıştı.Uzun tren yolculukları öncesi duyduğum heyecan beni sarmış, gelmese de yalnız başıma gitmeye yeniden karar vermiştim ki, camiye bakan merdivenlerden çıktı. Bana her yeniden göründüğünde, hatırladığımdan daha güzel olduğunu farkediyordum. Uçlarından yarım ton açılarak yazın gelmekte olduğunu haber veren kumral saçları, hafif, kendiliğinden dalgaları da yatıştırılmış halde tek parça bordo elbisesine dökülüyordu. Bunlarla uyumsuz halde boynundan çapraz bir şekilde yanına sarkan, beyaz seyahat çantasının üzerinde ünlü bir boya firmasının amblemi ve sloganı vardı.
"Başka bir çanta bulamadın mı?" diye güldüm.
 Yaptığım işten utanmıyorsam da büsbütün nefret ediyordum.
"Bu çantayı seviyorum ben" dedi. Beş dakika sonra iskelenin yanında kuşlara bisküvi ufalayıp atıyorduk. Önce güvercinler kara bir çarşaf gibi yayıldılar. Sonra martılar büyük abi tavırlarıyla kendilerine kaba hareketlerle yer açtılar. Bir erkek güvercin yemek saatini boşvermiş, dişilere kur yapıyor, biri tersledi mi hemen bir başkasına gidiyordu. Duygu’ya bu güvercini işaret ettim gülümseyerek. Topal olan bir tanesi oturduğumuz banka kondu cesaretle. Yan yan bakarak bize doğru ilerledi. Bisküvi paketinden çıkardığı bir parçayı, diğerlerinin yanaşamadıkları bir yakınlıkta parçalamaya koyuldu. Topal olduğundan böyle davrandığını ileri sürdüm hemen. Sonra herşeyi birbirine nedensellik ilişkisiyle bağlama alışkanlığımla "Belki bu kadar cesur olduğundan topal kalmıştır" diye fikir değiştirdim. Duygu sıkıldığını belli eden bir sesle "Topal olması ve cesareti iki ayrı şeydir belki"  dedi.
"Trene gidelim"
"Daha yirmi dakika var"
"Babam arayacak... Bir çift bulmalıyız orta yaşlı"
Ben çantaları yukarı yerleştirirken telefon çaldı. Konuşmayı kabul eden adamın karısına uzattık telefonu. Karısı birkaç kelime edip kocasına verdi.
 "Evet tabi bizimle…Çanakkaleye gidiyoruz... Yok efendim, problem olmaz tabi tabi..." Telefonu kapatıp verdi adam. Babası, birlikte tatile gittiği kız arkadaşının babasıyla konuştuğunu zannetmişti. Orta yaşlı çifte minnettarlığımızı bildiren gülücükler yolladıktan sonra huzursuzca homurdandım.
"Bir daha aramaz mı?"
"Aramaz... Annem oyalar onu"
Hayalini kurduğumuz saatlerin içindeydik ve sevinçten ne yapacağımızı bilemez halde birbirimize bakıyorduk. Tren hareket etmişti ve dünyanın harika bir yer olduğuna inanmak için bu kadarı yetmişti. Ona "ya birimiz diğerinden önce ölürse kalan bu acıya nasıl dayanır?" diye yazarak birlikte kaldıkları huzurevinin yüksekçe bir katından elele atlayan ihtiyar çiftin hikâyesini anlattım. Konuşmanın akışı kendiliğinden birkaç hafta önce birlikte kalıntılarını dolaştığımız huzurevinde son buldu. Sessizleştik. Geceyarısını geçerken çıkan yangının ardından bir kısmı yanmış kalanı da dumandan zehirlenmiş ihtiyarların cesetlerinin çıkarıldığı huzurevi kaldığım evin yakınlarındaydı. Kalanları görmek için oraya gittiğimizde gece haberlerinde gördüğüm itfaiyeciler, gazeteciler, televizyoncular, türlü çeşit üniformalı ve kadraja girmeye uğraşan meraklı kalabalığı dağılmıştı. İkinci katına çıktık, tüm eşyaların üstü kapkara isle kaplanmıştı, çekmecelerden rastgele birini açtığımda bembeyaz havlular duruyordu. Odanın içine yağmur yağmaya başladı. Başımızı kaldırınca çatıdan eser kalmadığını ancak bu anda farkettik.
Tüm değerli eşyalar yangından henüz birkaç gün önce zemin kata indirilmişti ve zemin kata alevler hiç dokunmamıştı. Yangının, mali krizde olan huzurevi sahipleri tarafından ihtiyarlardan kurtulmak amacıyla kasten çıkarıldığı söylendiyse de bu hiçbir zaman kanıtlanamayacaktı. Pencere camının arkasında aklımızın ermediği tuhaf oyunların döndüğü, birbiri ardına çok acayip şeylerin olduğu garip bir dünya akıyordu. Bunların tam ortasındayken bile bir açıkhava müzesindeymişçesine her şeye uzaktan bakarak geçip gidiyorduk. Hayat bizde, Nat King Cole'ün, Julia London'ın şarkılarında anlatıldığı haliyle tanımlıydı.
"Kasaba" diye açıkladım Duygu’ya kasabayı gösterirken. İçinde tasasızca dolaştığımız dört mevsim yapraklarını dökmeyen ağaçlarla kaplı tepelerin eteğine kurulu oyuncak, küçük, renkli evler, demiryolunun diğer tarafında balık tutup yüzdüğümüz, kıyıları yer yer sazlıklarla kaplı sakin göl göründükleri hızla kayboldular. Kısa bir tünele girmiştik. Nedensizce avazımız çıktığı kadar bağırdık, seslerimiz tünelin içinde yoğunlaşan trenin uğultusunda kayboldu. Kahkahalarla güldük. Ona sarıldım ve başını kalbime yasladı. Gözlerini kapadığını hissettim.
"Bütün kasabada bu dervişe kapısını açan tek adam da onunla yürürken verdiği sözünü tutamamış" diye bitirdim kasabaya ait olduğuna inandığım efsaneyi.
"Arkasına baktığında ayaklarının dibine kadar suyun ilerlediğini, eskiden kasabasının durduğu yerlerin şimdi göl olduğunu görmüş."
Elindeki küçük çanla dolaşarak servisin açıldığını haber veren lokanta vagonundan gelen genç adam, geri dönerken bizde onun peşine takılmıştık. Bizi labirentten kurtaracak tek kılavuzumuz oymuşçasına bu genç adamı  adım adım izlerken Duygu, son anlattığım hikayedeki  Paris'in seçimini sorguluyordu.
"...Yakışıklı Paris bu üç kadından kendisine vaad edilenlerden ne Asya ve Avrupa imparatorluğunu, ne dünyanın en zeki ve cesur adamı olmayı ama yalnızca Afrodit’in teklifi olan dünyanın en güzel kadınının aşkını kabul etmiş".
Paris'in daha önceden sevdiği bir kadın yok muydu? Hem Helen'den daha güzel bir kadın sahiden de yok muydu? Neden imparatorluğu değilde güzel kadının aşkını seçmişti?
"Vaadlerden en gerçekleşebilir olanını onun sunduğu olarak görmüştür belki" diye savundum Paris'i. "Diğerleri pek inandırıcı görünmemiştir"
 Peki sonra ne olmuştur mutlu olabilmişler midir? Paris başka kadınlarla da gizlice görüşmüş müdür?
 Siparişlerimizi getirdiklerinden cevap yetiştirmeyi bırakıp yemekle ilgilenmeye başladım. Arada sırada cama yaklaşıp karanlıkta geçtiğimiz yerleri seyrediyordum.
"Baban o halde ikimizi biliyordur öyle değil mi?" diye gülümseyerek sordum.
 "Şimdiye kadar bilmiyorduysa bile son haftalarda öğrenmiştir. Sessiz sedasız bizi izleyen birileri vardı farketmedin mi?" Önce hayırladım ama sonra aklıma aynı zevkleri paylaştığımıza inandığım ucuz takım elbiseli adamlar geldi. Evetledim.
Soru sorma sırası bana geçmişti. Sıklıkla gittiği cenazeler ve düğünleri, her aradığımda evdeki misafirler dediği kalabalığı, hayatında senelerdir bana saçma görünen tüm ayrıntıları birbiri ardına soruyordum.
"Sabırlı olmalısın" dedi. "Sana bu gece bilmediğin bütün o şeylerin iç yüzünü anlatıcam.”
Anlattıklarına büsbütün canım sıkılıyor, somurtup duruyordum. Büyülerden ve büyücülerden bahsederken patates kızartmasıyla dolu tabağı hızla boşaltmaya koyuldu. Tabağımda parçaladığım yarı çiğ et parçalarını birer birer yutmaya başlarken "Sen de uğraşıyor musun böyle kara büyülerle falan" diye sordum. Ses tonumun küçük bir çocuğa büyüyünce ne olacağını sorar bir biçimde çıktığını farkettim. Gülümsedi. Karanlık camdaki yansımasına baktı.
 "Yaptığı şey ona göre sadece kötü ruhları uzaklaştırmaya çalışmak. Kendini bir dolandırıcı olarak görmüyor.”  Suç işlemeye hazırlanır gibi biraz utanarak, "Ben de öyle görmüyorum" diye ekledi.
Elimdeki çakmağı yakıp söndürüp yeniden yakıyordum. Karabüyülerle ilgili tek bir kitap okumuştum ve o kitap da aslında büyülerle ilgili pek bir şey anlatmıyor, daha önce yazılmış başka bir kitaptan bahsediyordu. Bu da "Hokus pokus" diyen Abra Melin'in kutsal sihir kitabıydı. Sonunda çakmağı daha fazla oynayıp bozmamak için masaya geri bıraktım.
"Rivayetlere göre on beşinci yüzyıla ait Abra Melin'in kutsal sihir kitabında anlatılanlar gerçekse; maddi dünya zaten kötü ruhlar tarafından yaratılmış." dedim. "Biz ancak sihirbazla birlikte koruyucu meleğinin yardımıyla ve büyüsel uygulamalara başvurarak kötü güçlere karşı koyabilir, hatta kötü ruhları yenebilirmişiz."
"Onun böyle bir kitaptan haberi olduğunu hiç sanmıyorum." diye yarıda kesti beni. "Onun, içinde gerçeklerin yazdığına inandığı bir tek kitap vardır."
“O kitapta büyü yapmayı açıkça yasaklıyor ama”
Cevap vermedi. Şimdi onun söylediklerinden çok, bunları neden daha önce anlatmadığını anlamaya çalışıyordum.
"Bana cevabını benimde bilmediğim bir sürü sorular sormanı, benim için gereksiz yere kaygılanmanı istemiyordum." diye bitirdi.        
Unutulmuş eski şarkılar dinleyerek, yanyana uyuyarak bazen bir rüyadan bir başka rüyaya uyanarak yaptığımız sakin bir yolculuğun ardından Ankara Garı’nda, bizi Anadolu ortası kır kentine götürecek Karaelmas trenine bilet almak için beklerken, güvenlik görevlisi birbirine sarılmış halde döner kapıların arasında uyumuş çocukları ayağıyla dürterek kaldırıyor, kucağımızda gazeteler ve sıcak tostlarımızla olanları yan yan kaçamak bakışlarla seyrediyorduk. 
Karaelmas'ın içinde vagonların sonuna yürüyüp, geride bıraktığımız kırlara doğru uzayıp giden raylara, geçtiğimiz kasabalara bakıyorduk. Kasabalar uzun bir yas havasında sıcaktan bezgin bir halde kıpırtısız duruyorlardı. Bu tür küçük yerlerde büyük şehirlerin gizlediği bir şey kolaylıkla kendini açığa çıkarır. Hayattaki en önemli şeyin bile aslında o kadar da önemli olmadığı gerçeği mecalsiz miskin bir halde boş bir parkta oturduğu banktan bize el sallar.
Kenti beklediğim halde bulmuştum. Caddeler asfaltta yanan güneş ışıkları altında can sıkıntısıyla kıvranıyordu. Sokaklar, bilinmeyen eski bir acıya matem tutarcasına boş ve avuntudan yoksun bir haldeydi. O gün ve ondan sonraki günlerde önemli hiçbir şey olmadı. Babamın sürekli öksürüp iç çeken arabasını almış, iki gün içinde gidilebilecek her yere gitmiştik ve hiçbir resmi uyarı ya da tanıtım yazısı olmayan, ateşli futbol takımı taraftarlarının, takımlarına ve sevdikleri kızlara aşklarını ilan ettikleri bir panoya dönüşmüş duvarlarıyla loş ve serin mağaralardan dönerken gördüğümüz yılanın uzunluğunu tartışıyorduk. Mağaranın duvarından söktüğümden beri nedensizce yanımda dolaştırdığım taşı fırlatırken "Beş metreydi" dedim.
"Abartma Kaan... İki metreyi geçmezdi"
"Yedi metreydi, on metreydi..." diye iyice uzattım boş bira şişelerini arabanın arka koltuğuna atarken. Radyoyu açtım. İniltiden başka hiçbir şey yoktu. Kapattım. Boş yolda hızla sürüyordum.
"On beş metreydi"
"Kuyruğunu ısırmış dönüp duran bir yılan olmalı”  diye güldü.
İndiğimizde, ellerinde topladığımız papatyalar, başında, melek tasvirlerindeki hareyi andıran, papatyalardan örülü ince bir taç vardı. Sorarsa hazırlıklı olmalıyım diye hemen üç dilek hazırladım. Güneşten gözlerini kısmış bizi eve götürecek dik toprak yokuşun başında bana bakmış gülümsüyordu. Her an göründüğü hızla kayboluverecek bir peri, ölümsüz bir prenses ya da ona benzer bir şeydi.
Ev kalabalıktı. Kim olduğunu bilmediğim kadınları babaannem bana tanıştırdı. Buna göre hemen hemen hepsinin uzaktan bir akrabası oluyordum. Duygu’yu onlara evleneceğim kadın olarak tanıştırdığıma göre herhalde bunlar da kızı görmeye gelmiş olmalılardı. Kendi aralarında konuşurlarken, bir yandanda kaçamak bakışlarla Duygu'yu süzüyorlardı. Duygu üç kişilik koltuğun tepesindeki ince çizgiyi ip üstündeki cambaz edasıyla adımlayan kediyi korkutup koltuğun arkasındaki boşluğa atlamaya mecbur bıraktı.
Kedi düştüğü yerden, yavaş hareketlerle caka satan kurumlu bir tavırla salonun kapısından koridora çıktı. Kapının aralığından kedinin koridoru tamamlayıp halamın bulaşık yıkamakta olduğu mutfağa girişini izledim. Duygu yerinde huzursuzca bir iki kımıldadıktan sonra, yalnızca evinde kedi besleyen, kedi tutkunlarının anlayabileceği bir tutumla, bu çalım satan kedinin gönlünü almak için mutfağa gitti. Kedi, günler sonra da sabahları tam midemin üzerine ayak ucumdan zıplayarak yaptığı uyandırma uçuşlarından vazgeçmemişse de Duygu ile eski samimiyetini kesmişti.
Son gün, kentin tamamını görebileceğimiz bir kayalığın olduğu çıplak tepeye çıkan evin arkasından başlayan yamacı tırmandık. Çocukken arka arkaya duran bu çıplak ve alçak Çankırı tepelerinin birkaç tanesini ard arda geçtikten sonra yönümüzü şaşırır, kaybolur ya da birbirimize kaybolmuş numarası yaparak, meraklı ve heyecan dolu bir serüven yaşadığımıza kendimizi inandırmaya çalışırdık.
Kayalığa varıp manzarayı izlemeye koyulduğumuzda halamın mutfakta bulaşıkları yıkarken bana söylediklerini anlattım gülümseyerek. Halama göre orada kalmalı, Duygu ile evlenmeli ve dedem öldükten sonra kimsenin bakmaya yanaşmadığı nalbur dükkanının başına geçmeliydim.
Küçümseme dolu bir gülümsemeyle anlattığım öylesine yapılmış bir konuşmaydı. Duygu ciddiyetle benim ne cevap verdiğimi sorduğunda ona kuşkuyla baktım. Yapmam gerekenin şaşırtıcı basitliği onu görmemi engelliyordu. "Elbette bunun olanaksız olduğunu söyledim" dedim.




ONBİR

Burası öyle bir yerdi ki, orada bulunanlar, kendini oraya hiç ait hissetmiyordu. Cafe sahipleri, duvarları  buldukları birbirinden alakasız resimlerle çevirmişlerdi. Bir duvarda Chaplin ve camcı çocuk  asılıyken, karşı duvarda Gaugin’den, Night Cafe in Arles duruyordu. Gaugin’in yanında ise sinirli oldukları hemen anlaşılan  bir heavy metal grubunun, günü geçmiş bir konser afişi çerçevesiz raptiyelenmişti. Eskitilmiş ahşap sandalyelerde oturan insanlar, pimapen pencereleri örtmüş hasır perdelerle gölgeleniyor, ilginçlik olsun diye geniş toprak vazoların içine yerleştirdikleri hoparlörlerden ses, boğularak geliyordu. Herkese kendini yabancı hissettiren, belli bir kimliği, ruhu olmayan, yine de kalabalık sayılabilecek bu mekanda, Kaan iyice huzursuzlanmış, kasenin içinde duran mumun fitilinin çevresindeki pürüzsüz genişlikte parmağını dolaştırıp tırnağıyla izler çizerek oyalanıyordu. Sonunda fitilin etrafında mükemmel bir yuvarlak oluşturmayı başardığında küçük renkli ekranından saate bakıp, cep telefonunu kapatarak, “Buluşmak için neden burayı seçtin?” dedi. “Bildiğim daha iyi yerler var”   "Burada ne M.. la, ne de arkadaşlarıyla karşılaşma olasılığı yok çünkü. Nefret ederler böyle yerlerden” dedi Duygu. Eski Bond filmi  kadınlarının taşıdığı türden küçük kırmızı çantasını koymak için bir yer aranırken, Kaan, masanın haline bakarak toparlamaya çalıştı.
Duygu, yan apartmanı aşarak, yeni yeni rahatsız etmeye başlayan güneş ışıklarına karşı, hasır perdeyi indirip oturmadan önce, çantasının dibinden Volney’in, Yıkıntılar'ını çıkartıp masadaki diğer kitabın üstüne koyarken, “Bu,” dedi.  “Benden istediğin kitap” O sıralarda Kaan birşeyler yazmakla meşgüldü ve Duygu onu aradığında tam olarak masalın girmesi gereken nokta gelmişti, o aramasaydı muhtemelen onu kendisi aramak zorunda kalacak ya da yeniden birşeyler uydurması gerecekti. Bu yüzden Duygu'dan anlattığı masalın sonunu da içeren mektubu da yanında getirmesini istemişti, ancak Duygu'nun bunu bir çeşit üstü kapalı anlamı olan bir şey sandığından olacak ki 'masalın sonunu' getirmediğini öğrendiğinde sinirlendiğini belli etmek istemedi.
Kaan merakla beklediği kitabı karıştırırken, “Uykusuz ve huzursuzsun değil mi?”  diye sordu Duygu. “Ama ben de uykusuzum”
"Gece mumdan bir at yapmaya çalıştım” dedi kısık bir sesle Kaan. “Ama her seferinde kuyruğu ya da ayaklarından biri kırıldı.”
Kaan, Duygu’nun ona her daim ihtiyacı olacağına kesinlikle inandığı zamanların birinde getirdiği, birbirlerine dokunarak  ayakta duran atların, cam rafındaki değişik hallerinin her birini  ayrı ayrı fotoğraf kareleri gibi canlılıkla anımsıyordu.. Duygu onları belirsiz bir zamanda alıp götürmüştü
Birinci karede atlar yanyanaydılar. Atlardan biri, tek ayağını hafifçe kıvırmış olduğundan yalnız başına duramıyordu. Bu yüzden, boynu, diğer atın yelesine dokunacak biçimde, ona yaslanıyor,  yanak yanağa  duruyorlardı.
İkinci karede, iki atta, ayrı ayrı ve yanyana duruyorlardı.  Bu Kaan'ın marifetiydi. Atın eğik duran ayağını mumda eriterek düzlemişti.
Birkaç hafta sonrasına rastlayan üçüncü karede ise atlardan yalnız biri ayakta duruyordu.             
Atlardan tamirat geçirmiş olanı, diğerinin yanında yoktu. Kaan, onu düştüğü yerde tesadüfen bulup geri yerleştirirken, atın eski haline gelmiş olduğunu farketmiş, inatçı bir gülümsemeyle atın ayağını yeniden dümdüz yaparak diğerinin yanına bu halde bırakmıştı.
Bu atları gördüğü  son kareydi. Dördüncü karede atlar yoktu. Kaan şimdi ona çok uzun görünen, belirsiz bir zaman dilimi sonra, atların cam rafta artık durmadıklarını, bütün odayı darmadağın ettikten sonra da, atların kendisinden geri alınmış olduğunu anlamıştı.
"Kaybolanları geri getiremem değil mi?"
"Geri alabilirsin" diye fısıldadı Duygu. Bu beklemediği bir cevaptı. Kaan şimdi inatla aynı şeyden bahsettiklerine emin olmak istediğinden bunu anlayabilmek için doğru bir soru arıyordu. Duygu onun karışan yüzünü dalgınlaştırarak, "Tabi bu onlara nasıl davranacağına bağlı... " dedi. “…geri geleceklerdir” Gelen böğürtlen çayını hazırlamak için kâğıt poşeti sıcak suyun içine atmış, eflatun renginin fincanın her bölgesine dağılmasını zevkle izliyordu. “Delilerin en sevdiği renk eflatunmuş” dedi.
Kaan çocuksu sabırsızlığı ve kıvraklığa kavuşamamış zekasıyla, " Ne zaman?” diye sordu. Ümitsizliğini saklayamayan bir kıvranış içindeydi. Duygu, Kaan’ın zekasız sabırsızlığına öfkesini gizleyemeden, "Gittikleri zamanı düşün” dedi. “Gelecekleri günü görebilirsin.”
Bu kelimelerde bir başka öfkenin yatışmamış alazları da  belli belirsiz seziliyordu. Kaan bu öfke alazlarının, atların kayboldukları zamanı işaret ederek, birer ipucu olabileceklerini güçlükle sezebildi. Rulo halinde yukarı doğru kıvrılarak kaldırılmış hasır perdenin altından, kış güneşiyle kımıldayan kalabalık Kadıköy sokağına baktılar. Karşı yönlerden gelen ikili üçlü gruplar birbirlerinin içinden geçip giderken aralarına, mağazalara ve balık restoranlarına girip çıkanlar karışıyordu. Amaçsızca dolaşan iki turuncu kedi, telaşlı yürüyüşlerini Vakıfbank önündeki kalabalık kuyruğun sonuna rastlayan, sararmış çimenlerde sonlandırarak huzurla gerinince, bakışlarını pencereden eş zamanlı olarak çektiler.
"Sen ne yapıyorsun hâlâ yazıyor musun?"
Kaan başıyla onayladı.
"Başından hiçbir şey geçmeyen adamın serüvenleri..."
"Kulağa pek ilgi çekici gelmiyor"
"Tek kelimeyle berbat"
“Kısa kısa öyküler şeklinde, bir tanesi caddenin köşesinden neden dönmek istediğini kendi kendine açıklamaya çalışırken köşeyi kaçırıp bir sonrakinden nasıl döndüğünü anlatıyor" Duygu kaşlarını çatarak baktı. Kaan devam etti. "Bir başkası, misafir olduğu bir evin balkonunda kahvaltının hazırlanmasını beklerken bir kediyle uzun uzun bakışmasını anlatıyor, gerçekte birkaç saniye sürüyor bu tabi. Böyle saçmasapan şeyler..."
"Sen aşk mektupları yazmalısın" diye gülümsedi Duygu. Bu düşünce, bastırmaya çalıştığı kıskançlığını yeniden körükleyince, "Yeni yazdığın mektupların sahibini kıskanıyor olduğumu itiraf etmeliyim." diye bitirip, yanıtını merakla beklediği soruyu bu biçimde sormuş olmasının verdiği rahatlıkla bekledi.
"Senden sonra yazacak kimse olmadı" diye hemen yalan söyledi Kaan. Gerçekte Duygu'nun hemen ardından birkaç sayfa yazmayı denemiş, samimiyetten yoksun olduğu açıkça anlaşılan sayfaları utançla yok etmişti. Yazı yazmaya yeteneksiz zavallılar gibi talihsiz, zayıf benzetmeler kullanmış, bunların birinde boşluğa sarkıtılmış bir merdiven kadar yalnız olduğuna ilişkin bir ifadeyle karşılaşınca hepsini buruşturup atmış, hırsını alamamış, çöpten çıkarıp yırtıp öyle bırakmıştı.
"Hem sen onları atmadın mı?"
 Cevabını çok iyi bildiği bu sorudan sonra kırılmış gururunu onarabilecek birkaç kelime duyabilir miyim umuduyla, "Neredeyse hergün görüşüyorduk” diye ekledi. “..ama ben aptal gibi sana yazıp duruyordum, Kıbrıs'a gittiğimdeyse aksi gibi tek bir satır yazmadım"
 Duygu, "Karıştırdığın haltlardandır" diyerek konuyu kapattırken, Kaan’ın arkasına rastlayan belirsiz bir noktaya bakıyordu. Kaan alışkanlıkla aniden geriye dönüp, aynı anda da ne yaptığının farkına varınca, dudaklarını ısırıp, ona dikkatle bakan Duygu’dan gözlerini kaçırdı.
“Hiç değişmiyorsun” dedi Duygu çalan telefonunu açarken.
 Kaan, masada birbirine yaklaşmış çay fincanlarına, hâlâ boş duran kül tabağına, minik bir vazo içinde kurutulmuş çiçeklere, nihayet bakacak bir şey bulamayınca yeniden Duygu'ya baktı.
 Duygu kısa bir konuşmanın ardından kapatınca, "Kusura bakma saygısızlık etmek istemem ancak kapatamıyorum.” diye açıkladı. “Bir çocuğa bakıyorum ve seninle buluşmak için onu anneme emanet ettim. Bir problem olursa arayacak, çocuk annesinden çok bana bağlı görsen ne sevimli şey"
"Bu, güzel resimler yapan çocuk mu yoksa ?”
Tane tane, söylediği her kelimeden zevk alarak konuşuyordu.
"Hep anlayışsız ve acımasız davranmak zorunda mısın ? Onu tanısan böyle konuşmazdın"        
Kaan ilk önce kimi tanıması gerektiğini tam çıkartamadı. Baktığı çocuğu mu yoksa resim yaptığı dışında hakkında hiçbir şey bilmediği sevgilisini mi? Sözün devamından sevgilisini kastettiğini anladı. Böğürtlen çayından birkaç yudum aldıktan sonra Duygu devam etti: "O da bir çocuk gibi. Görsen ne zavallı ne muhtaç bir yaratık oluyor benim karşımda" Kaan bunların kendisini rahatlatmak için söylenen sözler olduğunu çıkartabiliyordu ama Duygu'nun gözlerinde beliren gerçek bir acıma duygusuydu. "Beni çok seviyor, hatta tapıyor denebilir, birkaç defa kavga ettik ayrılmayı denedim ama diz çöküp ağladı, yalvardı. Görsen ne sefil bir şeydi" Şimdi sevgilisinden babası öldükten sonra bakmak zorunda kaldığı uzak bir akrabasının küçük çocuğu gibi söz ediyordu. Kaan susmuş Duygu'nun gözgöze gelmeden anlattıklarını dinliyordu.
"Kavgalarımızın çoğu dolaylı olarak senden çıkıyordu aslında. Çok kıskanıyor seni. En sonunda saçlarımı boyatmamı istedi benden ısrarla"
 Duygunun saçları kestane rengine boyalı haldeydi. Kaan bunca zamandır böyle bir şeyi nasıl farkedememiş olduğuna hayret etti.
 "Güzel olmuş"
İsteksizce neredeyse homurdanar söylemişti bunu. "Ama  senin kumral saçlarını bu denli sevdiğimi nereden biliyor ki.. ?" ...bu herif diye tamamlayacaktı ama böyle bir hataya düşmekten son anda kurtardı kendisini.
"Bana yazdığın her şeyi bir kutuda saklıyordum ve onları benden habersiz almış, birgün evine girdiğimde onu salondaki masada ağlamaktan gözleri şişmiş halde uyukalmış buldum. Masada bu kutu da vardı. Her şeyi okumuştu. Bir kıyamet daha koptu tabi" diye açıkladı Duygu. Sonra bunun üzerinde konuşmaktan sıkılmış gibi başka bir konuya döndü.
"Aslında evde, annemle babamla tartışmalarımızda da ortaya çıkan öfke patlamalarımda hep senin izlerini görüyorum. Ayrıldıktan sonra aşırı sinirlenmeye ve sinirlendiğimde de senin gibi tepki göstermeye başladım. Hatırlıyor musun ne hale geldiğini?" 
Duygu gülerek parmakları gergin ve birbirinden açık halde, ellerini kollarını sallamaya başladı. Kafede birkaç kişi dönüp onlara bakınca durdu."Şimdi gülüyorum ama o halin beni hep korkutmuştur" Kaan onu hiç o halde görmemiş ve hayal edemiyordu ama kafası başka bir noktaya takılmıştı.
"Ondan niçin ayrılmaya çalıştın?"
Verdiği küçük işareti almış olmasından duyduğu memnuniyetle gülümsedi Duygu. Demek Kaan geçen iki-üç senede biraz olsun kelimeleri duymanın yanında koklamayı da öğrenmişti. Kaan şu andan sonra konuşmayı Duygu’nun yönetmesine izin verecekti. Belli ki kafasında şu anda kendisinin bilmediği bir planla gelmişti.
Duygu konuşmayı yönetiyorsa da, şu an karanlık bir merkezin etrafında dolaşıp duruyordu. Kaan bu acı verici dolaşmaları bir an önce geçiştirmek, etrafında dolaştığı karanlık merkezi bir an önce açığa kavuşturmak istiyordu. Yine de istekle ve acıyla bekledi. Merak ettiği onlarca ayrıntıyı soru sormadan dinleyerek sabretmeyi öğrenirken, bir yandan da atları anımsamaya çalışıyordu. Onlar ne zaman kendisinden geri alınmışlardı? Neden bunun üzerinde daha önce açıkça bir şey konuşmaktan çekinmişlerdi?
“Önceleri sadece cenazelerde karşıma çıkan gizemli bir tipti benim için. Seninle ahşap konakta onunla karşılaşmamızdan sonra cenazelerde yanıma gelip bir biçimde erken ölen ressamların hikayelerini anlatıyordu. O kalabalıkta kimin tanıdığı olarak orada bulunduğunu da çıkartamıyordum. Eğer sadece benim için geliyorsa, yaptığı işin tehlikesini tahmin edersin. Anlattıkları da hep gerçek hikayelerdi. Mesela New York'lu bir tanesi, resimlerinde mafya, uyuşturucu ticareti ve üst kademelerdeki devlet adamları hakkındaki dünya üzerindeki ilişkileri şematik ve sıradışı bir biçimde anlatılıyor, bilgilerinin kaynağını açıklamayı reddediyor, bunları büyük gazeteleri okuyarak kendisinin çıkardığını söylüyordu. Vurulmuş. FBI’ın yaptığından kuşkulanılmış ama kanıtlanamamış tabi. Bir diğeri Mona Lisa resimleri yapmaya çalışırken kafayı iyiden iyiye sıyırıyor. Sonunda bir banliyö treninde kendisini vuruyor. Kaldığı otelin odasında otuza yakın, sadece resim ekspertlerinin orjinalinden ayırdedebileceği otuza yakın Mona Lisa bulmuşlar”
Kaan, Duygu konuştukça şaşırıyordu. Bu onun kelimeleri değildi. Devrilmeden uzunca kurulmuş cümleler, yerli yersiz tespitler, yerli yerinde kullanılan deyimler, benzetmeler hatta terimler içeren bambaşka bir konuşma tarzı edinmişti. Ses tonu buluştuktan birkaç dakika sonra geri gelmiş, yerli yerine oturmuştu ancak kelimeleri değişmiyordu. Tıpkı magazin dergilerinden fırlamış yeni kıyafetlerini ona yakıştıramadığı gibi bu kelimelerinde onda,  eğreti durduğunu düşünüyordu. Hâlâ etkileyici çarpıcı bir kızdı ancak bu o değildi. Belki onu unutmam için bilerek böyle yapıyor diye düşündü ama bu düşünceyi hızla aklından uzaklaştırdı. Bunu bu kadar ustalıkla yapabilmesine olanak yoktu. Ayrıca Duygu'nun hiç geri dönmeyecek olsa bile unutulmayı da hiçbir zaman istemeyeceği açıktı.
Gülümsemeye çalışarak, “Anlattıklarından etkilenmişe benziyorsun” derken günlerdir sağılmamış bir inek gibi midesine saplanmış ağrıyla, acıyla böğürmek geliyordu içinden.  
"Çok masum bir başlangıçtı" diye devam etti Duygu. “Sonra nasıl oldu bilmiyorum. onunla görüşmeye başladık. Sadece tek bildiğim bana buluşmayı teklif ettiğinde benim buna çoktan hazır olduğumu hissetmemdi. Çok masum bir istek gibi göründü. Onu tanımak, öğrenmek bir kitap gibi okumak istiyordum. Sanki hep bir gün kendisinin de ihtiyarlamaya fırsat bulamadan öleceğini biliyor gibi konuşuyordu. Hatta babasının da bunu ona ima ettiğini …çocuklarının ikisinin de erken yaşta ölecekleri korkusuyla yaşadığını söyledi. Beni sergisine davet ettiği zaman bu yüzden kabul ettim. Yaptıklarının neye benzediğini merak ediyordum ve görünce de dehşete kapıldım. O zamanlar sen vardın ve benim her şeyimdin. Sadece resimlerini göstermek istiyordu ve ben de onları merak ediyordum. Çok masum bir başlangıçtı."
Kaan, onun anlatırken duraksamasına yol açacak yargılardan ve suçlamalardan  kendisini yoğun bir otokontrolle alıkoyduğundan, konuşmaları, Duygu'nun ilişkisinin  tüm seyrini anlatacağı bir yola doğru akmaya başlamıştı. Kaan kısa sorularla onu yönlendiriyor, hiçbir noktayı kaçırmadan her şeyi öğrenmek, değiştiremeyeceğini bildiği halde yine de öğrenmek istiyordu. Hiç anlayamadığı ve ona en garip görünen durumsa, Duygu'nun herşeyi M.’tan vazgeçmiş bir tonda anlatmasına karşın, kesinlikle geri dönmenin yolunu ona açmamasıydı. M..'tan ayrılmaya çalışmasının belli bir nedeni yoktu. Bu sevindiği bir haberdi. Demek ki ondan düpedüz sıkılmıştı ve öyleyse geri dönebilirdi ama hayır geri dönemiyordu çünkü sevgilisi ona çok aşıktı.
"Bana çok aşık" diye açıklamıştı Duygu  içinde bulunduğu durumu, "Ayrılmak konusunu her açtığımda ağlıyor, yalvarıyor, ortada af dileyeceği hiçbir şey olmadığı halde af diliyor, türlü mazoşistçe hareketler yapıyor, sonra diz çöküyor, intihar edeceği tehditinde bulunuyor ve sonunda ben yine onu bırakamıyorum. Ona öyle büyük bir acı veremem. Bir başkasına gidebilseydim kendine zarar vereceğini, intihar edebileceğini biliyorum ama sana karşı daha da korkunç bir kıskançlığı var"
Duygu neredeyse savunma halindeki açıklamalarını sürdürürken, Kaan onun kurduğu denklemin garip mantığıyla alay ederek, "O ortadan kalktığında hiç problem kalmıyor yani " dedi. Duygu beklediği gibi tebessüm etmedi ya da cevap vermedi.
"...Hâlâ içten içe kendini seninle karşılaştırdığını düşündüren sorular soruyor." diye devam etti. "Ve o sadece sıkıldığımı ayrılmak istediğimi düşünüyor. Sana hissettiklerimi bilseydi bu kesinlikle kendini öldürmesine yol açardı. Yaşadıklarımızı bilmiyorsun Kaan. O normal biri değil"
"Hâlâ kendi kaderini..." Sesinin fısıldar halde çıktığından daha normal bir sesle tekrar ederek  "Hâlâ kendi kaderini erken ölen meslektaşlarıyla yanyana mı görüyor?"  
"Önsezileri güçlü" dedi Duygu. Sonra basmakalıp bir ifadeyle, "Ama büyük resmin ne kadarını görebiliyor bilmiyorum" diye ekledi. Kesik kesik konuşmaya başlamıştı. "İlk zamanlardaki mutluluk... bilemiyorum... Yavaşça geçiyor ama durumu kabullenmek yerine umutsuzca her gün bana daha fazla bağlanmayı seçti. Bunu bilinçli bir seçim olarak yaptı. Ama kendisine bunun böyle olduğunu itiraf edecek cesareti... bulamadı."
Kaan tam olarak neden bahsedildiğini çıkartamamış olsa da, sohbetin geri kalanı onun için daha sürprizli ve şaşırtıcı biçimde gelişecek onun ortadan kaldırılmasına dair sevinçli bir hayal, giderek ciddi bir cinayet planına dönüşecekti.
Kaybolan romantizmin yerini sevinçli bir gerginlik almıştı.
Duygu daha sonraları Suat'a o günü,  "Birdenbire kendimi Kadıköy'de bir kafede eski sevgilimle cinayet planı yaparken bulmuştum"  diye anlatırken, 'Hiç öyle bir planla buluşmaya gelmediği konusunda' ısrar edecekti.
Çalan telefonla kendilerine gelip suç üstü yakalanmış gibi konuyu bir daha açmamak üzere sessizleştiler. Duygu çalan telefonu açmadan kapattıktan sonra bulunması birdenbire çok güç hale gelmiş gündelik konulara dönmüşlerdi.
Duygu'ya taş döşemeli yolun sonundaki çember biçimli ahşap banklara dek sessizce eşlik ederken, aklına takılan ve bir çırpıda yanıtlanamayacak sorular Kaan'ı rahatsız ediyordu . "Kafede konuştuklarımız konusunda..." "Ciddiydim.." diye kesti  Duygu, Kaan'ın bitirmesine fırsat vermeden. 
Kaan dalgın halde, tezgâhını geç açmış ve  Jack London'ın bütün kitaplarını okumuş sokak sahafıyla gözgöze gelerek selamlaştı. Banka oturup sigara içmek istiyordu ama çantası cafede kalmıştı. Duygu'nun 'bu aptalla niye vakit kaybediyorum ki' diye söylendiğini sandı giderken. Kafeden sırt çantasını geri alıp Beşiktaş iskelesinin yanında, deniz otobüslerine giden yoldaki  yüzlerce hasır taburenin bulunduğu çayhanelere doğru yürüdü. Arkadaşlarını orada bulabileceğini biliyordu. Bahadır onu görünce masada dönen hararetli tartışmayı bırakıp "Geldi mi? Neler oldu" diye sordu . Kaan, Tamer'e Faruk'a Caner'e ve dayısına selam verip oturdu. Bahadır " Neler oldu?" diye yineledi nakarat havasında. Kaan becerikli çaycının marifetini -bardaklarla dolu tepsiyi hiç dökmeden dikey halde iki tur çevirebiliyordu-  seyrederek, hızlıca bıkkın bir sesle konuştu:
"Geldiğinde iki gündür uyumadığını, beni sevdiğini ve sevmediğini, bazen pişman olduğunu, hayır saçlarını açamayacağını, çantasını karıştırmamamı, bir iki saat vakti olduğunu, biraz değiştiğini, beni hiç aldatmadığını, yeniden birlikte olamayacağımızı, hayattaki en değerli şeyin kendisi olduğunu, hayır g.tünün kalkmadığını, elliiki kilodan kırksekiz kiloya indiğini ve daha bir yığın şey söyledi."
Kaan, Bahadır'ın gözlerinin içine bakıp nerede olduğunu unutmuş halde heyecanla,  "Bunların, yani konuşulanların aslında pek önemi yok aslan." dedi. "Asıl önemlisi onun yanındayken ben, yanılmadığımı anladım. Onunla beraberken evren mükemmel bir uyum içerisindeydi ve ben hiçbir şeyin ötesinde değil tam ortasındaydım. Yalnız onun yanında duyabileceğim hafif bir şarkısı vardı dünyanın. Sanki her şey olması gerektiği gibiydi. Büyü bozulmamıştı. Aslında biten bir şey de yoktu"
Caner, "Aauuaşk” diye geğirip çalan şarkıya eşlik ederek, “Sen nelere kadirsin” diye ekleyip densizce sırıttı.




ONİKİ

Onun kahverengi ışıl ışıl sevgiyle kımıldayan gözbebeklerinin içinde kendimi gördüğümü sandım. Dolgun memelerinin üstünü açıkta bırakan rengini hatırlamamın mümkün olmadığı bir bluza gümüş ufak kanatlı bir melek kolyesi dokunuyordu. Saçlarını anlatırdım anlatmak mümkün olsaydı. Onun yanında her şey unutuluyor. Ben de bir sevgilim olduğunu unuttum
Hem hatırlıyor muydum ben –bunu hatırlıyordum ne güzel- hiç dinmeyen ardı arkası kesilmeyen yağmurlarıyla  Kadıköy günlerindeki sabah sevişmelerimizi. Sarılıp uyuduğumuzu ve yüzü ellerimin arasındayken onu nasıl sevdiğimi?
 Ahşap masaları çevreleyen ahşap sandalyelerin ve tuhaf duvar resimleriyle dolu bir kafede. Pencerede deniz var, martılar siyah gözlerini buğulu camdan açık seçik görebileceğim kadar yakından geçiyorlar. Dudaklarımın üstünde dolaşan oyuncak elleri porselen fincanın çeperlerinde dolaşıyor. Onları avuçlarıma aldım. Kafamdakini uygulamam imkansızdı. Ben ona aittim. Bizim için yazılmış en güzel yazgıyı gerçekleştiremedik. Tanrı bize kendinden bir parça olan iradeyi, seçmeyi sunduğunda biz eksilmiş olduk. Kendimizin daha iyi bildiğimizi düşündük, yazılana değil seçimlerimize yöneldik ve ortak kaderimizden ayrıldık. Şimdi içinde bulunduğumuz yer bize ait değil. Başka birinin hayatını yaşıyoruz. Yaşıyor muyuz? Buradayken evet. Biraz sonra hayır. Bu yoğunluğun tesiri altındayken  hep tutsak gibiydik. Bizi idare eden kuvvet bizim aramızdaki büyüden çıkıp dağılıp tüm hayatımızı kontrol altına alıyordu. Bizim kelimelerimiz yoktu. Biz yoktuk. Yalnız aşk vardı.   Evrenin nasıl olduğunu  araştırmıyorduk. Evrenin mükemmel olduğunu bunun üzerine bir tek kelime konuşmadan biliyorduk. Hiçbir zaman birbirimizi sevdiğimizi söylememizi gerektirecek  kadar uzak kalmadık. Hiçbir zaman onsuz olamayacağımı ona hatırlatmamı gerektirecek kadar da uzak kalmadık. Kilometrelerce uzaklaştık. Başka başka şehirlerde aylarca yaşarken telefon açmıştı. Penceremden ne görünüyordu? Başka pencereler, başka binalar, tekneler, deniz, dalgakıran, kayalıklar ve biraz daha deniz. Sokaktayken arabalar, binalar ve insanlar benden hızla uzaklaşıyorlarmış duygusuna kapılıyordum. Bu dünyanın içinde ama başka bir boyutta dolaşıyorduk. Şarkılar bizi anlatmıyordu. Hikayeler ve  romanlar bize yabancıydı. Oralarda yazılanlar, sinemalarda gördüğümüz filmler, eski doğu masalları, anlatıcıları kaybolmuş efsaneler kadar uzak, bu dünyanın trajikomik, melodramatik bazen komik ve yaratıcı tasvir ve yorumlamaları olarak görünüyordu.  1920’ler miydi, 1950’ler miydi? O yıllardan bize kalan bir şeyler vardı. O yıllara ait bazı parçalar ikimizde de yeni çıkan şarkıların ve filmlerin gençler üzerindeki etkisine benzer bir etki yaratıyordu. Bizi avucunun içine alıyor ve biz, gelecekte neşeli bir yolculuğa çıkmış, nadir ‘mutlu balayı’ çiftlerinden birine dönüşüyorduk. Gelecekte dünyanın böyle bir yer olduğunu tahayyül eder gibi en çok yaşlı insanlarla ve çocuklarla iletişim kurmaya çalışıp, onların tebessümlerini kazanarak geçip gidiyorduk. Tanımlar, tasvirler ve açıklamalar yoktu. Mutluluk üstüne konuşmalar, uzun uzadıya açıklamalar ya da mutluluk formülleri yoktu. Kendisi vardı. Acı üzerine bu derece yoğun tasvirler, çeşitlerine ayırıp farklı açılardan  bakmalar  yoktu . Saf acı vardı. Filmler saflığı ve masumiyeti ele alıp detaylı biçimde işlemiyorlardı. Filmler safça ve masumaneydi. Kötüler kötü, iyiler iyiydi. Bizde iyiydik.
  Hasırlarda bir ara konu kadınlara ve aşka geldi. Yanılgı gibi bahsediyor, sanki aşağılayıcı kelimeler kullanıyorlardı. "Kendinizi kandırıyorsunuz" diyebildim. "Aşk size olmayanı değil, görülmeyeni gösteren bir büyüdür." Ödül olarak eve götürülmesi gereken ağır bir çanta aldım. İçinde şohben ve  ansiklopedi ciltleri vardı. Önemsiz konular üzerine sıkıcı gevezelikler bitti. Şimdi o gitti ve ben buna alışmak zorundayım.
                      


ONÜÇ 

O gece kar yağdı. Kaan  ertesi sabah pencereyi açtığında gördüğü beyaz, keskinliğinden arınmış şekillerden yansıyan yumuşak ışıkla, gözleri kamaşmış  halde odanın karanlığına alışmaya çalışarak  radyoyu açtı.  Kar tatili yoktu.
 Kalabalıkla dirsekleşmemek için sonuncu yolcu olarak güçlükle bindiği körüklü, kırmızı İETT otobüsü, birkaç durak sonra, içindeki herkesin sıkışabileceği kadar sıkıştığı kritik noktaya geldiğinde, arka kapıdan bir umut binen ancak kendi bedenine başka bedenlerin arasında bir boşluk yaratamayan talihsizler, otobüsün hareketiyle kapılardan geri atlamak zorunda kalıyorlardı. Kaan hiçbir yere tutunmadığı gibi, pencerelerden de uzak kalmış bedenlerin ısısıyla terlemekteydi. Nefessizliğe, sıkışıklığa dayanamayıp erkenden inmemek için kendisini teselli edecek düşünceler bulup oyalanmaya uğraşıyordu.
Aşağıya indiğinde terli bedenine çarpan rüzgarla ürperip, denizin kıyısına doğru yürüdü. Vapur iskeleye yeni yanaşıyordu. Ağır ağır yağan iri kar tanelerinden bir tanesini parmağının ucuyla başarıyla yakalayıp seyretti. Makul bir mucizeydi.  Rüzgâr, erimesine fırsat bırakmadan kar tanesini geri alıp boşlukta dolaştırarak denizin üzerine geri bıraktı. Denizin üzerine kar yağıyordu.
 Büyük tanelerle ağır ağır yağan kar hemen buharlaştığından suların üstünde buğulu bir tabaka oluşmuştu. Uçarken didişen martıların ve motorların seslerini hiç duymadan, buğunun arkasında suyun kıpırdanışını görmeden  yeşil denize  baktı. Kar sessizliğini kutsayan bu sihirli sis örtüsü,  bulutlardan süzülüp gelen buz rengi  ışıklarla denize yağan karı daha da belirsizleştiriyordu. Kaan, şimdi kendi hayatının üzerinde seçimlerle yönettiği bir iradenin bulunmadığını düşünüyordu. Bizim öyle ya da böyle demelerimizin pek etkisi yoktu, her şey zamanı gelince olması gerektiği gibi gerçekleşiyor diye umutsuzlaştı.
"Kader" demişti bir keresinde Suat, "Havada uçan kar tanelerinin yeryüzündeki gölgesi gibi yer değiştirerek dolaşıyor. Ve her kar tanesi hep gölgesinin tam üstüne konuyor." Doğanın hiç şaşmayan matematiğinin şaşırtıcılığını, yaptığı bu açıklamasız açıklama ile sunmaktan memnun susarken, Kaan, kadere, ölüme ve zamana yeni isimler bulmamızın, ne onlara dair bilgimizi çoğaltmaya, ne de olan bilgininin aktarılmasına yaradığına inanıyordu.
Vapurda taze çayın kokusu yeni gerilmiş minderlerin kokusuna karışıyordu. Rahat oturmuş öğrenci kılıklı genç bir grubun yanına ilişip karşı koltuktakilerle gözgöze gelmekten kaçınarak, vapurun ikinci katından dışarı baktı. Dalga kıranın ötesi sisten görünmüyordu. Bir süre kavun rengi can yeleklerine ve bunların nasıl giyileceğini resimlerle anlatan çerçeveli posteri dikkatle inceledikten sonra yuvarlak pencereli ahşap kapıyı itip dışarı açığa çıktı.
Vapurun içinde iskele tarafındaki hareketliliğe karışıp Sirkeci Garı’nın karşısında tramvaya binmeden önce cep telefonuna taktığı kulaklıktan radyo haberlerini son bir umutla dinledi. İlkokullar, ortaokullar, liseler ama daha değil. Tramvayda ineceği durağın ismini  özlemle tekrarlayan otomatik kadın sesini duyunca kapıya yanaşıp, bu denli iç içe yol almalarına rağmen, gözgöze gelmemek için sıkıntıyla pencereden dışarıyı ya da reklam panolarını seyreden, ellerindeki gazeteleri inceleyenlerin içinden geçip seyir özgürlüğüne kavuşunca rahatladı. İnsanlarla bu kadar yakınlaşmaktan, aklının içinde kelimelere dökülemeyen, böylece kendine açık hale gelemeyen bir gerginlik hissetmiş ve sokağa döndüğündeki rahatlamayla birlikte bunu kar havasının temizliğine yormuştu. Karlı sabah ayazını görüp de sıcak yataklarına geri dönmemiş, devamsızlık problemi ya da okulda  başka işleri olan birkaç öğrenciyle birlikte sakin ve uykulu geçen iki dersin ardından Hergele meydanının ortasındaki kapıdan  basket sahasına bakan otopark alanına çıkarak  hafif eğimli kısa bir yokuşla inilen Fen Fakültesi’nin bahçesine geldi. Sıra olmadığından Fen’in kantininden aldığı çayla, tütün sarısına çekilmiş bulutlardan süzülüp gelen, sarıdan  turuncuya yaklaşan yumuşak ışığın altında, bozulmamış kar bahçesine çıktı.  
Elinde biri sıcaktan eğilirse diye aldığı çift plastik kaşıklı beyaz köpük bardakta bergamot aromalı siyah, süzme  çayı,  henüz masadan kalkmamış, güneşle birbirinin içine girerek  sertleşmiş  buzkarın  üstüne bıraktı. Çamurla karışık karlar kürekle temizlenip  kenarlara  yığılmıştı. Yürüme yolları  dışında  bahçe bembeyazdı. Oturduğu bank ve önündeki ahşap masa, karşısındaki bank ile tek vücuttu. Güneşle eriyip  masanın ortalarına dek çekilmiş  buzkarın üstünde sigarasını söndürüp, üstü karla örtülü, altında buruşturulmuş sigara ve cola kutularının, köpük çay bardaklarının durduğu  her yanı delikli çöp tenekesine eğilip attı. Elleri soğurken, çayın sonu gelirken, tarihi bir sütunun, gövdesinden ve tepesinden kopmuş iki ayrı parçasına bakarken, isteksizce, önündeki ruhsuz binanın dibindeki kantine giden yürüme yoluna, üstünde hiç kar birikmemiş ince dallı, ince yapraklı küçük çam ağacının da bulunduğu bahçeyi bu yoldan ayıran, duvarı boydan boya kaplamış, birkaç gün önceki gece fırtınasının etkisiyle aşağı düşerek kat kat üstüste yığılmış sarmaşıklara baktı. Duvara tutunan uçları kurtulmuş, asıldığı yerden aşağı düşmüş bir halı gibi katkat yığılmıştı. Hala duvara yapışık olan  sarmaşıklarla da bağlantısı kesilmediğinden  onları da kendisi gibi aşağı çekiyordu. Küçük, yuvarlak, bazısı kırık  pencerelerinden kendi kendini zor aydınlatan beyaz ışıkların yayıldığı eski medresenin kubbelerine baktı. Başını kaldırdığında  gökyüzünün kirli bir beyazlıktan mükemmel bir griye döndüğünü gördü. Üstünde tek bir yaprak dahi  kalmamış olan kupkuru ve upuzun ağacın sert açılar yaparak  birbirinden ayrılıp giden, uçlara doğru giderek daha sert ve küçük ayrılışlar yapan dalları, pek çok buz kristalini birarada yakından görmeye benziyordu. Sonra bakışları ağacın az ötesindeki hareketliliğe takıldı. Otomatik açılır kapının önündeki paspasın üzerinde yatar halde bıraktığı kedi, kendisini sevdirmeye gelirken birden vazgeçmiş, turuncu gövdesini yere iyice yaklaştırarak temkinli adımlarla  karların üstüne  serpilmiş yemleri yiyen ve eşelenen iki güvercine doğru ilerlemişti.  Birkaç temkinli adım ve ani bir duruş kediden. Kulaklar dikilmiş, patilerden  biri el sıkışmaya eğitilmiş  köpekler gibi havada ve birkaç temkinli adım daha. Güvercinler uçmuyor, kendilerine yaklaşan kediyi alaya alır gibi yürüyerek kaçıyorlardı. Kedi vazgeçmiş tüm kasları gevşemiş halde başka tarafa bakıyor, aniden aklına birden bir şey gelmiş gibi dönüyor, yeniden kasılıp, pusuyor. Boynundaki, minik çanın etkisinin farkında değil gibi.  Birkaç temkinli adım daha. Güvercinler de yürüdüler bakınarak. Bu biçimde büstün çevresinde yarım tur döndükten sonra, kedi vazgeçerek önce boş tahta banklara, sonra o sırada orada olan tek insana dikkatlice baktı ve yürüyüp görüş açısından çıktı. Güvercinler, üstü bulanık  bir buz tabakasıyla örtülü, havuza dönmüş çukurluğun yanındaki  sürülerine kısa bir uçuşla gittiler.
Nina ile çeyrek saat sonrasına rastlayacak ayrılışları bir dönemin  bedbaht kalplerini tesiri altında bırakmış o eski şarkıdaki  açıklamasız açıklama garipliğine sahipti.
“Her şeyi gördüm rüyamda
  Ve seni terkediyorum” 
İkisine de nedensiz görünen  sonucu açıklayacak ipuçlarını aramaya  yanaşmadan  sessizce vedalaştılar.
"Hiç rüyamda kar yağdığını görmedim" demişti Nina.
Karşıya geçerek kırmızı belediye otobüsleri arasında kaybolduğunda, "Belki bir tek rüyalarda kar yağıyordur” diye düşündü Kaan. Kütüphanenin yanında  Yeni Kapan Sokağı’nın darlığından, rüzgarla boydan boya akan iri kar taneleriyle birlikte geçip, sarsılarak açılan cam kapıdan  kütüphanenin içine girip, merdivenlerden indi. Nina'dan ayrıldığı için acı çekmesi gerektiğini biliyor ve sağlıklı biçimde acı çekemediği için de sıkıntı duyuyordu. İçinde sadece hâlâ devam eden yazma isteği vardı.  
" Bir taş suya bırakılsa, hemen  bir dalga onu izler
 Ve denizin tüm kıyılarına dek ulaşan bu dalga,  hep aynı dalgadır." diye başladı.
"Rastlantı, hayatın yaratıcı kurgusuna yetişemeyen aklın zayıf tesellisidir. Rastlantı, 'dalga hareketleri'  konusunu henüz görmemiş şanslı zihinleri dalgın halde denize baktıran saflıktır. Rastlantı, olasılık hesapları yapan iyimser zihinlerin uydurmasıdır. Olanlar kendini bize rastlantı olarak kabul ettirmeye zorlayarak merak ve şaşkınlık duygularını ateşler. Heyecanımızı canlı tutan rastlantıya olan inancımızdır."  
 İçinde yazma isteği olduğu halde daha fazla yazamayacağını anlayıp kütüphaneden çıkarken,  biten gizli ilişkilerinin sandığı kadar gizli kalmadığını anlayacaktı.
Kitap isteme sırasının yanından geçerken karşılaştığı alt sınıflardan tanışı Samet sırıtarak önüne fırlamıştı. Kusurlu yaratılmış miyop gözler gibi, yalnız gazetelerin büyük harflerle yazılmış cümlelerini gören ve yazılanların da yalnız bu gördüklerinden ibaret olduğunu sananların acıklı basitliğiyle, "Boşver abi" dedi.  "Yaramaz zaten o kız, takma kafana"  Kaan omzunun üstüne konmuş eli, kibarca aşağı indirebilmek için biraz geri çekilerek  "Böyle mi düşünüyorsun?" dedi bir şey söylemiş olmak için.
Samet arabaların yarı açık penceresinden dışarı sarkan, dili dışarda şapşal ifadeli, bakımlı ev köpekleri gibi, sersem sersem  iki defa tasdik etti başıyla. Sonra sırıtmayı kesip ağzını kapatarak bozuk süt içmiş ve bunu bardağın son yudumunda anlamış gibi tatsız, şaşkın bir ifade takınıp yüzünü buruşturarak, "Bir kere karaktersiz abi" dedi. Kaan bu bilgili adama kaşlarını kaldırarak hayretle bakınca, "Tabi abi karaktersiz bir kere." diye yineledi Samet. "Gerçi illa herkesin kendine özgü bir karakteri olacak diye bir şey yok tabi. Karakter bu abi. Kiminin vardır. Kiminin hiç olmaz."
Onunda yok ve hiç eksikliğini hissetmiyor diye düşündü Kaan. Onun gözünde kendisinin, basit bir sergüzeşt  bağımlısı, bir hayalperest, tembel ve serseri yaradılışlı bir aylak, bir boşgezer olduğunu sezebiliyordu. Bu kafa, aldatan karılarının değişen ses tonunu yakalayamaz, güzelliklerle içi kamaşsa da tutkularının peşinden gidemez, herkesi yargılar ve kategorize eder, Ortadoğu’da bitmeyen savaşı, nedenleriyle birlikte üç cümlede, yapılması gerekenleri de iki cümlede özetleyerek kendinden ve neden bu kadar çok bildiğinden -eğer dinleme talihsizliğine uğrarsanız- saatlerce bahsedebilirdi.
Kaan onun algıladığı dünyanın bir parçası olmanın utancıyla oradan hemen ayrılmayı istedi ancak el hâlâ omuzunda duruyordu.
"Gelmiyorsun abi uğramıyorsun hiç?"
"Gelirim… uğrarım"
Amaçsızca sokaklarda dolaşırken  İri bir kedinin park etmiş arabaların altına dek kaçıp, ardından sırtını dikleştirişini seyrederken. "Okyanusun üstünden on iki saat" diye hesapladı. Rio de Janeiro'ya gidecekti. Dalavereci insanlarla dolu, eğlenceli bir kent olmalıydı Rio. Sokaklarında samba yaparak dolaşan bikinili kadınlar vardı. Mandalla çamaşır ipine asılmış naylon poşetli dergilerde görmüştü onları. Kediyi kovalayan aldırmaz bakışlı köpek vazgeçmiş, geri dönüp birlikte yürüdüğü çetesine yaklaşmıştı.
Yolu kapatan kafası güzel sarhoşlar gibi manasızca dikilen beş köpek, inatçı kornalara aldırmıyorlardı. Geçmek için herhangi birinin üzerine doğrudan yürümek gerekiyordu.
Kaan düşünmeden yan sokağa daldı. Burası Alyona'nın internet cafesinin bulunduğu sokağın, diğer yönden girişiydi. Parçalanmış beton bloklarında karın çamura döndüğü kaldırımlar, sokağın başından caddeye tırmanılacak bayırın bulunduğu köşeye dek, uğursuz bir gölge gibi uzanıyordu. Bakımsız taş binaların  bazı odalarında ışıklar yanıyordu. Kalın perdelerinin arasından, cılız bir ışık, içeri doğru girintili pervazların  yarattığı karanlığa doğru yayılıyordu. Bu binaların kapıları, içine adım atanları zifiri karanlığına yutuyor, harabe yapılardan hayalet insanlar ifadesiz, durgun yüzlerle çıkıyorlardı.
Kaan buğulanmış kapıyı itip içeri girdiğinde, kapının üstüne asılmış rüzgâr çanına da dokunduğundan, bir an net cafedeki pek çok kişi ona baktı. Kafeyi, kar tatili olduğundan okuldan evlerine geri dönmemiş üniformalı, oyun meraklısı ortaokul öğrencileri doldurmuştu. Birbirlerini hızlı hızlı öldürmeye çalıştıkları koridorlar ve odalarda dolaştıkları bir oyun oynuyor, kocaman kulaklıklar taktıkları küçük kafalarını aniden birbirlerine çevirerek  heyecanla, "Arkanda kaldı", "Sola dönmen lazım", "Beni koruyun" diye sesleniyorlardı. Kaan, merdiven altında oturan Alyona'ya kaçamak bir selam verip, asma kata çıkarak boş bir makine bulup oturdu.
Kaan açtığı MSN penceresinde bir yandan alt kattaki Alyona ile yazışırken bir yandan da nette dolaşıyor, yapmak istediği pek çok şeyin zaten yapılmış olduğunu biraz keyifle -çünkü yapmaya gerek yoktu- biraz da canı sıkılarak -çünkü yapmaya gerek yoktu-  farkediyordu. Dört kişilik satranç oyunu, farklı sonlara ulaşan hikayeler, sadece insan sesiyle müzik yapan gruplar, 360 derecelik panoramik fotoğraf sergileri.
Alyona'nın  kocasının kafeden içeri girişini duymuş, bu kez sinirli konuşma sesi, giderek yükselmiş ve tek bir çarpma sesiyle kesilmişti. Aşağı kapıya doğru bakmasa bile, kapıyı hırsla itişinden, içeriye paldır küldür yuvarlanır gibi girişinden  Kaan da onun  geldiğini fark etmişti. Ortağı olduğu aşağı sokaktaki dericiye gidip gelen kocasının ardından oyun oynayan çocuklar da grupça çıkmışlardı.
Sweety:-meşgul-: Ve sana geri dönmeyeceğini söyledi yani
Meşgul kaan (meşgul):  Tam böyle söylemedi
Kaan kalkmak üzere olan bir trende, arkadaşını yolculamaya gelmiş birinin trenden inmekle, biraz daha kalmak arasında yaşadığı, tedirginlikle kararsızlık karışımı duyguyu yaşıyordu. Kalkıp gidebilir ya da konuyu kapatabilirdi ama anlatmayı seçmişti.
 Dışarı çıktığında, Alyona'nın kocasının oraya gelmekte olduğunu görüp, mutfak kapısından sıvışan kediler gibi yanından geçip rahat bir nefes aldı.
Hava henüz kararmamışsa da, karlar içindeki bembeyaz Saraçhane parkı gökyüzünden daha aydınlıktı.
   



ONDÖRT

"Zamanını almak istemem ama basit bir soru bu"
Tavanı basık bilardo salonunda, aşağı çökmüş dalgalanan sigara dumanı altında, geç kapıldığı sınav telaşıyla linear denklemleri anlamaya çalışan Bahadır, elindeki matematik notlarından başını isteksizce kaldırarak Kaan ne söyleyecek diye beklemeye başladı.
Kaan  soruyu sormaya hazırlanırken aynı zamanda kuraldışı biçimde bilardo masasının üzerine oturmuş olduğundan, Ahmet'de atışını yapmak için onun aşağı inmesini bekliyordu. Toplardan birinin onun şu an oturmakta olduğu yerden geçeceğini  hesaplamıştı. 
"Seni seneler önce terketmiş bir kadın ve senin  hâlâ ona tutkuyla bağlı olduğunu bilen... Böyle bir kadın eğer şimdiki sevgilisini ortadan kaldırırsan sana geri dönerim derse ne düşünürdün? Sevgilisini ortadan kaldırmanın yolunu mu ararsın?"
 Kaan, etraflarındaki uğultudan soruyu anlamadığını düşünürken, onaylar biçimde kafasını salladı.
 "Heralde bunu yapardım"
 "Cinayet işlerdin yani..."
 Cinayet kelimesinin telaffuz edilmesi durumu değiştirmiş, Bahadır kendisine yönelmiş beklemediği ağır bir hakaret işitmiş gibi irkilmiş, suratı asılıp ciddileşmişti.
 Eğildiği notlardan, geriye doğru yaslanarak;
"Başka yolları da vardır muhakkak, başka yollar denerdim"
Kaan aşağı inmiş, Ahmet atışını kullanmış, toplar birbirlerine çarpışıp dağılmayı sürdürürken  deliklere doluşmayı inatla reddetmişlerdi. Sıra yeniden Kaan'a geldiğinde elinde ıstakasıyla  toplara göz atarak "Başka hiçbir yol yoksa?" dedi. "Birkaç ay sonra evlenecekse, bunun hazırlıklarıyla uğraşıyorsa?"
 Bahadır, Kaan'ın tam olarak neden bahsettiğini anlamış halde;
"Birkaç sene önce olsa hiç şüphesiz, çekinmeden duraksamadan cinayet derdim." diye konuştu.    "Ama şimdi bir şey söylemek zor."
"Sen ne dersin buna Ahmet ?"
Ahmet''in yüzünün birden asılması, cinayet kelimesinin yarattığı etkiden değil bunun birden kendisiyle ilgili bir durum olabileceğinden, Pelin'in Kaan'a böyle bir şey teklif etmiş olabileceğinden kuşkulanmasındandı. Kendisine soruyordu çünkü kararı kendisinin vermesini istiyordu belki. Sohbet iki adım ilerlediğinde Kaan, "Ama ondan nefret etmiyor hatta bir çeşit yakınlık duyuyorsan, aynı kadını seviyor olmak sizi gizlice birbirine bağladıysa, ona, seninle aynı hissi paylaşan insanlara duyduğuna benzer bir yakınlık hissediyorsan, yaptıkları için onu suçlamıyor, aynı durumda olduğunda kendinin de benzer bir yolu izleyeceğinden eminsen" diye ısrarla bir yanıt almaya çalışarak devam etmişti. Ahmet, 'bilmem ki nasıl olur' gibilerinden kafasını iki yana sallarken, ıstakasıyla yanlışlıkla çarptığı, tavanın üstünden bilardo masasına gerilmiş yeşil çuhaya sarkan lambalardan biri sallanarak gidip gelmeye başlamış, Ahmet'i, ve Bahadır'ı kısa aralıklarla aydınlatıyordu. Kaan belirgin bir yanıt alamamaktan sıkılmış halde Ahmet'’in ilgisini uyandırmaya uğraşırken, lambaya uzanıp eliyle durdurdu.
"İlk atışta hem düzlerden hem de çizgililerden birer tane sokunca ne oluyor?
"Hiçbir şey olmuyor" dedi Bahadır. Zaten hiçbir zaman hiçbir şey olmamasını istiyormuş gibi neredeyse sevinçli bir sesle  söylemişti bunu. Kaan’ın konuyu  sessiz sedasız kapatmasına ya da doğru bir atış tahmini daha yapmış olmasına sevinmişti. Yan masadaki yetenekli bilardo oyuncularını seyrediyor, ıstaka daha topa dokunmadan atışın sayı olup olamayacağını çok yüksek bir kesinlikle tahmin ediyordu. Paraya çevrilemeyen her türden garip yetenek gibi bu da ona o sırada gereksiz göründü.
"Sıra Ahmet'e geçer hangilerini alacağına da  o karar verir"             



ONBEŞ 

Dikkat çekici derecede iri yapılı bir kadın, kalabalık caddeyi gören mezarlıkların yanından sessizce, hızlı adımlarla yürüdü. Işıklara aldırmadan yolun karşısına geçip,  telefon kulüberinden birine girip kapısını yarım çekti. İçerisi idrar kokuyordu. Kulübenin şeffaf, kirli camından cadde trafiğini, yanaşıp kalkan kırmızı ve yeşil İETT otobüslerini, karşı tarafta şimdi kafe olmuş medresenin önündeki alçak taburede çay, sigara içenleri gözleriyle hızlıca tarayıp kartı boşluğa yerleştirdi. Elindeki buruşuk kağıdı açıp numaraları tuşlarken  telaşlı havasının kaybolup, bunun  yerini sigara içme isteğinin aldığını farketti, çantasında çıkarken aldığına emin olduğu paketini ararken hayranlık uyandıracak kadar doğal konuşabildiğini hissettiğinden bu arayışını iyice uzatıyordu.
 “Eskizlerinizle birlikte akşamüstü ofisime uğrayın o halde …Anlaşabileceğimizi umut ediyorum”
 “…”
 “ Yalnız zamanında gelmeniz çok önemli, işlerim yoğun çıkmak zorunda kalabilirim”
 Karşı tarafın kesik kesik heyecanla konuşarak kalem arayışındaki zaman kazanmasını tebessüm ederek bekledi. Adresi yazdırıp kapatmadan önce, elinde numarayı görmek için çıkarttığı çalıntı cep telefonunu çantasına attı.
Derin bir nefes alıp ikinci numarayı aklından tuşladı. Biraz önceki ses tonundaki sukunet ve kibarlık kaybolmuştu.
“T… Bey?”  Kocasının telefonu aldıktan sonra,  kendisini dinlemeden hırsla ve sinirle neden kafede olmadığını soruşturmasını, sakin olmaya çalışarak o anda bulduğu bahanelerle karşılayıp yatıştırmaya çalışırken, bir yandan da onu dışarıda görüp haber verenlerin kim olabileceğini aklından geçiriyordu. İş saatlerinde sokağa çıkması büyük problemdi ve iş saatleri dışında da evde olmak zorundaydı. Onu dışarı çıkıp birkaç sokak uzaklaşması konusunda sakinleştirdikten sonra, ilk kuracağı cümlelerle yeniden tüm sinirlerinin gerileceğini bilerek, her kelimenin üstüne basa basa konuştu.
 “O or… ço… beni gene aradı. Evet yine özel numara yazıyordu. Gizli numara… Hâlâ bilmiyorum söylemiyor numaramı nereden bulduğunu… Moldavya’dan geldim diye beni de diğerleri gibi sanıyor. Israr ediyor”
 Bir süre susup telefonun ucunda köpüren kocasını, onun yanındaymış gibi masum çekingen bir ifade takınarak ve konuşma sırasının yeniden kendisine gelmesini bekleyerek dinledi. Ahizeyi, hattın diğer ucundaki gür ses nedeniyle kulağından epey uzakta tutuyordu.
 “Söylediğim gibi …” diye başladı kalan kontur sayısını küçük ekrandan takip ederek. “Hayır gerek kalmadı….Kendisi çağırdı. İki üç sokak yanımızda kalan bir yer. Şimdi orada değildir ama bugün gelecekmiş. Beni bekleyecekmiş” Ahizeyi kulağından yine uzaklaştırmak zorunda kaldı. “Mutlaka gelecekmiş…”
 “Pekala” derken elinde biraz önce okuyup yeniden cebine koyduğu kağıdı çıkartıp üstündeki adresi yazdırıp, saati bildirip kapattı.
 Kontur bakiyesi:5
 Yeterli diye tahmin yürüterek üç haneli, araması gereken son numarayı da çevirdi.
İki farklı yere bağlandıktan sonra elindeki adresi, apartman numarasının iki fazlasını ve buluşma saatini 15 dakika erkene alarak iki defa tekrarladı. 20 kilo kadar malın bu adreste el değiştireceğini ihbar etmişti. Kocasının makul bir süre için hapise geri göndererek, yasal yoldan para kazanmanın yolunu bulduğu şu sıralarda işlerini geliştirirken engellemeleriyle karşılaşmamayı planlıyordu.
Geriye dönüp sürgülü kapıyı çekip temiz havaya kavuşmasıyla bir an durup soluklandı. Kulübede dört ya da beş dakika kalmış, üç telefon konuşması yapmış, akşam sessiz ve gerilimsiz bir eve döneceğini hayal ederek rahatlamaya çalışırken, bir yandan da bu yaptığı iyilikle, onunla çıkarsız bir yakınlaşmaya girmiş birini kaybedebilecek olmanın üzüntüsünü hissediyordu.

 * * *

Sokağın içine yürürken apartmanların, viran binaların pek çoğunun numarasının düşmüş, hatta bazılarında isim bile yazmadığını görerek umutsuzluğa kapılsa da, numarası hâlâ okunabilen bir apartmandan ileri doğru sayarak, aradığı apartmanı bulduğunda, buranın neredeyse harabeye dönmüş olduğunu görüp şaşırmıştı. Açık kapısından içeri girip seslendiğinde cevap alamayınca, karanlığa doğru yürüyüp yukarı çıktı. Merdivenin ilk dönemeçten sonra boşluğa açıldığını görüp, hızla aşağı inerken kendisini buraya çağıran telefonunda kayıtlı olan numarayı yeniden arayarak, cevap gelmeyince tekrar arayarak hızla aşağı inip kapıya yöneldi. Apartman kapısından başka bir telefonun çaldığını duyunca, endişeyle çıkmaya yönelerek kapıyı açıp kendini dışarı attı. Aynı anda bir el ensesinden tutup onu içeri çekti. İri yarı iki adam onu koridorda sürüklediler.
İki büklüm olduğu yerden kafasını kaldırabildiğinde, ahşap zemini yarım metre kadar çökmüş salonun köşesinden baktı. Apartmanın kapısında iki gölgenin hareket etmeden beklediklerini gördü. Birkaç dakikalık baygınlığın ardından bilinci her nasılsa yerine gelmişti yeniden.
“Randevusu varmış”
“Hıyar”
Gölgeler döküntü apartmandan çıkıp, sokağın başına kadar birlikte yürüyüp iki ayrı yöne dağılırken, yan apartmanın ikinci katında telefon çalıyordu.
 Telefonun uzak ucundaki ses, saygı ve selam bildirdikten sonra doğrudan  konuya girdi..
“Kaçak göçek olmaz bizde, bi yanlışın olacak”
“İhbar almış çocuklar. Adres senin. Bugün ufak bir parti mal sizin adresten el değiştirecekmiş. Benden habersiz iş mi çeviriyorsunuz lan?”
“Yok abi mal çoktan geldi dağıldı. İsim vermiş mi arayan?”
“Ulan ne gerzek bi adamsın”
“Evet abi”
“Uydurma isim vermiş tabi. Bir kadın bu. Ne o lan, karılarınıza da mı mukayyet olamıyorsunuz? Oralarda bi telefon kulübesinden aramış”
“Bir bakayım, soruşturayım abi, sanmıyorum yani bizden bunu yapacak biri yoktur ama”
“Ben bilmem artık. Bakacak mısın, kaçacak mısın, karışmam. Aramayabilirdim biliyorsun”
“Biliyorum abi çok saol”
“İş benden çıktı, başkalarının da kulağına gitti. Şimdi sivil bir ekip gelecek oraya. Sizin sokakta yabancı araba görürsen rahatsız olma. Bi terbiyesizlik yapmayın. Bizim de kendimize göre sorumluluklarımız var. Üstümüzde bin türlü baskı var”
“Yok abi rahatsız olmayız ne demek”
“Kim ne film çeviriyomuş öğren bana da bildir sonra”
Ahizeyi kapatıp tok ve sert sesin biraz yumuşadığını sezse de, tedirginliğini yenememiş bir halde koltuğun geniş kollarından birine yanlamasına oturup, önündeki tepsiden aldığı kürdanla dişlerini karıştırarak ilk kimi çağırması gerektiğini düşündü.
 Ekip arabası sokağın bir ucundan girdiğinde, M… diğer köşesinden caddeye çıkmış insan üstü bir gayretle, geçen taksilerden birini durdurmaya çalışıyordu. Taksiler yavaşlıyor, onun pejmurde halini, sonra yerleri sulayan ılık bordo kanını görünce, durmadan geçiyorlardı. Kaldırıma çöküp ağzına gelen kanları yutarken iki büklüm olup yan döndü, kısa bir süre böyle durdu. Sonunda dayanamayıp devrilince, etrafını saran, ona doğru eğilen birkaç kişiyi işitip, üstünün yoklandığını duydu. Yeniden kendinden geçmek üzere olduğunu, ölümün onu tatlı bir uykuyla saracağını hissederek, bir yanı bu huzurun saf sessizliğine çekilirken, bir yanı hâlâ bilincini uyanık tutmaya uğraşıyordu.
Meraklı kalabalığının arasına karışanlardan biri, cüzdanını ve cep telefonunu alarak gruptan ayrılarak hızlı hızlı yürüyerek uzaklaşırken, olanları çaprazdan izleyen büfeci yola fırlayıp  geçen taksilerden birini durdurmuş, kısa süre sonra şöförle tartışmaya başlamıştı. Şöför taksiyi emanet almış olduğundan, kirlenecek olan döşemelerin parasını ödeyebilecekse anlaşabileceklerini umut ediyordu.
 Uzaklaşan motor sesiyle birlikte, M.... kendinden geçmeden az önce, gözlerini bir kez daha açamayacağını sezerek, yan dönmüş sokağa, yarı karanlık, uğultu içinde kıpırdayan dünyaya baktı son defa. Devriye gezen ekip gelirken, kalabalık, sorulacak herhangi bir sorunun muhatabı olmamak için dağılıyordu.
  



ONALTI 

"Amfibyumlar yiyeceğini çiğnemediği için avını bir bütün olarak yutmak zorundadır” diye konuştu genç bir ses duvara asılı küçük televizyondan .
"Dişi kurbağa anüsünden çıkardığı sıvıyı ayaklarıyla çırparak köpük kıvamına getiriyor, tetarlar burada yumurtadan çıkacak"
Kendini geriye bırakarak uzanıp  boş tavanı izledi. Tahammülünün sonuna geldiğini hissediyordu.
Ayça sıkılmıştı, çünkü ona olan tüm ilgilerini kaybedip, Eto'nun durumunu konuşmaya başlamışlardı. Barcelona'dan ayrılırsa nereye gideceği o sırada belirsizdi. Chelsee'nin oyun disiplinine uyum göstermesi söz konusu değildi. Sonuçta İspanyol futbolu başka bir şeydi.
“Yelkenli çevirisi ne durumda?”
Hakan açılan yeni konudan rahatsız, sıkıntılı bir sessizlikten sonra yanağını kaşıyarak, “İlerlemiyor” dedi. “Beni aştı. Benim dilim yeterli değil. Adı geçen filozofların hangi metinlerinden alıntılayıp değiştirdiğini kesin olarak belirleyemediğim karmaşık ifadeler var.”
Kaan “Şunlara bir bakayım” diyerek notları alıp diğer odaya geçti. Ayça’nın aşk hayatı efsanelerdeki “onu istedi ve aldı” diye anlatılan kahramanlara benziyordu.
(...) 
Az önceki okuduklarından hiç memnun kalmamış meraklı okuyucumun sözü nereye bağlayacağımı sabırsızca beklediğini görür gibiyim. Ondan bir parça daha anlayış göstermesini ümit ederek, Ottokar'ın aniden nereye kaybolduğunu anlamak için ileriki sayfalara atlamamasını, çünkü Ottokar'ı, birdenbire bu içinde bulunduğumuz  bölümde pek sevdiği meşhur filozoflarla konuşur halde bulacağını da belirtmek isterim. Okuyucu bu kısıma geldiğinde bir anda hayret edebileceğinden ve anlatırken araya girmek adetim olmadığından okuyucumu şimdiden Rimbaud 'un  "Peki ama gerçeği görebilir mi insan, gördüm inanıyorum diyebilir mi,  ya düşler düşüncenin gücünden güçlü ise?" mısralarındaki sorular üzerinde daha teferruatlı düşünmeye davet etmeyi kendime bir borç bilirim. Çünki anlaşılacağı gibi o da hayatlarının bir anında dünyadaki kimliklerini aşarak, şimdi zaman dışına kaymış genç filozofların gizemli akıbetine uğramış ve dibi olmayan denizlerde hiçbir kara parçasına raslayamadan yüzen bu esrarengiz gemiye dahil olmuştur. Artık Ottokar'ın aniden nereye kaybolduğunu da bilen okuyucumun heyecanını ve merakını şimdiden yatıştırmış olmaktan üzüntü duymakla birlikte, yazacaklarımı böylece daha dikkatli okuyacağını da tahmin ettiğimden, bundan kendime bir sevinç payı da çıkartmaktayım. Riyazete çekilmeden önce ve sonra farklı düşünceler ve haller içinde olan Gazzali'nin ardından, yazdıkları dolambaçlı da olsa sıkıntılı bir netliğe sahip olan İbn Rüşd'ün de yer alacağı bu bölümde yazacaklarım, Ottokar gibi gemiye yakın zamanda dahil olmuş genç filozofların içinde bulundukları garip durumla başlamaktadır. Genç filozoflar gemiye yeni gelmiş olduklarından, ölü filozofların  aşık olamadıkları gibi, fikirlerini de  değiştiremediklerini, bu yeteneklerin onlardan alınmış olduğunu henüz bilmiyorlardı.”

Bu kısmın öncesinde de sonrasında da filozofların kendi aralarında felsefe tartıştıkları epeyce dialog vardı. Çeviri notlarını rafın üstüne bırakıp kitabı çantasına yerleştirdi.
Çekyatı açtı. Kılıfsız ince bir yorgan dışında bir şey yoktu. Ulaşabileceği tek battaniye de sokağa bakan pencereyi kapatıyordu. Battaniyeyi çekip, ışığı kapattı. Sabaha karşı içinde bulunduğu dev geminin, denizi sünger gibi içine çekip yuttuğunu gördü, geminin batacağını sanırken ansızın, artık bir bataklığı andıran deniz yüzeyine oturmuşlardı. Rüyasında sesler ve renklerden sonra ilk defa kokular da vardı. Ağır bir rom kokusu uzun koridoru sarmıştı. Islak  koridorun  içinden geçip bataklığa indi. Toprak sanki romla karışarak çamura dönüşmüştü. Bütünüyle boşalmış geminin güvertesinde sarı ışıklar dolaşıyordu. Çamurlu zemine diz çöktü.
Sabah üç değişik çeşit ev yapımı reçelden ve peynirden müteşekkil  kahvaltı  sırasında Dostoyevski’nin yazım tarzı üzerine başlamış ve gereksizce uzamış olan bir tartışma Ayça’yı sıkmıştı. Onun yarattığı karakterlerin diyaloglarını tartışıyorlardı. Öncelikle bir roman karakterinin gerçek üzerine konuşması abes gelmişti Ayça’ya, ayrıca  bunun ciddiye alınıp konuşulmaya değer bulunmasına büsbütün şaşırmıştı.
Hakan karakterin sözlerinden yola çıkıp yine gerçeklikle ilgili uzun bir konuşmanın sonunda “Her şey bir defa olur.” dedi. “Gerçek; metafor, çelişki ve bir miktar saçmalık içerir. Bütün genellemeler eksiktir.”
“Bak buna gerek yok” dedi Kaan. Kırmamaya çalışıyordu ama canı sıkılmıştı. “Biz buraya mutlak gerçeğin ne olduğunu öğrenmeye gelmedik. Bu konuda endişelenmeni gerektirecek bir şey yok.”
    


ONYEDİ 

Sokağa girdiklerinde Kaan yavaşlayıp etrafını incelemeye koyuldu. Ahşap kagir karışımı malzemeden yapılmış pekçok evle dar bir koridordan ibaret sokak, asfaltta güneşlenen birkaç köpek dışında boştu. Kaan bu köpeklerden birini, bu evleri, bu ağaçları hatırlıyordu, bu sokak tanıdıktı. Ahmet’le birlikte Yelkenlinin çevrilen bölümlerini incelerken ilk bölümlerin birinde işaretler yakaladıklarına inanmış ve sonunda şarap doldururken notlara göz atan Pelin, sokakların henüz değişip şimdiki isimlerini almamış eski bir İstanbul haritasında bulduklarımızı alt alta koyunca “kitap kendi yazıldığı evi işaret ediyor olmalı” demişti. İki ayrı yakada bulunan iki sokağa gidip bakınarak önce vakit kaybettikten sonra bu sokakların  kesişimlerinin işaret ettiği üçüncü yakadaki belirsiz noktaya gelmişlerdi.
“Girmeyelim” dedi Kaan. “Geri dönelim”
Sigara içerek sokakta aşağı yukarı gezinmeye başlamışlardı
Kaan sonradan Suat’a, “Bana kalsaydı geri dönerdik” demişti. “Ama Ahmet’le sokaktaysanız size kalacak bir şey yoktur. Sokak onundur. Yapılanlarda gerekçeler aranmaz, yaptıklarına gerekçeler uydurmaya kalkışmaz, dahası bunun üzerinde  pek düşünmez. Oraya kadar geldilerse o kapıdan da içeri girecekti.”
 Kaan, verandaya bir bacağını aşağı sarkıtmış halde oturmuş, paslanmış beyaz, iki kişilik demir salıncağın rüzgârla gıcırtılar çıkartarak hafif hafif sallanışını izleyerek oyalanır görünüyordu.
Hafifçe vurduğu kapı açılmadığında, Ahmet kapıyı bu kez daha duyulur bir sesle yeniden çalarak beresini düzeltti. Uzun kirli saçlarını kulaklarının arkasına itti. Kaan’a kocaman beyaz bir sırıtış gösterip dişlerini birbiriyle eğlenen şempanzeleri taklit ederek, birkaç defa birbirine çarptırdı. İç merdivenlerde yaklaşan ayak sesleri duyduğunda yüzü karmakarışık oldu. Bir an sonra durgunlaşmış ve kendinden emin bir halde kapıya dönmüştü.
“Kim o?”
Ahmet bir kez daha hızlıca beresini düzeltti. Beresi durması gereken yerde durursa hiçbir problem kalmayacaktı. Saçlarını birkez daha kulaklarının arkasına atmayı denedi ama onlar zaten oradaydılar.
“Köpeğimiz sizin bahçenize kaçmış da, acaba arayabilir miyiz diye izin isteyecektik” diye yepyeni bir şey uydurmuştu. Durup, “… biz” diye ekledi.
“Ahmet?”
Ahmet cevap vermeden Kaan’a bakıp, ‘bilmiyorum ki’ gibilerinden alt dudağını kıvırdığında kapı açıldı.
Duygu’yla gözgöze geldiler.
Duygu’nun boğazına sarılmış eski sarı yün atkısının uçları, siyah kazağını geçerek belinin altında bitiyordu. Kot pantolonunun üzerinde yağlıboya lekelerinin bazıları kendi ıslaklığıyla parlıyordu.
Kaan bir yandan Duygu’nun yanına gitmek ve bundan böyle ‘sonsuza kadar birlikte ve mutlu yaşamak’, bir yandan da Duygu’nun hiçbir şey sormasına fırsat vermeden  hemen oradan uzaklaşma isteği duydu.
Ahmet kaybolan bir köpekle ilgili anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı.                               
(Cesaretle verilmiş eski bir karardı)
Kaan’ın aklında, onunla bütün bir kışı birlikte geçirebileceği dolaştı.
Sonra onun geçen kışı bir başkasıyla geçirdiği aklına takıldı.
“İçeri gel” demişti. Ancak bunu söylediğinde kendi sesini duymasıyla yaşadıkları o andan kopup sıyrılmış, tüm geçmişi, onu o ana taşıyan ayrıntılarıyla birlikte varlığına dolmuş, ağaçları, boş havuzu, Ahmet’i, geride tuttuğu kolunun açık bıraktığı konağın kapısını, havanın serinliğini birdenbire, yepyeni bir şey gibi yeniden farketmişti. “İçeri gelin lütfen” diye anlaşılır bir sesle tekrarlayıp, rüzgara dair birkaç kelime mırıldandı.
Ahmet kendisine gösterilen giriş kapısının baktığı kısa koridorun solundaki merdivenlerden aşağı inerken, Duygu kapıda Kaan’ın gelişini bekledi. Onunla birlikte aşağı inerken bileğinin kavrandığını hissederek durdu. Aşağıdan yayılan ışıkların loşluğunda bir üst merdiven basamağında durup, bileğini sıkıca kavramış Kaan’la gözgöze geldi.
 “Konuşmamız gerekiyor…”
 “Neyi konuşmamız gerekiyor?”
 Ahmet’in hayretle, hayranlıkla dolu, övgüler içeren seslenişlerini duydular. Yakılan ışıkların aşağıdan vuran beyaz aydınlandığında, yüzlerinin birbirine bu kadar yaklaşmış olmasından duydukları heyecanla ve böyle bir yakınlığın onları bu denli heyecanlandırmış olmasına şaşırarak, Ahmet’in aşağı katta gezinen ayak sesini dinlediler.
 Duygu soğuk ve samimi bir sesle, “Pekala” dedi. Kaan’la birlikte yukarı geri çıkarken Ahmet’e, “Hayır, onların hepsi bana ait değiller” ve “Evet bir tema bütünlüğü var” diye seslendi. Kaan’ın elinden kurtardığından beri, sızısı geçmeyen kızarmış bileğine, ilgiye ihtiyacı olan şımarık çocuklar gibi görünmemek için dokunmamaya gayret ediyordu. Bileğinin acısını ovuşturarak yatıştırma isteğini bastırırken, vurgusuz bir sesle, “Evet” dedi. “Dinliyorum seni”
Kaan, önüne bir duvar örüldüğünü, bu duvarın arkasına sızmanın mümkün olmadığını, sesini duyurmasının imkânsızlığını açıkça ortaya koyan bu tonlamanın gerilimiyle, sanki bunun somut karşılığını yoklarcasına elini yan duvarın bordüründe gezdirdi.
Kaan, “M…’un ölümüyle ilgili olarak beni suçladığını biliyorum…”  diyerek uzun bir açıklamaya başlangıç yapsa da, Duygu daha fazla devam etmesine izin vermeden, “Açıklama yapmak zorunda değilsin” diye kesti. “Ancak benden de herhangi bir açıklama bekleme…”
“Konuşmamız gerek Duygu. Onun ölümüyle benim hiçbir ilgim yok.  Bunu bilmeni istiyorum. Bunu böyle bir şeyi, aklımdan geçirsem de gerçekleştiremezdim”
Duygu  gergin ve hareketsiz halde bekledi. Bunları ya da M…’un ölümüyle ilgili herhangi bir şeyi daha fazla duymak istemiyordu. Yapılacak hiçbir açıklama morgda gördüğü yüzün onun üstünde yarattığı etkiyi ve onun öldüğü gerçeğini değiştirmeyecekti.
“Bir insanı öldürebilmek, hayatını sona erdirebilmek. Bir cinayetin parçası olmak benim yeteneğimin sınırlarını aşan bir şey. Bu olayın bizim konuşmamızın ardından gerçekleşmesi kötü bir rastlantı… İkimizde böyle bir şeyi tahmin edemezdik”
Kaan bunları söylerken kendi söylediklerine dair tüm kuşkularını kapatmış halde, doğru olmalarını dileyerek ve giderek bu dileğini sağlam bir inanca olanca gücüyle çevirerek konuşuyordu.
Bundan sonra Duygu kıpırtısız dururken Kaan, ayağa kalkıp ona sarıldı. Kendini dünyada yapayalnız hissettiren güçsüzlüğü yeniden duydu ve bu güçsüzlük duygusunun giderilmek suretiyle de olsa kendini hissettirmesinden huzursuz oldu.
Duygu’da, tek bir kişiye yönelmiş yakıcı tensel özlem, sığınma ve avunma arzusu, kapılarını tüm dünyaya kapamak isteyen bir yalnızlaşma isteği ile çarpışıyordu. Kaan’a  sığınabileceğini biliyor ancak sığınmak ve zayıflığını avutmak ve böylece avundukça kendi zayıflığının daha da farkına varma  korkusu onu kendini teslim etmekten alıkoyuyordu.
Ondan aldığı mektuplardan birinde, ‘Onun yalnız gecelerinde kalbinin kıyısında kuğular sabahlardı’ diye yazdığını hatırladı. Bunu şimdi kendisine fısıldanmış gibi açıkça içinde duydu. Bu iç sesi kendisinin mi yarattığı  yoksa bunu şimdi Kaan’ın mı ona fısıldadığı hiç açık değildi ancak bu hatırlayışla gelen sakin, ılık ve kısa süren öpüşmelerinin ardından, neredeyse tüm duygularından arınmış halde, 'Burada vakit kaybediyorum, dönüp işlerimi tamamlamalıyım' düşüncesi tüm benliğini bütünüyle ele geçirmeye başlamıştı. M…’un başlayıp, şimdi onun ölümüyle tamamlamaya çalıştığı resimler onun bir çeşit varolma sebebi haline gelmişti ki, bitmek üzere olan bu resimler tamamlandığında ne yapacağını hiç bilmiyordu.
En zayıf anlarında dahi tek başına kalabilecek denli güçlü olabilmek arzusunu, yaradılışındaki bir zaaf yahut sonradan kazanılması mümkün olmayan bir erdem olarak görebilecek, dinmeyen bir sevgi ve ona zorunlu olarak eşlik eden acı çekmenin engellediğini açıkça hissediyorsa da bununla savaşıyor ve tek başınalıktan bir huzur çıkarmaya gayret ediyordu.
Onun sevgisi, perdeyi araladığında gördüğü pencere önü çiçeklerinin üstündeki çiy tanelerinden, etrafındaki insanlara ve giderek güzel bir kitabı ciltlemiş, becerikli ellerin, göremediği sahibine dek uzanıyordu.
Sevgisi bu denli sınırsız olduğundan acısı da bu denli sınırsız oluyor, kötülükten ötürü acı çeken masum insanlara duyduğu acıma, şefkat ve yardım etme isteğini, bu kötülüklerin yaratıcısı olan insanlara da duyuyor, onların kötülükleri ve sığlıkları kendine dokunduğunda da kin ya da nefret hissedemiyor, onlara ne denli güçlü görünürlerse görünsünler, yardım edilmeye muhtaç, sevgisiz kalmış zavallılara davrandığı gibi davranıyordu. Bu basit ve çocuksu duygular onda -hiçkimseye hiçbir durumda açıklanmadığından olacak- belli bir derinlik buluyordu.
Kaan’ın onu, bunlardan ötürü, aptallığa varan bir saflıkla suçladığını, merakla dinlemeye gittiği siyasi toplantılara hiçbir zaman onu götürmeyişinden ve orada olanlardan hiç bahsetmeyişinden biliyordu. “Anlamazsın” demişti bir keresinde kibirli bir gururla. “Sen söyle belki anlarım” demişti Duygu’da. Kaan düşünmüş ve “Senin anlayabileceğin kadarıyla şöyle” diye açıklamıştı: Masumların acı çekmesini istemiyoruz. Hiçkimsenin aç- açıkta kalmasını istemiyoruz. İşte tam bu olmasa da buna benzer bir şey…” Duygu, teorik ve karmaşık ifadelerle dolu politik bültenlerin kendisininkine benzer bir duyguyla hazırlanmış olduğuna dair bir umut ve sevinç duymuş, ancak bunun hissettiği acıyı yatıştıramadığını da fark etmişti.
Onun acısı, mükemmel ifade edilen bir sevginin içinde kaybolmasıyla kendisiyle birlikte ortadan kalkan bir acıydı.,  “hiçbir şey” olduğunda acı da onunla birlikte kayboluyordu.
Yanyana uzanırken bodrum katından yayılan, döşemelerin arasından tiz seslerinden süzülerek sızan, sadece canlanıp yükseldiğinde melodisini takip edebildikleri boğuk, tutkulu ve dengesiz keman seslerini dinliyorlardı. Sokağın ve rüzgarın uğultusuna ağaçların kalan yapraklarının hışırtısı eşlik ediyor, gövdesini göremedikleri bir ağaç, dallarıyla cama pat pat vuruyor, pencerenin altından giren rüzgâr, tülü belli belirsiz kıpırdatıyordu.
 “İçinde geleceğin yazılı olduğu bir mektup sana verilseydi, onu açıp okur muydun?”
 “Bilmem” diye mırıldandı Duygu.
 “Peki açıp okuduğunda, sen onları okuduğun için, geleceğinin artık yazıldığı gibi olmayacağını, başka türlü şekilleneceğini haber vermiş olsa mektubu aldığın kişi”
 Bir sessizlikten sonra “Heralde …açıp okumazdım” dedi Duygu. Sonra Kaan’a dönerek gözlerine baktı. “Ama sen okurdun değil mi?”
“Kitabın içinde, bizi buraya getiren bölümün sonunda yazıyordu bunlar. Çok düşünmedim. Eğlenceli bir soru…Ama okumazdım. Bir arkadaşıma, mesela Ahmet’e verirdim. Kararı okuduktan sonra onun vermesini isterdim. Eğer içinde değiştirilebilecek kötü bir şey, mesela kazara bir erken ölüm varsa, herhalde o okumamı isterdi. Böylece beni kurtarmış olurdu.”
“Peki doğru cevap bu mu?”
 “Bilmiyorum ki” dedi Kaan merdivenlerden aşağı inerken. Derinden gelen bir müziğin yükseldiğini duydular. Tahta merdivenin çatırtıları, Duygu’nun pantolonunun bol paçalarının birbirine sürtünme sesi ve  rüzgarın fısıltısı kayboldu. Artan kahveyle karışık yağlı boya kokusu, düzenli olarak yıkandığı anlaşılan eşyaların üstündeki beyaz örtülerden yayılan, yapay çim kokusunu bastırıyordu. Işıksız, izbe atölye ilk gördüğü halinde değildi. Bütün duvarlarında geniş (tam olarak bir buçuğa bir buçuk metre) ve eş boyutlu tablolarla, yakınlarda serildiği anlaşılan ve bodrum katını tümden kaplayan, ince bordo halıdaki tozlu ayak izleriyle bir galeri haline gelmişti. Bu tozlu ayak izleri ortaya doğru sıklaşarak, merdivenlerin karşısına bakan duvarın önünde ikiye açılarak belirgin bir T oluşturuyordu.
Duygu kahve hazırlamak için ocağın yanına gittiğinde dev tuvallerle çevrili, ışıl ışıl bu geniş zemin katın değişmiş, sefil bir bodrum katından çok alçakgönüllü bir resim galerisine dönüşmüş olduğunu gördüğünde, duvarlardaki yanyana, birbirlerinden dar boşluklarla ayrılmış tablolarda yarı beline dek resmedilmiş insanların, gözlerini kendisine bakana doğru çeviriyor izlenimini vermesi onu Ahmet’e doğru yaklaştırdı. Bu, fotoğrafta objektife çakılı gözlerin yarattığı etkinin iyi bir taklidiydi. Farklı bedenlere dağılmış tek ve karanlık bir ruhun bakışıydı. Ancak yüz ifadeleri  yaşayanlardan çok ölü insanları anımsatıyordu.
Duygu, Kaan’dan aldığı kitabı yanındaki boş rafa bırakırken “Babası kitaplığını istediğinde kız kardeşiyle birlikte  tüm kitaplarını kolileyip gönderdik. Birkaç gün önce babası, aralarında olması gereken önemli bir cildin gelmediğini telefonla bildirmiş. Ruzena bununla ilgili olarak yeniden uğradığında kitap cildinin özelliklerinden bahsetti. Bunun o kitap olduğunu da o zaman anladım.” Sonra özür diler gibi, “Sende olabileceğini söyledim” diye ekledi .
“Telefonum uzun zamandır çalışmıyordu ama adam bölümü aramış. Dersin ortasında çağrılınca kendimi önemli biri gibi hissettim” diye gülümsedi Kaan. “Bende olmadığını söyleyerek vakit kazandım ama sonra geri getirmeye karar verdim”
Ahmet konuşulanlarla ilgisini kaybetmiş halde, fırçayı eline almış boyaları birbirine karıştırıp, photosop'ta yaptığı karışımları yapınca, benzer karışım renklere ulaşılıp ulaşılamayacağını görmek üzere tuvalin boş bir alanını kullanmaya başlamıştı. Kendisinden beklenen kısa açıklama yerine, “Işık renkleri beyazı, madde renkleri birleşince siyahı veriyor” dedi.
Duygu kibarca gözleriyle Kaan’a bunu işaret edince, Kaan, Ahmet’in elinden fırçayı alıp, gömleğinin kol ucuna bulaşan lekeyi temizlemek üzere beze bir parça tiner döktü.
Dışarı çıktıklarında soğuk havanın çarpmasıyla ürperdiler. Kaan, bahçenin gölgeliğinden tenha sokağa isteksizce yürürken, Duygu’nun artık  başka bir hikâyenin parçası olduğunu ve belki sonsuza dek öyle kalacağını, on beş yaşında tanıyıp dört sene birbirlerinin her şeyi oldukları o genç kızın, ona tanımadığı insanların garip hikâyelerini anlatan bambaşka biri oluverdiğini düşünüyordu. Buz beyazı günışığı gözlerini kamaştırdı. Rüzgâr artmıştı. Yaprakları küçük anaforlarına sokup çeviriyor, yukarı kaldırıyor ve başka bir yere götürüyordu. İskele kalabalığının içinde vapura yürürken kahverengi iri bir sokak köpeği de vapurdan inenlerin geçtiği kapıdan ters yönde ilerleyip onlarla birlikte hareket  edip yanlarına oturunca köpeği tüylerini karıştırarak sevdiler. Ahmet, köpeğin böyle aldırmaz tavırlarla karşıya geçmek isteyen herhangi biri gibi davranmasıyla ilgili yüksek sesle şakalar yaparken etrafındakiler de gülüyorlardı . Yalnız, yaşlı, süslü, iri ve ağır makyajlı şişman bir kadın çığlık attıktan sonra “Köpeği seviyorlar” diye bağırdı. Ahmet, bundan dolayı duyduğu iğrenmeyi saklamadan tonlanmış bu seslenişi duyunca aynı tonlama ile, “O kadar makyaj yaptım, yine de beni sevmiyorlar” diyerek, kadına sevecenlikle göz kırpınca, kadın gerisin geriye dönüp üst kata çıktı. Dalgakıranlarda pek çok kargaya benzeyen kara kuşlardan vardı. Çalkantılı denize ve rüzgara aldırmayan kalabalık siyah gözlü, gri gagalı martılar bağıra çağıra vapurun kıç tarafından atılan simit parçalarını kaparak vapuru takip ediyorlardı. Kirli köpek uzun bir esnemeden sonra yol boyunca yattı. “Sonuçta,” dedi Ahmet. “Kitabın yazarı, kitabı sizin alacağınızı tasarlamamıştı. Kitabı orada bırakmış olmasının başka bir anlamı olmalı.” Köpek başını kaldırıp çok yakında öten vapur düdüklerine dikkat kesildiyse de ardından yorgun bir tavırla geri uzandı. Vapuru arkalarında bırakırlarken garın en kenarındaki peronuna yanaşmış banliyö treninden insanlar çıkıyorlardı. Peronun diğer yanındaki limanda ağır iş makineleri, gemilerden aldıkları  rengarenk konteynırları  tuğlalar gibi üst üste yerleştiriyorlardı. Kaan, rüzgardan titreyerek, “Tanrı bu soğuk günleri kızlara sarılmamız için yaratmış” dedi. “Yorganın altında vakit geçirmek, sıcak nefesle ısınmak ve kızlara sarılmak için”
 


ONSEKİZ   

Kaan’ın defterlerini, elimdeki diğer defterler ve defter kopyalarından ayıran, sadece sayfaları aceleyle çekilmiş fotoğraflardan müteşekkil pek çoğunun yanında, elimdeki az sayıdaki orijinal günlükten biri olması  değildi. Aynı zamanda diğer defterlerde baskın olan karamsar hava, Kaan’da daha belirsizdi. Bunda, öyle sanıyorum ki günlüğün geçmişe doğru tutulmuş olmasının da payı var.
Benden çokça söz açmamasını hazmedemediğimden olacak, ben her şeyi yeniden yazarken kendimden bolca bahsettim.
Ayça uzandığı yerden sigara içen Hakan’ı dürterek, “Adaşın olan yaşlı bir atla tanışmıştım büyük bir at çiftliğinde.” dedi. “ Zamanında Gazi koşusunda bile koşmuş çok karakterli bir at. Karakterliydi, hızlı olduğu halde önündeki atı hiç geçmez hep ikinci olurdu. En fazla ikinci olurdu. Genelde ikinci olurdu. Kaan onu hep ikinciliğe yazardı.” Hakan’a doğru  dönerek, “Sen de karakterli misin bakalım” diye güldü. Ne diyeceğini bilemeden yattığı yerden doğrularak yaktığı sigarasını aranırken “Fazla içtin sen uyumaya çalış” diye homurdandı Hakan yükselen sinirini bastırmaya uğraşarak.
Suat bir aşağı katta uykusuz halde kendisine uzanabilecek bir yer arıyordu. Çatıdaki basık üçgen tavanlı odada Hakan’la Ayça kaldığından tek şansının bu kat olduğunu biliyordu. Koltuklar doluydu. Masanın üstünü boşaltıp, masa örtüsünü sırtıma alsam diye aklından geçirirken üç sandalyenin birleştirilmesi ile kurulmuş, iki battaniyenin de dağınıkça üzerinde durduğu mükemmel yatağın boş olduğunu hayretle gördü.
Kısa koridoru geçip sandalyelere yöneldiğinde, battaniyelerin üzerinde sandalyelerin arkalıklarının gölgesinin oynadığı, sokak lambasının ışığına yorumladığı sarı soluk ışığın köşedeki kısık gaz lambasından yayıldığını gördü. Tekli koltuk pencerenin önüne, sokağa bakacak biçimde çekilmiş, Kaan’ın bedeni koltuğun iriliğinde kaybolmuştu. Yanına geldiğinde elindeki kitabı evirip çevirdiğini, sayfalarını açıp karıştırıp geri kapattığını, nihayet sonunda yine kapağına döndüğünü izledi. Kulaklıklarından yayılan sesin radyo olduğunu anlayacak kadar yaklaştığında, aniden korkutmamak ve dikkat çekmek için ışığı eliyle bir anlığına engelleyip çekti. Kaan isteksizce yavaş hareketlerle dönüp gözlerini kısarak ışığın önünde dikilenin Suat olduğunu anlayınca, kulaklıklarını aşağı, boynuna indirip yeniden pencereye döndü. Kitabı yanındaki fiskos sehpada duran ahşap puro kutusunun içine bırakıp, kapağını sürerek çekti.
Pencerenin perdeleri sonuna dek açılmıştı. Dışarıda yaz gecelerini anımsatan yıldızlı aydınlığıyla durgun, sakin bir gece duruyordu. Bulutların beyazlığı yavaşça çekildikçe aralarındaki geniş boşluklardan görülen yıldızlı alanlar genişleyip tüm gökyüzünü kaplıyorlardı. Sinirli bir bahçe köpeğinin histerik havlamalarına, ulumaya benzeyen bir ses uzaklardan, birkaç sokak öteden yanıt verdi.
“Birkaç gün önce Duygu’yla görüştüm”
Suat gizlice okuduğu samimi havadaki elektronik postaları anımsadı.  Bu yazışmalarda sadece biraz zaman isteyen bir tavır vardı. Bunları ona ne biçimde aktarması gerektiğini düşünüyordu. “Nina ile nasıl bitti?” diye öylesine sordu.
Kaan, “Karşılıklı beklentisizlik ve tutkusuzluk içinde rahat bir ilişkiydi”diye geçiştirdi konuşmak istemediğini belli ederek. “Nina ile nasıl olabilirse öyle bitti”
 “Bence çok yakışıyordunuz, harika bir çift olurdunuz siz”
 Kaan yeniden soru sorar gibi Suat’a baktı. Yüzü, dizindeki laptop’un mavi ekranının ışığıyla seçiliyordu. Suat, kafasını ileri doğru uzatıp yanlarında uzanan Sema’nın uyumama ihtimalini göz önüne alarak, “M…’un ölümünün ardından Duygu’nun mailini kırıp girdim” diye fısıldadı. “Belki bunun nasıl olduğu konusunda bir bilgi bulabilirim diye postalarını okudum” Şimdi yüzünde gaz lambasının soluk sarı ışığı kıpırdanıyordu. Suat bilgisar ekranının mavi ışığına geri çekildiğinde, “Sersem herif” dedi Kaan. “Bunu nasıl yapabiliyorsun hafiye yaradılışlı histerik…” Sesi yükselirken Suat’ın uyarısıyla sustu. Sema kıpırdanmıştı. Kaan sessizce hakaret etmeyi sürdürse de Suat’ın bu yönünü bildiği kadar, bu türden bilgileri hiç kimseyle paylaşmadığını da biliyordu.
Siniri yatıştığında uzunca bir sessizliğin ardından, “Peki bir şey bulabildin mi?” diyebildi. O akşamın ayrıntılarını Duygu’dan dinlediğinden daha farklı bir şey bulamamıştı. Şivesi bozuk bir kadın aramış, ofisine beklediğini söyleyip adresi vermişti. Son telefon bir kulübeden açılmıştı, diğer aramaları yaptığı telefonsa çalıntı çıkmış, telefonun sahibi halen her şeyden habersiz halde sorgulanıyordu.
 “O internet cafeye uzunca bir süre uğramamanı öneririm ve kadınla yazışmamanı. En azından bir süre”
Kaan dinlediklerine şaşırmış görünmüyordu. “Bilmediğim bir şey söylemedin” dedi. “Yeni pek bir şey yok”
“Ancak bulmayı beklemediğim başka bir şey daha buldum” diye devam etti Suat isteksizce. “Kızın bir aşığı daha var. Ve yazılanlardan anlaşıldığına göre M…’la beraberken de görüşüyorlardı”
Duygu’nun maillerini, ona da göstermek için ekranda yeni bir pencere açıp adresi girerken, “Bunun sonu kötüye gidiyor Kaan” diye uyardı. “Belki farkındasın, belki değilsin ama dengesizleşiyorsun” diye açıkladı. “Kız herkes onu sevsin istiyor. Sen zaten onu seviyorsun diye seninle ilgili özel bir çabası olmayacaktır. Duygu başkaları var diye seni terketmedi. Sadece bu yüzden senin yanında bu derece uzun kaldı.”
Kaan ikinci sigarasını da kadehin dibinde kalan şarapta söndürüp pencereden dışarıyı kolaçan edip fırlatırken, “Saçmalık” dedi. “Buna mı inanıyorsun?”
Suat omuz silkti. Ne söylerse söylesin hiçbir yararı olmayacağını anlamıştı. Gözünü ekrandaki pencereden ayırmıyordu. Duygu şifreyi yine değiştirmişti ve bununla şu anda uğraşmak istemediğinden makineyi kapattı. Kaan’da pencereyi kapatıp yerine oturmadan önce sağa sola dağılmış şişeleri eliyle sallayarak yoklayıp hepsinin boş olduğunu görünce, “Ben yatıyorum” dedi. “Sen nerede uyuyacaksın?”
Suat sandalyelerin yumuşak bombelerinin aralarındaki boşluklara kendi bedeninin kıvrımlarını iyice yerleştirip battaniyeyi çekerek, çatı katından gelen tıkırtıların son bulmasından memnun, bayılır biçimde uykuya dalarken Ayça’nın tiz kahkahalarıyla irkildi. Kulaklıklarını takıp içindeki huzursuzluğu yatıştırabilecek, karanlık vokallerin davul ve gitarların arkasında bütün albüm boyunca kararlı biçimde bağırdıkları gruplardan birini açtı.
Hakan’ın aferin bekleyen çocuk tavırları, Ayça’yı eğlendiriyordu.
 “Ya sen ne taş kafalısın, gel buraya” diye gönülsüzce yataktan kalkmaya yeltenen Hakan’ı durdurdu. “Ben hep aslında seni sevdim” demesiyle birlikte Ayça kahkahalarını tutamamış, sevişmeleri yarım kalmıştı.
Onun duygusal bir ilişki aradığını, bu yüzden ona böyle yaklaştığını anlayınca, onu incitmiş olmaktan çekindi. Acımayla karışık bir şefkat duydu. Eğer bu duygularını Hakan’a gösterirse onun bundan aralarında bir ilişki doğabileceği yorumunu çıkarmasından çekindiğinden arkasını dönüp yatmayı tercih etti. Cinsel açlığı yatışmamıştı. Ancak Hakan’da aşkı ve hayatı hafife alabilecek bir olgunluk olmadığını açıkça gördüğünden çoktan pişman olmuş halde sabahı bekliyordu.
Ertesi sabah, öğleye doğru Kaan ortalığı toparlamaya çalışan kalabalığın neşeli gürültüsüyle uyandı. Onun gibi birkaç kişi daha yarı baygın bakan gözlerle ne yapacağını bilmez halde hortlaklar gibi ortalıkta geziniyordu. Eline birinin kahve tutuşturup, bir başkasının elini yüzünü yıkaması için banyoyu işaret ettiğini farketti. Dalgınlıkla elindeki kahveyle kapıyı çalmadan banyoya girip makyaj yapmakta olan Sema’ya bakıp, o halde bir süre durup, sonra geri çıktı. Şişelerin bardakların toplanırken birbirine çarpmasından çıkan sesler, mutfakta bulaşıklara akan suyun bitmeyen foşurtusu, kimin açtığını kestiremediği garip rap parçalarının üstüste çalınmasından ve ona seslenmelerinden rahatsız olup verandaya çıkıp oturdu. Kahve çok sert ve sütsüzdü. Havanın soğukluğuyla ürperip kendine geldi. Elindeki kahve kupasını yanaklarına ve dudaklarına iyice yapıştırıp çekerek ısınırken, boynunu kazağının içine çekerek birkaç yudum daha aldı. Suat da arkasından elinde bir kupa  kahveyle gelerek,  "Beynim zangırdıyor" dedi. “Buradan direk otobüs  yok değil mi ?”
 



ONDOKUZ

Kaan, yattığı yerden, balkona bakan camın çatlağını, sonra camın kirinden süzülerek içeri gelen rahatsız edici güneş ışıklarında odanın tavanında uçuşan tozların belirgin hale geldiğini görüp, onların düzensiz uçuşmalarını seyrederek oyalandı. Yer yatağından doğrulup masadaki bir yığın birbirinden alakasız ıvır zıvıra ve açık mavi  windows ekranında açılış şifresi soran bilgisayara baktı.
Kitabı geri götürmelerinden, iş ve ev değişikliklerinden, Antropoloji bölümünün bilgi dökümlerinin tamamlanmasından aylar sonraydı ve Kaan mucizevi biçimde sınıfı geçmek üzereydi.
Yakın eliyle çekyatın köşesinden Ahmet’in yastığına uzanıp  çekerek salladı.
Ahmet homurdanarak öteki tarafa döndü. Kaan, dağınık odada sayfaları açık halde ters dönmüş bir romanı eline alıp okumayı denedi. Ahmet’in yastığını tümden çekip arkasından bağırmalarına aldırmadan banyoya gidip yüzünü yıkamadan önce aynada uzun uzun kendine baktı. Uzamış sakallarını körelmiş jilet ve sabunla aldıktan sonra geri döndüğünde Ahmet çekyatta bacaklarını kendine çekmiş halde oturuyordu. Ahmet işe, Kaan’sa sınava geç kalmıştı.
Ahmet işe gitmemeye karar vermişti. Bunun yerine İstanbul’da dolaşarak fotoğrafçılara fon satacaklardı. Bir süredir, elindeki fon cd’lerini başka bilgisayarlara kopyalayarak para kazanabileceğini bulmuştu. 
Denize inen arnavut kaldırımlı yokuş, karşılıklı birbirine yaklaşmış ahşap ve betonarme apartmanlarla gölgeliydi. Beyaz bir vapur bu dar manzaranın içinde karşıdan karşıya geçti.
 Sinagog'un arka duvarına rastlayan ara yoldan geçip, yokuşun tamamlanmasına az kala hemen hemen boş bir cafenin camlı kapısından içeri daldılar. Tezgâhın arkasında yaşı elliye yakın, kumral uzun saçlı bir adam dirseklerini cama çokça bastırmadan eğilerek Ahmet'’i durdurdu.
 “Para var mı? Para yoksa yemek de yok. Borcun birikti.”
 Bu Ahmet’in babasıydı. Sırıttığında sarı dişlerini gördüler. Ahmet ticket destesini gösterip, yaprakların birbirinin üzerine yığılmasını sağladıktan sonra içeri geçti.
“Bahçeye çıkalım”
Apartmanların arasındaki geniş bir iç bahçeye çıktılar. İki kocaman kahvaltı tabağı ve çayla birlikte, birkaç satranç partisinin ardından son bir haftanın birikmiş gazetelerini karıştırmaya başlamışlardı.
Bahçede gezinmesi gereken tavukların ve babacan tavırlı iki horozun, geceleri gürültü yaptıkları gerekçesiyle apartman sakinlerinin şikayetiyle kesilerek ortadan  kaldırılmasından sonra bu bakımsız toprak bahçe şimdi onlara çok boş ve sakin görünüyordu. Tutam tutam yabani otlar, geniş bir toprak alanda tek başlarına yaşamaya çalışan sardunyalar, köşede gri çıplak betona dayalı duran çalı çırpı kurusu, balkonlardan silkelenen sofra bezlerinden düşmüş yumurta kabuklarının arasında serçeler kuru ekmek parçalarını didikliyor, bu bahçeyi başka bir apartman girişinden ayıran duvarın üstünde duran iki dikkatli kedi onlara bakıyor, dikilip tutmamış fidanların arasında yaşlı bir ağaç, ağır ağır kımıldıyordu.
“Şuna baksana” dedi Ahmet.  Geldiklerinde, bir haftalık gazeteyi önüne yığmış resimlerine baka baka çeviriyordu. Üçüncü sayfaları dışında oyalanmadan geçerken birdenbire sayfanın üzerine eğilip mırıldanarak okuduktan sonra gazeteyi ikiye katlayarak Kaan’ın önüne sürdü.
“Bu bizim gittiğimiz konak değil mi?”
 Kaan önce alevler içinde kalmış konağın resmine ardından altındaki yazıya göz gezdirdi.

 BİR AHŞAP KONAK DAHA KÜL OLDU
 Göztepe’de dün geç saatlerde başlayan yangın sabaha karşı itfaiye ekipleri tarafından kontrol altına alınarak diğer apartmanlara sıçraması önlendi. Sokak sakinleri geç kalan itfaiye erlerini suçlarken (…) Polis yangının sorumlularının (…) binanın mal sahibi ortakları arasındaki bir anlaşmazlık sonucu kundaklanmış olabileceği ihtimali üzerinde duruyor. (…) Binada o sırada kimsenin olmaması olası bir can kaybını önledi.(…)

“Evet” dedi Kaan,  “Burası orası”
 Ahmet, konağın kısmen ayakta kalmış arka cephesinin küçük fotoğrafına bakarken bilmiş bilmiş, “Restorasyonu pahalıya geldiyse yakmışlardır.” diye fikir yürüttü.
 “Sanmıyorum” dedi Kaan. Ahmet sayfaları çevirip seri ilanlara göz gezdirirken giderek sayıları azalan “Photoshopçu aranıyor” ilanlarından ikisini işaretleyerek, “Nargile de söylesek mi?” diye gerindi. Ahmet ilke olarak sadece Photoshop programının ismini doğru yazmış fotoğrafçıları arıyor, fotoşap, phtoşop gibi yazanları aramıyordu. Onların daha az maaş verdikleri ve haftalığa ikna olmadıkları gibi bir genellemesi vardı.
Geçen pazarın bulmacaları çözülmüş, gazete eklerinin birinde buldukları satranç problemleri üzerinde çalışırken, Kaan dün geceden yarım kalan tartışmalarını sürdürerek, “Demek istediğim gerçeği biz tasarlıyoruz. Akıl analitik soyutlamalara girişiyor ve dışarda olmayan kategorizasyonları zihninde kuruyor." dedi. "Gerçekse oluş halinde akan bir süreç. Bu da analitik aklın soğukkanlı soyutlamalarının dışında kalan bir nokta.” Ahmet'in ilk cümleden sonra dikkati dağılıp, Kaan'ın çaprazında kalan belirsiz bir noktada yeniden toplanmıştı. “Bu yüzden eğilip bükülebilen bir şey gerçek. Hatta şu an üzerinde konuşurken bizdeki gerçeklik kavramı da eğilip bükülüyor. Gerçekliği kavramamız değişiyor. Gerçek üzerine düşüncelerimiz değişip farklılaşıyor”
 “Bacak gösteriyor” diye sırıttı Ahmet. “Çaktırmadan köşedeki masaya bak” Kaan, açık mavi gömlek ve gri etekli üniformalarıyla oturan kızların kahkahalarını duyduğunda, masalarındaki on beş yaşlarındaki genç erkeğin de kızların yüzüne bakarak tedirgin halde  gülümsemeye çalıştığını fark etti. Bulunduğu konum itibariyle durumu çözmesi olanaksızdı.
  Nargileleri geldiğinde yeni bir satranç partisine başlamışlardı. Dışarı çıktıklarındaysa çalışmak için de geç bir saat olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Kadıköy rıhtımda akşamüstü kızıllığında denize karşı kaldırıma oturdular.
Bir ucunda Haydarpaşa Garı, diğer ucunda deniz otobüsleri iskelesi bulunan, içine deniz dolmuş U’nun ortasından, güneşin batışını izlerken korsan balık ekmekçinin çığırtkan sesine aç martıların guarka guarkaları karışıyordu.
 Ahmet yeni bir sigarayı eskisiyle yakarken, birkaç hafta önce karşılaştıkları manzarayı hatırlatarak olduğu yerde guarka  diye bağırarak dönmeye koyuldu. Martılar korkunç sesler çıkartarak bir balıkçının elindeki olta sopasının etrafında çok alçaktan daireler yaparak dönüyorlardı. Balıkçı oltasının ucundaki balığı yakalayıp kendisi de oltaya takılmış halde uçan bir martıyı çekiyordu telaşla. O sırada balıkçı misinasını iyice gerip kendine çektikçe oltaya takılmış olan martı kanatlarını geriye atarak çıkarttığı korkunç seslerle tepesinde dönen arkadaşlarını daha da tedirgin ederek kaçmaya çalışıyordu. Sonunda balıkçı tam olarak kendine doğru çekip, martıyı kucaklayıp ağzından olta ucunu çıkarttığında, diğer martıların çığlıklarla adamın ve meraklı kalabalığının üstünde dönüşlerindeki hız son kertesine varmıştı. Balıkçı, martıyı ağzından kancayı çıkartıp saldığında, serbest kalan martı, beyaz bir bulut gibi adamın başına çökmüş arkadaşlarıyla birlikte çekilerek uçup kaybolmuştu.
Tavşan görmek için gittikleri sahildeki yarı açık evcil hayvan pazarında, taşa çıkıp güneşlenen yumuşak kabuklu su kaplumbağalarına, aynı çember içinde koşarak dönüp duran hemstırlara da baktılar. Bazen bir şempanzeye, bazen ufak kafalı bir makak maymununun hareketliliğine, timsah yavrularına, garip balık türlerine, hiçbiri konuşmayan renkli papağanlara takılıp,  ağlak bakışlı köpek yavrularının önünde dakikalarca bir şey olmasını bekler gibi durdular. Kuşçuların önündeki hasır tabureler kalabalığında çay içip, son bozukluklarını da şarkı makinelerinde harcayınca tiyatronun önüne geri döndüler.
Ahmet telefon kulübelerine geçip, akşamı boş geçmemek için telefon defterindeki hanım isimlerinin kim olduklarını anımsamaya çalışarak birer birer ararken, Kaan da yelpazenin altındaki banka oturup, trafik ışıklarında biriken insanları seyretti. Birikip, kalabalıklaştıktan sonra hep birlikte karşıya geçiyorlar, hemen ardından yeniden birikmeye başlıyorlardı. Aralarına katılma isteğiyle kalktı ama boş bir kulübe bulup Duygu’nun ev numarasını çevirdi. Annesi çıkarsa kapatırım diye düşünüyordu annesinden Duygu’yu isterken.
“Alo”
 Sesi bıkkın, yorgun ya da isteksiz değil. Bu iyi diye düşündü.
“Alo Kaan?”
“Ea Meraba Nasılsın?” diye durakladı ilkin. “Ben yelpazenin orada yolumda öyle… öylesine aramak sesini duymak istedim”
“Şaşırdım doğrusu iyi yaptın. Ne yapıyorsun yalnız mısın?”
“Yok Ahmet var… Dolaşıyoruz işte öylesine… Haberi gördün mü?”
“Televizyonda seyrettim ahşap konaktan bahsediyorsan”
“Tamamen mi yanmış?”
“Hemen hemen… Neyseki tabloları taşımıştım. Aslında yangında, tabloların galeriye taşınmalarından birkaç gün sonra oldu. Yakında bir sergimiz olacak… Taksim'de… eğer gelebilirsen…”
“Oraya son defa gideriz belki diye düşündüm ”
 Beceriksizliğine sinirlenip dilinin ucunu ısırdı ama oraya üçüncü ve son defa ve Duygu’yla gitmek istiyordu. Bunu her şeyden çok istiyordu.
“Sanmıyorum Kaan. Doğru olur mu bu?”
 Geleceğini söyleyen sesi neşelendirmişti.
“Küçükhanım ne zamandır doğrular ve yanlışlarla ilgileniyor?
“Neden benimle bu biçimde konuşuyorsun Kaan?”
 Duygu’nun sesindeki sevecen sıcaklık, sokulganlık Kaan’ı rahatlatmıştı.
“Gelecek misin?”
 “…”
 Buluşma yerini ve saatini anlaşıp kapattıklarında Kaan kendini neşeli bir rahatlığın sardığını sanarken, gerginlikten düpedüz titrediğini farketti. Ahmet gülerek gelmesinin ardından, geniş bankta Kaan’dan boş kalan yere oturup, “Harika” diye başlayıp, kızlardan, eski işyerlerinden, havaya yükseliveren sarı balonun tepesinden bakınca Age of Empires oynuyormuş hissini yaşadığından ve daha bir sürü gereksiz şeyden büyük bir hızla ve keyifle söz etti. Ahmet'in heyecanla anlattıklarını dikkatle takip ettikleri bir gün  Pelin, Kaan'a "Onun yaşadığı dünyada yaşamak isterdim" diye itiraf etmişti.
 
*   *   *

Duygu ertesi gün öğle saatlerinde geldiğinde, Kaan’ı kaldırımda oturmuş sigara içerek elindeki fotoğraf makinesinin ayarlarını kontrol ederken bulmuştu. 
“Burası” dedi, yanmış konaktan kalanlara bakarak, “Buluşmak için garip bir yer değil mi?”                  
Burası, şimdi, çerçevesiz pencere boşluklarından onlara bakan, kemirilmiş, lime lime olmuş kaplamalarıyla, dağılmak üzere duran kara bir gövdeydi. Kaan, bütünüyle yıkılmadan önce binanın son birkaç fotoğrafını çekmek için  uzaklaştı. Ardından ağır makineyi dizine koyup objektifini değiştirerek yakın çekimlere girdi. Kapı boşluğundan içeri girdiklerinde birbirlerine yakın dolaştılar, merdivenlerin yukarda bir boşluğa baktığını gördüler. “Burada bekler misin?” diyerek biraz ileriyi işaret edip, birkaç basamak tırmandı. Niyeti yukarıdan aşağıya dolaşmakta olan Duygu’nun resimlerini çekmekti. Birkaç adım ve birkaç pozdan sonra ayaklarının altının sallanmaya başladığını hissederek vazgeçip geri inerken, merdivene bağlı bir kara kalas parçası da serbest kalıp sallanmaya başladı.
“Konağın yandığını da okuyacağım haberlerin arasına kattım ama kabul edilmedi. Önemli değilmiş. Öğle yemeğine diye çıktım ve iki saat içinde yine dönmem gerekiyor”
 Duygu, radyoda haber hazırlayıp okumanın yanı sıra sigorta satma işine de girdiğini söylemişti. Kaan cebindeki ticketları hatırlayarak, “Bu yemek fişlerinin geçtiği bir yer bulabilirsek güzel bir öğle yemeği yiyebiliriz birlikte” dedi.
“İştahım yok, Hem zamanım da kalmadı zaten”
 Hayatının son birkaç ayda nasıl bir koşuşturmacaya döndüğünü anlattı.
 Seneler önce, yandıktan birkaç gün sonra gittikleri huzurevinde, çatının tamamen ortadan kalkmış olduğunu odanın içine çiseleyen yağmurla hayretle fark etmişlerdi. Kaan, bugün de, tıpkı  o içine yağmur çiseleyen odada yaptığı gibi önündeki elbise dolabının alt çekmecelerinden birini iki parmağıyla çekip açtı. Sarsılan dolaptan küçük küçük isli parçalar dökülünce, biraz geriye çekilip yeniden deneyerek, çekmeceyi bu kez tamamen açtı. Aynı manzara yine çok etkileyici göründü her ikisine de. Her nasılsa düzenli katlanmış beyaz havlular en ufak bir leke bulaşmamış halde duruyorlardı. Darmadağın olmuş bir katın, kapkara bir kutuya dönmüş bu odasında, ahşap bir elbise dolabının alt çekmecelerinden birini çekmiş, düzenle katlanmış halde üstüste duran bembeyaz  havlulara bakıyorlardı.
Flaş patlatırsam pencereden gelen ışıkla buranın arasındaki keskin karşıtlığı kaybederim diye düşündü. Fotoğrafları çekmeye yeniden başlamaya karar vermemiş, sadece kaybolan fotoğraflarını anımsatan, bu günleri anımsatan, bir anı kalması için uğraşıyordu. Suat onunla ilgili bir şeyler yazmaya hazırlanırken bu fotoğrafları bulamamış, sadece bu günü ayrıntısıyla yazdığı yarım kalmış defterlerin arasında, nerede çekildiğini tam olarak çıkartamadığı Kaan’la Duygu’nun birlikte tek bir kare fotoğrafını bulabilmişti. Duygu daha sonra bu fotoğrafı gördüğünde,  “Lise mezuniyet gecesi” demişti. “Oradan da erken ayrılmak zorunda kalmıştık”
Taşınırken kaybolan albümlerde fotoğrafları bulunan konakları da henüz yıkılmadan, iyice eskiyip çürümeden, yakılmadan, berbat biçimde restore edilmeden önce bulmak ve yeniden fotoğraflamak, yaşadıklarını en başından yeniden yaşamak ona çok ağır bir yük olarak göründü. Uzaktan karartılar içindeki şömineyi fotoğraflayacağı sırada kadraja Duygu girdi. Makineyi kapatıp boynunda serbestçe kalacak biçimde bıraktı. Duygu, avucuna aldığı ufak bir makarayla oynuyordu. Bu parçayı da,  başka evlerden hatıra olarak aldığı diğer ufak ve değersiz eşyaların yanına yerleştirecekti. Parmağına sardığı açılan ucunu koparıp attı. Dalgın halde camsız pencereden dışarı bakarken bugün her şeyin sona erdiğini, konak gezintilerinin sonu olduğunu, bunun da son parça olduğunu biliyordu.
Hâlâ saklıyor musun onları?”
Duygu başıyla evetledi dışarı çıkarken.
Tüm bunların bir daha hayatlarının hiçbir noktasında eski canlılığıyla ortaya çıkmayacağını, gündelik, sıradan bir hayatın birbirine giderek benzeyip yaklaşan zaman parçalarında ezilip yok olacağını içten içe seziyorlardı.
“Bizler lanetlendik” demişti Kaan. Önceleri böylesi bir tutkunun bir ödül olabileceğine inanmıştı ama şimdi halen esaretinden kurtulamadığı bu tutkuyu, hiç eksilmediğini farkederek yeniden duyduğunda, “Bu bir karabüyü gibi” dedi.
 Sokakta birlikte yürümeye başladıklarında sayıklar gibi “Bir daha böyle bir şey hiç olmayacak” diye söylendi. Duygu’nun tekrarlanamayacağı konusunda hem fikirse de bittiği konusunda farklı düşündüğünü anladı. Aralarında  yeniden başlamaya kapı açan, ikisinin de her adımda geri dönmeye çalıştıkları yine de kendiliğinden ilerleyen bir sohbet gelişmiş, sonra bu giderek ilk toparlananın kim olacağını merak ederek oynadıkları bir oyuna dönüşmüştü. Düşündükleri hissettiklerinin yerini almıştı.
Duygu, Kaan’ın koluna girmiş, yollarını, ağaçların yoğunluğuyla karanlık bir sokağa düşürerek uzatmışlardı.
 “Hemen hemen her gün ilk karşılaştığımız yerden geçiyorum.”
 Devamının gelebileceğini sezdiren bir yakınlığın işaretlerini görmezden gelmek zorunda olduğunu hissettirerek, “Artık başkalarını seveceğiz ne tuhaf” dedi Kaan.
 “Seveceğiz ama değil mi?”
Sonra, ısrarla, derslerini ezberleyen iyimser, uslu okul çocuğu sesiyle devam ederek, “Sevmeliyiz” dedi. “Öyle yapmalıyız”
Duygu’nun küçük ellerinin herbir parmağının en hafif hareketlerini dahi hissedebilmesine aldırmadan, yeni bir aşkın verdiği ilk heveslerle safça ve düşüncesizce hareket eden 'kıt anlayışlı Kaan' olmayı elinden geldiğince sürdürmeyi planlıyordu. Ona bir başkasıyla beraber olduğunu söylemişti.
 “Sen öyle yap o halde” diye fısıldadı Duygu. “Her ikimiz de kendi bildiğimizi yapalım yine”
Köşeyi döndüklerinde cadde görünmüştü. Belki birlikte yürüyecekleri son elli altmış adım olduğunu bilmenin heyecanıyla, “Bana nasıl…” diye başlayıp araya kırgınlıklar girmesin diye sustu Kaan. Biraz sonra ayrılacaklardı. Yumuşak uysal bir sesle sadece,  “Ne, cesur davranmayan bendim” dedi.“Ne de zamanı geldiğinde affedici olmayan…”
Gitarın telleri birlikte eskimeli. Kopan bir telin yerine takılan yenisi nasıl hemen sırıtıyorsa, gereksizce öne çıkıp parlıyorsa uzun ayrılıklar da insanların arasında öyle bir aykırılık yaratıyordu. Duygu’nun anlayamadığı buydu. Çarpıcı, vurucu bir melodide gereksiz çeşitlemelere dalındığında parça ruhunu yitirir. İyi bir melodi olduğu haliyle bırakılmalı, parçayı zenginleştirmek kaygısıyla o basit yapısı bozulmamalıdır. Kaan’ın da göremediği buydu. Benim onların ayrılışlarından anladığımsa, ikisinin ayrı ayrı, birbirleri olmadığında kendileri olamadıklarıydı.
 Caddeye varmışlardı.
“Benim buradan gitmem gerekiyor”
 Kaan, Duygu’nun gideceğini biliyordu. Bunu büsbütün yeni bir şeymiş gibi acı vereceğini bile bile tekrarlamasına kızmış, canı sıkılmıştı.
Duygu önlerinden geçip giden minibüslerden birini durdurmak için elini kaldırmadan, orada beklediler.  Kaan, 'hiçbir aşkın içine bu denli çok acı sızmamıştır' diye düşünürken, Duygu’nun başı hotozlu, önü prostelalı hizmetçi kız uysallığıyla reverans yaparak çekilişine hayretle baktı.
 Duygu minibüse bindikten sonra, Kaan karşıya geçmiş hiçbir şey düşünmeden yarım saat kadar ters yönde yürüdükten sonra, açtığı radyonun frekansını ayarlamak için sakin bir sokağa girip, alçak apartman duvarına oturdu. Cep telefonuna taktığı kulaklıklardan haberleri dikkatle dinlerken, Duygu’nun sesindeki incecik dalgalanmaları, ondan başka kimsenin gerçek anlamını bilemeyeceğini hissederek, bugüne dair bir iz arayarak, bularak ve gülümseyerek dinledi. Göztepe taraflarında ahşap bir konağın tamamen yandığını duyduğundaysa dudaklarını ısıra ısıra gülüyordu. Duygu gene kendi bildiğini okumuştu.
 Duygu büyük siyah kulaklıklarını mikserin üzerine bırakıp, elindeki iki sayfayı katlayıp, kısa bir süre bekledikten sonra, fon müziğinin sesini açmak için, parmağıyla bir çubuğu alışıldık bir hareketle yavaş yavaş ileri itip kalktı. Stüdyonun kapısında şefleriyle karşılaştığında mahçup halde, “Üzerini çizmiştim” dedi. “Dalgınlıkla okumaya başlayınca yarıda bırakamayıp bitirdim”
Morali buna bozulmuş gibi susarak, yumuşak deri minderlerin üzerine kendini bırakıp ağlamaya koyulduğunda, Şef önce yanına oturdu, sonra kalkarken omuzuna dokunup, “Üzülme” diyerek odasına geri döndü. Duygu tuvalete geçip kapıyı kapattıktan sonra sessizce içini çeke çeke, sarsılarak ağlamayı sürdürdü. Çıktığında bez çantasından küçük bir kutu çıkartıp makyajını tazelemeye başlarken, büyük aynada beyaz ışıkların önünde kızarmış gözlerine baktı.





  YİRMİ    
       
 Kaan’ın eve taşındığında bir metal somya ve kaliteli bir yaylı yatak dışında hemen hemen hiçbir eşyası yoktu. Uyku konusunda taviz vermek istememişti. Tutmaya karar verdiği boş evde dolaşırken, salonun açıldığı tek odanın köşesinde büyük metal ayaklı bir askılık bulmuştu. Bir çalışma masası yoksa da metal bir askılığı vardı artık.
O evde olanlar, son gecesi dışında bize kapalı olduğundan, elimdeki notlar, yarım kalan defterler ve kendi bildiklerimle aktarabileceklerimin sonuna geldim.
Bu bölümü oluşturan bu son parçalarla, Kaan’ın çekmecelerini karıştırırken bulduğum yarım kalan defterlerden biraz daha önce karşılaşmıştım. Küçük beyaz kağıtlara yazılıp, çekmecenin içinde dağınıkça üst üste yığılmışlardı. Aşağıda yazıldıkları haliyle, zamansal bir sıraya koyamadan parça parça notlar halinde topladığım bu son parçalar, koridorun sonundaki odanın çekmecelerini karıştırırken bulduklarımın ilkiydi ve birinin üstünde masalın sonu yazıyordu.

*   *  *
Zamanın geçişini, sert bir rüzgâr olarak yahut denizde soğuk bir akıntıya karşı yüzen balıklar gibi teninde hissediyordu. Işıksız kasaba yollarında geceyarısı sokak köpeklerinin eşlik ettiği, içi böğürtlen dolu yol kenarı çalılarında, hışırtıların kısık sesli fısıldayışlara dönüştüğü yürüyüşü, ayın bulutların arasına girmesi ile çıkması arasındaki geçen sürede, iç dünyasının yaratıp yok ettiği, köklerini geçmişinden alan, mum alevi oynaklığındaki hayalleri söndürüyordu. Tüm dikkati ne olabileceği hakkında hiçbir fikri olmadığı halde gizli bir tehdit arayan kulaklarına yoğunlaşmıştı. Yürüyüşünün ürkütücü bir noktaya vardığını sezdiğinde daha da dikkat kesiliyor, bu yoğunluk  onu engelliyor ve geceleri kıvrılarak yukarı çıkan çamurlu orman yoluna giremiyordu. Sabah, onu dostça kucaklamaya gönüllü olan orman, gece sırtını çevirmişti.
Karanlığın içinde uğultuyla sallanan ağaçların arasında gördüğü zayıf ve uzak ışıltılar kurtların gözleri mi, yoksa ateş böcekleri miydiler? Orman düşmanca kıpırdayan karaltılarının arkasında sessiz ve tehditkârdı. Ormanın, pek çok parçadan vücuda gelmiş tek bir canlıymışçasına bu zayıf uzak ışıltılı gözlerden ona baktığını zannetti. Yol boyunca kocaman yudumlarla yarısını içtiği konyak şişesinden umduğu cesaretle, ormanın içinden geçip gidebileceğini sanmıştı. Gece perisi ormanda onu bekliyordu. Geceleri ona dönmeye uğraşan hemen hemen sarhoş haldeki sevgilisini görüp yardım edemez miydi?
 Orman yolu için atması gereken birkaç adım kalmıştı.
 Şimdi kanında dolaşan alkol ona bu cesareti kazandırmasa da, ertesi sabah ayrıntıları kaybolmuş rüya izleri gibi görünecek dengesiz bir takım hareketler yapmaya yöneltmişti onu.
 Sokak köpeklerine daha da sokularak, yalpalayarak, havlayarak, uluyarak ve olduğu yerde dönerek, onlara eşlik ediyordu. Onu yolun en başından beri arkadaşça takip eden sokak köpeklerine. Islak, kirli tüylerinin ardında güçlü kasları, çapaklı gözleri, her nasılsa hep üzgün bakışlarıyla köpekler bu oyundan çok hoşlanmışlar ve yeni arkadaşlarına alışmış, onunla kolayca kaynaşıp aralarına katmışlardı.
Onlardan biri olmuştu.
Nedendir bilinmez, durup dururken, birini diğerine tercih edemeyeceğini düşünürdü, ışıksız, toprak kasaba yollarında gece yarıları.
Neden bir şarkı daha söylememeliydi öyleyse havlayarak, uluyarak ve olduğu yerde dönerek?

* * *
Geleni olduğu gibi göremedik. Kurtlanmış bedenlerle çevriliydik. İçine girdiğimizde, geri dönemedik.
 Bizi bekleyen bir gelecek yoktu. Olanlar ilgimizi çekmiyordu. 
 * * *
Burada bizim için mutlu bir gelecek yok. Birazdan odama çekileceğim. Kirasını ödeyebildiğim kendime ait, “çorak ada” ya. Orada kurtlanmış bedenler yok. Sokağın seslerinden çift camla, komşularınkinden yumurta kutularıyla ayrıldım. Bir televizyonum yok ama iyi bir müzik arşivim var. Sana anlattığımda aramızda kalacak hiçbir şey söylemedim. Bir odada duruyorum senelerdir tek başıma. Bazen bir kedi, bazen  bir alkolik, bazen bir kadın oluyor yanımda. Gönüllü, hafifletilmiş hücre cezasına benzer bir duruma çakıldım. Beyaz, yumuşacık kurtların kımıldadığı beyinlerden kaçıp buraya sığındım. Kapıyı iyice kilitledim. Onlar hakkımdaki fikirlerimi kimse birbirine öyle seslenmesin diye ssz hrflrl yazdım. Yine de pek çok kişi onların arkadaşı olduğumu düşünüyor.
* * *
Hayatının küçük bir parçasındaki büyük ve gerçek bir acıya katlanamayıp her şeyi bir oyuna çevirmek edebiyat tutkunlarına, iyi felsefecilere, işine aşık müzisyenlere, herhangi bir şeyin derinine inip dibini arayanlara özgüdür. Ve bir gün devasa bir su küresinin içinde olduğunu farkedersen, tüm diplerin yüzey, yüzeylerin dip olduğu...
* * *
İşte bütün gün böyle şeyler düşünüp durdum. Sonra bu sefil öğrencilik günlerimi, bu evi, arkadaşlarımı düşündüm. Onlarla sıkıcı bir günü eğlenceli bir karnavala çevirmek hiç zor değildi. Uzun boş vakitlerimi özleyeceğime karar verdim.
* * *
Dışardan bakıldığında oyalanır gibi bir halimiz var. Bazıları kendini fena kaptırmış, bazıları ruhsuzlaşmış iki uç... Ben gibiler de aralarında bir sarkaç gibi gidip geliyordu.
* * *
 ...akşam sahile indik. Çimenlere uzanıp, yıldızları seyrettim. Adamı beyninden vuran ezberimde kalmış dizeler geçirdim aklımdan. Bağdaş kurup önce yıldızlara sonra denize baktım işte. Döndüm sonra dayım ve oğullarına baktım. Zaman çok hızlı akıyor ve ben heyecan duymuyordum artık. 
* * *
Bu yıl kış çok soğuk geçti ve yaz bir günde geldi. Ve hep Duygu'yu özledim. Daha sonra buna da bir anlam veremedim.  Onu hem özledim hem istemedim. Bir sürü kitap okudum, bir sürü defter yazdım, onlarca film seyrettim, kalabalık ve eğlenceli günlerimiz oldu, çünkü canımız sıkılıyordu. İki tüp bitti artık yenisini alacak para da yoktu ama yaz geldi.
* * *
Her şey gerçekte çok mu basitti? İki yüz kelimeyle yazılmış, "level beginner" ingilizce öykü kitaplarındaki  gibi.
 Genç adam kedisi ile birlikte küçük bir evde yaşamaktaydı. O bir fakültede öğrenim görmekte ve birinci sınıftadır. Bir gün sevgilisi onu terk etti. O buna çok üzüldü çünkü onu çok seviyordu...
* * *
 Birbirlerinin içine girmiş kopuk ve kimliksiz hayatlar. Önce yaşayan sonra yaşadıkları gibi düşünen milyonlarca insan. Pişmanlıkların pek izi görünmüyor, daha çok, ağır bir mağlubiyet duygusuna eşlik eden hedefini arayan, nereye yöneleceğini kestiremeyen gizli bir saldırganlık. Yaşadıklarının hesabını birilerinden sorma isteği. Soramamanın silik nefreti saldırganlığı besliyor.
* * *
 Sabah telefonumun alarmıyla uyanıp, yorganın içinde açtığımda yeni bir mesaj düştü: "yağmuru dün gece için hazırlıyordum ama ancak bu sabaha yetiştirebildim. umarım beğenirsin"  Elimde telefonla kalkıp perdeleri araladım, hava kapalıydı. Camın üzerindeki buğuyu elimle serinliğinden ürpererek sildiğimde, incecik bir yağmurun yağdığını gördüm. Yağmur benim için yağıyordu ve bugün benim için hazırlanmıştı. 
* * *
Yedi kat göğün tanrıçası! Tüm masal prenseslerine esin olabilecek güzelliğin, uysallığın, sessizliğin, alçakgönüllüğün ve kendi zamanını şaşırmış saflığınla bu dünyaya alışabilecek misin?
* * *
Gece motorla Anadolu yakasına geçerken, üstte kıçtan karanlık denizi, ışıklı kenti seyretttim. bir sokak lambasının üstünde içten ışıklı reklam panoları gibi yerleştirilmiş kırmızıya çalan bir ay vardı. Her şey vasatın üstünde hatta iyi görünüyordu. Senenin son dersini de geride bırakmıştım.
* * *
Son dört gün her şey birkaç saatte olup bitmiş hissini uyandırırcasına çabuk geçti. Yanan konağa üçüncü ve son defa Duygu’yla birlikte gittik. Sıcak yaşamın ateşini hissedemez hale geliriz ona böyle uzaktan bakarken.
* * *
Bazı korkunç ve apaçık gerçekler var ki insan bu korkunç apaçıklığı kaldıramayacağını sezdiği için ona sırtını dönüp ötelerde gizli bir sırrını açığa çıkarmaya çalışır gibi kaçak bir çabaya girişiyor. (Hayatın bizden sakladığına inandığımız gizini bulmaya çalışırken)
* * *
Sokak uğultuları taşıyan kaldırım kalabalıkları. Motor gürültüleri ve korna sesleri. Vapur düdükleri. Martı çığlıkları. Biz geçerken Bahariye Caddesi ve sen baktığında, köpüklerini birbirinin içine geçirip karıştıran, nefes alıp verir gibi dalgalanan deniz ve sen hayalimdeyken bu kahve kokulu küçük mutfak, dışarıda gece, gecenin içinde duran bazen kıpırdanan karaltılar 
 Sana tüm yazdıklarım ve  söyleyeceklerim tüm söylediklerim gibidir. Dünyanın belli bir halinin başarılı bir tasviri olmaktan da öte,  kendi başlarına ayrı bir dünya kuran hikâyelerin  içinde dünya yeniden hayat bulurken, herşey seninle yeniden tanımlanır..  Aslında değişen hiçbir şey yoktur. Dünya hep güzel, hep anlamlı baştan aşağıya. Çünkü her insan bir dünya ve algılayan kadar evren vardır (yok mudur?) Bir kez yazılan artık sadece tekrarlanacaktır. Sıkça, olabildiğince. Çünkü bir çiçeğin renginin başkalığında ya da bir ağacın kıvrılışında,  bir rüzgârın esiş yönünde nasıl bir yanlışlık olabilir? Eğer bir gün kentin bembeyaz bir gününde tek bir kar tanesi, yolunu yönünü şaşırır da yanlış bir yere düşerse ben de yanıldığımı düşüneceğim.
* * *
'...istekler sona erdiğinde zaman bitti, Tanrı biziz.'
* * *
Çimenlikte birbirlerine penaltı atan çocukları seyrettim. Çocukken canımız sıkılırdı. Top oynar, güreş tutar, ağaçlara tırmanır, kavga eder, ortalıkta serseri gibi dolanır, balığa, göle gider, ormana çıkardık. Hepsi can sıkıntısıydı. Bir serüvenimiz yoktu. Neler olacağını bilmiyor ya da umursamıyorduk.
 Rıhtımda duran geminin her tarafından pas akıyor, sanki yavaşça batıyor gibi. Küçük fidanlar ağaç olma yolundalar. Her birinin ayrı bir duruşu var. Seneler sonra burada ufak bir koru olacak. Şimdi ise yaprakları kendilerini bile gölgeleyemiyor. Ortalığın kısık uğultulu sessizliğinden memnun olduğumu radyoyu açtıklarında farkettim. Sahilde yüzen birkaç çingene çocuk vardı.
 Gözlerimi kısıp adalara bakıyorum. O sırada adalardan buraya bakanları düşünüyorum. Yani şöyle bir bakıyorum da kitaplara geçmemiş hiçbir şey yok gibi. Oysa birçok kitap, kitaplarda her şeyin olmadığını yazar. Bize özel sandığımız anıların çok benzerlerinin başkalarına ait olduğunun farkında değiller hâlâ. Küçük ve çok da değerli olmayan hayatımın önemsiz ayrıntılarını dikkatle not ettim. Yan masada iki ihtiyar kadın birilerini çekiştiriyor.
* * *
Her şeyi .iktir edip şarap açıyor, yaşayıp  gidiyoruz çoğu zaman. Ama böyle bazı sessiz ve yalnız günlerde bu türden sorular aklıma doluşuyorlar.
* * *
"Bugün yapacakların, yapılabilir şeyler olacaktır" diye tekrarladım yüksek sesle.
* * *
Burada bir sabah uyanıp da büyük harfle söyleyebileceğin hiçbir şey yok. Dün, bugün ve yarın var.
* * *
Dün sokağa çıktım yürüdüm. İnsanlar harap olmuş, neredeyse ayakta zor duruyor gibiydi. Güneşin saçaklarından kopmuş bir ok gibi fırlayıp denize düşüp bir an için  ışıyıp kaybolacaktık. Ama gördüklerim ışıktan çok karanlığa yakındı. Suratları çökmüş, belleri bükülmüş, kadınlar şişmiş ablak suratları, yanlarında eteklerini çekiştiren çocukları ve gençler kötü kaderlerinden, bahtsızlıktan gebermiş halde tatsız şakalar yapıp şımarıkça gülerek birbirlerini yatıştırmaya çalışıyorlardı.
* * *
Geriye dönüp baktığımda son aylarda beni çok düşünmüş, kırılmamam için çok uğraşmış, çok yalan söylemiş, benim kırılmamam için elinden geleni yapmıştı. Onun dünyaya şiarıydı zaten bu: Kimse üzülmesin. Hiç kimse acı çekmesin. Bu beni biraz daha ona bağlıyordu. O bize dünyaya nasıl davranmamız gerektiğini gösteriyordu sanki.
* * *
Hakan askerden yeni dönmüştü. Geç vakitlere dek lafladık üzerinde konuşulmaya değer ne bulursak. Feigenbaum’un kaos teorisinin nedensellik konusunda yaptığı değişiklikleri anlatmaya çalıştı. Gereksiz ve sıkıcı bir çaba. Ona romanı tamamlamak üzere olduğumu söyledim ama ilgilenmedi.
Hayaller kurduğumu ve kurduğum hayallere fazlaca kapıldığımı anlattı. Düşünceleri kelime kelime açık halde ancak bir başkasından söz ediyorlarmış havasındaydı.
 "Sadece aşklar ve oyunlarla ötesine geçebileceğimiz bir düşkünlük âleminde yaşıyoruz." dedim. "İnsanları, ayaklarını yere basmakla suçla"
Televizyonda su ejderinin karaya bıraktığı yumurtaları vardı. Yusyuvarlak, esnek bir camküre içinde hafif hafif kımıldayan küçük et parçalarıydılar.
* * *
Kumsalda denize doğru yürüdüm. Elimle denizin bana doğru uzanmış en uç noktasına dokunarak, "İşte buradan başlıyor" dedim. Göremediğim ilerdeki kıyıda en uç noktayı işaret ederek, "Tee oraya kadar" . Niye orada öyle dedim bilmiyorum. Sonra bisikletlere atlayıp deniz kıyısından yola devam ettik. Kayalıklarda, ağaç altlarında konyak içtik ve devam ettik...
* * *
Ahşap banklardan birine oturup karanlık olmasını bekleyerek, ışıklı gemilere baktım. Adalar bir tarafta toplanmışlardı. Onları daha dağınık hatırlıyordum. Sanki biri burada otururken ufku rahat görebilmek için elinin tersiyle onları itip bir kenara yığmıştı.
* * *
Evdeyim. Alev sarısı renginde klasik biçimli bir kupada sıcak şekerli çay. Açık pencereden temiz hava giriyor. Yağmurun plastik muşambaya çarpışının pıtırtıları, damlarda birikip bir kanaldan aşağı dökülüp betona çarpan suların düzensiz şıkırtısı. Bazen üst katımdaki mutfaktan bağrışmalar geliyor.
* * *
İşime geri döndüm. İçine kandil yakıtı dökebileceğim bir mum yapacaktım. Bir su bardağı ebatında olacak, ortasından  kule gibi bir  mum yükselecek fitil de bunun içinde olacak.  Gerisini kandil yakıtıyla dolduracağım. Böylece yaptığım küçük silindirden kesilmiş ufak mumlar her an yanmaya teşne, ortasında yanan kandilin sıcaklığıyla eriyen  kendi mum sıvısının içinde yüzecekler. Onun çevresinde hareket ederken onun erimiş halinde yüzecekler. Kendi hamurlarıda yine ondan olacak.
Böyle garip fikirler aklıma genelde geceleri gelir. 
* * *
Yamuk kanepede üşüyerek yattığımdan uyumuyor bir çeşit baygınlık geçiriyordum. Dün uyandığımda gece yağan yağmur hafifleyerek sürüyordu. Hava alacakaranlıktan puslu bir sabahın körüne doğru açılıyordu. Işığı yakıp sobayı açtım. Uyurken soğuktan katılaşmış vücudumun çözüldüğünü hissettim. Yazmak yaşananları kendime görünür kılmanın bir yoludur benim için ve bazen gördüklerim beni umutsuzlaştırıp kuşkuya düşürebiliyor.
* * *
Deniz büyük düz bir çizgiyle ikiye ayrılmıştı. Dalgalarla kırışık, koyu tonlarda bir bölüm ve dalgasız düz bölüm. Bir tarafına kar yağarken diğer tarafına güneş açsa şaşırmazdım. Biri bana anlatmıştı bunun nedenini ama nedeni ilgimi çekmemişti. Olayın kendisi nedenlerinden daha ilginçtir çoğunlukla. Çoğu zaman bizi harekete geçiren; bizi harekete geçiren nedenlerin bize kapalı oluşu.
* * *
Kar altında güneşli hafif puslu öğleden sonra Taksim Meydanı’nda banklardan birine oturmuş plastik bardaklarda satılan kötü çaylardan içiyordum. Önümde metro inşaatı sürüyordu. Yanımda insanlar birikip birikip sonra hep birlikte karşıya geçiyorlar, sonra yeniden birikiyorlardı. Oldukça rahat günler geçiriyordum. Keyfim yerinde gibiydi.
Tembel tembel oturup 'bakalım ne olacak' diye bakınıyorum. Önemli olan hiçbir şey yoktu. Servis geç geliyordu. Yaşam üzerinde durmaya değmeyecek küfürle karışık bir şaka gibiydi. Biz de keyifle arsızca sırıtıyorduk. Hayat hâlâ  sorunlu ve gelişigüzeldi.
* * *
Mutlu ve yeni evli bir çift arkadaşı ziyaret ettikten sonra o gece hiçbir zaman evlenmeyeceğime dair içimden yeminler ettim. Huzur ve mutluluk, güven ve istikrar rezalet şeylerdi. Eski arkadaşlarımın bir çoğu ya düzgün bir işe girmişler ya da delirmişlerdi. İçlerinde bir tanesi hem işe girmiş, hem de delirmişti. İkinci sebepten askerlikten de yırtmıştı. Delirenler çok ciddi dozlarda ilaç tedavileri görüyor, hastanede yattıkları dönemlerde yer değiştirmeleri sadece an meselesi olan insanları ziyaretçi olarak kabul ediyor, işe girenlerse çalışıyor ve pazar günleri sinemaya gidiyorlardı.
* * *
Sanki her şey onları yazacağım için, dikkatimi dağıtmamak için yavaşlatılmış tekrarını oynuyor.
* * *
Buradan çıktıktan sonra gitmek istediğim herhangi bir yer yok bugün.
* * *
Sokaklar yamula yamula içi bayılmış insanlarla doluydu. Tüm yaptığımız onlarla bizi ayıran çizgiyi belirginleştirmekti. Onlarla en büyük ortak noktamızsa aşağılık bir korkuydu. Çizgisinde dolaştığımız yoksulluğun yanlış tarafına düşme korkusunu taşıyorduk içten içe hepimiz.
* * *
Katı halinin kendi sıvı halinin içinde yüzeceği mumu tamamlamama az kaldı. Küçük mumların  üzerinde yüzdüğü erimiş mum havuzu ile  ortasındaki sütun arasında daha sağlam bir bağlantı sağlamam gerekiyor. Doğum gününe yetiştirebileceğimi tahmin ediyorum. 
* * *
Saçmasapan şeyler üzerine ciddi ciddi konuşup, ciddi şeyler üstüne saçmasapan konuştuk. Gençliğimin nasıl geçeceğini merak ederken gençliğimin ağır ağır geçip gitmesi gibi, hayatımın nasıl geçeceğini merak ederken hayatımın son yıllarına vardığımı farkedebilirdim. Hayalkırıklığı beklentilerle ilgili. Kimse hayatın keyifli ve eğlenceli bir oyun, bir serüven olduğunu söylemedi. Bunu ben uydurdum.
Üç bardak şarapla, güneşli bir öğleden sonrası sokağına baktım. Hayat şimdi büyük bir can sıkıntısı olarak görünüyordu. Duygu'yu özledim. Sanki birtek o bunun farkındaydı. 
Uyuyamacağımı bilerek, uyumayı da hiç istemeden uzandım. Kabarmış duvar kağıtlarının arkasında gezinen kapkara hamam böceklerinin hışırtılarını dinliyorum.
Bildiğimiz anlamdaki dünyanın sonuna geldik. Bitmeyen işlerin, fatura kuyruklarının, sıkışık otobüslerin, ev kiralarının, sığ çekişmelerin ve manasız çırpınışların sonuna geldik.
* * *
Dün gece Tanrı üzerine düşündüm. Tanrı'nın evreni, bizi özel ve anlamlı hissettiren en iyi hikâyelerinde bile bir yığın gereksiz ayrıntıyla dolu, zaman zaman sıkıcı, bazen büsbütün anlamsızdı.
 Ama başka bir dünya daha vardı ve o dünya kelimelerden ve bir takım rastlantısal durumların yarattığı yargılardan -çünkü söylenmeyenin yazılmaya ihtiyacı vardır- uzak tek gerçek ve güzel dünyaydı. Ama orası neredeydi, hiç belli değildi. Sanırım bunu da ben uydurmuştum.
* * *
Başka birine açıkça tercih edilmenin verdiği gurur kırıklığı, eski günlere duyulan yakıcı bir özlem, mutlulukları ve sevinçleri kendine ait bir parça gibi yanına almış giderken, aynı zamanda bir kısım problemleri de çekip götürmesinin verdiği belli belirsiz rahatlık, her şeyin biraz daha olduğu gibi göründüğü sıkıcı gerçekliğe, bir masaldan kamaşmış gözlerle dönmenin yarattığı hafif şaşkınlık. Sonrası alışkanlıklar, farklı bir gerçekliği unutuş ve inkar.
                                             
-SON-  


                                                                             












Bu blogdaki popüler yayınlar

Maria Volkan AY [roman]

Taşta bir tuhaflık vardı. Taşın üstündeki ışık yansıyan bir ışığın parıldaması gibi görünmesine karşın taşın kendi içinden geliyordu. Çok geçmeden onu bir pusula gibi avucunda tuttuğunda ışığın belirli bir yönü işaret ettiğini keşfetmişti. Kahvesini büyük karton bir bardağa alıp, saç bandını taktı. Üstüne hafta sonları neredeyse üstünden çıkarmadığı kırmızı kapşonlusunu geçirip anahtarı eşortmanın cebine atıp dışarı çıktı. Bordo renkli yuvarlak taş onu yönlendiriyor, bir yere götürüyor gibiydi.  Taşın onu kendi  ilk bulunduğu yere yeniden götürdüğünü keşfetmesi uzun sürmedi.  roman indir     m.a.r.i.a OYUNUN RUHU kitabı satın almak için tıklayın 1. Başlangı ç Dünya büyüyor, kalabalıklaşıyor ve çağlar birbiri ardına açılıp kapanıyorlardı. Maria kafasını boşaltmak i ç in ç alıştığı onaltıncı kattaki şirketten kafasını caddeye doğru dışarı ç ıkarıp "RAAAAAAA" diye bağırdı. Haftasonuna bırakmak istemiyordu çü nk ü hafta sonu gelmek istemiyordu. Ç oğunlukla sinirlenmiyo

Tur Dağı Paramparça Volkan Ay [roman]

TUR DAĞI PARAMPARÇA VOLKAN AY kitabı satın almak için tıklayın Uzak göklerde ve tamamlanmamış yıldız atlaslarında aranılan Marla'ya... ve toprak parçalarında nefeslenen başka ruhlar da, onun sessiz ışıltısını görmek, tek nefeste söylenilen adını seslenmek için asırlarca dolaşmıştılar uzun bir lanete uğramış ya da herşeyi açığa çıkarıp berraklaştıran efsunlu bir gök yağmuruna tutulmuş gibi  Tur Dağı Paramparça  Roman İndir     Birinci Kitap     HERŞEY VAHŞİ HERŞEY SESSİZ                       Bismillahirrahmanirrahim;   Bu defteri Recebülevvel ayının onyedisi yahut onsekizinde yazmaya başlıyorum. Defter Atlıhisar kasabasının   dağ k öyünden başlar, yürüyerek veya at   üstünde geçtiğimiz topraklarda, deve tepelerinde sallanarak aştığımız çöllerde ve yelken açtığımız denizlerde yaşadıklarımızı anlatır. Yola çıkışımızdan, g üvenli taş duvarlarla çevrili   sıcak yataklarımızın huzurlu sıcaklığına varıncaya dek her günü, her yolu, geçtiğimiz her çö

TUTKU VE SIR, VOLKAN AY, ROMAN [PULP]

  Kasabanın ölüm meleğinin gece sorgusundan sonra eski bir Amerikan arabasıyla Route 66'i Los Angeles'a varana dek sürmek dışında bir planı kalmamıştı. Boş tren istasyonuna ürkütücü bir sessizlik hakimdi. Altı blok ötede boğazı maket bıçağıyla kesilmiş bir makdulun cesedi ahşap bir bavul içinde bir çöp tenekesinin yanında çürüyordu. Türkiye'den gelen 16yy'a tarihlenmiş bükümü ve yalmanıyla darbe ve kesim gücü yüksek, oldukça keskin nadir bir kılıç ahşap kadife kaplı kutusunun içinde takırdayarak giden eski bir trenin lokanta vagonunun masalarının birinde pencerenin hemen yanında duruyordu.  TUTKU VE SIR VOLKAN AY roman  indir 1 "Köpekleri Puik gibi" "Puik?" "Vardı ya Zagor'da uyuz bi köpek" Duvardan atladılar. "Rintintin" "Puik" "Rintintin konuşabiliyordu en azından" "Ama bekçi var bir tane" Karanlığın içine sindiler. İnşaat alanı çok sessiz ve  büyüktü. Gündüzleyin içeri girmeyi denemiş fakat içe

BANA KAHVE ISMARLA

 Diyelim ki romanlarımdan birini ya da tamamını okudunuz ve bana kahve ısmarlamak istiyorsunuz. İşte bunun için bir bağlantı. Şimdiden Teşekkürler...   BANA KAHVE ISMARLA ya da Türküz türkü çığırırız nedir bu dolar işleri diyorsanız. Doğrudan IBAN numaram: Volkan AY : TR02 0006 2000 2050 0006 8734 68 Bana kahve ısmarlayın.     The publishing world is facing a crisis today. Magazines are closing one by one. Publishing houses cannot print books. The biggest reason for this is the huge increases in paper prices. We need the attention of especially aristocratic bourgeois families who have always supported art and science. This method, which was also tried by Stephen King, the author of fluent novels, tries to eliminate all kinds of intermediaries between the reader and the writer. Yayıncılık dünyası bugün bir krizle karşı karşıya. Dergiler tek tek kapanıyor. Yayınevleri kitap basamıyor. Bunun en büyük sebebi kağıda gelen büyük zamlardır. Sanata ve bilime her daim destek olmuş özellikle ar

Gece Köpekleri Volkan Ay [roman]

  Gökyüzünün büyük nükleer savaş ve sonraki kimyasal silahların kullanıldığı döneminden kalan çürümüş bataklık yeşilinin önceleri daha zehirli bir parlaklığı vardı. Sonraları ölmekte olan bir sarmaşığı andıran gök zaman zaman gün batımlarında eski televizyon dizilerinde gördüğümüz, çocukluk günlerinden hatırladığımız gibi iç karartıcı bir bakır kırmızısına dönüyordu. Böyle zamanlarda nedenini bilmesek de Shelly daha üzgün görünürdü. Uyanamadığımız bir rüyanın ya da gerçekliğini inkar ederek kurtulmaya çalıştığımız eski bir anı parçasının içinde sıkışıp kalmış gibi.  GECE KÖPEKLERİ VOLKAN AY roman  indir Satın almak için tıklayın     "...bütün mümkünlerin, esasında ebedi olarak hazır [actuel] olduğunu ve halin geçmişten ibaret  ve geleceğe gebe bulunduğunu, geleceğin mümkün olmaktan ziyade, yüksek idrakın gözünde zaten var olduğunu, mümkün ile varlığın ayrılması bizim görüş tarzımızda asıl şeyler arasında zamanın konmasından doğan bir kuruntu olduğunu kabul etmek lazım mıdır? Bu do