1.
Danseden köy
“Kim o?”
“Sadece yardım arayan yaşlı ve yorgun bir adam”
Kapıyı açtı.
“İçeri gelin”
Dışarıda fırtınanın uğultusu vardı. Paçavralara
benzeyen elbiseler giyinmiş olan yaşlı adam onlara gece ve gündüz demeden köyün
meydanında dans eden köylülerini anlattı. Köye nerden geldiği belli olmayan
yabancılar gelmiş, geldiklerinden beridir de davul çalıyorlardı. Biri başlıyor,
sonra uyumaya gidiyor diğeri devam ediyordu. Sesleri duyanlar yaklaşıyor, dans etmeye
başlıyor ve çıldırana, akıllarını yitirene dek, yorgunluktan fenalaşıp yere
düşene dek dans ediyorlardı. Kimse efsunlu yabancılara yaklaşamıyordu. Köylüler
yeni durumu ağırbaşlılıkla kabul etmiş, onlara bu kaderi yaşatan tanrılarına
karşı anlayışlı olmaya çalışarak onları daha fazla kızdırmamaya gayret ediyorlardı.
Kırmızı kamyon horuldayarak dağ yollarına
düşmüştü. Yollar engebeli, karanlık ve rüzgarlıydı. Sue yol boyunca şarkı söylüyordu.
Buhar saçarak giden yaşlı lokomotif
Paslana paslana çürür yakınlarda
Buhar saçarak giden lokomotif
Çürür yemyeşil kırlarda tek başına
Vardıklarında sabaha karşı köyün meydanında
indiler. Sabahın aydınlığında ve serin ayazında onlarca köylü hiç durmadan
davulların sesiyle tuhaf hareketlerle dans
ediyorlardı. Bunun kendi seçimleri olmadığı aşikardı. Tom kaderi,
yaşamı, zamanı ve yaşadıklarının anlamını düşünüyor, irademizin bunlar
üzerindeki payının ne olabileceğine kafa yoruyordu. Vardığı sonuç bunun bir tür
büyü olduğuydu. Davul çalanlara yaklaşanlar görünmez bir güçle etrafa
fırlatılıyorlardı. Uzun sakallı ve sarık takmış olan bu insanlar bu yöre için
garip görünüşlüydüler. Tom arbaletini
çekip onlara ateş etti ancak arbaletin oku da aynı fırlatılıştan nasibini aldı.
Ok davul çalana yaklaştığı anda dışarı püsküren bir güçle etrafa saçılmıştı.
Davul çalanlar efsunlu bir ritme kapılmış gibi kendilerinden geçmişlerdi. Meydanda
oynayanları zorla uzaklaştırmaya çalıştıkları zaman vahşice delirerek
direndiklerini söylemişti ve giderek yenileri davullara kapılmıştı. Kulaklarını
tıkayıp yardıma gelenleri de aynı son beklemişti çünkü bu davulların insanın
içini titreten titreşimleri yaklaştıklarında bütün bedenlerini sarıyor ve karşı
koyamıyorlardı. Yine de işte görünen o ki bazıları bundan hiç etkilenmiyordu. Etkilenmeyenlerin
ortak noktalarını bulmaya çalışmaya karar vermişlerdi, görüşebilecekleri
herkesle görüşmüşlerdi ve saatler sonra da ellerinde hiçbir şey yoktu.
Bu köy yeşil şehirle yoğun ticaret ilişkileri
vardı. Sue yeşil şehirin son zamanlarda öne çıkan en temel özelliğinin krala
isyan eden ve karşısına dikilen parlamento yanlılarının kalelerinden biri
olmasıydı. Bu parlamento yanlısı soylular görünüşte halkı temsil edeceklerini
söyleyerek tanrının bu ülkedeki yansıması olan kralın buyruklarını ve iradesini
sorgulatacak meseleleri kendi başlarına konuşacakları bir meclis kurma
hayaliyle yanıp tutuşuyorlardı. Büyük toprakları olan, işletmelerde sahibi,
plantasyonlardan yeni açılan fabrika dedikleri demir çelik işletmelerine kadar
güç ve nüfuz sahibi olan bu adamlar kralın isteği üzerine şimdilik baş şehirden
uzakta konumlanıyorlardı. Eğer toplanmaları ve bir ordu kurmaya teşebbüs
etmeleri durumunda ülkelerine ihanetle suçlanacakları açık bir şekilde
kendilerine bildirilmişti. Fakat kral kötü giden zamanlarda onlardan borç
almayı da bırakmamıştı. Bazen karşı karşıya tek tek geliyor, kralın adamları
tarafından yakalanıp getiriliyor ya da çağrıya kendileri uyuyor, nihayet
borçların silinmesi karşılığında kafalarını onlara bağışlıyordu. Sue de Tom
gibi bunun bir büyü olduğunun farkındaydı ama aradaki bağlantıyı konuşmalar tek
tek aklına geldiğinde zamanla çözmüştü.
“Sadıklar” dedi. “Sadıklara hiçbirşey olmuyor”
Parlamento yanlıları zengin soylularla, halkın
gerçek vekili ve hamisi, tanrının yeryüzündeki gölgesi olan yüce krallık
arasındaki çatışma pek çok düzeyde yürüyordu. Bunlardan biri de karanlık cadıların
dört nala geceler boyu at koşturdukları yeraltı ve büyü dünyasıydı. Görünen o
ki, cadılardan biri kraliyetin karşısında toplanmaya başlayan ve kralın gücünü
zayıflatmayı amaçlayan kalabalık için küçük düşürücü, neredeyse komik, sefil
bir ölüm yöntemi bulmuştu. Sue yanılmadığını davulcuların kim olduklarını
araştırdığında emin olmuştu. Onlar cadıyı devirmek ve yeraltındaki gücünü
zayıflatmak için onun köyünü ve cadının
evini ziyaret etmiş, cadı ise onları büyüleyerek civar köylerde davul çalarak
dolaşmaya göndermişti. Cadının evine ulaşmaları gerekiyordu.
Kırmızı kamyonlarını çalıştırıp yapraksız karanlık
ağaçların büyüyerek birbirlerine yaklaşıp dallarının birbirine dolaştıkları ıssız
yola doğru sürdüler. Ağaç dallarının bu hali gündüzleri loş hatta karanlık havası
olan ıssız yola bir tünel havası veriyordu. Yıldız ışıkları ve ayın sarı
seremonisi altında bu girintili çıkıntılı dallar zeminde rüzgarla hareketlenen
karmaşık bir zemin oluşturuyorlardı. Geceyarısına doğru bu uzun dallarla örülü
tünelden çıkmışlardı. Kamyonetin arkasında yatıp içeri girmek için sabah
olmasını beklediler. Sabah cadıların en zayıf oldukları saatti.
“Anlamıyorum” demişti Tom yatmadan hemen önce
Sue’ya. “Bu bir grup kendilerinden başka bir şey düşünmeyen zengin züppe
soylunun onları temsil edeceğine nasıl inanıyorlar.”
Söylediklerine göre onların yani büyük
kalabalıkların ne idüğü belirsiz bazı hakları
vardı ve onlar bunları krala karşı savunacaklardı. Tamamen belirsiz
müphem ifadelerle kafaları bulandırarak ortalığı karıştırıyorlardı.
Serin gecenin sonunda köye yaklaşmaya başladıklarında toprak yol kıvrılarak ve
engebelerinden giderek kurtularak önlerinde aşağı doğru açılıyordu. Köy
çeşmesinin yanında köylüleri gördüler. Ahşap merdivenlerle çıkılan büyük, iri
gövdeli ağaçların etrafında küre şeklinde yuvarlak çatılı inşa edilmiş ağaç
evlerde yaşıyorlardı. Ağaçların dalları bu evlerin gövdelerinden hatta
çatılarından çıkıp yükselmeye devam ediyordu. Onlara bağımsız problem
çözenlerin kraliyet onaylı lisansını kalın parşömeni açarak gösterince halka
şeklindeki bir balkona davet edilmişlerdi. Tırmandılar. Başka bir çeşit ağaç
daha büyürken ince gövdeleri baklava şeklinde örülerek korkulukları
oluşturmuştu.
“Cadıları sevdiğinizi biliyorum” dedi Tom. “Sizi
koruduklarına inandığınızı. Ancak şu anda bir soruşturmanın ortasındayız ve tüm
şüpheler bu köydeki karanlık bir cadıyı işaret ediyor”
Dikkatlerini çekmeyi başarmıştı.
“Kardeşleriniz kendilerinden geçmiş gibi dans
ederek ayakta ölüyor ve sessizce tek tek yere devriliyorlar. Onlara yardım
etmemiz gerekiyor. Size yalvarıyorum. Bize cadıyı verin”
Ama cadıyı vermediler. Belki cadıların yaptıkları
tuhaf işlerde bir keramet olduğuna dair köylülere özgü inançları paylaşıyorlardı.
Belki de bu tür bir hareketin cadının öfkesini
kralın adamlarına karşı gelenlerden, kendilerine dönmesine yol
açabileceğinden haklı olarak şüpheleniyor, tedirgin oluyor ve korkuyorlardı. Ama
tek başlarına köyde gezerek araştırma yaparken yanlarına gelen genç bir çocuk
durumu değiştirdi ve ona ormanın içindeki cadının evini tarif etti. Bu durumun
saçmalığından ve kötülüğünden onu sorunlu tutuyordu. Davul çalan adamlar
geldiğinde o da köydeydi ve henüz cadı onların ellerine birer davul vermeden ve
köylere göndermeden önce zararsız insanlara benziyorlardı.
Cadının evinde onları bekleyen bir tuzak vardı.
Kanlı bir çatışma oldu. Cadı kendilerini ne maksatla aradıklarını öğrenmişti.
Kapıyı çaldılar. İçeriden ses çıkmayınca açık kapıdan sessizce içeri girdiler.
Arkalarından kapı kapandı. Cadı en güçlü olacağı yerde şimdi düşmanlarıyla
başbaşaydı. Kapı kapandıktan hemen sonra cadının fırlattığı bıçaklardan
kaçtılar. Kılıçlarını çekip ona yaklaşmaya çalıştılarsa da cadı çok hızlı
hareket ediyordu. Süpürgesine binip kapıya doğru sürerken Sue’ya elindeki
sopayla güçlü biçimde vurdu. Sue çatışmanın dışında kalmıştı. Cadı eline üfledi
ve çıkarttığı alev topağını Tom’a yolladı. Tom tam olarak kaçamadığı bu alevle bir
yandan yanarken bir yandan da saklanmak için masayı önüne devirdi. Sırtından
arbaletini çıkarıp hızla cadıyı ok yağmuruna tuttu ama cadı hala onlar için çok
hızlıydı. Evin içinde çok hızlı şekilde hareket ediyor ve yer değiştiriyordu. Yeni
bir ateş topu Tom’un elindeki korunmak için aldığı tezgahın üstünden aldığı tepsiden
sekip devrilmiş masada patladı ve masa tutuşup yanmaya başladı.
“Bana o sefilleri savunmaya mı geldiniz?” diye
sordu cadı yüksek sesiyle güçlü biçimde.
“Buraya bir davayı çözmeye geldik” dedi Tom.
“Ve izler bizi buraya getirdi”
“Köyden alacağınız parayı size ben verebilirim”
dedi cadı.
“Bunun parayla bir ilgisi yok” dedi Tom.
Kılıcını çekip savuracağı sırada cadı bir vazodan
eline döktüğü küle benzeyen bir şeye üfleyerek toz bulutunu Tom’un üzerine
savurdu. Tom kısa bir süreliğine görme
yetisini kaybetmişti. Uzaklaştı. Kapının yakınında olduğunu biliyor ama
çıkamıyordu da. Cadı onları içeri kilitlemişti. Gözlerini acıdan açamıyordu. Cadı
ona bir kement fırlattı. Kement hemen Tom’a sihirli bir biçimde dolanıp onu
hareketsiz bıraktı. Kılıcını yere düşürmüştü. Kafasına inen bir sopayla
kendinden geçti. Yeniden kendilerine geldiklerinde Tom ve Sue birer sandalyede
bağlı olarak oturtuluyorlardı. Cadı onları yeraltına indirmişti. Bu aşağı
bodrum kat izbe ve karanlık bir yerdi ve her yer toz içindeydi.
“Sizi öldürmek isteseydim bunu şimdiye kadar
çoktan yapmıştım” dedi cadı.
“Çok uzun zamandır birlikte takılıyorsunuz,
problem çözüyorsunuz, bence çok da sevimli bir çiftsiniz” diye güldü.
“Bizden ne istiyorsun?” diye tısladı Sue.
“Hemen konuya geliyorsun, bu güzel bir alışkanlık”
diye gülümsedi cadı.
“Madem bu kadar isteklisiniz, sizin probleminizi
çözeceğim. Başka köylere seyahat edemeyecekler” Sonra önlerinde ileri geri
yürümeye başladı.
“Ama bunun bir bedeli olacak. Bedelinin ne
olacağını daha sonra anlayacaksınız”
“Problemi çözebilmek için bedel ödemeye hazırız”
dedi Tom.
“Yukarda bir iksir hazırlıyorum. Benden geldiği
için koruyucu ve sizi dışarı fırlatan kalkanlarını aşacaktır. Fakat onlara
gerekirse zorla içirilmeleri gerekiyor.”
“Gerekirse okların içine koyar onlara fırlatırız”
dedi Sue.
“Bu problemi çözecektir”
Kırmızı kamyonlarına atlayıp aynı yolları yeniden
ancak daha hızlı aldılar. Köyde ölenler gömülüyor ancak yerine yenileri
katılıyordu. Sadık olanları sadakatleri koruyor ve onlara hiçbirşey olmuyordu.
Cenazeler için çukurlar kazıyor, cesetleri ayaklarından ve kollarından tutarak
bu çukurlara gömüyorlardı. Davul çalanlara yaklaşıp ellerindeki iksiri
içirdiler. Direnme ile karşılaşmamışlardı. Kısa bir süre sonra sakallı adamlar
davul çalmayı bıraktılar ancak boğazlarını ve midelerini tutarak yere
yuvarlandılar. Can çekişerek ölüyorlardı. Bunun cadının bahsettiği bedel
olduğunu anlamışlardı. Köyden paralarını alıp yeniden yola çıktılar. Tehlikeli
Vadi’ye gidiyorlardı.
“Epey geciktik” diye bağırdı Tom. “Lanet olsun”
“Umarım bu sürede yeni cinayetler işlenmemiştir”
diye fısıldadı Sue.
Kırmızı kamyonları horuldayarak ilerliyordu.
2.
Tehlikeli Vadi
Tehlikeli Vadi büyük ana yolların kesişiminde, son
derece merkezi bir yerde konumlanmıştı. Bu ticaret yapabilmek için avantaj
sağlayan durum başka pek çok açıdan bir dezavantaja dönüşüyordu. Vadiyi
çevreleyen dağ sıralarının durumundan ötürü sonbahar ve kış felaketlerle
geliyor, dağları zorlayan ayaz rüzgarı açıklıklarda ve aralıklarda birikip
boşluklarda kendi etraflarında dönüp sertçe
vadiye akıyordu. Soğuk rüzgarlar o günlerde fırtınalarla yaklaşıyor,
dondurucu bir iklim bazı seneler oraya uğramış bütün soğuğa alışkın olmayan
yolcuları ve verimli topraklarında tarım adına ne hazırladılarsa ayaza
kesiyordu. Hastalığın yayıldığı devirdeki yürüyen ölüler zamanından kısaca
hastalık ya da illet diye söz ederlerdi, herkes bu hastalığın isimsiz tek
başına neye tekabül ettiğini bilirlerdi. Vadi, yürüyen ölülerin sürüler halinde
saldırılarına uğramıştı. Aylaklar tam olarak yok edilmeden evvel bu vadi gibi
merkezi yolların kesişimlerinden pek çok can almış, yine pek çoğunu kendi aylak
sürülerine katmışlardı. Tehlikeli Vadi savaşlar döneminde de uzak köylerin
aksine pek çok defa işgal edilmiş, eski kralın oğulları arasında defalarca el
değiştirmişti. O dönemlerden bu yana orada yaşayanlar tarafından da benimsenmiş
olan Tehlikeli Vadi ismi genel olarak kabul görmüştü.
Tom ve Sue’nun Tehlikeli Vadi’den bu ilk
çağrılışları değildi. Sahte kağıt paraların çoğalması ve daima büyük bir
öfkeyle vadiye geri dönmesi üzerine çaresizce onları aramışlardı. Paraların
kaynağını bulamıyor ve gerçeğinden ayırt edebilmeleri neredeyse imkansızdı. Ne
zaman ki yağmur yağıyor ya da para bir biçimde ıslanıyor, çamaşır tenekesinden
çıkıyor, paradaki mürekkeplerden biri akıyordu. O ana kadar kralın mührüne
kadar herşey aynıydı ve ayırdetmek olanaksızdı. Tom’a göre ise asıl sahte para
yapıcılar kralın adamlarından başkası değildi. Çünkü kağıt paralar aslında kralın
kasasındaki altınların sahibinin kim olduğunu ifade eden bir kağıt parçasından
ibaretti ve o değerde olmalıydı. Kralsa uzun zamandır kasasında hiçbir
karşılığı olmayan kağıt paralar üretiyordu. Yakında aynı miktarda yiyecek için
ödenecek tutar bu yüzden katbekat yükselecekti. Yani normalde kağıt paraların
anlamı belli bir arazinin kime ait olduğunu gösteren bir evraktan farkı yoktu.
Ama artık basılan paraların işaret ettiği araziler yeryüzünde bulunmuyordu.
Bunu yapmanın gerçekte olmayan bir araziyi evraklandırmaktan bir farkı yoktu.
Adeta ekonomik bir felaket, yaklaşan bir
tren gibi çanlar çalarak geliyordu. Vadi insanları ise ekonomiden anlamıyor,
sadece isimlerini dolandırıcıya çıkaran ve ticari itibarlarını sıfıra indiren,
onlara karaçalan bu lekeden kurtulmak istiyorlardı. Tehlikeli Vadi olan
isimlerini bir kez daha doğrulayan kaynağı asılsız paraların nereden
çıktıklarını bulmaları için onları tutmuşlardı. Kırmızı mürekkebi akan paralar
onları mürekkebin yapıldığı bitkilerin yetiştiği yere götürmüştü. Orada ormanın
karanlık derin bir yerinde uzun zaman gözlem yapmışlar, mürekkebin yapıldığı
dilkanatan otunu toplayanların evinde yaptıkları gizli araştırmalarda
aradıkları adamı bulup sorgulamaya götürmüşlerdi. Adam da Tom ve Sue’yu uzun ve
sert geçen bir sorgulamanın sonunda yorgun halde gizli yeraltı matbaalarına
götürmüştü. İşe karışanların çoğu şimdi kaçak durumdaydı yakaladıkları adamı
ise kralın zindanlarına göndermişlerdi.
Tom gençliğinde hayatın ne olduğunu ve onunla ne
yapacağını hiç bilmiyor gibi hareket ediyordu. Askerliğini yaparken savaşçı
kılıç ve ok yetenekleriyle dikkat çekmiş önce kralın adamlarına ardından saray
muhafızlarına katılmış, döndüğünde Sue ile karşılaşmıştı. Sue herşeyi
anlamlandıran ve dağınık duran şeyleri hani öyle denir ya taşları yerli yerine
koyan bir şeyin arayışı içindeydi. Bu
sihirli parça önce birbirlerinden başkası değildi. Onu sokakta gördüğü gün
peşinden gitmiş, sorular sormuş, birlikte yürümüşler ve herşey çok hızlı
gelişmişti. Sue olmasaydı belki korsanlık sertifikasını alıp düşman ülkelerinin
gemilerine saldırmak için denize açılacaktı. Sue herşeyi değiştirmişti. Ancak
kralın adamlarından aldıkları lisansla maceraya aç gibi önlerine gelen kasaba
ve köylere saldırmalarında, içlerinde her daim serüvene yatkın olan yana, o
yönlerine aslında belirsiz bir arayış duygusu eşlik ediyordu. Zamanın onlara
açtığı boşluğu heyecan verici hikayelerle doldurarak adeta belayı savuşturur
gibi bir halleri vardı. Bela onlar için hayatın anlamsız yeknesaklığından
sızan, sırlı bir tedirginlik ve boşluk duygusu veren bir belirsizlikti. Kader
sanki onları ördüğü ağının içinde çırpınan diğer yaratıkları gibi hiçbir zaman
dokusunun içine sızamadıkları gizemli bir hikayenin içinde şuursuzluğa
sürüklüyordu. Belki aradıkları herşeyden ve tüm düşüncelerden kurtulduklarını
hissettikleri an bu şuursuzluk anıydı. Zamanın ve kaderin sırları bir kuşun
kendiliğinden ve kolayca uçuşu gibi anlamlı, iyi anlaşıldığı yanılgısı yaratan
ama aslında hakkında hiçbirşey bilmedikleri
bir gizemdi. Sue derin sezgisiyle bu
kavrayışa daha yakın bir dikkatle mesela karıncaların yuvalarının etrafına kum
tanelerini tek tek taşıyarak duvar örmelerini izleyerek sessizce bakardı. Bir
sonraki mevsime kalmayacaklarını belki bilerek belki bilmeyerek kaybolmayan bir
dikkatle kendi kaderlerini izleyerek sanki tam bir mutlulukla tamamlamalarında
anlaşılmayan bir yön bulurdu.
Parlemento yanlıları şimdi masalsı dünyanın
şiirini öldürmek üzre geliyorlardı. Sue bunu daha dişil bir kabullenişle
karşılıyordu, Tom ise daha mücadeleci bir yaklaşım içinde zamanın gidişini
belirli bir yöne kör gibi sanki bir inançla, varmak istediği belirli bir yer
varmış gibi ilerleyişine dokunabileceğini, buna müdahale edebileceğini
düşünüyordu.
Kendilerini bıraktıklarında su gibi berrak akıp
giden hayatları, yaşadıklarının anlamını öğrenmeye çalıştıklarında, çok istekli
bir heves, koşulsuz bir niyetle yaklaştıklarında önlerinde sert tuğlalardan
oluşan bir duvar dikiliyor, herşey gaddarca karmaşıklaşıyor, aşılmaz ve
geçilmezliğini net bir biçimde hissettiriyordu. Sanki bu duvar onları
parçalayıp yok edecek bir ışıktan koruyor gibi hissettirmişti Sue’yi bir
zamanlar. Ama şimdilerde elinde olsa bir balyozla bu duvarı parçalamak isterdi.
Ne olacaksa olsundu.
Gençliklerinde bir kamyonet alıp nedensizce
yollara düşmek fikri vardı akıllarında. Çiftliğe çevirdikleri evlerini böyle
bozmuşlar, ineklerini böyle satmışlardı. Yakınlardaki bir sürü dağılmıştı, ilk
işlerini böyle almışlardı. At sürüsünü civar arazilerden toplayıp geri
getirmişlerdi. Yol boyunca sanki önlerinde bir anlığına belirerek onları
peşinden sürükleyen ancak hiçbir zaman ele geçiremedikleri o tuhaf şeyin tadını
ilk böyle almışlardı. Sanki bir zen koanı gibi bir defa daha yeniden okunsa
anlaşılacakmış duygusu veren bir yanılgı, tuzaklı bir histi. O hisse kapılıp
kalıyor ama asla ele geçiremiyordunuz. Bu aşka çok benziyordu ama kesinlikle
aşk değildi. Tatlı içme suyu ile içtikçe daha çok susatan deniz suyunun
birbirini andırmasıydı daha çok. Bunu yaşamışlardı. Aşka benzediği nokta; aşkın
içine girdikçe, aşka kapıldıkça deniz suyu içmiş gibi daha fazla bu merakın
cezbesine, çekiciliğine kapılıyor, böylece yeniden bir daha kendinizi
kurtaramayacağınız tuzağa daha kuvvetli çekiliyordunuz. Hatta belki aşkı çekici
kılanda yalnız buydu. Sınır durumlardan sadece biri olmasıydı. Zihnin oyalayıcı
meşguliyetinden kurtulmak için bir şeye kendini kaptırmak, onda kaybolmak,
kaybolduğunda kendini bir süreliğine varoluşun hüznünden ayırabilmek, belki
huzurunu ve neşesini yaşayabilmekti kısa bir süreliğine de olsa.
Kasabanın yolunda, Tehlikeli Vadi’nin kıyısında
yılan gibi kıvrılan yolları inmeden evvel, sarp bir kayalığa kocaman
kamyonlarını çekip matlarını serip yere uzandılar. Parıldayan gökyüzü
milyonlarca yıldızıyla derinliğine gidiyor, karanlığa alıştıkça ve bakmaya
devam ettikçe daha fazlası göz kırpıyordu. Aşağıdan, vadiden gelen patlama
sesleriyle doğruldular. İki ışık tepeye kadar kayarak çıkıp, onların bulunduğu
yüksekliği de biraz aşarak patladı ve yüzlerce küçük ve parlak parçaya bir
çiçek gibi açılarak dağıldı. Sonra bu havai fişek gösterisinin uzun bir devamı
geldi. Aşağıda bir soylunun doğum günü ya da düğünü gibi şenlikli bir kutlama
yapılıyordu. Aşağıda nokta kadar görünen
hareketli bir meşale geniş açıklıkta dolaşarak havai fişeklerin fitillerini
ateşliyordu. Fişekler birlikte akarak yukarı tırmanıyor, eş zamanlı olarak
topluca patlayarak farklı farklı renklere dağılıyorlardı. Bazen sadece
arkalarında uzun birer kuyruk bırakarak ikiye ayrılıyor, bazen de birinin
açıldığı yükseklikten bir diğeri çıkarak daha yükseklerde yeniden patlayarak
açılıyorlardı. Gösterinin bir yerinde bir anda atılan on kadar havai fişek
tepeye kadar ışıklı bir nokta olarak tırmandıktan sonra teker teker çok büyük
küreler olmaya doğru açıldılar. Sanki balon gibi şişiyorlardı yavaşça. Bu
küreler onlara doğru büyüyerek yaklaşıyor ve yaklaşırken yavaşça
irileşiyorlardı. Sonra kayan yıldızlara benzer şekilde her bir parçası ayrı
ayrı sönüyordu. Kürelerin ardından saçılmış yıldızları anımsatır biçimde
dağınıkça yavaşça sönenleri geldi. Bir an gökyüzündeki tüm yıldızların da böyle
bir patlamadan sonra öylece asılı kalmış olduklarını düşündü. Tom bu komik
düşünceyi Sue’ya anlatınca, Sue bir süre sonra, “Eğer bilginlerin ve
filozofların dediği kadar çoksalar ve büyükseler, yani kumsalları dolduracak
kadarsalar, biz düşündüğümüzden de epeyce daha ufağız” dedi. Tom “Eskiden
yıldızlar pul pul geceden kayıp dökülmesinler diye adaklar adar, ayinler
düzenlerlermiş” diye hatırlattı. Tom bilginlerin bazısının yeryüzünün
kenarından düşebilecekleri gibi portakal şeklinde olduğunu iddia ettiklerini de
duymuştu. Buna inanan Sue’nun denizdeki ufuk çizgisinin eğriliği kanıtını da
dinlemiş olmasına rağmen yine de pek ihtimal vermiyordu. Sue ona sürekli batıya
gidenlerin neden hiç dönmediklerini sordu.
Çünkü ona göre o kadar büyük bir yuvarlaktı ki hiçbir zaman yeniden
oldukları yere geri dönemiyorlardı. Tom haklı olsaydı dünyanın köşelerine
ulaştıktan sonra pekala geri dönebilirlerdi. Portakalın etrafını dolaşmak için
doğuya giden gezginlerse vardıkları yerde uçsuz bucaksız sonu hiçbir zaman
gelmeyen bir denizin başladığını anlatmışlardı. Dünyanın ters tarafına geçmeye
çalışmak çocukça bir düşünceydi çünkü mümkün olsaydı bile hayatlar sürerdi.
“Diğer tarafta ne var sence” diye sordu Tom. Hala
dünyanın düz oluşuna atıf yapıyordu. Sue yorulmuştu. Kılıcını çekmeye ise
üşeniyordu.
“Başka yıldızlar, bambaşka yıldızlar” dedi yine de.
Çoğunlukla sadece soylular ve üst sınıf
zenginlerinden işsiz güçsüz takımı okullara devam ediyor, böylece halk gereksiz
ve kafa karıştırıcı bilgilerle zehirlenmiyordu.
Kasabaya vardıkları ilk saat böyle bir tartışmanın
alevlenmesi sonucu silahlarına sarılmışlardı. İri yarı bir adam açıkça
parlamento yanlısıydı ve silahlıydı. Modern eğitimin zehrini savunuyordu. Meyhaneden
birlikte dışarı çıktılar. Adam hemen silahını çıkartıp Tom’u sindirmek istedi.
Silah ateşlenmeden Tom kenara çekildi. Ardından da ters kenara çekildi.
Kılıcını kaldırıp adamın silah kemerini düşürdü. Dibine kadar son bir adımla
gelip kılıcını gırtlağına dayayarak “İşte eğitilmeleri gereken tek şey” dedi.
Kendisine eski okul diyordu. “Sığırların nasıl güdüleceği ve tanrıların
isimleri. Hepsine bile gerek yok, sadece belli başlı olanları yeterlidir”
Tartışma sona ermişe benziyordu. İçeri girip içmeye devam ettiler.
Parlamento yanlılarının planlarından biri bunu da
değiştirmekti. Halkı zenginlik ve eşitlik gibi boş hülyalara daldırarak kendi
iktidarlarını arttırarak ordularına asker temin ediyorlardı. Tom’a göre cahil
halkı ayartan bu anarşi oluşturucuları krallığa zarar verdikleri gibi dünyanın
şiirini de masalsı çocuklardan soğuk zekalar üreten bilimle ve çıkarttıkları
çatışmalarla öldürüyorlardı.
Tanrıların krallığını yıkıp yok edebileceklerini
düşünecek kadar kibirli, soysuz ve alçaktılar. Yeraltı tanrılarından biri bu
karmaşa dönemlerinden birinde şöyle vaad etmemiş miydi?
Yeryüzünde ölüleri kaldırıp yürüteceğim
Öyle ki ölülerin sayısı dirileri geçecek
Daha sonraları yürüyen ölülere zombi ismini
takmışlardı. Ertesi gün yeşilin her tonunun görüldüğü bir yürüyüşle, zaman
zaman toprağın altında kaybolan eski demiryolunu izleyerek, terk edilmiş
vagonlara geldiler. Trenin paslanmış demir merdivenlerinden çıkıp içeri adım
attıklarında nemli bir toz ve yosun kokusunun etrafı sarmış olduğunu
hissettiler. Kalın kadife kılıflı, eski moda sert süngerden geniş koltuklara
oturdular. Karşılarındaki yayvan şapkalı sert köşeli çizgileri olan bir surata sahip üç günlük kır sakalı iyice seçilen adam
ayağa kalkıp bagaj bölümüne el atıp eski bir viski şişesini çıkartıp sormadan
iki teneke kupaya doldurdu.
“İÇİN” dedi. “Az sonra göreceklerinize
hazırlanmanız gerekiyor”
Karşılıklı koltukların arasındaki duvardaki demir
kolu çevire çevire zorlayarak pencereyi aşağı doğru açtı. Cam gıcırtılar
çıkartarak kirli yuvasına doğru girip yerini aldı.
“Bizimkileri ikna edemedim” dedi adam pencereden
dışarı bakarak.
“O yüzden siz resmi olarak burada yoksunuz”
Tom başını salladı. Duyduklarına alışkındı.
“Ama meseleyi çözerseniz, para konusunu kafanıza
takmaya gerek yok. Herşey HALA benim elimden geçiyor”
Kalkıp bir zamanlar bagajların sürüldüğü silindir
çubukların yanyana durdukları yere yeniden el atıp turuncu bir dosya çıkardı. İlk fotoğrafta
ağaca asılmış, rengi tamamen kaçmış bir ceset vardı. Düşük ışıkla pozlama
süresi epey uzatılarak çekilmişti. Bu fotoğrafı iki benzeri izledi. Ağaçlara asılmış
cesetlere tek tek bakıp Sue’ya verdi. Daha sonra parçalanmış cesetleri gördü.
Sarı siyah emniyet bandıyla mekanlar kuşatılmıştı. Fotoğraflar çarpıcı derecede
mide bulandırıcıydı. Adam “Bunları ilk gördüğümde ilk defa böyle bir
canavarlıkla savaşmak için cesarete ihtiyacım olmadığını hissettim.” dedi.
Tom yukarı baktı bir an. Alışkın olduğunu
düşünüyordu ancak gene de sarsıcıydı. Elindeki fotoğrafları Sue’ya geçirdi. Trenin tavanı yuvarlak, dışa doğru
bombeli ve ahşap kaplıydı. Herbir vaka için tek bir fotoğraf çekilmişti. Adam
şapkasını çıkarıp yanına koydu.
“Yakın çekim yok ama, sizi temin ederim hiçbir
alet kullanılmamış. Balta, kılıç ya da keserden hiçbir iz yok. Tamamen vahşi
bir hayvan saldırısı olarak görünüyor ve bu şey herneyse kontrolünü kaybetmiş”
İki tür vahşi saldırı ile karşılaşıldığı için iki
ayrı türden şüpheleniyorlardı. Birincisi kurbanlarını ağaçlara asıyor ve
ayaklarının altındaki atar damardan tüm kanlarını içerek tüketiyor ve o şekilde
asılı halde bırakıp uzaklaşıyor ya da uzaklaştırılıyorlardı. İkincisi ise daha
vahşice ve kontrolsüzce parçalanmış cesetlerdi. Bunların önemli parçaları
yenmiş ve kemikleri geride bırakılmıştı. Kimlik tespitleri imkansızdı. Kaybolanlarla
eşleştirerek kim oldukları zorlukla anlaşılmıştı. Bu vahşeti
gerçekleştirenlerin insan olmadıklarını düşünüyorlardı.
3.
Vişne Çürüğü
Hikayemizin geçtiği zamana geri dönmeden önce
dünyanın gardiyanlar ve diğer çok az kişi tarafından tamamı bilinen dört
zamanına şöyle bir bakmak yerinde olur.
İşte size kısa bir tarih;
Birinci zamanın ilk dönemlerinde şu anda
yeryüzünde bulunmayan isimleri ve görünüşlerini hiç bilemediğimiz çokça tür bir
arada yaşıyordu. Daha sonra savaşlar başladı. Kendi bölgelerine ayrıldılar ve
yeniden savaştılar. Güçlü ittifaklar oluştu bu ittifaklar bir çok türü kendi
içinde barındıran güçlü imparatorluklara evrilip görece durağan zamanlar
geçirdi. Bu dönem yaklaşık 30.000 yıl kadar sürdü. Milyon yıllık insanlık
tarihinde bu süre gerçekten çok kısa, milyarlık dünya tarihinde ise hiçbirşeydir.
Bu süreyi tek başlarına tüm dünyaya hakim olmuş ve tüm bunlardan önce 165 milyon
sene hükümranlık sürmüş dinazorlarla karşılaştırarak hayal etmemiz daha
kolaydır. Bu dönemden sadece birbirlerini yok etmenin eşiğine getirmiş olan
vampirler ve kadim düşmanları kurt adamlar kaldı. Bu dönem yüksek teknolojinin
gelişmesi ve savaş teknolojilerine hakim olması sonucu günümüzde atom bombası ve
ondan bin kat daha güçlü olan hidrojen bombalarına tekabül eden savaş
araçlarıyla birbirlerine saldırmaları sonucu sona erdi. Mitolojilerde hala
izleri vardır.
İkinci zaman tam başlangıcı kesin olarak
söylenememekle birlikte daha çok büyü ve kılıç dönemi olarak
sınırlandırabileceğimiz, gelişmiş teknolojilerden kesinlikle uzak kalmış ya da
gardiyanlarca özellikle uzak tutulmuş tam olarak sadece barbar toplulukların
hayatta kaldıkları bir dönemdi. Büyü ve büyücüler, cadılar ve cadı konseyleri,
imparatorlar ve ölümlü askerleri, elinden kılıçlarını düşürmeyen zırhlı
savaşçılar ve atların çektiği savaş arabaları bu döneme damgasını vurdu.
Krallıklar ve imparatorluklar defalarca kurulup yıkıldılar. On binlerce kişinin
tek bir amaç için savaştığı kalabalıklıkta ilk büyük ve düzenli ordular boy
gösterdiler. Yeryüzüne ölüm, vahşet, işkence altında yaşayan topluluklar, savaş
ve kan hakim oldu.
Dördüncü zaman bildiğimiz gibi yerleşik
krallıkların giderek modern ülkelere dönüştükleri, teknolojilerin çok hızlı
ilerlediği, çok tanrılı dinlerin yanında tek tanrılı dinlerin de popüler olarak
yayıldıkları ve kalabalık topluluklar üzerinde hüküm ve iktidarlarını
sürdürdükleri genel olarak Platon’un Devlet kitabındaki iskelet yapısına uygun
biçimde geliştikleri, yayıldıkları ve iki dünya savaşının ardından nispeten
durağan bir iklim süren insan topluluklarının zamanıdır. Bu dönem şimdilik
sadece 20.000 seneyi geride bırakmıştır. Her dönemi son ikibinyıllık süre kadar
şaşalı debdebeli ve hareketli geçmemekle birlikte görece olarak hızla bütün
yeryüzü topraklarını etkisi altına almış, diğer türleri büyük oranda bertaraf
etmiş ya da yeraltına itmiş, insanoğlunun alçakgönüllü bir zaferidir denebilir.
Hikayemizin geçtiği üçüncü zamanda ise daha önceki
zamanlardan kalan kendi yerleşkelerinden çıkmış ve yayılmış olan insanlardan
başka, elfler, goblinler, periler, cadılar, kedi başlılar gibi yarım türler,
vampirler ve kurtadamlar gibi değişik yaratıklar olmakla beraber teknolojinin
ulaşmadığı bölgelerde büyü ve kılıcın hüküm sürdüğü barbar toprakları da
bulunmaktadır. Bu dönem şimdiye kadarki bütün zamanların en uzunu olan 50.000
yıl kadar sürmüştür. Bu dönemin kaybolmuş hikayeleri tekrar tekrar araştırılıp
ortaya konulmazlarsa insanlık tarihi sadece kendi diğer zamanlarını bilen
gizemli gardiyanlarının çizdiği şüpheli gelecek dışında aynı olayları tekrar
tekrar yaşayacak aynı hatalara ve yanılgılara tekrar tekrar düşecektir. Daha
fazla bilgi için Francis Bacon’ın Yeni Atlantis kitabı incelenebilir.
Tekrar hikayemize dönersek, kendi halinde bir inek
sürüsüne gündüz vakti vahşi kurtlar saldırmışlardı. Yakınlarda gerçekleşen bu
olaya bakmak ve araştırdıkları cinayetlerle ilgili bir ipucu bulabilmek için
kamyonlarını oraya sürdüler. Yörede zaman zaman gerçekleşen kurt
saldırılarından ötürü kurtadam efsanesi yayılmıştı. Kötü bir ünleri vardı. “Eğer
inandırabileceklerini bilselerdi, göğü bizim kararttığımızı söylerlerdi.” demişti
aralarından bir kadın. Vişne çürüğü bir gök vardı. Koyu ışıklar herşeyi yumuşak
bir hava içinde eriterek birbirinin içine sokuyordu sanki. Onlara göre yanlış
yere bakıyorduk. Daha yakına bakmalıydık.
Cadılık faaliyetleri artmıştı. Ulu orta törenler
ve ayinler yapıyorlar, geceleri ormanlarda çırılçıplak ateş etrafında dans
ediyorlardı. Kötü yürekli, kötü niyetli ve kara büyülere de açık olan
vücutlarındaki çürüme lekeleri bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyordu. Kadim
bilgilerin, eski bilgiler içeren ruloların, taş baskıların, taş kitabelerin ve
bir zamanlar ne işe yaradığı bilinmeyen taş eserlerin tutulduğu eski tapınağın
alt katları sular altındaydı. Birşeylerin çalınmış olduğundan şüphe ediliyordu.
“Yüzgeçleri olan pullu suratlı balık adamlar
tarafından suların altında kalmış olanlardan alınmış olan parçanın hangisi
olduğunu anlayabilmek sizi gerçeğe
yaklaştırabilir” demişti bir tanesi.
Kara ejderha tapınağının arkasında ve üzerinde dev
bir ejderha heykeli yükseliyordu. Başından gövdesine kopkoyu bir gece kadar
siyah bir ejderha bir eliyle yarım küre biçimindeki tapınağı tutuyor,
kapısından ancak ejderhanın büyük elinin gölgesinde içeri girilebiliyordu.
Sonbaharda yağmurdan ve selden sonra alt katların tamamı sular altında kalmış
ve geçen zamana rağmen sular çekilmemişti.
Tapınaklar. Tom, öğretisini inanç üzerine kurmuş
olan bir tanesinde bulunmuştu. Söz’den silkinip kurtulmasını istemişlerdi. Oysa
herşey hükümlere ve bağlayıcıların sözle başlayıp sözle biten bağlantılarına
bağlandığı adeta kelimelerden yapılmış bir dünyada bunun nasıl olacağını, sözün
hükmünden nasıl kurtulabileceğini söylememişlerdi. Çünkü bu onlara göre
konuşulacak bir şey değildi. Dillerini de pek anlamadığı tapınaktan geriye
aklında bütünlük vurgusu dışında bir şey kalmadan çıkıp gitmişti. Daha sonra
bir Zen manastırına yerleşmiş aylarca
orada kalmıştı. Dünyanın bütün zamanlarını görmüş ustalara giden zen onu
büyülemişti. Zen hakkında hiçbirşey söylenemiyordu çünkü zan belirtecekti. Zen
ve zan birbirine karşıttı. Zen ve zan birbirlerinin aksini yansıtan aynalar
gibi matematiksel bir eşitlikte karşı karşıya konsalardı birbirlerini
götürürlerdi. Yine de anladığı şeye en
yakını kedilerde doğal olarak var olduğuna inanmıştı. Sue ise aynı dönemlerde
aktardan aldığı sarı kantaron otuyla demlediği çaylarla hülyalı uykulara
dalıyor ve çokça garip, tuhaf rüyalar görüyordu. Kalktıktan sonra elinde kahve
evin içinde dolaşarak bu acayip rüyalara bir anlam aramaya koyuluyordu.
Denediği bu işte de mütemadiyen başarılı oluyor, tuhaflıkların aklının içinde
değişik bağlantılar içine girerek yeni oluşturdukları durumların rüyaların
gerçek anlamı olduğuna inanıyordu. Zaman zaman sanki hayatın parçaları bir
yapboz gibi önlerine dağılmıştı da onlar nasıl birleştirirlerse birleştirsinler
ortaya bir şekil, bir manzara, bir simge ortaya çıkmadığını hissediyorlardı.
Onun yerine bir boşluk vardı. Sadece bu büyük boşluk bazen sınır durumlarda
kendini göstererek belirginleşip ortadan kalkıyor, tam olarak kayboluyor ve
kaybolarak geçmişinde yaşattığı derin varlığını hissettiriyordu. Varlığına
alıştıkları o boşlukta o sınır durumlarda, çoğunlukla hayatlarını tehlikeye
attıkları ya da bir belirsizliğin içine körlemesine daldıkları anlarda
kurtularak aslında neyin içinde kıvrandıklarından haberdar oluyorlardı. Sınır
durumlar her zaman öyle olmamakla beraber çoğunlukla yeni ve belirsizlik içeren
bir duruma biraz korkuyla hızla yaklaşmaktan, zaman zaman ölümle burun buruna
gelmekten yapılmış anlardan oluşuyor, o anlarda kendileri kaybediyor, sanki
şuursuzlaşıyorlardı. Ama bu şuursuzlukta bambaşka, çok iyi tanımadıkları ve
herşeyi çok daha iyi tanımlayan sanki herşeyi yerli yerine koyan bir sınır
durum, bir an yaşıyorlardı. Onlar da hayatlarını böyle anlara doğru çekip
götüren bir kader çizgisinin peşine takılmışlardı. Aradıkları şey böylece belki
en son olarak huzursa evlerine uzun yolculuklarının sonunda neden her defasında
yorgun ve mutlu döndüklerini bilmiyorlardı ve kendilerini çoğu zaman nasıl
hissettiklerini merak ediyorlardı. Her zaman o ne olduğunu bilmedikleri kara
bir boşluğun peşinden gönüllü gideceklerdi.
Tom, Kara Ejderha Tapınağına girmek için bir dalma
aygıtı yapabileceğini ama bunun çok uzun zaman alacağını biliyordu. Kasabanın dışındaki gezintilerin birinde sonunda
yüzgeçli balıkadamlardan biriyle anlaşmışlardı. İçerdeki boşluğu o
tanımlayacaktı. Suyun altında yanan ışıklı aygıtları alıp suya atladı. Katlar
ve katlar aşağı indi. Yüzdükçe su daha da bulanıklaşıyor, görüş mesafesi
azalıyordu. Şüphelerinde haklılardı. Büyük parçalardan biri yerinde yoktu.
Boşluğun numarasını alıp yine katlar boyunca yüzerek yüzeye çıktı. Parasını
alıp ortadan kaybolmadan önce kartlarını almıştı. Kartlarının üzerinde Sue
& Tom Problem çözeriz, yazıyordu ama
lisansları kralın adamları tarafından iptal edilmek üzereydi. Numaradaki
boşluğu araştırmak üzere Tapınağın kütüphanesine gittiler. Kitaplar yalın çelik
konstrüksiyonlar üzerinde duruyor, sadece etraflarını saran camla tozdan ve
kirden korunuyordu. Camı içeri ittirdiğinizde cam kapak açılarak geri geliyor
ve kitaplara ulaşıyordunuz. Ortadaki yuvarlak ahşap masayı, çember şeklinde
kendi üstüne kapanan bir bank çevreliyordu. Masanın ortasına doğru inen geniş
şapkalı bir lamba vardı. Görevli kadın herşeyin üzerine dikkatle titizleniyordu.
Hiçbir şey yapmadan meditatif bir
zihinle ama uyanık bir halde duran kedi olanları zaman zaman dikkatle izliyordu.
Sonunda masadaki rulolardan biri açıldığında kayıp eserin bulunduğu parçayı
gördüler. Bu bir ayinde kullanılan binlerce yıllık bir sunak taşıydı. Üstünde
tam olarak eski dillerin birinde şunlar yazıyordu.
Saf bakirelerin kanları akıtıldığında
Binlerce senenin gizli mührünü açan söz
söylendiğinde
Yıldızlar eş uyumla gezegenleri sardığında
Geri dönecekler, geri dönecekler, geri dönecekler
“Bir şeyi geri getirmek üzere ayin hazırlığındalar”
dedi Tom.
“Ya da çoktan geri getirdiler” diye fısıldadı Sue.
Amaçlarının ne olduğu çok belirsizdi ancak
yıldızların eş uyumu muhtemelen gezegenlerin astrolojik olarak belirli bir
konum almaları ile ilişkiliydi. Böyle bir zaman gelip geçmiş olabilirdi.
Belkide çok geç kalmışlardı. Sue iyi çizilmiş resimdeki sunağın işaretlerini
inceliyordu.
“Jüpiter ve Neptün kavuşumda, Mars dik açı yapıyor”
dedi. Diğer işaretleri de incelerken “Efemerisler” dedi. “Efemerisler gerekiyor”
Sabaha dek gezegenlerin zamana bağlı olarak güneş
ve ay ile birlikte birbirlerine konumlarının yazıldığı efemerislerle boğuştu.
Tom anlamadığı bu şeyde bir şey söylemeden ve yorum yapmadan ona kahve getirip
duruyordu. Sonunda zeminde uyuyakalmıştı. Sue’nun çizdiği haritalar birikiyor
ve kütüphane görevlisine bir büyücü ile karşılaşıp karşılaşmadığını düşündürüyordu.
İçinde bulunduğu kütüphaneden bir tane kitap ya da rulo bile alıp başından
sonuna kadar okumadığını düşündüren bir hali vardı. Sue sabahleyin kesin bir
sesle Tom’u uyandırdıktan sonra “Bu olay altı ay önce gerçekleşmiş” dedi. Yerleştikleri
terk edilmiş hastaneye varıp gerinerek uykuya dalmadan önce “Tam olarak” dedi. “Olayların
başladığı zaman”