Ana içeriğe atla

TEHLİKELİ VADİ Volkan AY [ROMAN]

 



GİRİŞ

Bundan çok ama çok uzun yıllar önce, çok ama çok uzak bir ülkede bir çift yaşarmış. Bu çift birbirlerine hem çok aşık hem de sürekli aralarında tartışırlarmış. Bu tartışmalarda silahlarına sarılır kılıçlarına davranır ama sonra hemen unuturlarmış. Günün birinde tehlikeli vadiden bir telsiz çağrısı gelmiş. Yeşillikler içindeki geniş yollardan kralın izniyle geçerek yol almak üzere kırmızı kamyonlarına bütün teçhizatlarını yükleyip yola çıkmak üzere hazırlanmaya başlamışlar. İşleri en çok çirkin trolleri avlamak, cadıları yakalamak, kanun kaçaklarını takip etmek, kasabalara saldıran yürüyen ölüleri bertaraf etmek, köylerden haraç almaya çalışan isyancı çetelerle boy ölçüşmekmiş. Kadın öyle güzel öyle güzelmiş ki etrafına sanki saydam bir ışıltı yayarmış. Erkeği ise güçlü ve yakışıklı olmasının yanında kullandıkları teknik aletleri yapan ve tamir eden çok ama çok yetenekli bir adammış.  

Günlerden bir gün yola çıkmak üzere hazırlanırken bir geceyarısı kapıları çalınmış...


 









İÇİNDEKİLER


1 Dans Eden Köy
Davullar hiç susmadı ve insanlar dans etmeyi bırakmadılar.

2 Tehlikeli Vadi
İlk defa cesarete ihtiyacım olmadığını düşündüm.

3 Vişne Çürüğü
Eğer inandırabileceklerini bilselerdi, göğü bizim kararttığımızı söylerlerdi.

4 Akılalmaz Facia
Onları küvette tek tek boğup, kendiliğinden teslim olmuştu.

5 Göklerin Kükremesi
Sağanak altında bu vahşi bitkilerin hiçbirine dokunamazsın.

6 Kanlı Para
Ölümsüzlüğü arıyorsan, günü ardında bırak ve geceyi sırtında taşı.

7 Bataklıkta Kaybolan
Cesetlerin tek tek batarak yok olduklarını kendi gözlerimle görmüştüm.

8 Çürüyen Ahşap Ev
İnsanları yutarak hayatta kalan büyük bir malikane, o canlı.

9 Soluk Almadan ve Acımasızca
Herşeyi gördüm ve sadece beni sağ bıraktılar.

10 Rüzgarlı Göl
Vahşi kedilerin uğrak yeri, hayaletlerin mekanı tekinsiz bir yer.

11 Tapınağın Yolu
Oynak uzlaşmaların adamı değilsen burası senin için değil.

12 Masadan Kalkan Adam
O bizim tek müttefikimiz olabilir

13 Aşık Kadınlar
Masallar ve rüyalarla sonu gelmeyen bir gece içinde uyuyorlar.

14 Kıskançlık
Karşımda yavaş yavaş eriyerek öldüğünü görmek istemiyorum.

15 Bitmeyen Gece
Bütün bunlarla ilgili en inanılmaz şey herşeyin yek bir gecede olduğudur.

16 Sona Ermeyen Kitap
Daima bir yerlerde başkaları tarafından yazılmaya devam ediyordu.

17 Solan Çiçekler
Hiçbir zaman vazgeçmedi, sakladı ve bekledi, ta ki o güne kadar.

18 Erikler Kızarmadan Döneceğim
Ölü denizcilerin yolunun sahih ve açık oluşu şaşırtıcıdır, tahmin edemeyeceğin kadar berrak bir bakış taşırlar.

19 Beni Sevmiyordu
Ona neler yaptığına inanamazsın. 
Bu bir inanç meselesi değil.

20 Yürüyen Ölüler
Kasabanın etrafını boğucu bir sis gibi saran ölüler ordusu yaklaşıyordu.

21 Karanlık Cadı
Sandığın kadar genç değilim, dedi.

22 Şafakta Patlayan Silah
Onu düelloya davet edeceğim

23 Tehlikeli Vadiye Dönüş
Kurumaktan çatlamış verimsiz toprakları, sunaklarını dolduran cesetleriyle burası o eski terk ettikleri yer miydi?

24 Ondan Geriye Tek Tek
İsimlerini ve yerlerini, hepsini tek tek bulmamız gerekiyorsa bunu yapacağız.

25 Savaş Zamanı
İnsanlara karışmayacağız, bu onların kendi iç meselesi.

26 Efsaneler ve Hikayeciler
Hikayeler unutulursa insanlar herşeyi tekrar tekrar yaşayacaklardı.

27 Kılıç ve Ejderha
Ejderhalara binen sürücüler şehri kuşatmışlardı.

28 Sönmeyen Gök Ateşi
Bir gece yarısı gürültüyle düştü ve meyhanedeki herkes ormanın içine doğru yola çıktı.

29 Parçalanan Sınırlar
Alışmak zaman alacak, şimdi ölülerimizi gömelim.

30 Kahve ve Silahlar
Kahve ve silahlarımız oldukça yola devam edeceğiz.








 

1. Danseden köy

 

“Kim o?”

“Sadece yardım arayan yaşlı ve yorgun bir adam”

Kapıyı açtı.

“İçeri gelin”

Dışarıda fırtınanın uğultusu vardı. Paçavralara benzeyen elbiseler giyinmiş olan yaşlı adam onlara gece ve gündüz demeden köyün meydanında dans eden köylülerini anlattı. Köye nerden geldiği belli olmayan yabancılar gelmiş, geldiklerinden beridir de davul çalıyorlardı. Biri başlıyor, sonra uyumaya gidiyor diğeri devam ediyordu. Sesleri duyanlar yaklaşıyor, dans etmeye başlıyor ve çıldırana, akıllarını yitirene dek, yorgunluktan fenalaşıp yere düşene dek dans ediyorlardı. Kimse efsunlu yabancılara yaklaşamıyordu. Köylüler yeni durumu ağırbaşlılıkla kabul etmiş, onlara bu kaderi yaşatan tanrılarına karşı anlayışlı olmaya çalışarak onları daha fazla kızdırmamaya gayret ediyorlardı.

Kırmızı kamyon horuldayarak dağ yollarına düşmüştü. Yollar engebeli, karanlık ve rüzgarlıydı.  Sue yol boyunca şarkı söylüyordu.

 

Buhar saçarak giden yaşlı lokomotif

Paslana paslana çürür yakınlarda

 

Buhar saçarak giden lokomotif

Çürür yemyeşil kırlarda tek başına

 

Vardıklarında sabaha karşı köyün meydanında indiler. Sabahın aydınlığında ve serin ayazında onlarca köylü hiç durmadan davulların sesiyle tuhaf hareketlerle dans  ediyorlardı. Bunun kendi seçimleri olmadığı aşikardı. Tom kaderi, yaşamı, zamanı ve yaşadıklarının anlamını düşünüyor, irademizin bunlar üzerindeki payının ne olabileceğine kafa yoruyordu. Vardığı sonuç bunun bir tür büyü olduğuydu. Davul çalanlara yaklaşanlar görünmez bir güçle etrafa fırlatılıyorlardı. Uzun sakallı ve sarık takmış olan bu insanlar bu yöre için garip  görünüşlüydüler. Tom arbaletini çekip onlara ateş etti ancak arbaletin oku da aynı fırlatılıştan nasibini aldı. Ok davul çalana yaklaştığı anda dışarı püsküren bir güçle etrafa saçılmıştı. Davul çalanlar efsunlu bir ritme kapılmış gibi kendilerinden geçmişlerdi. Meydanda oynayanları zorla uzaklaştırmaya çalıştıkları zaman vahşice delirerek direndiklerini söylemişti ve giderek yenileri davullara kapılmıştı. Kulaklarını tıkayıp yardıma gelenleri de aynı son beklemişti çünkü bu davulların insanın içini titreten titreşimleri yaklaştıklarında bütün bedenlerini sarıyor ve karşı koyamıyorlardı. Yine de işte görünen o ki bazıları bundan hiç etkilenmiyordu. Etkilenmeyenlerin ortak noktalarını bulmaya çalışmaya karar vermişlerdi, görüşebilecekleri herkesle görüşmüşlerdi ve saatler sonra da ellerinde hiçbir şey yoktu.

Bu köy yeşil şehirle yoğun ticaret ilişkileri vardı. Sue yeşil şehirin son zamanlarda öne çıkan en temel özelliğinin krala isyan eden ve karşısına dikilen parlamento yanlılarının kalelerinden biri olmasıydı. Bu parlamento yanlısı soylular görünüşte halkı temsil edeceklerini söyleyerek tanrının bu ülkedeki yansıması olan kralın buyruklarını ve iradesini sorgulatacak meseleleri kendi başlarına konuşacakları bir meclis kurma hayaliyle yanıp tutuşuyorlardı. Büyük toprakları olan, işletmelerde sahibi, plantasyonlardan yeni açılan fabrika dedikleri demir çelik işletmelerine kadar güç ve nüfuz sahibi olan bu adamlar kralın isteği üzerine şimdilik baş şehirden uzakta konumlanıyorlardı. Eğer toplanmaları ve bir ordu kurmaya teşebbüs etmeleri durumunda ülkelerine ihanetle suçlanacakları açık bir şekilde kendilerine bildirilmişti. Fakat kral kötü giden zamanlarda onlardan borç almayı da bırakmamıştı. Bazen karşı karşıya tek tek geliyor, kralın adamları tarafından yakalanıp getiriliyor ya da çağrıya kendileri uyuyor, nihayet borçların silinmesi karşılığında kafalarını onlara bağışlıyordu. Sue de Tom gibi bunun bir büyü olduğunun farkındaydı ama aradaki bağlantıyı konuşmalar tek tek aklına geldiğinde zamanla çözmüştü.

“Sadıklar” dedi. “Sadıklara hiçbirşey olmuyor”

Parlamento yanlıları zengin soylularla, halkın gerçek vekili ve hamisi, tanrının yeryüzündeki gölgesi olan yüce krallık arasındaki çatışma pek çok düzeyde yürüyordu. Bunlardan biri de karanlık cadıların dört nala geceler boyu at koşturdukları yeraltı ve büyü dünyasıydı. Görünen o ki, cadılardan biri kraliyetin karşısında toplanmaya başlayan ve kralın gücünü zayıflatmayı amaçlayan kalabalık için küçük düşürücü, neredeyse komik, sefil bir ölüm yöntemi bulmuştu. Sue yanılmadığını davulcuların kim olduklarını araştırdığında emin olmuştu. Onlar cadıyı devirmek ve yeraltındaki gücünü zayıflatmak için onun  köyünü ve cadının evini ziyaret etmiş, cadı ise onları büyüleyerek civar köylerde davul çalarak dolaşmaya göndermişti. Cadının evine ulaşmaları gerekiyordu.

 

Kırmızı kamyonlarını çalıştırıp yapraksız karanlık ağaçların büyüyerek birbirlerine yaklaşıp dallarının birbirine dolaştıkları ıssız yola doğru sürdüler. Ağaç dallarının bu hali gündüzleri loş hatta karanlık havası olan ıssız yola bir tünel havası veriyordu. Yıldız ışıkları ve ayın sarı seremonisi altında bu girintili çıkıntılı dallar zeminde rüzgarla hareketlenen karmaşık bir zemin oluşturuyorlardı. Geceyarısına doğru bu uzun dallarla örülü tünelden çıkmışlardı. Kamyonetin arkasında yatıp içeri girmek için sabah olmasını beklediler. Sabah cadıların en zayıf oldukları saatti.

“Anlamıyorum” demişti Tom yatmadan hemen önce Sue’ya. “Bu bir grup kendilerinden başka bir şey düşünmeyen zengin züppe soylunun onları temsil edeceğine nasıl inanıyorlar.”

Söylediklerine göre onların yani büyük kalabalıkların ne idüğü belirsiz bazı hakları  vardı ve onlar bunları krala karşı savunacaklardı. Tamamen belirsiz müphem ifadelerle kafaları bulandırarak ortalığı karıştırıyorlardı.

Serin gecenin sonunda  köye yaklaşmaya  başladıklarında toprak yol kıvrılarak ve engebelerinden giderek kurtularak önlerinde aşağı doğru açılıyordu. Köy çeşmesinin yanında köylüleri gördüler. Ahşap merdivenlerle çıkılan büyük, iri gövdeli ağaçların etrafında küre şeklinde yuvarlak çatılı inşa edilmiş ağaç evlerde yaşıyorlardı. Ağaçların dalları bu evlerin gövdelerinden hatta çatılarından çıkıp yükselmeye devam ediyordu. Onlara bağımsız problem çözenlerin kraliyet onaylı lisansını kalın parşömeni açarak gösterince halka şeklindeki bir balkona davet edilmişlerdi. Tırmandılar. Başka bir çeşit ağaç daha büyürken ince gövdeleri baklava şeklinde örülerek korkulukları oluşturmuştu.

“Cadıları sevdiğinizi biliyorum” dedi Tom. “Sizi koruduklarına inandığınızı. Ancak şu anda bir soruşturmanın ortasındayız ve tüm şüpheler bu köydeki karanlık bir cadıyı işaret ediyor”

Dikkatlerini çekmeyi başarmıştı.

“Kardeşleriniz kendilerinden geçmiş gibi dans ederek ayakta ölüyor ve sessizce tek tek yere devriliyorlar. Onlara yardım etmemiz gerekiyor. Size yalvarıyorum. Bize cadıyı verin”

Ama cadıyı vermediler. Belki cadıların yaptıkları tuhaf işlerde bir keramet olduğuna dair köylülere özgü inançları paylaşıyorlardı. Belki de bu tür bir hareketin cadının öfkesini  kralın adamlarına karşı gelenlerden, kendilerine dönmesine yol açabileceğinden haklı olarak şüpheleniyor, tedirgin oluyor ve korkuyorlardı. Ama tek başlarına köyde gezerek araştırma yaparken yanlarına gelen genç bir çocuk durumu değiştirdi ve ona ormanın içindeki cadının evini tarif etti. Bu durumun saçmalığından ve kötülüğünden onu sorunlu tutuyordu. Davul çalan adamlar geldiğinde o da köydeydi ve henüz cadı onların ellerine birer davul vermeden ve köylere göndermeden önce zararsız insanlara benziyorlardı.

Cadının evinde onları bekleyen bir tuzak vardı. Kanlı bir çatışma oldu. Cadı kendilerini ne maksatla aradıklarını öğrenmişti. Kapıyı çaldılar. İçeriden ses çıkmayınca açık kapıdan sessizce içeri girdiler. Arkalarından kapı kapandı. Cadı en güçlü olacağı yerde şimdi düşmanlarıyla başbaşaydı. Kapı kapandıktan hemen sonra cadının fırlattığı bıçaklardan kaçtılar. Kılıçlarını çekip ona yaklaşmaya çalıştılarsa da cadı çok hızlı hareket ediyordu. Süpürgesine binip kapıya doğru sürerken Sue’ya elindeki sopayla güçlü biçimde vurdu. Sue çatışmanın dışında kalmıştı. Cadı eline üfledi ve çıkarttığı alev topağını Tom’a yolladı. Tom tam olarak kaçamadığı bu alevle bir yandan yanarken bir yandan da saklanmak için masayı önüne devirdi. Sırtından arbaletini çıkarıp hızla cadıyı ok yağmuruna tuttu ama cadı hala onlar için çok hızlıydı. Evin içinde çok hızlı şekilde hareket ediyor ve yer değiştiriyordu. Yeni bir ateş topu Tom’un elindeki korunmak için aldığı tezgahın üstünden aldığı tepsiden sekip devrilmiş masada patladı ve masa tutuşup yanmaya başladı.

“Bana o sefilleri savunmaya mı geldiniz?” diye sordu cadı yüksek sesiyle güçlü biçimde.

“Buraya bir davayı çözmeye geldik” dedi Tom.

“Ve izler bizi buraya getirdi”

“Köyden alacağınız parayı size ben verebilirim” dedi cadı.

“Bunun parayla bir ilgisi yok” dedi Tom.

Kılıcını çekip savuracağı sırada cadı bir vazodan eline döktüğü küle benzeyen bir şeye üfleyerek toz bulutunu Tom’un üzerine savurdu.  Tom kısa bir süreliğine görme yetisini kaybetmişti. Uzaklaştı. Kapının yakınında olduğunu biliyor ama çıkamıyordu da. Cadı onları içeri kilitlemişti. Gözlerini acıdan açamıyordu. Cadı ona bir kement fırlattı. Kement hemen Tom’a sihirli bir biçimde dolanıp onu hareketsiz bıraktı. Kılıcını yere düşürmüştü. Kafasına inen bir sopayla kendinden geçti. Yeniden kendilerine geldiklerinde Tom ve Sue birer sandalyede bağlı olarak oturtuluyorlardı. Cadı onları yeraltına indirmişti. Bu aşağı bodrum kat izbe ve karanlık bir yerdi ve her yer toz içindeydi.

“Sizi öldürmek isteseydim bunu şimdiye kadar çoktan yapmıştım” dedi cadı.

“Çok uzun zamandır birlikte takılıyorsunuz, problem çözüyorsunuz, bence çok da sevimli bir çiftsiniz” diye güldü.

“Bizden ne istiyorsun?” diye tısladı Sue.

“Hemen konuya geliyorsun, bu güzel bir alışkanlık” diye gülümsedi cadı.

“Madem bu kadar isteklisiniz, sizin probleminizi çözeceğim. Başka köylere seyahat edemeyecekler” Sonra önlerinde ileri geri yürümeye başladı.

“Ama bunun bir bedeli olacak. Bedelinin ne olacağını daha sonra anlayacaksınız”

“Problemi çözebilmek için bedel ödemeye hazırız” dedi Tom.

“Yukarda bir iksir hazırlıyorum. Benden geldiği için koruyucu ve sizi dışarı fırlatan kalkanlarını aşacaktır. Fakat onlara gerekirse zorla içirilmeleri gerekiyor.”

“Gerekirse okların içine koyar onlara fırlatırız” dedi Sue.

“Bu problemi çözecektir”

Kırmızı kamyonlarına atlayıp aynı yolları yeniden ancak daha hızlı aldılar. Köyde ölenler gömülüyor ancak yerine yenileri katılıyordu. Sadık olanları sadakatleri koruyor ve onlara hiçbirşey olmuyordu. Cenazeler için çukurlar kazıyor, cesetleri ayaklarından ve kollarından tutarak bu çukurlara gömüyorlardı. Davul çalanlara yaklaşıp ellerindeki iksiri içirdiler. Direnme ile karşılaşmamışlardı. Kısa bir süre sonra sakallı adamlar davul çalmayı bıraktılar ancak boğazlarını ve midelerini tutarak yere yuvarlandılar. Can çekişerek ölüyorlardı. Bunun cadının bahsettiği bedel olduğunu anlamışlardı. Köyden paralarını alıp yeniden yola çıktılar. Tehlikeli Vadi’ye gidiyorlardı.

“Epey geciktik” diye bağırdı Tom. “Lanet olsun”

“Umarım bu sürede yeni cinayetler işlenmemiştir” diye fısıldadı Sue.

Kırmızı kamyonları horuldayarak ilerliyordu.




2. Tehlikeli Vadi

 

Tehlikeli Vadi büyük ana yolların kesişiminde, son derece merkezi bir yerde konumlanmıştı. Bu ticaret yapabilmek için avantaj sağlayan durum başka pek çok açıdan bir dezavantaja dönüşüyordu. Vadiyi çevreleyen dağ sıralarının durumundan ötürü sonbahar ve kış felaketlerle geliyor, dağları zorlayan ayaz rüzgarı açıklıklarda ve aralıklarda birikip boşluklarda kendi etraflarında dönüp sertçe  vadiye akıyordu. Soğuk rüzgarlar o günlerde fırtınalarla yaklaşıyor, dondurucu bir iklim bazı seneler oraya uğramış bütün soğuğa alışkın olmayan yolcuları ve verimli topraklarında tarım adına ne hazırladılarsa ayaza kesiyordu. Hastalığın yayıldığı devirdeki yürüyen ölüler zamanından kısaca hastalık ya da illet diye söz ederlerdi, herkes bu hastalığın isimsiz tek başına neye tekabül ettiğini bilirlerdi. Vadi, yürüyen ölülerin sürüler halinde saldırılarına uğramıştı. Aylaklar tam olarak yok edilmeden evvel bu vadi gibi merkezi yolların kesişimlerinden pek çok can almış, yine pek çoğunu kendi aylak sürülerine katmışlardı. Tehlikeli Vadi savaşlar döneminde de uzak köylerin aksine pek çok defa işgal edilmiş, eski kralın oğulları arasında defalarca el değiştirmişti. O dönemlerden bu yana orada yaşayanlar tarafından da benimsenmiş olan Tehlikeli Vadi ismi genel olarak kabul görmüştü.

Tom ve Sue’nun Tehlikeli Vadi’den bu ilk çağrılışları değildi. Sahte kağıt paraların çoğalması ve daima büyük bir öfkeyle vadiye geri dönmesi üzerine çaresizce onları aramışlardı. Paraların kaynağını bulamıyor ve gerçeğinden ayırt edebilmeleri neredeyse imkansızdı. Ne zaman ki yağmur yağıyor ya da para bir biçimde ıslanıyor, çamaşır tenekesinden çıkıyor, paradaki mürekkeplerden biri akıyordu. O ana kadar kralın mührüne kadar herşey aynıydı ve ayırdetmek olanaksızdı. Tom’a göre ise asıl sahte para yapıcılar kralın adamlarından başkası değildi. Çünkü kağıt paralar aslında kralın kasasındaki altınların sahibinin kim olduğunu ifade eden bir kağıt parçasından ibaretti ve o değerde olmalıydı. Kralsa uzun zamandır kasasında hiçbir karşılığı olmayan kağıt paralar üretiyordu. Yakında aynı miktarda yiyecek için ödenecek tutar bu yüzden katbekat yükselecekti. Yani normalde kağıt paraların anlamı belli bir arazinin kime ait olduğunu gösteren bir evraktan farkı yoktu. Ama artık basılan paraların işaret ettiği araziler yeryüzünde bulunmuyordu. Bunu yapmanın gerçekte olmayan bir araziyi evraklandırmaktan bir farkı yoktu. Adeta ekonomik bir  felaket, yaklaşan bir tren gibi çanlar çalarak geliyordu. Vadi insanları ise ekonomiden anlamıyor, sadece isimlerini dolandırıcıya çıkaran ve ticari itibarlarını sıfıra indiren, onlara karaçalan bu lekeden kurtulmak istiyorlardı. Tehlikeli Vadi olan isimlerini bir kez daha doğrulayan kaynağı asılsız paraların nereden çıktıklarını bulmaları için onları tutmuşlardı. Kırmızı mürekkebi akan paralar onları mürekkebin yapıldığı bitkilerin yetiştiği yere götürmüştü. Orada ormanın karanlık derin bir yerinde uzun zaman gözlem yapmışlar, mürekkebin yapıldığı dilkanatan otunu toplayanların evinde yaptıkları gizli araştırmalarda aradıkları adamı bulup sorgulamaya götürmüşlerdi. Adam da Tom ve Sue’yu uzun ve sert geçen bir sorgulamanın sonunda  yorgun halde gizli yeraltı matbaalarına götürmüştü. İşe karışanların çoğu şimdi kaçak durumdaydı yakaladıkları adamı ise kralın zindanlarına göndermişlerdi.

Tom gençliğinde hayatın ne olduğunu ve onunla ne yapacağını hiç bilmiyor gibi hareket ediyordu. Askerliğini yaparken savaşçı kılıç ve ok yetenekleriyle dikkat çekmiş önce kralın adamlarına ardından saray muhafızlarına katılmış, döndüğünde Sue ile karşılaşmıştı. Sue herşeyi anlamlandıran ve dağınık duran şeyleri hani öyle denir ya taşları yerli yerine koyan bir şeyin arayışı içindeydi.  Bu sihirli parça önce birbirlerinden başkası değildi. Onu sokakta gördüğü gün peşinden gitmiş, sorular sormuş, birlikte yürümüşler ve herşey çok hızlı gelişmişti. Sue olmasaydı belki korsanlık sertifikasını alıp düşman ülkelerinin gemilerine saldırmak için denize açılacaktı. Sue herşeyi değiştirmişti. Ancak kralın adamlarından aldıkları lisansla maceraya aç gibi önlerine gelen kasaba ve köylere saldırmalarında, içlerinde her daim serüvene yatkın olan yana, o yönlerine aslında belirsiz bir arayış duygusu eşlik ediyordu. Zamanın onlara açtığı boşluğu heyecan verici hikayelerle doldurarak adeta belayı savuşturur gibi bir halleri vardı. Bela onlar için hayatın anlamsız yeknesaklığından sızan, sırlı bir tedirginlik ve boşluk duygusu veren bir belirsizlikti. Kader sanki onları ördüğü ağının içinde çırpınan diğer yaratıkları gibi hiçbir zaman dokusunun içine sızamadıkları gizemli bir hikayenin içinde şuursuzluğa sürüklüyordu. Belki aradıkları herşeyden ve tüm düşüncelerden kurtulduklarını hissettikleri an bu şuursuzluk anıydı. Zamanın ve kaderin sırları bir kuşun kendiliğinden ve kolayca uçuşu gibi anlamlı, iyi anlaşıldığı yanılgısı yaratan ama aslında hakkında  hiçbirşey bilmedikleri bir gizemdi.  Sue derin sezgisiyle bu kavrayışa daha yakın bir dikkatle mesela karıncaların yuvalarının etrafına kum tanelerini tek tek taşıyarak duvar örmelerini izleyerek sessizce bakardı. Bir sonraki mevsime kalmayacaklarını belki bilerek belki bilmeyerek kaybolmayan bir dikkatle kendi kaderlerini izleyerek sanki tam bir mutlulukla tamamlamalarında anlaşılmayan bir yön bulurdu.

 

Parlemento yanlıları şimdi masalsı dünyanın şiirini öldürmek üzre geliyorlardı. Sue bunu daha dişil bir kabullenişle karşılıyordu, Tom ise daha mücadeleci bir yaklaşım içinde zamanın gidişini belirli bir yöne kör gibi sanki bir inançla, varmak istediği belirli bir yer varmış gibi ilerleyişine dokunabileceğini, buna müdahale edebileceğini düşünüyordu.

Kendilerini bıraktıklarında su gibi berrak akıp giden hayatları, yaşadıklarının anlamını öğrenmeye çalıştıklarında, çok istekli bir heves, koşulsuz bir niyetle yaklaştıklarında önlerinde sert tuğlalardan oluşan bir duvar dikiliyor, herşey gaddarca karmaşıklaşıyor, aşılmaz ve geçilmezliğini net bir biçimde hissettiriyordu. Sanki bu duvar onları parçalayıp yok edecek bir ışıktan koruyor gibi hissettirmişti Sue’yi bir zamanlar. Ama şimdilerde elinde olsa bir balyozla bu duvarı parçalamak isterdi. Ne olacaksa olsundu.

 

Gençliklerinde bir kamyonet alıp nedensizce yollara düşmek fikri vardı akıllarında. Çiftliğe çevirdikleri evlerini böyle bozmuşlar, ineklerini böyle satmışlardı. Yakınlardaki bir sürü dağılmıştı, ilk işlerini böyle almışlardı. At sürüsünü civar arazilerden toplayıp geri getirmişlerdi. Yol boyunca sanki önlerinde bir anlığına belirerek onları peşinden sürükleyen ancak hiçbir zaman ele geçiremedikleri o tuhaf şeyin tadını ilk böyle almışlardı. Sanki bir zen koanı gibi bir defa daha yeniden okunsa anlaşılacakmış duygusu veren bir yanılgı, tuzaklı bir histi. O hisse kapılıp kalıyor ama asla ele geçiremiyordunuz. Bu aşka çok benziyordu ama kesinlikle aşk değildi. Tatlı içme suyu ile içtikçe daha çok susatan deniz suyunun birbirini andırmasıydı daha çok. Bunu yaşamışlardı. Aşka benzediği nokta; aşkın içine girdikçe, aşka kapıldıkça deniz suyu içmiş gibi daha fazla bu merakın cezbesine, çekiciliğine kapılıyor, böylece yeniden bir daha kendinizi kurtaramayacağınız tuzağa daha kuvvetli çekiliyordunuz. Hatta belki aşkı çekici kılanda yalnız buydu. Sınır durumlardan sadece biri olmasıydı. Zihnin oyalayıcı meşguliyetinden kurtulmak için bir şeye kendini kaptırmak, onda kaybolmak, kaybolduğunda kendini bir süreliğine varoluşun hüznünden ayırabilmek, belki huzurunu ve neşesini yaşayabilmekti kısa bir süreliğine de olsa.

 

Kasabanın yolunda, Tehlikeli Vadi’nin kıyısında yılan gibi kıvrılan yolları inmeden evvel, sarp bir kayalığa kocaman kamyonlarını çekip matlarını serip yere uzandılar. Parıldayan gökyüzü milyonlarca yıldızıyla derinliğine gidiyor, karanlığa alıştıkça ve bakmaya devam ettikçe daha fazlası göz kırpıyordu. Aşağıdan, vadiden gelen patlama sesleriyle doğruldular. İki ışık tepeye kadar kayarak çıkıp, onların bulunduğu yüksekliği de biraz aşarak patladı ve yüzlerce küçük ve parlak parçaya bir çiçek gibi açılarak dağıldı. Sonra bu havai fişek gösterisinin uzun bir devamı geldi. Aşağıda bir soylunun doğum günü ya da düğünü gibi şenlikli bir kutlama yapılıyordu.  Aşağıda nokta kadar görünen hareketli bir meşale geniş açıklıkta dolaşarak havai fişeklerin fitillerini ateşliyordu. Fişekler birlikte akarak yukarı tırmanıyor, eş zamanlı olarak topluca patlayarak farklı farklı renklere dağılıyorlardı. Bazen sadece arkalarında uzun birer kuyruk bırakarak ikiye ayrılıyor, bazen de birinin açıldığı yükseklikten bir diğeri çıkarak daha yükseklerde yeniden patlayarak açılıyorlardı. Gösterinin bir yerinde bir anda atılan on kadar havai fişek tepeye kadar ışıklı bir nokta olarak tırmandıktan sonra teker teker çok büyük küreler olmaya doğru açıldılar. Sanki balon gibi şişiyorlardı yavaşça. Bu küreler onlara doğru büyüyerek yaklaşıyor ve yaklaşırken yavaşça irileşiyorlardı. Sonra kayan yıldızlara benzer şekilde her bir parçası ayrı ayrı sönüyordu. Kürelerin ardından saçılmış yıldızları anımsatır biçimde dağınıkça yavaşça sönenleri geldi. Bir an gökyüzündeki tüm yıldızların da böyle bir patlamadan sonra öylece asılı kalmış olduklarını düşündü. Tom bu komik düşünceyi Sue’ya anlatınca, Sue bir süre sonra, “Eğer bilginlerin ve filozofların dediği kadar çoksalar ve büyükseler, yani kumsalları dolduracak kadarsalar, biz düşündüğümüzden de epeyce daha ufağız” dedi. Tom “Eskiden yıldızlar pul pul geceden kayıp dökülmesinler diye adaklar adar, ayinler düzenlerlermiş” diye hatırlattı. Tom bilginlerin bazısının yeryüzünün kenarından düşebilecekleri gibi portakal şeklinde olduğunu iddia ettiklerini de duymuştu. Buna inanan Sue’nun denizdeki ufuk çizgisinin eğriliği kanıtını da dinlemiş olmasına rağmen yine de pek ihtimal vermiyordu. Sue ona sürekli batıya gidenlerin neden hiç dönmediklerini sordu.  Çünkü ona göre o kadar büyük bir yuvarlaktı ki hiçbir zaman yeniden oldukları yere geri dönemiyorlardı. Tom haklı olsaydı dünyanın köşelerine ulaştıktan sonra pekala geri dönebilirlerdi. Portakalın etrafını dolaşmak için doğuya giden gezginlerse vardıkları yerde uçsuz bucaksız sonu hiçbir zaman gelmeyen bir denizin başladığını anlatmışlardı. Dünyanın ters tarafına geçmeye çalışmak çocukça bir düşünceydi çünkü mümkün olsaydı bile hayatlar sürerdi.

“Diğer tarafta ne var sence” diye sordu Tom. Hala dünyanın düz oluşuna atıf yapıyordu. Sue yorulmuştu. Kılıcını çekmeye ise üşeniyordu.

“Başka yıldızlar, bambaşka yıldızlar” dedi yine de.

Çoğunlukla sadece soylular ve üst sınıf zenginlerinden işsiz güçsüz takımı okullara devam ediyor, böylece halk gereksiz ve kafa karıştırıcı bilgilerle zehirlenmiyordu.

Kasabaya vardıkları ilk saat böyle bir tartışmanın alevlenmesi sonucu silahlarına sarılmışlardı. İri yarı bir adam açıkça parlamento yanlısıydı ve silahlıydı. Modern eğitimin zehrini savunuyordu. Meyhaneden birlikte dışarı çıktılar. Adam hemen silahını çıkartıp Tom’u sindirmek istedi. Silah ateşlenmeden Tom kenara çekildi. Ardından da ters kenara çekildi. Kılıcını kaldırıp adamın silah kemerini düşürdü. Dibine kadar son bir adımla gelip kılıcını gırtlağına dayayarak “İşte eğitilmeleri gereken tek şey” dedi. Kendisine eski okul diyordu. “Sığırların nasıl güdüleceği ve tanrıların isimleri. Hepsine bile gerek yok, sadece belli başlı olanları yeterlidir” Tartışma sona ermişe benziyordu. İçeri girip içmeye devam ettiler.

 

Parlamento yanlılarının planlarından biri bunu da değiştirmekti. Halkı zenginlik ve eşitlik gibi boş hülyalara daldırarak kendi iktidarlarını arttırarak ordularına asker temin ediyorlardı. Tom’a göre cahil halkı ayartan bu anarşi oluşturucuları krallığa zarar verdikleri gibi dünyanın şiirini de masalsı çocuklardan soğuk zekalar üreten bilimle ve çıkarttıkları çatışmalarla öldürüyorlardı.

Tanrıların krallığını yıkıp yok edebileceklerini düşünecek kadar kibirli, soysuz ve alçaktılar. Yeraltı tanrılarından biri bu karmaşa dönemlerinden birinde şöyle vaad etmemiş miydi?

Yeryüzünde ölüleri kaldırıp yürüteceğim

Öyle ki ölülerin sayısı dirileri geçecek

 

Daha sonraları yürüyen ölülere zombi ismini takmışlardı. Ertesi gün yeşilin her tonunun görüldüğü bir yürüyüşle, zaman zaman toprağın altında kaybolan eski demiryolunu izleyerek, terk edilmiş vagonlara geldiler. Trenin paslanmış demir merdivenlerinden çıkıp içeri adım attıklarında nemli bir toz ve yosun kokusunun etrafı sarmış olduğunu hissettiler. Kalın kadife kılıflı, eski moda sert süngerden geniş koltuklara oturdular. Karşılarındaki yayvan şapkalı sert köşeli çizgileri olan bir surata  sahip üç günlük kır sakalı iyice seçilen adam ayağa kalkıp bagaj bölümüne el atıp eski bir viski şişesini çıkartıp sormadan iki teneke kupaya doldurdu.

“İÇİN” dedi. “Az sonra göreceklerinize hazırlanmanız gerekiyor”

Karşılıklı koltukların arasındaki duvardaki demir kolu çevire çevire zorlayarak pencereyi aşağı doğru açtı. Cam gıcırtılar çıkartarak kirli yuvasına doğru girip yerini aldı.

“Bizimkileri ikna edemedim” dedi adam pencereden dışarı bakarak.

“O yüzden siz resmi olarak burada yoksunuz”

Tom başını salladı. Duyduklarına alışkındı.

“Ama meseleyi çözerseniz, para konusunu kafanıza takmaya gerek yok. Herşey HALA benim elimden geçiyor”

Kalkıp bir zamanlar bagajların sürüldüğü silindir çubukların yanyana durdukları yere yeniden el atıp  turuncu bir dosya çıkardı. İlk fotoğrafta ağaca asılmış, rengi tamamen kaçmış bir ceset vardı. Düşük ışıkla pozlama süresi epey uzatılarak çekilmişti. Bu fotoğrafı iki benzeri izledi. Ağaçlara asılmış cesetlere tek tek bakıp Sue’ya verdi. Daha sonra parçalanmış cesetleri gördü. Sarı siyah emniyet bandıyla mekanlar kuşatılmıştı. Fotoğraflar çarpıcı derecede mide bulandırıcıydı. Adam “Bunları ilk gördüğümde ilk defa böyle bir canavarlıkla savaşmak için cesarete ihtiyacım olmadığını hissettim.” dedi.

Tom yukarı baktı bir an. Alışkın olduğunu düşünüyordu ancak gene de sarsıcıydı. Elindeki fotoğrafları Sue’ya  geçirdi. Trenin tavanı yuvarlak, dışa doğru bombeli ve ahşap kaplıydı. Herbir vaka için tek bir fotoğraf çekilmişti. Adam şapkasını çıkarıp yanına koydu.

“Yakın çekim yok ama, sizi temin ederim hiçbir alet kullanılmamış. Balta, kılıç ya da keserden hiçbir iz yok. Tamamen vahşi bir hayvan saldırısı olarak görünüyor ve bu şey herneyse kontrolünü kaybetmiş”

İki tür vahşi saldırı ile karşılaşıldığı için iki ayrı türden şüpheleniyorlardı. Birincisi kurbanlarını ağaçlara asıyor ve ayaklarının altındaki atar damardan tüm kanlarını içerek tüketiyor ve o şekilde asılı halde bırakıp uzaklaşıyor ya da uzaklaştırılıyorlardı. İkincisi ise daha vahşice ve kontrolsüzce parçalanmış cesetlerdi. Bunların önemli parçaları yenmiş ve kemikleri geride bırakılmıştı. Kimlik tespitleri imkansızdı. Kaybolanlarla eşleştirerek kim oldukları zorlukla anlaşılmıştı. Bu vahşeti gerçekleştirenlerin insan olmadıklarını düşünüyorlardı.



3. Vişne Çürüğü

Hikayemizin geçtiği zamana geri dönmeden önce dünyanın gardiyanlar ve diğer çok az kişi tarafından tamamı bilinen dört zamanına şöyle bir bakmak yerinde olur.

İşte size kısa bir tarih;

Birinci zamanın ilk dönemlerinde şu anda yeryüzünde bulunmayan isimleri ve görünüşlerini hiç bilemediğimiz çokça tür bir arada yaşıyordu. Daha sonra savaşlar başladı. Kendi bölgelerine ayrıldılar ve yeniden savaştılar. Güçlü ittifaklar oluştu bu ittifaklar bir çok türü kendi içinde barındıran güçlü imparatorluklara evrilip görece durağan zamanlar geçirdi. Bu dönem yaklaşık 30.000 yıl kadar sürdü. Milyon yıllık insanlık tarihinde bu süre gerçekten çok kısa, milyarlık dünya tarihinde ise hiçbirşeydir. Bu süreyi tek başlarına tüm dünyaya hakim olmuş ve tüm bunlardan önce 165 milyon sene hükümranlık sürmüş dinazorlarla karşılaştırarak hayal etmemiz daha kolaydır. Bu dönemden sadece birbirlerini yok etmenin eşiğine getirmiş olan vampirler ve kadim düşmanları kurt adamlar kaldı. Bu dönem yüksek teknolojinin gelişmesi ve savaş teknolojilerine hakim olması sonucu günümüzde atom bombası ve ondan bin kat daha güçlü olan hidrojen bombalarına tekabül eden savaş araçlarıyla birbirlerine saldırmaları sonucu sona erdi. Mitolojilerde hala izleri vardır.

İkinci zaman tam başlangıcı kesin olarak söylenememekle birlikte daha çok büyü ve kılıç dönemi olarak sınırlandırabileceğimiz, gelişmiş teknolojilerden kesinlikle uzak kalmış ya da gardiyanlarca özellikle uzak tutulmuş tam olarak sadece barbar toplulukların hayatta kaldıkları bir dönemdi. Büyü ve büyücüler, cadılar ve cadı konseyleri, imparatorlar ve ölümlü askerleri, elinden kılıçlarını düşürmeyen zırhlı savaşçılar ve atların çektiği savaş arabaları bu döneme damgasını vurdu. Krallıklar ve imparatorluklar defalarca kurulup yıkıldılar. On binlerce kişinin tek bir amaç için savaştığı kalabalıklıkta ilk büyük ve düzenli ordular boy gösterdiler. Yeryüzüne ölüm, vahşet, işkence altında yaşayan topluluklar, savaş ve kan hakim oldu.

Dördüncü zaman bildiğimiz gibi yerleşik krallıkların giderek modern ülkelere dönüştükleri, teknolojilerin çok hızlı ilerlediği, çok tanrılı dinlerin yanında tek tanrılı dinlerin de popüler olarak yayıldıkları ve kalabalık topluluklar üzerinde hüküm ve iktidarlarını sürdürdükleri genel olarak Platon’un Devlet kitabındaki iskelet yapısına uygun biçimde geliştikleri, yayıldıkları ve iki dünya savaşının ardından nispeten durağan bir iklim süren insan topluluklarının zamanıdır. Bu dönem şimdilik sadece 20.000 seneyi geride bırakmıştır. Her dönemi son ikibinyıllık süre kadar şaşalı debdebeli ve hareketli geçmemekle birlikte görece olarak hızla bütün yeryüzü topraklarını etkisi altına almış, diğer türleri büyük oranda bertaraf etmiş ya da yeraltına itmiş, insanoğlunun alçakgönüllü bir zaferidir denebilir.

Hikayemizin geçtiği üçüncü zamanda ise daha önceki zamanlardan kalan kendi yerleşkelerinden çıkmış ve yayılmış olan insanlardan başka, elfler, goblinler, periler, cadılar, kedi başlılar gibi yarım türler, vampirler ve kurtadamlar gibi değişik yaratıklar olmakla beraber teknolojinin ulaşmadığı bölgelerde büyü ve kılıcın hüküm sürdüğü barbar toprakları da bulunmaktadır. Bu dönem şimdiye kadarki bütün zamanların en uzunu olan 50.000 yıl kadar sürmüştür. Bu dönemin kaybolmuş hikayeleri tekrar tekrar araştırılıp ortaya konulmazlarsa insanlık tarihi sadece kendi diğer zamanlarını bilen gizemli gardiyanlarının çizdiği şüpheli gelecek dışında aynı olayları tekrar tekrar yaşayacak aynı hatalara ve yanılgılara tekrar tekrar düşecektir. Daha fazla bilgi için Francis Bacon’ın Yeni Atlantis kitabı incelenebilir.

Tekrar hikayemize dönersek, kendi halinde bir inek sürüsüne gündüz vakti vahşi kurtlar saldırmışlardı. Yakınlarda gerçekleşen bu olaya bakmak ve araştırdıkları cinayetlerle ilgili bir ipucu bulabilmek için kamyonlarını oraya sürdüler. Yörede zaman zaman gerçekleşen kurt saldırılarından ötürü kurtadam efsanesi yayılmıştı. Kötü bir ünleri vardı. “Eğer inandırabileceklerini bilselerdi, göğü bizim kararttığımızı söylerlerdi.” demişti aralarından bir kadın. Vişne çürüğü bir gök vardı. Koyu ışıklar herşeyi yumuşak bir hava içinde eriterek birbirinin içine sokuyordu sanki. Onlara göre yanlış yere bakıyorduk. Daha yakına bakmalıydık.

Cadılık faaliyetleri artmıştı. Ulu orta törenler ve ayinler yapıyorlar, geceleri ormanlarda çırılçıplak ateş etrafında dans ediyorlardı. Kötü yürekli, kötü niyetli ve kara büyülere de açık olan vücutlarındaki çürüme lekeleri bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyordu. Kadim bilgilerin, eski bilgiler içeren ruloların, taş baskıların, taş kitabelerin ve bir zamanlar ne işe yaradığı bilinmeyen taş eserlerin tutulduğu eski tapınağın alt katları sular altındaydı. Birşeylerin çalınmış olduğundan şüphe ediliyordu.

“Yüzgeçleri olan pullu suratlı balık adamlar tarafından suların altında kalmış olanlardan alınmış olan parçanın hangisi olduğunu anlayabilmek  sizi gerçeğe yaklaştırabilir” demişti bir tanesi.

Kara ejderha tapınağının arkasında ve üzerinde dev bir ejderha heykeli yükseliyordu. Başından gövdesine kopkoyu bir gece kadar siyah bir ejderha bir eliyle yarım küre biçimindeki tapınağı tutuyor, kapısından ancak ejderhanın büyük elinin gölgesinde içeri girilebiliyordu. Sonbaharda yağmurdan ve selden sonra alt katların tamamı sular altında kalmış ve geçen zamana rağmen sular çekilmemişti.

Tapınaklar. Tom, öğretisini inanç üzerine kurmuş olan bir tanesinde bulunmuştu. Söz’den silkinip kurtulmasını istemişlerdi. Oysa herşey hükümlere ve bağlayıcıların sözle başlayıp sözle biten bağlantılarına bağlandığı adeta kelimelerden yapılmış bir dünyada bunun nasıl olacağını, sözün hükmünden nasıl kurtulabileceğini söylememişlerdi. Çünkü bu onlara göre konuşulacak bir şey değildi. Dillerini de pek anlamadığı tapınaktan geriye aklında bütünlük vurgusu dışında bir şey kalmadan çıkıp gitmişti. Daha sonra bir Zen manastırına yerleşmiş  aylarca orada kalmıştı. Dünyanın bütün zamanlarını görmüş ustalara giden zen onu büyülemişti. Zen hakkında hiçbirşey söylenemiyordu çünkü zan belirtecekti. Zen ve zan birbirine karşıttı. Zen ve zan birbirlerinin aksini yansıtan aynalar gibi matematiksel bir eşitlikte karşı karşıya konsalardı birbirlerini götürürlerdi.  Yine de anladığı şeye en yakını kedilerde doğal olarak var olduğuna inanmıştı. Sue ise aynı dönemlerde aktardan aldığı sarı kantaron otuyla demlediği çaylarla hülyalı uykulara dalıyor ve çokça garip, tuhaf rüyalar görüyordu. Kalktıktan sonra elinde kahve evin içinde dolaşarak bu acayip rüyalara bir anlam aramaya koyuluyordu. Denediği bu işte de mütemadiyen başarılı oluyor, tuhaflıkların aklının içinde değişik bağlantılar içine girerek yeni oluşturdukları durumların rüyaların gerçek anlamı olduğuna inanıyordu. Zaman zaman sanki hayatın parçaları bir yapboz gibi önlerine dağılmıştı da onlar nasıl birleştirirlerse birleştirsinler ortaya bir şekil, bir manzara, bir simge ortaya çıkmadığını hissediyorlardı. Onun yerine bir boşluk vardı. Sadece bu büyük boşluk bazen sınır durumlarda kendini göstererek belirginleşip ortadan kalkıyor, tam olarak kayboluyor ve kaybolarak geçmişinde yaşattığı derin varlığını hissettiriyordu. Varlığına alıştıkları o boşlukta o sınır durumlarda, çoğunlukla hayatlarını tehlikeye attıkları ya da bir belirsizliğin içine körlemesine daldıkları anlarda kurtularak aslında neyin içinde kıvrandıklarından haberdar oluyorlardı. Sınır durumlar her zaman öyle olmamakla beraber çoğunlukla yeni ve belirsizlik içeren bir duruma biraz korkuyla hızla yaklaşmaktan, zaman zaman ölümle burun buruna gelmekten yapılmış anlardan oluşuyor, o anlarda kendileri kaybediyor, sanki şuursuzlaşıyorlardı. Ama bu şuursuzlukta bambaşka, çok iyi tanımadıkları ve herşeyi çok daha iyi tanımlayan sanki herşeyi yerli yerine koyan bir sınır durum, bir an yaşıyorlardı. Onlar da hayatlarını böyle anlara doğru çekip götüren bir kader çizgisinin peşine takılmışlardı. Aradıkları şey böylece belki en son olarak huzursa evlerine uzun yolculuklarının sonunda neden her defasında yorgun ve mutlu döndüklerini bilmiyorlardı ve kendilerini çoğu zaman nasıl hissettiklerini merak ediyorlardı. Her zaman o ne olduğunu bilmedikleri kara bir boşluğun peşinden gönüllü gideceklerdi.

Tom, Kara Ejderha Tapınağına girmek için bir dalma aygıtı yapabileceğini ama bunun çok uzun zaman alacağını biliyordu.  Kasabanın dışındaki gezintilerin birinde sonunda yüzgeçli balıkadamlardan biriyle anlaşmışlardı. İçerdeki boşluğu o tanımlayacaktı. Suyun altında yanan ışıklı aygıtları alıp suya atladı. Katlar ve katlar aşağı indi. Yüzdükçe su daha da bulanıklaşıyor, görüş mesafesi azalıyordu. Şüphelerinde haklılardı. Büyük parçalardan biri yerinde yoktu. Boşluğun numarasını alıp yine katlar boyunca yüzerek yüzeye çıktı. Parasını alıp ortadan kaybolmadan önce kartlarını almıştı. Kartlarının üzerinde Sue & Tom Problem çözeriz,  yazıyordu ama lisansları kralın adamları tarafından iptal edilmek üzereydi. Numaradaki boşluğu araştırmak üzere Tapınağın kütüphanesine gittiler. Kitaplar yalın çelik konstrüksiyonlar üzerinde duruyor, sadece etraflarını saran camla tozdan ve kirden korunuyordu. Camı içeri ittirdiğinizde cam kapak açılarak geri geliyor ve kitaplara ulaşıyordunuz. Ortadaki yuvarlak ahşap masayı, çember şeklinde kendi üstüne kapanan bir bank çevreliyordu. Masanın ortasına doğru inen geniş şapkalı bir lamba vardı. Görevli kadın herşeyin üzerine dikkatle titizleniyordu.  Hiçbir şey yapmadan meditatif bir zihinle ama uyanık bir halde duran kedi olanları zaman zaman dikkatle izliyordu. Sonunda masadaki rulolardan biri açıldığında kayıp eserin bulunduğu parçayı gördüler. Bu bir ayinde kullanılan binlerce yıllık bir sunak taşıydı. Üstünde tam olarak eski dillerin birinde şunlar yazıyordu.

 

Saf bakirelerin kanları akıtıldığında

Binlerce senenin gizli mührünü açan söz söylendiğinde

Yıldızlar eş uyumla gezegenleri sardığında

Geri dönecekler, geri dönecekler, geri dönecekler

“Bir şeyi geri getirmek üzere ayin hazırlığındalar” dedi Tom.

“Ya da çoktan geri getirdiler” diye fısıldadı Sue.

Amaçlarının ne olduğu çok belirsizdi ancak yıldızların eş uyumu muhtemelen gezegenlerin astrolojik olarak belirli bir konum almaları ile ilişkiliydi. Böyle bir zaman gelip geçmiş olabilirdi. Belkide çok geç kalmışlardı. Sue iyi çizilmiş resimdeki sunağın işaretlerini inceliyordu.

“Jüpiter ve Neptün kavuşumda, Mars dik açı yapıyor” dedi. Diğer işaretleri de incelerken “Efemerisler” dedi. “Efemerisler gerekiyor”

Sabaha dek gezegenlerin zamana bağlı olarak güneş ve ay ile birlikte birbirlerine konumlarının yazıldığı efemerislerle boğuştu. Tom anlamadığı bu şeyde bir şey söylemeden ve yorum yapmadan ona kahve getirip duruyordu. Sonunda zeminde uyuyakalmıştı. Sue’nun çizdiği haritalar birikiyor ve kütüphane görevlisine bir büyücü ile karşılaşıp karşılaşmadığını düşündürüyordu. İçinde bulunduğu kütüphaneden bir tane kitap ya da rulo bile alıp başından sonuna kadar okumadığını düşündüren bir hali vardı. Sue sabahleyin kesin bir sesle Tom’u uyandırdıktan sonra “Bu olay altı ay önce gerçekleşmiş” dedi. Yerleştikleri terk edilmiş hastaneye varıp gerinerek uykuya dalmadan önce “Tam olarak” dedi. “Olayların başladığı zaman”

 





Bu blogdaki popüler yayınlar

Maria Volkan AY [roman]

Taşta bir tuhaflık vardı. Taşın üstündeki ışık yansıyan bir ışığın parıldaması gibi görünmesine karşın taşın kendi içinden geliyordu. Çok geçmeden onu bir pusula gibi avucunda tuttuğunda ışığın belirli bir yönü işaret ettiğini keşfetmişti. Kahvesini büyük karton bir bardağa alıp, saç bandını taktı. Üstüne hafta sonları neredeyse üstünden çıkarmadığı kırmızı kapşonlusunu geçirip anahtarı eşortmanın cebine atıp dışarı çıktı. Bordo renkli yuvarlak taş onu yönlendiriyor, bir yere götürüyor gibiydi.  Taşın onu kendi  ilk bulunduğu yere yeniden götürdüğünü keşfetmesi uzun sürmedi.  roman indir     m.a.r.i.a OYUNUN RUHU kitabı satın almak için tıklayın 1. Başlangı ç Dünya büyüyor, kalabalıklaşıyor ve çağlar birbiri ardına açılıp kapanıyorlardı. Maria kafasını boşaltmak i ç in ç alıştığı onaltıncı kattaki şirketten kafasını caddeye doğru dışarı ç ıkarıp "RAAAAAAA" diye bağırdı. Haftasonuna bırakmak istemiyordu çü nk ü hafta sonu gelmek istemiyordu. Ç oğunlukla sinirlenmiyo

Tur Dağı Paramparça Volkan Ay [roman]

TUR DAĞI PARAMPARÇA VOLKAN AY kitabı satın almak için tıklayın Uzak göklerde ve tamamlanmamış yıldız atlaslarında aranılan Marla'ya... ve toprak parçalarında nefeslenen başka ruhlar da, onun sessiz ışıltısını görmek, tek nefeste söylenilen adını seslenmek için asırlarca dolaşmıştılar uzun bir lanete uğramış ya da herşeyi açığa çıkarıp berraklaştıran efsunlu bir gök yağmuruna tutulmuş gibi  Tur Dağı Paramparça  Roman İndir     Birinci Kitap     HERŞEY VAHŞİ HERŞEY SESSİZ                       Bismillahirrahmanirrahim;   Bu defteri Recebülevvel ayının onyedisi yahut onsekizinde yazmaya başlıyorum. Defter Atlıhisar kasabasının   dağ k öyünden başlar, yürüyerek veya at   üstünde geçtiğimiz topraklarda, deve tepelerinde sallanarak aştığımız çöllerde ve yelken açtığımız denizlerde yaşadıklarımızı anlatır. Yola çıkışımızdan, g üvenli taş duvarlarla çevrili   sıcak yataklarımızın huzurlu sıcaklığına varıncaya dek her günü, her yolu, geçtiğimiz her çö

TUTKU VE SIR, VOLKAN AY, ROMAN [PULP]

  Kasabanın ölüm meleğinin gece sorgusundan sonra eski bir Amerikan arabasıyla Route 66'i Los Angeles'a varana dek sürmek dışında bir planı kalmamıştı. Boş tren istasyonuna ürkütücü bir sessizlik hakimdi. Altı blok ötede boğazı maket bıçağıyla kesilmiş bir makdulun cesedi ahşap bir bavul içinde bir çöp tenekesinin yanında çürüyordu. Türkiye'den gelen 16yy'a tarihlenmiş bükümü ve yalmanıyla darbe ve kesim gücü yüksek, oldukça keskin nadir bir kılıç ahşap kadife kaplı kutusunun içinde takırdayarak giden eski bir trenin lokanta vagonunun masalarının birinde pencerenin hemen yanında duruyordu.  TUTKU VE SIR VOLKAN AY roman  indir 1 "Köpekleri Puik gibi" "Puik?" "Vardı ya Zagor'da uyuz bi köpek" Duvardan atladılar. "Rintintin" "Puik" "Rintintin konuşabiliyordu en azından" "Ama bekçi var bir tane" Karanlığın içine sindiler. İnşaat alanı çok sessiz ve  büyüktü. Gündüzleyin içeri girmeyi denemiş fakat içe

BANA KAHVE ISMARLA

 Diyelim ki romanlarımdan birini ya da tamamını okudunuz ve bana kahve ısmarlamak istiyorsunuz. İşte bunun için bir bağlantı. Şimdiden Teşekkürler...   BANA KAHVE ISMARLA ya da Türküz türkü çığırırız nedir bu dolar işleri diyorsanız. Doğrudan IBAN numaram: Volkan AY : TR02 0006 2000 2050 0006 8734 68 Bana kahve ısmarlayın.     The publishing world is facing a crisis today. Magazines are closing one by one. Publishing houses cannot print books. The biggest reason for this is the huge increases in paper prices. We need the attention of especially aristocratic bourgeois families who have always supported art and science. This method, which was also tried by Stephen King, the author of fluent novels, tries to eliminate all kinds of intermediaries between the reader and the writer. Yayıncılık dünyası bugün bir krizle karşı karşıya. Dergiler tek tek kapanıyor. Yayınevleri kitap basamıyor. Bunun en büyük sebebi kağıda gelen büyük zamlardır. Sanata ve bilime her daim destek olmuş özellikle ar

Gece Köpekleri Volkan Ay [roman]

  Gökyüzünün büyük nükleer savaş ve sonraki kimyasal silahların kullanıldığı döneminden kalan çürümüş bataklık yeşilinin önceleri daha zehirli bir parlaklığı vardı. Sonraları ölmekte olan bir sarmaşığı andıran gök zaman zaman gün batımlarında eski televizyon dizilerinde gördüğümüz, çocukluk günlerinden hatırladığımız gibi iç karartıcı bir bakır kırmızısına dönüyordu. Böyle zamanlarda nedenini bilmesek de Shelly daha üzgün görünürdü. Uyanamadığımız bir rüyanın ya da gerçekliğini inkar ederek kurtulmaya çalıştığımız eski bir anı parçasının içinde sıkışıp kalmış gibi.  GECE KÖPEKLERİ VOLKAN AY roman  indir Satın almak için tıklayın     "...bütün mümkünlerin, esasında ebedi olarak hazır [actuel] olduğunu ve halin geçmişten ibaret  ve geleceğe gebe bulunduğunu, geleceğin mümkün olmaktan ziyade, yüksek idrakın gözünde zaten var olduğunu, mümkün ile varlığın ayrılması bizim görüş tarzımızda asıl şeyler arasında zamanın konmasından doğan bir kuruntu olduğunu kabul etmek lazım mıdır? Bu do